Selçuklular, kuruluşlarını tamamlayıp Sünnî İslâm âleminin liderliğini ele aldıkları zaman temsilcisi oldukları kesim için Hıristiyan Bizans ve Şiî-Fâtımîler olmak üzere iki tehlikenin belirdiğini görmüşlerdi. Bizans, dış tehlike olarak mevcudiyetini korurken, Fâtımîler de iç tehlike olarak Sünnî düşünceyi ve onun temsilcisi Abbâsî halîfeliğini tehdit eder hâle gelmişti.[1] Fatımîler, ordularıyla Mısır ve Suriye’ye hakim olmuş, buraları Şiîleştirmeye çalışmakla kalmamış, nüfuzları altında olmayan bölgelerde de kendi taraftarlarını desteklemek suretiyle Abbasî halîfeliğinin otoritesini sarsmak, Sünnîliği zaafa uğratmak yolunu takip etmişlerdi.[2]
Fâtımî halîfeleri, Abbâsî halîfeleriyle mücâdele edebilmek için bir doktrin yaratarak, kendi hilâfet iddilarını pekiştirmek ve bu iddia doğrultusunda mücâdele edilen devletleri propaganda yoluyla zayıflatmak gibi bir gaye gütmekteydiler.[3] Bu gaye ile Ezher Camii’ni yaptırarak burayı Şiî kurmayların ve propaganda için kullanılan “Daîler”in yetiştirildiği bir üs haline getirdiler.[4]
Fâtımîlerle aynı akîdeyi paylaşan ve Bağdât merkezli Şiî bir devlet kuran Büveyhîler, Fâtımîlerle ortak hareket ederek Sünnîlik üzerinde baskı oluşturmaya başlamıştı. Bu gelişmelerin sonucunda Bağdat halîfeliğiyle birlikte onun temsilcisi olduğu Sünnî düşünce, siyasi destekten mahrum olduğu için, Şiîlik karşısında yok olma tehlikesine maruz kalmıştı. Bu durumda Sünnî doktrini ihya edecek ümit ışığı, doğudan gelecek olan Türklerden başkası gözükmüyordu.[5] Nitekim Selçukluların Bağdat’a gelişiyle Sünnîlik zafer kazanacak ve yok olmaktan kurtulduğu gibi yeniden canlanma dönemine de girecektir.
Selçukluların Hemedan’ı zaptından sonra, Halîfe gizlice bir elçi göndererek (1052) Tuğrul Bey’i Bağdât’a davet etti. Tuğrul Bey de Halîfe’nin davetine icâbet edeceğini ve Bağdât’a gelmek istediğini bildirdi.[6] Neticede beklenen kurtarıcı Bağdât’a gelerek duruma el koydu. 15 Aralık 1055’te Bağdât camilerinde okunan hutbelerde Tuğrul Bey’in adı zikredildi ve Büveyhîler Devleti de sona ermiş oldu.[7]
Selçukluların Bağdât’a gelerek Sünnî dünyanın liderliğini ele almalarından sonra, Fâtımîler adına propaganda faaliyetleri duraksamaya uğratıldığı gibi gerileme sürecine de itilmiştir. Bu durumu bir türlü hazmedemeyen Fâtımîler için, öncelikli hedef Selçuklular olmuştur. Artık propaganda gayretlerinin yanına yeni bir unsur daha ekleyerek Şiîleştirme çalışmalarına devam etmişlerdir ki, bu unsur “Bâtınîlik” faaliyetleridir.
Fâtımîlerin dıştan yaptığı mücadeleyi Selçuklu ülkesinin içine taşıyan Bâtınîler, ülkenin her yanında görüşlerini yaymak ve Sünnî akîdeyi ortadan kaldırmak için gayret göstereceklerdir. Bu uğurda kendilerine karşı çıkan âlim, vâli vb. şahısları suikastle ortadan kaldıracaklardır. Bâtınîlerin tedhiş hareketleri yüzünden insanlar öldürülüyor, birbirlerini çekemeyenler, karşı tarafı Bâtınîlikle itham ederek devletçe cezalandırılmalarını sağlıyordu. Bu yüzden halk ikiye bölünmüş durumdaydı.[8]
Önde gelen âlimler, melikler, Bâtınîlikle itham edilerek cezalandırılıyor,[9] ülkenin her yanında karışıklıklar çıkarılıyor, Isfahan gibi büyük şehirlerde bile Bâtınî tedhişi yüzünden yüzlerce insan ölüyordu.[10] Böylece Fâtımîler, Selçukluları zaafa uğratmak suretiyle emellerine erişme noktasında önemli mesafeler katediyordu. Bâtınîlik, bir noktada Şiî düşüncesinin vurucu gücünü oluşturmakta, propaganda ve ikna yoluyla elde edilemeyenler korku ve tedhişle susturulup, engel olanlar ortadan kaldırılmaktaydı.
Fâtımîlerin, özellikle de Bâtınîlerin (İsmailîlerin) İslâm âlemi için büyük bir tehlike teşkil ettiğini kavrayan Selçuklular Ehl-i sünnet mezhebini güçlendirmek lüzumunu da hissetmişti.[11] Bu sebeple Sünnî medreseler açma gereği duyulmuştu. Böylece Fâtımîlere karşı kazanılan askerî başarılardan sonra, onların Doğu İslâm topraklarındaki uzantısı olan ve Selçuklular açısından büyük tehlike teşkil eden Bâtınîlere karşı da bu şekilde başarı kazanılacaktır.
Bu gayenin tahakkuku için Sultan Alp Arslan ve Nizâmülmülk devletin yakın ve uzak hedeflerini belirlemişlerdir.[12] Bu düşünceyi tahakkuk ettirmek için gerekli zeminin hazırlanması gerekiyordu. Sultan Alp Arslan, silaha silahla, fikre fikirle cevap verme zaruretini kavradığından dolayı, yıkıcı ve bölücü hareketlerle mücadele için medreseler açmak ve burada yetişen insanlarla mücâdelesini yürütmek istemiştir. Artık Sünnî düşünceyi yayacak olan çeşitli medreselerin ve dönemine göre üniversite karakteri taşıyan Nizâmiyelerin[13] açılmaya başlandığı görülecektir.[14]
Kaynakların naklettiği bilgilere göre Nizâmiyelerin ilki, Alp Arslan’ın gördüğü gerek ve verdiği izin üzerine Nişâbur’da inşa edilmiştir.[15] Sultan Alp Arslan’dan gerekli izni alan Nizâmülmülk, hemen faaliyete geçerek, hazineden harcadığı paralarla Nişabur’da ilk Nizâmiye Medresesi’ni bina ettirdi. İkinci olarak açılan Bağdât Nizâmiye Medresesi için Dicle kıyısında yeterli arsa temin edildikten sonra, 1063’te inşasına başlanmış ve iki senede bitirilmiştir.[16]
1066 senesi Eylül ayında Bağdat’ın ileri gelenleri ve halkın katılımıyla Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin açılışı gerçekleşti.[17] Bu Medresede ünlü Şâfiî âlim Ebû İshak Şîrâzî’nin ders vermesi kararlaştırılmış olmasına rağmen, ortaya çıkan bir meseleden dolayı Ebû İshak açılışa katılmamıştı.[18] Bunun üzerine devrin âlimlerinden İbn Sabbağ’a müderrislik teklif edilmiş, O da birtakım garantiler aldıktan sonra bu teklifi kabul etmiştir. Böylece mesele çözüme kavuşmuş ve İbn Sabbağ, Bağdat Nizâmiyesi’nde ilk dersine başlamıştır.[19] Fakat halkın tepkisi ve müderris atamaya yetkili kişinin Nizâmülmülk olması sebebiyle İbn Sabbâğ’a bu görevden el çektirilerek, halîfenin de ricacı olmasıyla Ebû İshak görevi kabul etmiş ve ömrünün sonuna kadar sürecek olan Nizâmiye’deki dersine başlamıştır.[20] Böylece Nizâmiye Medreselerinin en meşhuru ve kendisinden en çok söz edilen Bağdat Nizâmiyesi uzun yıllar boyu sürecek olan şerefli ilim hayatına başlamış oldu. Bu medrese, hilâfet merkezinde olması, aynı zamanda meşhur müderrislerin birçoğunun burada ders vermiş olması bakımından daha büyük şöhrete kavuşmuştur.
Kendinden önce kurulan medreselerden ders proğramları ve müştemilatıyla ayrılan Nizâmiye Medreseleri, öğrencilerinin yemek, yatak ve ders araçları gibi bütün ihtiyaçlarını karşılama bakımından da diğerlerinden ayrılmakla kalmamış, sonra kurulan medreselere de model vazifesi görmüştür. Bu mükemmellik, medrese binasına da yansımış ve görenleri hayrete düşürecek şekilde muazzam inşa edilmiştir. Nizâmiyenin büyüklüğü ve güzelliği herkesi büyülemiş, hiçbir medrese Nizâmiye’ye denk görülmemiştir.[21]
Medreseler talabelerin barınması, okuması, ibadet v.b. ihtiyaçları göz önünde bulundurularak yapılmış binalardır.[22] Nizâmiyeler, bu genel anlayışın daha da ötesinde mükemmel planlanıp, inşa edilmişlerdir. Buna göre; medresede öğrencilerin ders görebileceği dersaneler,[23] pek çok geniş konferans salonu, depo, erzak kileri, zemin katta bir hamamı ve bir de mutfağı vardı.[24] Ayrıca öğrencilerin ibadet ihtiyaçları yanında Cuma namazı kılınan ve halka vaazlar verilen bir mescit mevcuttu.[25]
Nizâmiyelerin hepsinde çeşitli mevzularla alakalı nefis kitaplardan oluşan bir kütüphane olup, bu kütüphaneden sorumlu bir de hâzin (müdür) bulunurdu.[26] Hâzin, kütüphanenin en yetkili memuru olarak ilmî ve idarî işlerini yürütürdü. Bunlar, sıradan kimseler olmayıp, devrin tanınmış ilim ve marifet erbabı kişileriydi. Nitekim Bağdât Nizâmiyesi’nin ilk hâzini olan Ebû Yûsuf Yâkub İsferayinî (ö. 1104) fakîh, kelamcı, edebiyatçı, şâir ve hattattı.[27] Başka bir hâzin Ebû Zekeriyya Yahya b. Ali (ö. 1108), nahiv, lügat ve edebiyat sahasında zamanının önde gelenlerinden olup, sahasında otorite idi.[28] Kütüphaneyi zenginleştirmek için, müdürün emrinde çalışan müstensihler değişik kitapların suretlerini çıkararak kütüphaneyi zenginleştirirlerdi. “Varrakin” de denen bu şahısların ekserisi hattat veya edebiyatçı idi.[29] Nitekim, 6000 cilt kitaptan oluşan Bağdât Nizâmiyesi’nin kütüphanesine pek çok kitap bu yolla kazandırılmıştı.[30]
Kütüphaneye kitap temin etmenin başka bir yolu da bağış şeklinde olup, ilk kitap vakfeden şahıs Nizâmülmülk olmuştur.[31] Daha sonra Halîfe Nâsır Lidinillah (1180-1225), binlerce eserden oluşan koleksiyonunu Nizâmiye Kütüphanesi’ne vakfettiği gibi,[32] meşhur tarihçi Ibn Naccâr (ö. 1245)[33] ve muhaddis Taceddin Ali Sâi de nâdide kitaplarını Nizâmiye Kütüphanesi’ne vakfetmişlerdir.[34]
Selçuklular, medreselerin ilmî faaliyetlerini rahatça yürütebilmeleri için zengin gelirli vakıflar tahsis etmiş, onları bol ve sürekli bir gelire kavuşturmuşlardır.[35] Daimi bir gelire sahip olan medreseler, mâlî muhtariyete de sahip olmanın yanında, aldıkları maaşlarla geçim kaygısından kurtularak kendilerini mesleklerine veren öğretim üyeleri; aldıkları burslar ve kaldıkları yurtlarla kendilerini kaygısızca öğrenime vermek imkânını bulan öğrencileriyle yalnız zamanına göre değil, şimdiki zamana göre de ileri müesseseler sayılabilirler.[36] Bu gaye ile çeşitli emlak ve bir çarşı Nizâmiye’ye vakfedilmişti.[37] Daha sonraları artan bir oranda vakıf ve vakıf gelirleri büyümüş, Moğol istilâsıyla berâber inkiraza düşene kadar devam etmiştir.
Nizâmiye vakıflarından elde edilen gelir, medresenin hoca ve öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamaya yettiği gibi, personelin yiyecek, giyecek, yatacak, ısınma ve aydınlatma ihtiyaçlarından başka, eğitim için gerekli olan kağıt, mürekkep, kalem vb. ihtiyaçlarını karşılamaya da yetmekteydi.[38] Nizâmülmülk’ün İsfahan Nizâmiyesi’ne bağışladığı vakıfların gelirinin senede 10.000 dinara ulaştığı[39] ve Bağdât Nizâmiyesi’nin 1129 senesindeki gelirinin ancak %10’unun harcanabildiği düşünülürse,[40] medreselerin gelirleri hakkında bir fikir edinilebilir.
Nizâmiyelerden önceki medreselerde müderrislik için belirli bir şart aranmazken, Nizâmiyelerde müderris olabilmek için özel şartlar aranmış, daha ziyade önceden müderrislik yapmış kişiler tercih edilmiştir.[41] Sonraları ilimde ehliyetini ispat etmiş kişilerin de müderris olarak tayin edildikleri görülmüştür. Müderris olabilmek için, ilmî kâbiliyetini ispat etmiş olmak veya bir müderris tarafından kendisine referans verilmesi yeterliydi.[42] Müderrislerin atanması için gerekli olan menşur, çoğu kez vezîr emriyle[43] veya hükümdar fermânıyla oluyordu.[44] Daha sonraları halîfelerin de müderris atamasında söz sahibi olduğu görülmüştür.[45]
Medreseye tayin edilen müderrisler genellikle bir seccâde veya posta oturarak ders verir, öğrenciler ise halka halinde dersleri dinlerlerdi. Bu post, o müderrisin ders verme yetkisinin bir işareti olup, kalabalık derslerde ise müderris bir kürsü üzerine oturarak ders verirdi. Ayakta ders vermek genel temâyüle ve usûle aykırı idi.[46] Müderrisler ders verirken özel kıyafet giyerlerdi. Abbasîlerin ilk dönemlerinen itibaren başlayan ulemânın ve bürokrat kesimin siyah cübbe giyme geleneğinin ilim adamlarının kıyafeti olarak Selçuklular döneminde de devam ettiği görülmektedir. Nizâmiye müderrisleri de ders verirken siyah bir cübbe giyer ve başlarına özel bir sarık sararlardı. “Tarha” adı verilen bu sarık, ders vermeye yetkili olmanın da işareti idi.[47] Görevden azledilen müderris bu cübbe ve sarığı geri iade etmek mecburiyetindeydi.[48]
Nizâmiye Medreselerine tayin edilen müderrisler genellikle ölünceye kadar bu görevi yürütürdü.[49] Müderrislikten ayrılmak ya şahsın kendi isteği ile veya azli mümkündü. Cüveynî ve Ebû İshak gibi ömrünün sonuna kadar bu görevde kalan müderrisler yanında,[50] Gazâlî gibi dört sene sonra görevini terk eden müderrisler olduğu gibi,[51] İbnü’l-Enbarî gibi kendi isteği ile müderrislikten ayrılanlar da vardı.[52]
Nizâmiye Medreselerinde derslerin işlenişinde çeşitli şekiller uygulanırdı. Derse namazdan hemen sonra Kur’an okunmasıyla başlanır, ders esnasında karşılıklı sorular sorularak, hem dersin anlaşılması kolaylaştırılır hem de tartışma ortamı meydana getirilirdi.[53] Bazen hoca anlatır talebeler dinler, bazen de (hadîs dersinde olduğu gibi) hoca talebelere yazdırmak suretiyle not tutturdu.[54] Ders esnasında metin üzerinde uzun müzakereler yapılarak kapalı noktalar açıklanırdı.[55] Bu iş yapılırken hoca ile öğrenciler arasında çetin tartışmalar olduğu gibi, bazen bu tartışmalar öğrenciler arasında da cereyan ederdi.[56]
Nizâmiye Müderrisleri, sadece medrese talebelerine ders vermez, bilgi ve ilimlerinden halkı da faydalandırırlardı. Müderris Kazvînî, Ramazan’da terâvih namazı kılındıktan sonra, huzuruna toplanan halka fecre kadar Kur’an-ı Kerîm’i sûre sûre tefsir eder, sonra da Nizâmiye’deki dersine giderdi.[57] Benzer şekilde, Nişâbur Nizâmiyesi müderrislerinden Cüveynî’nin medresedeki derslerinin yanında, halkın ve devlet ileri gelenlerinin katıldığı vaaz toplantıları yaptığı ve ilim meclisleri kurduğu bilinmektedir.[58]
Medresede ders veren müderrisler, uzmanlaşmış kişiler arasından seçilirdi. Meselâ, Ebû Said Mütevellî (ö. 1085) Nizâmiye’de usûl dersi verirken,[59] Ebû Zekeriyya et-Tikritî (ö. 1219) lügat, tefsir ve Arapça dersleri vermekteydi.[60] Yine sahasında önde gelen bir müderris, meşhur bir âlimden okuduğu Sahîh-i Buhârî’yi okutmak üzere Nizâmiye’ye davet edilmiştir.[61] Böylece eğitimin merkezîleştirilmesi yanında, eğitim programlarında da yeniliğe gidilmiştir. Ders proğramlarında kürsü sistemine ve ihtisasa yer verilerek her ders o sahanın uzman hocasına verdirilmiştir.[62] İhtiyaç durumlarında ise vekâleten müderrislik görevine atanan kişiler görülmüştür.[63]
Nizâmiyelerden önce de müderrislerin ücret aldıkları, fakat bunun yaygın bir şekil olmadığı bilinmektedir.[64] Nizâmiye Medreseleri ücretli müderrislere sahip ilk kuruluş olma vasfına sahiptir.[65] Vakıf gelirlerinin zengin olması ve devletin bu müesseseye büyük önem vermesi sebebiyle maaşların yüksek tutulduğu, bilinen bir husustur. Nitekim Bağdât Nizâmiyesi’nin müderrislerinden olan Ebû İshak Şirâzî büyük miktara ulaşan bir ücretle bu göreve getirilmişti.[66] Müderrislerin kesin olarak ne kadar ücret aldıkları bilinememekle beraber, maaşların genelde bolca ve cömertçe verildiği söylenebilir.[67]
Nizâmiye Medreselerinde öğrenci olmak için bir yaş kaydı aranmadığı gibi,[68] belirli kitapları okuyarak geçmek esas olduğundan, eğitim süresi için de kesin bir rakam vermek mümkün değildir.[69] Bunun bir başka sebebi de, öğrencilere istediği hocadan ders okuma gibi bir hürriyetin tanınmasındandır.[70] Hocanın, ders halkasına girecek öğrencileri belirlemesi gibi bir ilmî hürriyetinin yanında, öğrencinin de istediği hocada okuma ve ilim tahsil etme hürriyeti vardı. Kişinin ilme olan iştiyakı ve kâbiliyeti onun öğrenci olması için yeterliydi. Üstelik her öğrencinin seviyesi aynı değildi. Bunda, medreselerde esas olan belli kitapları okuyarak geçme usulûnün ölçü alınmasının yanı sıra, değişik yerlerde okuduktan sonra Nizâmiye’ye gelmenin de payı vardır. Nizâmiye Medreselerindeki derslere talebelerin yanı sıra, bilgi ve görgüsünü artırmak isteyen vezirler, emirler, din bilginleri gibi şahsiyetler de katılmaktaydı ki, bu tür katılmalar genelde meşhur müderrislerin derslerinde olurdu.[71]
Nizâmiye Medreselerinin maddî imkânları ve hocalarının ilimdeki şöhreti[72] sebebiyle Azerbaycan, Tiflis, Yemen, Mısır, Mağrip ve Endülüs gibi İslâm âleminin değişik bölgelerinden insanlar buralara gelerek ilim tahsil etmişler, sonra da memleketlerine dönerek Nizâmiye misyonunu oralara taşımışlardır.[73] Böylece Selçuklu ülkesinde Pamir’den Mısır’a kadar manevî birliği gerçekleştirmenin yanında,[74] ilim adamları arasında kaynaşma da sağlanmıştır.
Orta Çağ medreseleri bugünkü üniversitenin gelişmemiş hali olup; ders programları da Hukuk Fakültesi, İlâhiyat Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Fen Fakültesi müfredat programının birleştirilmiş halidir.[75] Buna göre Nizâmiyelerde Kur’an ve Kur’an ilimleri, hadîs, Şâfiî fıkhı, Usûl, Eşarî kelâmı, Hilaf, Cedel, Ferâiz, Arapça, Edebiyat, Sarf, Nahiv, Lügat, Şiir, Hitâbet, Tarih, Coğrafya, Mûsıkî, Hat, Felsefe, Mantık, Riyaziyye, Handese, Hesap, Nücûm vb. dersler okutulmuştur. Nizâmiye Medreseleri örgün eğitimin yanında, geniş halk kitlelerine hitap edecek faâliyetleriyle yaygın eğitim faâliyetlerini de yürütmekteydi. Müderrislerin ders verme şekilleri incelendiğinde bu hususu görmek mümkündür.[76]
Nizâmiyeler açılırken uygun coğrafi mevkiler seçilmeye dikkat edilmiştir. Bağdât gibi hilâfet, İsfehan ve Nisâbur gibi imparatorluğun önemli kültür merkezlerinin yanında, Basra, Taberistan ve Huzistan gibi Şiî kesimlerin yoğun olarak bulunduğu yerler de Nizâmiyelerin seçiminde dikkate alınmıştır. Gelişi güzel serpiştirmenin yerine, medrese yapılacak beldelerin özellikleri yanında,[77] medrese kurabilmek için o mahalde ders verebilecek ilim adamının bulunması da göz önünde bulundurulmuştur. Nizâmiye Medreseleri inşa edilen şehirleri şöyle sıralanabilir: 1- Bağdat, 2- Belh, 3- Nisâbur, 4- Herat, 5- İsfehan, 6- Basra, 7- Merv, 8- Amul (Taberistan), 9- Musul, 10- Fûsenc (Büsenc), 11- Harcird (Hargird), 12- Rey, 13- Ceziretü Ibni Ömer, 14- Zebîd, 15- Huzistan, 16- Zâhir.[78]
Nizamiyelere, devletin ihtiyaç duyduğu adlî, dinî, mâlî ve bürokratik sahada çalışacak insanların yetiştirilmesi sağlanmış, Nizâmiye mezunları da yetkili kimseler olarak devletin yüksek mevkilerinde yer alarak bu gaye için çalışmışlardır.[79]
Selçukluların kurduğu bu üniversitelerden yetişen insanlar sayesinde Müslümanlar medeniyet önderliğini ellerinde tutabilmişlerdir.[80] Yeniden ihya edilen İslâm’ın gücü ile Selçuklunun gücü birleşerek, Hıristiyanlarla uzun yıllar devam edecek Haçlı seferlerine karşı koyacak donanıma kavuşması temin edilmiştir.[81] Bunun yanında Nizâmiyeler, kendilerinden sonra gelen medreseler için bir model oluşturmuşlardır. Daha sonra gelen hükümdar ve devlet adamları medrese açma konusunda Nizâmiyeleri kendilerine örnek almışlardır.[82]
Selçuklular, sâdece Şâfiî Mezhebi üzerine eğitim yapan Nizâmiye Medreselerini değil, diğer ortodoks mezheplerin medreselerini de desteklemişlerdir. Amaç mezhep birliği sağlamak olduğu için, yıkıcı ve bölücü mezheplerin dışındaki bütün görüşler desteklenmiştir.
Selçuklu sultanları, Hanefî mezhebinde ve buna son derece bağlı kişiler oldukları için Hanefî medresesi açmaktan da geri kalmamışlardır. 1064’te Alp Arslan’ın elçisi olarak Halîfe’ye gönderilen Şerefülmülk Ebû Sad Harezmî, Bağdât’a geldiğinde Nizâmülmülk’ün vekilleri Nizâmiye’nin inşasına başlamışlardı.
Bu şahıs da Hanefîler için bir medrese inşa etmek amacıyla işe koyuldu. En uygun yer olarak İmâmı Azam Ebû Hanîfe’nin kabrinin yanını seçip, burada inşaatı başlattı.[83] Önce Ebû Hanîfe’nin kabri üzerine kubbeli bir türbe, arkasından da bu türbenin hizasında geniş bir mescit ve Hanefîler için bir medrese inşa ettirdi. Medresede ders verecek müderrisleri tayin edip, medrese ve öğrenci ihtiyaçları için zengin gelirli bir vakıf kurdu.[84] Bu medresede ilk dersi Hanefîlerin önemli şahsiyetlerinden Ebû Tahir İlyâs Deylemî (ö.1098) vermiştir. Yine ünlü Hanefî âlimi Ebû Tâlib Hüseyn Zeynebî de (ö.1118) bu medresede elli sene boyunca Hanefî Mezhebi üzere ders veren önemli bir şahsiyet olacaktır.[85]
Medreseler, 1234’te Abbasî Halifesi Mustansır’ın yaptırdığı Mustansıriyye Medresesi’nin kuruluşuna kadar genelde tek mezhep üzerine eğitim yapan kurumlar olma vasfını korumuşlardır. Bu sebepten dolayı her mezhep mensubunun eğitim yaptığı medrese ayrıydı. Selçuklular döneminde Bağdât’ta açılan diğer mezheplere ait medreseler ise şunlardır.[86] Tutuş’un Meliklerinden Humar Tekin tarafından inşa ettirilen Tutuşiyye Medresesi, Bahaiyye Medresesi, Muvaffakiyye Medresesi, Muğisiyye Medresesi, Emir Saadet Medresesi, Melikşah’ın veziri Tacü’l-Mülûk Ebu’l-Ğanâim tarafından inşa ettirilen Taciyye Medresesi, Ebu’l-Hasan Enbârî tarafından yaptırılan Sıkatiyye Medresesi gibi Şâfiî medreseleri yanında; Hanbelîler için inşa ettirilen Şeyh Abdülkadir Cîlani (Geylani) Medresesi ve İbni Hubeyre Medresesi gibi medreseleri saymak mümkündür.
Selçuklular döneminde medreselerin yanında, eğitim faaliyetlerinin yürütüldüğü başka mekânları da görmek mümkündür ki, bunlar daha çok sûfîlere mahsus yerler olan ribâtlardır. Önceleri sûfîlerin sürekli olarak toplanıp ibadet edecekleri yerler olan zâviyelar yanında[87] daha sonraları tasavvuf? bir nitelik kazanan ribâtlar da zâviye haline dönüşmüştü.[88] Çok sonra hankah da aynı manada kullanılmaya başlanınca, bu üç kelimeyle ifade edilen ve işlevleri aynı olan müesseseler, sûfîler için hizmet vermeye devam etmenin yanında eğitim, öğretim ve telif merkezleri haline de gelmişlerdir.[89] IX. asırda ribât ile medresenin birleşmesine sıkça rastlanır.[90] Bununla birlikte ribâtta ikâmet eden sûfîler, bu mekânlarda oturan âlimlerden Kur’an, hadîs, fıkıh vb. ilimleri de öğrenmekteydi.[91]
Selçuklular döneminde ribâtlar, sûfîlerin barınma ve eğitim merkezleri olmanın yanında, bir beldeden diğer beldeye seyahat eden âlimler ve talebeler için menzil, konaklama yerleri görevini de görmekteydi.[92] Özellikle Bağdât, ilim ve kültür şehri olarak ribâtların da çokça bulunduğu bir merkez haline gelmişti. Diğer şehirlerden ilim öğrenmek maksadıyla Bağdât’a gelen fakir ilim yolcuları bu merkezlerde barınırlardı.[93] Bu haliyle ribâtlar, Selçuklular döneminde, medrese ve câmilerin yanında halkın kültür hayatını etkileyen önemli kurumlar durumundadır. Bu merkezlerde toplanan ulemâ ve talebeler ders, münazara ve araştırma ile meşgul olurdu.[94] Ribâtlarda oluşturulan kütüphaneler, zaman içinde gelişerek kültür faaliyetlerine katkıda bulunmaya başlamıştı.[95] Allâh’a ulaşma yerleri olmanın yanında ictimaî ve dinî görevler de ifâ eden ribâtlar, gelişerek birer kültür müesseseleri haline gelmişti. Bu yüzdendir ki, tasavvuf kitaplarının büyük çoğunluğu ribâtlarda kaleme alınmıştır.[96]
Bağdât’ta daha önce inşa edilen “Ribâtu’z-Zûzenî” ve benzeri ribâtların yanında,[97] Selçuklular döneminde de yeni ribâtlar inşa edilmiştir. Ebû Said Nisaburî (ö.1086)’nin inşa ettirdiği “Şeyhu’ş- Şuyûh Ribâtı” sûfîler ve ilim yolcularına barınak olmanın yanı sıra, kütüphanesi ile de ilim ehline hizmet veren bir kurumdu.[98] Aynı şekilde Ebu’l-Hasan Sûfî (ö.1099)’nin müritlerini yetiştirdiği “Ribâtu’l-Bistamî” de[99] dönemin önemli ribâtlarındandır. Devrin önde gelen hadîs âlimlerinden Ali b. Ahmed b. Yusuf’un inşa ettirdiği “Ribâtu’d-Duvrî”,[100] ile Beyhakî’den hadîs ve Cüveynî’den de fıkıh okuyarak yetişen Hakim Ebu’l-Feth’in (ö.1105) inşa ettirdiği ribâtlar da dönemin önemli yapılarıdır.[101]
Bağdât’taki ribâtlar, sadece anlatılanlardan ibaret değildir. Daha sonraki dönemlerde de ribât yapımına devam edilmiştir. Sultan Melikşah döneminden sonra yapılan ribâtlar: Ahlâtiyye Ribâtı, Bediî Ribâtı, Ercuvan Ribâtı, Behruz Ribâtı, Benefşe Ribâtı ve Zümrüt Hâtun Ribâtı gibi ribâtlar olup, sayıları otuz beş civarındadır.[102]
Selçuklular döneminde sadece Bağdât’ta ribâtlar yapılmamış, ülkenin her tarafında bu tür binalar inşa edilmiştir. Şam’ın önde gelen hadîs, hendese ve heyet âlimi Sümeysâtî (ö.1061)’nin Şam’da yaptırdığı ribâtı yanında,[103] ülkenin diğer kesimlerindeki Ebu’l-Fadl Serahsî’nin ribâtı,[104] Kuşeyrî’nin ribâtı,[105] İmam Gazâlî’nin memleketi Tûs’ta yaptırdığı ribâtı[106] vb. diğer ribâtlarla sayıyı çoğaltmak mümkündür.
Bahse konu müeseselerde yetişen sûfiler, aynı zamanda devrin saygın âlimleri hüviyetindedirler. Örnek olarak bazılarına bakıldığında: Şeyhülislâm Hakkârî (ö. 1093)’nin vâiz, fakîh ve muhaddis olduğu, insanlara hadîs naklettiği;[107] Isa b. Ebü’l-Feth’in (ö.1225) Nizâmiye’de muîdlik yaparken Nâsıriyye Ribâtı’nda da şeyhlik yaptığı,[108] Muhammed b. Ahmed et-Tabesî (ö. 1089)’nin hadîste sika bir şahsiyet ve sûfî olduğu[109] ve Ebû Nasr b. Ebî Sad Sufî (ö. 1100)’nin İsfahan, Bağdât ve İskenderiye’de hadîs dinlediği, değişik âlimlere de hadîs naklettiği bilgilerinden,[110] dönemin sûfîlerinin sıradan insanlar olmayıp devrin ilimleriyle mücehhez âlim kişiler oldukları görülür.
Benzer durum, Nisabur sûfîlerinden Ebû Ye’lâ Sâbûnî (ö.1063)[111] ve İsmail b. Ali Nisaburî (ö.1103)[112] gibi din âlimi ve mutasavvıf şahsiyetlerde de görülür. Horasan ve Mâverâünnehir sûfîlerinde de benzer hususları görmek ve verilecek isimlerle sayılarını çoğaltmak mümkündür. Sûfîler ekseriyetle dinî ilimlerle ilgilenmekte, özellikle de İslâm’ın temel ilimlerinden olan hadîse yakından ilgi duymaktadırlar. Bu ilgi ve bilgi, o insanları dinî emirlere karşı hassasiyete sevk ettiği gibi, sahip oldukları tasavvuf anlayışının da İslâmî emirlere uygun olması sonucunu doğurmuştur.[113]
Selçuklular dönemi için önemli olan bu husus, daha önceki dönemlerde sıkça rastlanan ve birtakım dinî ve sosyal problemlerin ortaya çıkmasına sebep olan şeriat-tarikat (medrese-tekke) çatışmasının yaşanmaması sonucunu doğurduğu gibi, toplum huzurunun sağlanmasına da hizmet etmiştir. Ünlü mutasavvıf Serrâc’la başlayan ve Selçuklu Dönemi mutasavvıfları Kuşeyrî ve Gazâlî ile devam eden bu dinde hoca, tarikatte şeyh hüviyetli âlimler vasıtası ile tasavvuf İslâm toplumundaki sakıncalı pozisyonundan kurtulduğu gibi, gayri İslâmî unsurlardan da arındırılarak Sünnîliğin hizmetine sunulmuştur.[114]
Sünnî görüş çerçevesindeki bu taravvufî anlayış, Şiî-Bâtınî faaliyetleri boşa çıkardığı gibi, mâsum imam akidesiyle insanları Fâtımî halifelerine bağlanmaya ve onların akîdelerini kabüllenmeye çağıran görüşleri de tesirsiz kılmıştır. Bu da Selçuklu Devleti’nin bütünlüğü yanında sosyal yapının ve toplum barışının bozulmadan devamını sağlama bakımından önemlidir. Medreselerden sonra, görüşlerini Sünnî çerçeve içinde şekillendiren bu tasavvufî anlayış ve onların öğretildiği ribâtlar, birer eğitim kurumları olarak Selçuklu Devleti’ne ve Sünnî İslâm anlayışına büyük hizmette bulunmuşlardır.
İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 721-727