Büyük İngiliz tarihçisi Carlyle’in dediği gibi, “Tarih, bir bakıma, kahramanların ve büyük adamların tarihi”dir. Kahramanlar ve büyük adamlar çıkarıldığı zaman, tarihte, geriye pek az şey kalır. Her millet, içinden çıkmış kahramanlar ile övünür. Onlar, milletleri için adeta güç kaynağıdırlar.
Her millet gibi Türk milleti de, tarihi etkileyen, hatta tarihe yön veren kahramanlar ve büyük adamlar yetiştirmiştir. Konumuzun çerçevesi içinde kalmış olmak için, Alp Arslan ile oğlu Melikşâh buna misal olarak verilebilir. Bunun son örneğini de Atatürk teşkil eder.
Bu yazımızın konusu olan büyük adam Nizâmülmülk de çok değerli vasıflar taşıyor. Soyca İranlı olduğu halde, bir Türk devleti olan Büyük Selçuklu İmparatorluğuna, adı geçen Alp Arslan ve Melikşâh zamanlarında, otuz yıla yakın Başvezir, bugünkü deyimli ile Başbakan olarak, büyük hizmetler yapmıştır.
Nizâmülmülk’ün yaptığı hizmetler, emrinde çalıştığı Türk devletine mi, yoksa İranlılara mı mâl edilmelidir? Bu sorunun karşılığı, onun hakkında vereceğimiz bilgiden sonra, kendiliğinden meydana çıkacaktır.
Horasan’da bir büyük toprak sahibinin oğlu yani bir aristokrat olarak dünyaya gelen ve babasının sayesinde iyi bir öğretim gören küçük Hasan önce, yine bir Türk siyasi teşekkülü olan Gazneliler Devleti hizmetinde bulundu. 1040 yılında Büyük Selçuklu İmparatorluğu Horasan’da kurulunca, Selçukluların hizmetine girdi. Genç Hasan, daha sonra Çağrı Bey’in tavsiyesi ile, oğlu Alp Arslan’ın emrine geçti. Alparslan bilindiği gibi, Selçukluların Horasan kolunun hükümdarı olan Çağrı Bey’in emrinde bir komutan iken, onun 1060 yılında ölümü üzerine, esas Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in vassalı olarak hükümdar olunca, beğendiği Hasan’ı kendisine vezir yaptı.[1]
Yeri gelmişken, burada biraz durarak, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bir vasfını belirtelim:
Devletin kuruluşunda hür göçebe Türkmenler veya Oğuzlar rol oynamışlardı. Devlet kurulduktan sonra, orduda göçebe Türkmenlerin yerini yavaş yavaş kölelikten (gulâmlıktan) yetişme Türkler almaya başladı. İmparatorluk, gitgide yabancı soydan yerleşik halka dayanan bir devlet haline geldi.
Belki de bunun tabii sonucu olarak, devlet hayatında saray ve ordu, Türklerin; sivil idare ise, genellikle, İranlıların elinde idi. Bu durum, Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşunda canla başla çalışan hür göçebe Türkmenleri gücendirdi. Bu yüzden onlar, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun başında bulunan sultanlara karşı taht mücadelesine girişen her Selçuklu prensini desteklediler.[2]
Nizâmülmülk, emrinde çalıştığı İmparatorluğa karşı ilk büyük hizmeti, işte böyle bir taht mücadelesi sırasında göstermek fırsatını buldu: 1063 yılında ölen ilk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’den boşalan Büyük Selçuklu İmparatorluğu tahtını elde etmek için Doğu İran’dan, (Horasan’dan) Batı İran’a geçen Alp Arslan karşısında Tuğrul Bey’in amcasının oğlu Kutalmış’ı buldu. Anadolu Selçukluları Devlet’inin kurucusu Süleyman Şah’ın babası olan Kutalmış, Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşunda zahmetini çekip kuruluşundan sonra nimetinden mahrum bırakılan Türkmen kitlelerine dayanıyordu. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti olan -bugün Tahran yakınındaki Rey’i kuşatmakla meşgul bulunan Kutalmış, Alp Arslan’ın yaklaştığını görünce, kuşatmayı kaldırmakla kalmadı. Ona karşı bir meydan muharebesi vermeğe cesaret edemediği için, bentleri açarak, Alp Arslan ile arasındaki alanı su altında bıraktı. Alp Arslan’ın hücuma geçmekte tereddüd ettiğini gören Nizâmülmülk, bir sivil olmasına rağmen, savaş elbisesi giyerek, Alp Arslan’ın ordusunu savaş düzenine soktu, sonra da, Alp Arslan’ın cesaretini arttırmak için Horasan’da kendisi için kurduğu dua okları şaşmayan, 12 bin kişilik din adamları ordusunun zaferi için gece gündüz dua ettiğini söyleyerek, hemen hücuma geçmesini istedi. Tereddüdleri silinen Alp Arslan, Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşları’nda yaptığı gibi, ordusuna elindeki kamçı ile hücum işareti verdikten sonra, atı ile bataklığa daldı. Ordusu da kendisini takib etti. Kutalmış ordusu bozguna uğradı. Kutalmış’ın kendisi ise savaş alanından kaçarken, atından düşerek öldü.[3]
Nizâmülmülk’ün Alp Arslan zamanında Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na yaptığı hizmetleri anlatmaya devam etmeden önce, burada da bir an durarak, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bu İran’lı veziri yakından ilgilendiren diğer bir vasfını ele almak gerekmektedir. Biraz önce sözünü ettiğimiz göçebe Türkmenlerden sonra, daimi İmparatorluk ordusunu teşkil eden Gulam (Köle) Türkler de devletin gidişinden memnun olmamaya başladılar. Öyle görünüyor ki, hükümdardan sonra en yüksek makamı işgal eden Nizâmülmülk başta olmak üzere, İranlıların, devlet idaresinde Türklerin aleyhine olarak gittikçe daha fazla nüfuz kazanmaları, bunun başlıca sebebi idi. Gerek daha önce bir kenara itilen hür göçebe Türkmenlere, gerekse imparatorluğun askeri teşkilat kadrolarını dolduran Gulam (Köle) Türklere bu konuda hak vermemek elden gelmez. Çünkü, tarihte bir millet tarafından kurulan devlete yabancı soydan başka bir milletin böylesine ortak edildiği görülmemiştir, denebilir bundan başka, orduyu meydana getiren Türkler, imparatorluğun Türklüğe, bu arada Türk kültürüne değil, daha ziyade İranlılığa ve İran kültürüne hizmet ettiğini de görüyorlardı. Mesele böyle ortaya konduğu takdirde, Selçuklu ordusunun, İran medeniyetinin etkisini pek duyuramadığı kenar bölgedeki Küçük Kirman Selçukluları Devleti’nin başında bulunan kardeşi Kavurd’u başta Malazgirt Meydan Muharebesi olmak üzere onları zaferden zafere koşturan Alp Arslan’a tercih etmesinin sebebi daha kolay anlaşılır. Gerçekten, Alp Arslan, kendisine isyan eden Kavurd’a karşı birkaç kere Kirman’a sefer yapmak zorunda kalır. Bir defasında, ordusundaki bazı komutanların Kavurd’la mektuplaştıklarını öğrenip suçluları cezalandırır. Ancak, soruşturmayı derinleştirince, ordusunun büyük bir bölümünün Kavurd taraflısı olduğunu öğrenen Alp Arslan, tehlikeli bölge haline gelen Kirman’ı hemen terk etmekten başka çare bulamaz.[4]
Alp Arslan zamanını kapamadan önce, Nizâmülmülk’ün bu hükümdar üzerindeki nüfuzuna dair de bir misal verelim: Bugünkü Diyarbakır ve Silvan merkez olmak üzere, Güneydoğu Anadolu’da hakim olan Mervan Oğulları Devleti’nin tahtı için, Alp Arslan bu hanedandan Said’e söz vermişti. Nizâmülmülk, tahtın öteki adayı ve Said’in kardeşi Nizameddin’in sunduğu hediyelere, kızları ile karısının yalvarmalarına dayanamayarak, Alp Arslan’ı kararından döndürdü ve Nizameddin’i Mervan- Oğulları tahtına geçirtti.[5]
Fakat Nizâmülmülk, Alp Arslan’ı verdiği kararlardan her zaman dördüremiyordu: Alp Arslan, Halep önündeki bir şölende, pek içkili bulunduğu bir sırada, anlaşma yaptığı Halep Midas-Oğulları hükümdarı için: “Şu bedeviyi getirin, başını vurdurayım!” dedi. Buna devlet yararlarına aykırı bulan Nizâmülmülk engel olmaya kalkışınca, elindeki içki bardağını fırlatarak, onu yüzünden yaraladı. Alp Arslan’ı kararından döndürmek için, Nizâmülmülk’ün isteği üzerine işe Hatun karıştı ve onu kolundan tutarak yatağına götürdü.[6]
Bununla beraber, Nizâmülmülk’ün emrinde çalıştığı imparatorluğa ne kadar büyük bir bağlılıkla hizmet ettiğine dair de misaller vardır. Biraz önce anlatılan Mervan-Oğulları tahtına çıkarılan hükümdar meselesinde Nizâmülmülk, adaylardan Nizameddin’in kızları ile karısına: “Yanınızdan bir (emir) olarak çıkan Nizameddin size bir (sultan) olarak dönecektir” demişti. Bermekoğlu’nun büyük halife Hârûnü’rreşid üzerindeki nüfuzuna benzer şekilde onu Mervan-Oğulları tahtına oturtunca da, Bizim Alp Arslan’dan başka sultanımız yoktur. Sen Sultanü’l-ümera’sın (emirlerin sultanısın) dedi.[7]
Alp Arslan’ın 1072 yılında ve beklenmedik bir zamanda, bir kale komutanının yaralaması neticesindeki ölümünden sonra, Nizâmülmülk, görünüşte emrinde çalıştığı imparatorluğa, gerçekte ise, kendisine ve kendisi ile birlikte imparatorluğun sivil teşkilat kadrolarında çalışan İranlılara ve İran kültürüne asıl büyük hizmeti yapmak fırsatını bulmuştur.
Alp Arslan, daha ölümünden önce, oğlu Melikşâh’ı veliaht ilan etmişti. Buna rağmen, öldükten sonra ordusu, oğlunu değil, kardeşi Kavurd’u tercih etti ve imparatorluk tahtına geçirmek için kendisini davet eyledi. Bundan başka onun, İmparatorluğa küskün olduğunu gördüğümüz Göçebe Türkmenlere de güvendiği anlaşılıyor. Çünkü Kirman’dan yola çıktığı zaman Rey ile Hemedan arasında bulunan kesif Türkmenlere gitmek ilk hedefini teşkil ediyordu. İşte bu güvenledir ki, emrindeki küçük ordusu ile, impartorluğun başşehrini ele geçirmek için son süratle yola koyuldu. Fakat, Kavurd’un hareketini ve maksadını haber alan Melikşâh ile veziri Nizâmülmülk, ondan önce, Başkent’e girdiler ve Alp Arslan’ın şehrin kalesinde bulunan hazinelerinden 500.000 dinara 5.000 elbise ve birçok silah alarak Türkmenlerin yanına gittiler. Bunda da rakipleri Kavurd’dan daha çabuk davranan Melikşâh ile Nizâmülmülk, getirdikleri paraları ve eşyaları onlara dağıttılar. Bu kadar büyük hediyelere rağmen yine de, Türkmenleri kendi taraflarına çekemediler, sadece, tarafsızlıklarını sağlayabildiler. İki gün sonra gelen Kavurd, başlıca güvencini teşkil eden Türkmenlerin desteğini kaybetmiş olduğunu gördü.
Hemedan civarında ve 1073 yılı Mayıs’ındaki karşılaşmada Melikşâh, ordusundaki Kavurd taraflısı Türk askerleri iyi savaşmadılar, üstelik çekildiler. Ancak vassallık şartları gereğince imparatorluk ordusuna katılan başka soydan yardımcı güçlerin ciddi çarpışmaları, Kavurd’un yenilmesi için yetti. Ordunun bel kemiğini teşkil eden Türkler, iyi savaşarak taht adayları Kavurd’un yenilmesini sağlayan başka soydan yardımcı güçlerin obalarını yağma ettiler. Öte yandan kaçan Kavurd yakalanarak hapsedildi. Fakat, Selçuklu ordusu bir türlü rahat durmuyordu. Bu sefer de, halkı yağmalamaya başladı. Olayların daha bu safhasında bile, ordu Nizâmülmülk’ü sorumlu tutuyordu. Öte yandan, Nizâmülmülk de ordunun bu davranışını genç hükümdar Melikşâh’a arz ederek, bu taşkınlıklar önlenmediği takdirde memleketin harabeye döneceğini, devletin zayıflayacağını, hatta elden gideceğini belirtti. Sonra da, gerekli tedbirleri Sultan’ın mı, yoksa kendisinin mi alacağını sordu. Genç hükümdar Melikşâh, işi, tam yetki ile vezirine bıraktı; karışmayacağına dair yemin etti. Sultan Melikşâh, bu münasebetle, vezirine hil’at denen şeref elbisesi giydirdi. altın eyerli atlar hediye etti. Doğduğu şehir olan Tûs’un vergi gelirini de ona bıraktı. Hatta kendisine, Türk geleneğine uygun olarak, Atabey unvanını verdi. Bu unvan, Selçuklu devrinde, ilk defa kullanılıyordu. Bütün bunlar, bir yandan, Sultan Melikşâh’ın bu işe ne kadar değer verdiğini; öte yandan da, imparatorluğun içinde bulunduğu güç durumu göstermektedir. Bu son derecede mühim işte, Sultan’ın bütün ümidi vezirinde idi. Onu teşvik için kendisine hediyeler, paralar ihsan etmekte, yeni yeni yerlerin vergi gelirlerini vermekte devam etti.
Öte yandan, hapisteki Kavurd da, başına geleceği sezmiş olacak ki, yeğeni Melikşâh’a haber göndererek, kendisine Türke yakışır bir davranışta bulunmasını, Şam’a ve Hicaz’a gitmesine izin vermesini bildirdi. Görülüyor ki, bu anda her türlü iddiasından vazgeçen Kavurd, sadece canını kurtarma çabasında idi. Bu arada imparatorluk ordusu mensupları maaşlarının ve maaş karşılığı verilen dirliklerinin arttırılmasını istediler ve “Yaşasın Kavurd” diye bağırdılar. Bununla, onlar, istekleri yerine getirilmezse, Kavurd’u Melikşâh’ın yerine Büyük Selçuklu İmparatorluğu tahtına çıkaracaklarını ima ediyorlardı. Görünüşe göre, bu istekleri de bir bahaneden ibaretti. Ordunun asıl maksadı, hâlâ, Kavurd’u tahta geçirmekti. İranlı vezir Nizâmülmülk’ün de ordunun davranışını böyle yorumladığı anlaşılıyor. Çünkü, ordu mensuplarına, meseleyi Sultana arz edeceğini ve dileklerinin yerine getirilmesine çalışacağını söylediği halde, Kavurd’u boğdurttu. Ertesi gün ordu temsilcileri, isteklerinin sonucunu öğrenmeğe geldikleri zaman, Nizâmülmülk, bu işi Sultana açamadığını; çünkü, amcası Kavurd’un, yüzüğünün kaşında sakladığı zehiri içerek intihar etmesinden pek üzgün bulunduğunu bildirdi.
Sultan adaylarının böylece ortadan kalkmış olduğunu öğrenen ordu mensupları yatıştılar; artık herhangi bir istekte bulunmadılar, fakat bütün bu işleri yapan Nizâmülmülk’e lanet etmekten de geri kalmadılar.[8]
İşi Türk olmayan bir vezirin ele alması, Selçuklu hanedanı üyeleri arasında öteden beri süregelen hoşgörülülük anlayışına yer bırakmamış ve mesele kesin bir neticeye bağlanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Kavurd, Melikşâh’tan da, iki-üç defa başkaldırdığı halde her defasında kendisini affeden kardeşi Alp Arslan’ın tutumunu umuyordu.
Yine öyle görünüyor ki, vezir Nizâmülmülk’ün sultan Melikşâh’tan aldığı tam yetki geçici değildi. Hiç olmazsa, Nizâmülmülk bunu geçici olarak düşünmüyordu.
Tahta çıkarıldığı zaman 18 yaşında bulunan Melikşâh, başlangıçta, hemen hemen bütün zamanını av ve eğlence ile geçiriyordu.
Orta Asya’dan Akdeniz’e ve Adalar Denizi’ne kadar uzanan Selçuklu İmparatorluğu’nu onun adına veziri Nizâmülmülk, büyük bir yetki ile idare ediyordu. Bu arada, imparatorluğun haşmetini herkese göstermekten de geri kalmıyordu. Nizâmülmülk, Selçuklu Ordusunun Amu Derya’dan geçmesini sağlayan gemicilerin ücretlerini Antakya’ya havale etmişti. Gemiciler, Sultan Melikşâh’a başvurarak, “Antakya’ya genç yaşında giden bir kimse, ihtiyarlığında ancak döner. Biz fakir insanlarız, ücretlerimizi oradan nasıl alırız?” diye sızlandılar. Hükümdar, vezirine bunun sebebini sorduğu zaman Nizâmülmülk, bunu imparatorluğun ne kadar geniş olduğunu herkesin bilmesi için yaptığını; gemicilerin ücretlerine gelince, haklarını almak için Antakya’ya kadar gitmelerine gerek bulunmadığını, ücretlerini dirlikleri Antakya’dan olan buradaki ordu mensuplarından hemen alabileceklerini bildirdi.[9]
Nizâmülmülk, büyük bir servete sahip olmuştu. Bununla ilgili olarak, kaynaklarda şöyle bir olay anlatılır: Irak-ı Acem’de bulunan otlaklarındaki Arap atlarından 500 tanesinin sel sularına kapılarak öldüğünü öğrenen Nizamülmülk, bir süre düşündükten sonra, ağlamaya başlar. Yanında bulunanlar, son derecede zengin olduğunu bildikleri vezirin, uğradığı bu kayıptan dolayı ağlamasına şaşarlar ve kendisini teselli etmeğe çalışırlar. Nizamülmülk, bir yanlış anlamayı önlemek için, ağlamasının sebebini şöyle açıklar: “Kapıldığım derin üzüntü, uğradığım bu kayıptan dolayı değildir. Uğradığım kayıp bunun birkaç misli de olsa, üzülmeme değmez. Çünkü bu zarar, büyük servetimin yanında bir hiçtir. Ben, bu olay dolayısıyla, devlet hizmetine yeni girdiğim sırada, bir topal at satın alabilmek için 7 dinarı borç olarak zor bulduğum zamanları hatırladım da, duygulanarak ağladım.”[10]
Seçme bir Arap atının o zamanki ortalama fiyatı 100 altın dinar olarak kabul edilirse Selçuklu vezirinin bu andaki ziyanı elli bin dinar idi. Halbuki, o zaman 1.000 dinara da alınıp satılan at vardı.
Nizamülmülk’ün emrinde sanki bir kumandanmış gibi sayıları on binleri aşan köle (gulam) asker bulunması, servetine olduğu kadar parlak hayatına dair ayrı bir misal teşkil etmektedir.
Onu kıskanan bazı İranlı hemşehrileri, zaman zaman, kendisini Sultan Melikşah’a şikayet ediyorlardı. Bir şikayet de, şahsına bağlı bu kalabalık köle (gulam) askerler dolayısıyla olmuştu. Techizatları kusursuz olan bu askerlerine Sultanın önünde bir geçit resmi yaptıran Nizamülmülk, bunları Selçuklu İmparatorluğu’nun yararına bulundurduğunu söyledi. Sultan Melikşah’ı ikna etti ve onun kendisine olan itimadını korudu. Üstelik Sultan, şikayet edenleri de cezalandırdı.[11]
Nizamülmülk yalnız kendi nüfusunu değil, ailesinin nüfusunu da artırıyordu. Sayıları bir düzineyi bulan oğullarının her birini yüksek makamlara getirmişti. Buna dair de bir misal verelim:
Nizâmülmülk’ün büyük oğlu Cemalülmülk, Sultan Melikşah’ın hükümdarın huzurunda babasının taklidini yaparak onu güldürüp eğlendirdiğini öğrenir. Belh ve çevresinin reisi olan Cemalülmülk, o sırada başkent olan İsfahan’a gelerek maskarayı hükümdarın huzurunda azarlar dışarıya çıkınca da, dilini koparttırmak suretiyle öldürtür. Bununla yetinmeyen nüfuzlu evlat, eline fırsat geçmiş iken, babasının yerine vezir yapılacağı söylenen İbn Behmenyar adlı bir devlet adamını da yakalar gözlerine mil (kızgın bir demir çubuk) çektirerek kör eder.
Melikşah, görünüşte, olup bitenlere ses çıkarmaz. Fakat, yanında veziri Nizâmülmülk bulunduğu halde doğuya yaptığı bu seferde Nişabur’a varınca, şüphesiz, bir Türk olan Horasan askeri valisini gizlice huzuruna çağırarak, “kendi başını mı yoksa Nizamülmülk’ün oğlu Cemalülmülk’ün başını mı daha çok seversin?” diye sorar Vali: “Kendi başım daha sevgilidir. Onun (Cemalülmülk’ün) hangi hastalığını tedavi etmemi istersen onu yaparım.” karşılığını verir. Melikşah: “Eğer onu öldürmezsen ben seni öldürürüm” der. Bu emir üzerine Horasan eyaleti askeri valisi, Nizamülmülk’ün oğlunu gizlice zehirleterek öldürtür” (1082).[12]
Bu hadise Nizamülmülk’ün ve oğullarının nüfuzlarının nerelere kadar vardığını buna karşılık Sultan Melikşah’ın vezirinin suç işleyen oğlunu açıktan açığa cezalandırmaktan çekinerek, bir hükümdara pek de yakışmayan gizli yollara başvurmak zorunda kaldığını göstermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki bu hadise, hükümdarla vezirinin arasının açılmaya başladığı ve hükümdarın onun yerine başka birini alttan alta vezir yapmağa kalkıştığı bir zamana rastlamaktadır.
İranlı Nizamülmülk ile emrinde çalıştığı Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın aralarının açılmasının sebebi veya sebepleri nelerdir? Yukarıdan beri yaptığımız açıklamanın ışığı altında, soruyu daha açık olarak soralım: Devleti kurdukları halde nimetlerinden faydalanamayan göçebe Türkmenlerden imparatorluk ordusunu teşkil eden ve devlet nimetlerinin İranlılarla paylaşılmasına katlanamayan kölelikten yetişme Türk ordusu mensublarından sonra, vezir Nizamülmülk ile Sultan Melikşah’ın karşı karşıya gelmesinin sebepleri nedir?
Öyle anlaşılıyor ki, gençlik çağı geçip de olgunlaşan Melikşah, tahta geçişinden 8-10 yıl kadar sonra, başında bulunduğu Selçuklu İmparatorluğu’nun bir Türk devleti değil, yarı yarıya, hatta yarıdan da fazla bir İran devleti olduğunu; daha doğrusu başta veziri olmak üzere, devlet teşkilatında çalışan İranlıların Türk devletini bir İran devleti haline getirmeğe çalıştıklarını fark etmişti ve ister istemez göçebe Türkmenlerle orduda hizmet eden köle (gulam) Türklere hak vermeğe başlamıştı.
Devletin sivil teşkilat kadrolarını dolduran İranlılarla askeri teşkilat kadrolarını ellerinde bulunduran Gulam Türkler arasındaki nüfuz mücadelesinin bilhassa Melikşah’ın saltanatının sonlarına doğru ne kadar sertleştiğini bizzat Nizamülmülk’ün yazdığı Siyasetname adlı eserden öğreniyoruz. Nizamülmülk, bu eserinde, Türklerin askeri teşkilat kadrolarını taşarak, sivil teşkilat kadrolarını da ellerine geçirmeğe çalışmalarından şikayet etmekte, şüphesiz, devletteki Türk nüfusunun kırılması maksadı ile, ordunun yalnız Türklere değil, türlü soydan unsurlara dayanması tezini savunmaktadır.[13] Alp Arslan zamanını bu bakımdan övdüğüne bakılırsa, Alp Arslan’ın saltanat zamanında, İranlılarla Türklerin devlet içindeki nüfuz alanları sıkı sıkıya belirlenmişti, aralarında bir denge vardı. Nizamülmülk’ün İranlılık bakımından ideal bir devir olarak vasıflandırdığı Alp Arslan zamanında, ordunun bu dengeden sorumlu saydığı bu Selçuklu hükümdarına bile karşı koymaktan çekinmediğini yazımızın başlarında belirtmiştik.
İranlı vezir Nizamülmülk, Türk hükümdarı ile emrindeki Türk ordusunun birleşmesi karşısında, daha doğrusu ordusunun davasını benimseyerek onu kendi davası yapan Melikşah karşısında gerilememiştir. Hatta, bu mücadelede, küçük yaştaki oğlunun tahta geçirilmesine Nizamülmülk’ün engel olduğunu sanan nüfuslu karısı Terken Hatun’un Melikşah’ın yanında yer alması da İranlı veziri korkutmamıştır. Tersine, mücadeleyi kabul etmiştir. Burada, daha önce kısmen ifade edildiği gibi, türlü safhalar gösteren bu mücadelenin son safhasını ele almakla yetineceğiz.
Terken Hatun, veziri Tacülmülk ile birlikte, Melikşah’ın nezdinde, Nizamülmülk aleyhinde çalışmağa başladı. Vezir, imparatorluk tahtına, Melikşah’tan sonra büyük oğlu Berkyaruk’u geçirmek istiyordu. Biraz önce dendiği gibi, Terken Hatunda, bu sırada henüz üç yaşında bulunan oğlu Mahmud’u Sultan yapmak istiyordu. Bu takdirde, kendi veziri Tacülmülk de Selçuklu İmparatorluğu veziri olacaktı.
Bu mücadele devam ederken, Merv’de çıkan şu olay bardağı taşıran son damla oldu: Melikşah, komutanlarından birini Merv Şahnelik’ine (askeri valiliğine) tayin etmişti. Nizamülmülk’ün oğlu Şemsülmülk Osman da orada sivil vali (Amid) bulunuyordu. Osman, şüphesiz babasının gücüne güvenerek, Sultan Melikşah’ın tayin ettiği bu askeri valiyi yakalattı ve hakaret etti. Askeri vali, saraya gelerek, uğradığı bu haksız davranışı Sultan Melikşah’a anlattı. Bu hadiseden son derecede üzülen Sultan Melikşah, veziri Nizamülmülk’e haber göndererek: “(Başında bulunduğum) devlete ortak mısın?” diye sorduktan sonra “Eğer benim emrim altında isen, yetkinin sınırını bilmen gerek” dedi. Sonra da, oğullarından her birinin, bir ülkeyi ellerine geçirmekle kalmayıp yetkilerini de aştıklarını söyledi ve kendisinin fermanı olmadan hangi yetki ile oğullarına ülkeler verdiğini sordu. Sonunda da “ister misin ki önündeki yazı takımı (divit) ile başındaki sarığın alınmasını emredeyim?” dedi.
Sultan Melikşah, son sözü ile bu iki vezirlik sembolünü geri almak suretiyle, Nizamülmülk’ü vezirlikten azledeceğini söylemek istiyordu. Böylece Sultan Melikşah, güçlü vezirine karşı mücadeleyi açığa vurmakla kalmıyor, ona ilk defa meydan okuyordu.
O zamana kadar tedbirli ve ihtiyatlı davranmayı hiçbir zaman elden bırakmayan ve böyle durumlarda genç Selçuklu Sultanı’nı yatışırmanın yollarını bulan ihtiyar vezir, bu defa, Sulta’nın meydan okumasına bir meydan okuma ile karşılık verdi. Gerçekten Nizâmülmülk, Melikşâh’ın gönderdiği kimselere “Sultan’a (şunları) söyleyiniz: Sen benim fikrim ve tedbirim sâyesinde bugünkü ikbâle ulaştın. Baban (Alp Arslan) öldürüldüğü gün seni nasıl idare ettim, (tabi)başta amcası Kavurd’u kastdederek) ayaklanmaları nasıl bastırdığımı, seni istemeyenleri nasıl ortadan kaldırdığımı hatırla ve, unutma ki, benim yazı takımım (divitim) ve sarığım ile senin tacın ve tahtın birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Devlet, bu ikisi ile ayakta duruyor. Yazı takımının ve sarığın ortadan kalkmasıyla ve taç ve taht da ortadan kalkar.”[14]
Böylece kendisine yaptığı hizmetlerle devlete ortak olmağa hak kazandığını hiç çekinmeden belirten Nizâmülmülk, kendisi olmadan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun idare edilemeyeceğini, hattâ çökeceğini, tarihte gelip geçmiş büyük adamlara yakışan bu sözleri ile açıkça dile getirmektedir.
Bu söz düellosundan sonra, Nizâmülmülk’ün vezirlikten azledilmesi beklenebilirdi. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşâh, bütün bu olup-bitenlere rağmen, vezirini fedâ etmedi veya fedâ etmeyi göze alamadı. Ama, Nizâmülmülk’ün gözden düştüğü bir gerçektir.
Bağdat Abbâsî Halifesi ile evlenen mutsuz kızının başkent Isfahân’a dönmesinden sonra ölmesi üzerine, öcünü almak için, 1092 yılı sonbaharında Bağdat’a hareket eden Melikşah’ın maiyetinde Nizâmülmülk de bulunuyordu. Nihâvent yakınlarında konaklandığı sırada, Siyasetnâme adlı eserinde emrinde çalıştığı Selçuklu Devleti’nin baş düşmanı olarak ilân ettiği Hasan Sabbâh’ın Bâtınî fedâilerinden biri, bir dilekçe vermek bahanesi ile ve sûfi kılığında olarak, vezirin yanına yaklaştı. Vezir dilekçeyi okurken, fedâi birden bire, hançerini ihtiyar vezirin göğsüne sapladı. Vezir de, az sonra öldü. Hasan Sabbâh’ın öldürttüğü ilk devlet adamı Nizâmülmülk’tür.
Sultan Melikşâh da, bundan aşağı yukarı 35 gün sonra, Bağdat’ta yediği bir av etinden zehirlenerek öldü. Onu, kızını mutsuz etmesinden ve ölümüne sebep olmasından dolayı Bağdat’ı on gün içinde terk etmesini istediği, Halife’nin öldürttüğü söylenebilir.
Böylece, İranlı büyük vezirin dedikleri çıktı: Vezir göçtü, arkasından da, çok geçmeden, Sultan Melikşâh genç yaşında (38 yaşında) göçtü.[15]
Uğranılan bu iki kayıptan sonra, koskoca imparatorluk, sonu gelmez karışıklıklar içine düştü. Bir daha da eski haşmetini bulamadı. Bu, tarihin şaşılacak ve ibret alınacak bir tecellisidir.
Yukarıdan beri yapılan açıklamalarla, Nizâmülmülk’ün emrinde çalıştığı Türk devletine, kendisine, âilesine ve İranlılığa nasıl yararlı olduğu anlaşılmıştır, sanırız. Yazımızı bitirmeden önce, şimdi de, başka bir ihtilaflı konuyu ele alalım.
Nizâmülmülk, yaptığı propagandalarla, Selçuklu Devleti’nde her işi kendisinin yaptığı fikrini uyandırmıştı. Bu türlü işlerinden biri de, zamanımızın üniversiteleri demek olan medreselerdir. Alp Arslan zamanında bir düzine şehirde açılan üniversiteler, haksız olarak, Nizâmülmülk’ün adına bağlanmış ve “Nizâmiyye Medreseleri” adı ile anılır olmuştu. Oysa, son zamanlarda Türkiye dışında ve içinde yapılan araştırmalarla, Batı’dan aşağı yukarı yüz yıl önce temelleri atılan Selçuklu Üniversiteleri’nin, Türk devlet anlayışına dayanılarak, Alp Arslan’ın emri ile ve devlet parası ile kurulmuş burslu-yatılı yüksek eğitim-öğretim müesseseleri oldukları anlaşılmıştır. Nizâmülmülk’ün rolü, Alp Arslan’ın emrini büyük bir başarı ile gerçekleştirmiş olmaktan ibârettir. Kuruldukları XI. yüzyılın ikinci yarısından, kaldırıldıkları XX. yüzyıla kadar İslâm Medeniyeti’ne yön vermiş olan bu müesseseleri kurma şerefini bir kişiye, Nizâmülmülk’e mâl etmek yersizdir.[16]
Nizâmülmülk, yalnız iyi bir idare ve siyâset adamı değil, aynı zamanda mükemmel bir ilim ve düşünce adamıdır. O, daha önce söz konusu ettiğimiz Siyâsetnâme, yani Siyâset Kitabı adlı eseri ile bunu ispât etmiştir. İran’da ve Batı’da metni basılan ve belli başlı Batı dillerine çevrilen bu kitap, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bir nevi anayasası olduğu gibi, daha sonraki zamanlarda da devlet idaresinden göz önünde tutulmuş, devlet adamlarına dâimâ örnek olmuş ve uygulanmaya çalışılmış bir el kitabıdır.[17]
Melikşâh, devletinin nasıl idâre edilmesi gerektiğine dâir bir yarışma açmıştı. Benzerleri arasında bu Türk hükümdarı tarafından birinciliğe lâyık görülen Nizâmülmülk’ün yazdığı bu eserin, şimdiye kadar memleket içinde ve dışında yapılmış yanlış değerlendirmelerle, İran devlet anlayışını yansıttığı tezi ileri sürülmüş; eserinde Selçuklu hükümdarlarının eğilimlerini göz önünde bulunduran yazarın, Türk devlet ve idare anlayışını da belirttiği görmezlikten gelinmişti. Oysa, tıpkı İslamdan önceki Türklerde olduğu gibi, hükümdarların Tanrı tarafından seçildiğinin belirtilmesi, Türk devlet geleneğine uygun olarak saray kapısının halka açık olmasının, hükümdar tarafından her fırsatta içkili şölenler verilmesinin resmen tavsiye edilmesi, Türk etkisine misâl olarak verilebilir.[18]
Sonuç olarak, Nizamülmülk’ün yalnız Selçuklu Devri Türk Tarihi’nin değil, dünya tarihinin sayılı kişilerinden biri olduğu söylenebilir. Yalnız, daha başlangıçta, onun üstün kabiliyetlerini görüp, hizmetine alması için oğlu Alp Arslan’a tavsiye eden Çağrı Bey’i; yine hizmetlerini takdir edip kendisini vezir olarak seçen Alp Arslan’ı, onu devleti istediği gibi idare etmekte serbest bırakan Melikşâh’ı unutmamak lâzımdır.
Bu kadar büyük devlet adamı olmasına rağmen, Nizâmülmülk’ü yine de tâlihsiz saymak gerekir. Fârâbî, Birûnî, hattâ Anadolu’da yetişmiş Mevlânâ gibi büyük adamlara sâhip çıkan İranlı komşularımız, galiba Türk devletine hizmet ettiği düşüncesi ile, bu büyük adamı unutmuş görünmektedir. Biz Türkler de, Nizamülmülk, Türk devleti içinde bir İran yurt severi gibi davrandığı için olacak, ona değer vermiyoruz. Siyasetname adlı değerli eserinin her dilde tercümesi bulunduğu halde, Türkçede doğru dürüst bir tercümesinin bulunmaması, belki de, bu yüzdendir. Yalnız içinde yaşadığımız zamanda bile Nizâmülmülk’ten ve eserinden alınacak birçok dersler bulunduğunu unutmamak gerekir.
Ancak, bu büyük devlet adamına karşı gösterilen ilgisizlikte, hiçbir zaman, İranlılar kadar haklı olamayız. Çünkü Nizamülmülk’ün İranlılığa hizmeti, idarî işlerde daha çok İranlıları kullanmasından ibarettir. Halbuki, başta kendisi olmak üzere, bütün İranlılar Türk Selçuklu Devleti’nin gelişmesine, yükselmesine ve sağlamlaşmasına hizmet etmişlerdir. Bu hizmet ise, Türk tarihi için, küçümsenecek bir hizmet değildir. Bu sebeple, İranlıların bu büyük devlet adamını benimsememelerini, ilgisiz kalınmalarını anlamak kolaydır. Fakat durum bizim için tersinedir. Gereken ilgiyi göstermemekle yaptığımız tarihî ve ilmî haksızlığı düzeltmeliyiz.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 265-270