1. Giriş
Genelde Doğu ile Batı, özelde ise, İslam ve Hıristiyanlık arasındaki ilişki biçimi, her dönemde, o dönemin öne çıkan değerleri ve bu değerleri savunma aracına göre farklılık göstermiştir. Orta Çağ’ın öne çıkan değeri ‘iman’ ve bu değeri savunma aracı olarak da ‘şiddet’ benimsenince, bu iki büyük din ve mensupları arasındaki ilişki biçimi de uzun süreli savaş olarak kendini göstermiştir.
Kendi dışındaki ırk ve dinlerle ilişki biçimini şiddete dayalı olarak temellendirme, Orta Çağ Avrupası’nın temel özelliğiydi.[1] Orta Çağ, her şeyden önce, imanın ön planda tutulduğu ve bunun için her türlü savaşın hüküm sürdüğü yaklaşık bin yıllık (milenyum) bir süreyi kapsar (M.S. 476-1453). Bu dönemin başlangıcı olarak Batı Roma’nın çöküşü, bitişi olarak da İstanbul’un fethi verilir. Bu iki faktör, yani ‘iman’ ve ‘savaş’ Orta Çağ’da oluşturulan tüm kurumları şekillendirmiş ve Orta Çağ zihniyetine nüfuz etmiştir; bu iki kavram, Orta Çağ Avrupası’nda açılımlarını tam olarak ancak Haçlı Seferleri’nde bulmuştur. Savaşa ve katledilecek on binlere propaganda için kullanılan ‘Allah rızası’, bütün varlıklarıyla bu savaşa katılan ‘Avrupa şövalyeleri’ ve imanı istismar eden ‘militan bir Kilise’ ile oluşturulan bu uyum, Orta Çağ’a temel özelliğini kazandırmıştır. Ve 1095’in Kasımı’nda, Clermont’da (Auvergne, Fransa) yaptığı Haçlı Seferleri çağrısında Papa II. Urbanus’un kullandığı slogan, “Deus lo volt” (Tanrı böyle istiyor!), bu zihniyetin en temel dışavurumuydu.
2. Haçlı Seferleri’ni Doğuran Düşünce
Haçlı Seferleri’ni doğuran düşünceye dair yorumlar çağdan çağa değişiklik göstermektedir.[2] Orta Çağ zihniyeti bu seferleri kutsal bir amaç için Tanrı’nın inayetiyle Tanrı’nın yeryüzündeki vekili Kutsal Papalık kanalıyla girişilen kutsal bir savaş olarak görmekteydi. Bu anlayış, bütün Orta Çağ’a hakim olan, tarihin akışına Tanrı’nın müdahale etmesini kolaylaştıran ‘Tanrı’nın inayeti’ görüşünün bir yansımasıdır. Bunun karşıtı bir anlayış Rönesans döneminde ve XVIII. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu iki dönemin rasyonalist filozofları, bu hareketi, tipik Orta Çağ fanatizminin bir ürünü ve Orta Çağ zihniyetinin bağnazlığı olarak görmektedir.[3]
Siyaset tarihçileri, bu seferleri, Batı’dan Doğu’ya yapılan bir göç dalgası, bir başka Völkerwanderung veya ihtiyaç içindeki millet ve kabilelerin kendi topraklarından daha verimli topraklar ve iyi hayat şartları bulmak için giriştikleri bir hareket olarak sınıflandırmaktadır; zira, Haçlı Seferleri’nin esas başlatıcıları durumundaki Normanlar ve Franklar, Orta Çağ boyunca, IV. ve V. yüzyıllarda, yani Roma İmparatorluğu’nun düşüşe geçtiği dönemlerde göçmen özellikleriyle ün kazanmış kavimlerdi.[4]
Ekonomi tarihçileri ise, bu harekette, Avrupa’nın Doğu’ya doğru yayılmasını, başka bir ifadeyle, kolonizasyonu ve Orta Çağ emperyalizmini görürler.[5] Yakındoğu tarihçileri ve yine Batılı tarihçilerin büyük bir kısmı, bu seferleri Colombus’a, Britanya İmparatorluğu’na ve II. Dünya Savaşı’ndan sonraki toprak paylaşımıyla devam eden dairesel Avrupa kolonyalizmine giden yolun başlangıcı olarak kabul ederler.
Zira Haçlı Seferleri sürecinde Yakın Doğu’da kurulan feodal devletler aracılığıyla, Batı ilk kez kendi hakimiyet alanı dışında nüfuzunu hem kültürel hem de dinsel olarak gösterebileceği etki alanları oluşturmaya başladı.XI. yüzyıl boyunca, Fransa’nın kendi nüfusunu besleyecek kaynaklardan mahrum olduğunu ve halkın sıkıntılar içinde hayatını zor idame ettirdiğini bilen Papa II. Urbanus, Haçlı Seferleri’ne çağrıda bulunurken, bu durumu bir motivasyon unsuru olarak kullanmış ve (kutsal kitaba da referansla) Filistin topraklarını, her tarafından süt ve bal akan nehirlerin süslediği topraklar olarak sunmuştur. Bu çağrıyı takiben Haçlı Seferleri’nin devamı ve Latin Kudüs Krallığı’nın kuruluş süreci içinde insanlar, Avrupa’dan doğuya dalgalar hâlinde göç etmiştir.[6]
Genel kabul gören bir başka düşünceye göre ise, Haçlı Seferleri, Batı Hıristiyanlığına ait halklar, özellikle Normanlar ve Franklar tarafından, Papa’nın liderliğinde organize edilen ve Müslümanların ellerinde bulunan kutsal toprakları kurtarmayı hedefleyen, bu amaçla da seferlere çağrının yapıldığı 1095 yılından başlayıp 1099’da Suriye sahil kordonuna kadar uzanan bir toprak parçası üzerinde kurulan Latin Kudüs Krallığı’nın 1291/1292’de çöküşüyle son bulan hareketlere verilen addır.
Haçlı Seferleri’ne katılan bu insanların büyük bir kısmı, üzerlerinde hakimiyet kuran feodallerin ve Kilise babalarının zulmünden de kurtulacakları için, bu işe, kendilerini özgürlüğe taşıyan bir adım gözüyle bakıyordu. Bu seferlerle, toprağa bağlı serfler kendilerini mağrur toprak sahibi efendilerinden kurtarıyor ve ailelerini özgürlük yurduna naklediyorlardı. Rahipler, Kilise’nin sıkı disiplininden kurtuluyor, birçok suçtan içeri giren ve cezalandırılmak için aranan kişiler de bu seferlerle, özgürlüklerine kavuşuyordu.[7] Gittikleri topraklar ve bu toprakların sahipleri konusunda o kadar cahildiler ki, başlarındaki adamlar bile kendi sınırları dışına çıktıkları gün ilk karşılaşacakları şehrin, Müslümanlardan tekrar geri almayı planladıkları Kudüs olup olmadığını soracak kadar bilgi yoksunuydu.[8]
Orta Çağ’ın önemli bir tarihçisi durumundaki William of Tyre (1130-1187), “Bu seferlere katılanların hepsi, tabii ki, Allah rızası için katılmadılar. (…) Bir kısmı arkadaşlarını yalnız bırakmamak, bir kısmı korkak olarak anılmamak, bir kısmı ise alacaklılarından kurtulmak için oradaydılar.”[9] ifadelerini kullanmaktadır.
Bu seferlerle Avrupa’nın hırsızları, katilleri, kundakçıları, papazların yönlendirmesiyle, daha önce kendi Hıristiyan kardeşlerine uyguladıkları işkence ve katliamları Müslümanlara tatbik için yollara dökülmüştü.[10] Hem katılımcılardan, hem de onları bu işe sürükleyen Kilise’den kaynaklanan farklı motivasyonların sebep olduğu bu seferler, Kilise’yi ve Latin Batı Hıristiyanlarını hiç bilmedikleri bir coğrafyaya ve kültür iklimine taşımıştır.
2.1. Latin-Ortodoks Çatışması
Normanların Doğu Akdeniz’e doğru açılma isteği, Haçlı Seferleri’ni motive etmede iyi bir gerekçe olarak ortada duruyordu. Bu da, doğal olarak, Bizans’ın çıkarlarının Batı’nın çıkarlarıyla çatışması demekti. Kutsal savaş çığırtkanlıklarıyla Haçlı Seferleri’ne başlanmamış olsaydı, Latin Hıristiyanlarının yapmayı planladıkları ilk şey, Doğu Hıristiyanlığı’nın merkezi konumundaki İstanbul’u işgal etmekti.[11] Batı Hıristiyanlığı bu arzusuna IV. Haçlı Seferi’ne kadar engel olabildi; fakat IV. Haçlı Seferi sırasında (1204) Latinler, İstanbul’u -İmparatorluğun Türkler tarafından iyice zayıflatılmasından da yararlanarak- işgal ettiler ve yaklaşık 50 yıl İstanbul’dan çıkmadılar. Bu işgale gerekçe olarak, daha önce buraya gelen Venedikli tacirlerin Ortodokslar tarafından kılıçtan geçirilmesini gösterseler de, bu pek tatmin edici bir gerekçe olarak kabul görmemektedir; fakat bu işgal, o ana kadar Latin Hıristiyanlığı’nın, Türklerin Doğu Hıristiyanlığı’nı yıpratmalarına göz yumdukları ve Katolik dünyanın kapısı niteliğindeki Viyana’ya dayanıncaya kadar bu fetih faaliyetine, bir anlamda, seyirci kaldıkları iddialarını güçlendirmektedir. Dolayısıyla, Haçlı Seferleri, Hıristiyanlığın anayurdunu kurtarma girişimi değil, tersine, Roma Kilisesi’nin egemenliğini Doğu’ya doğru yayma ve Doğu’yu kolonileştirme girişiminden başka bir şey değildi.[12]
IV. Haçlı Seferi sırasında Haçlıların İstanbul’u yağmalamaları ve Ortodokslara muameleleri de, daha sonra İstanbul’un Türkler tarafından fethini kolaylaştıran bir unsur olarak kendini gösterecektir.
Şiizmatik/bölücü olarak kabul ettikleri Doğu Hıristiyanlığı’nın tasfiyesinden sonra bu toprakları ellerine geçiren Türklere, II. Pius, Latin Hıristiyanlığı’nın doğu temsilcisi olma şerefini önerecektir. II. Pius, esas adıyla ünlü hümanist Papa Enea Silvio Piccolomini, 1460’da Fatih Sultan Mehmet’e Hıristiyan olmasını ve Roma’nın temsilcisi olarak, Doğu Hıristiyanlığı’nın başına geçmesini teklif edecektir. Bu tutum, Fatih’i, platonic-prens filozof modeli olarak gören başka papaların da akıllarından geçirdikleri bir şeydi.[13]
Latin Katolik dünyanın, Ortodoksluğu şiizmatik bir din olarak görmesi, onlara karşı hem siyasal, hem de dinsel olarak şiddete dayalı bir tavır geliştirmeleriyle sonuçlanmıştır. Mutlak kudreti kendinde görme ve Latin Katolik Kilisesi’ni, İsa Mesih’in yeryüzünde temsil edildiği tek mekan olarak kabul etme anlayışı, Latin Hıristiyanlarının diğer din ve inanç mensuplarına toleranssızlığının başlıca sebebiydi. Onlara göre inançsız birisine gösterilecek müsamaha, vatan hainliğiyle eşdeğerdeydi. Hatta Hıristiyanların Tanrısı’na başka bir şekilde ibadet etme bile, şüphe ve takibat sebebiydi. Orta Çağ’da ‘Katolik’ ve ‘vatandaş’ aynı anlamı ifade ediyordu. İmana zıt herhangi bir hareket veya dinden dönme, vatana ihanet olarak kabul ediliyor ve ölümle cezalandırılıyordu.
Bu gelenek, Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu ile başlar. Hıristiyanlığı kabulünden sonra teokratik bir form alan Roma, imana karşı işlenen suçları, devlete karşı işlenen suçlar[14] kategorisinde ele almaya zorlanmıştı ve buna bağlı olarak da, devlet, Hıristiyanlık’tan dönme (apostasy), Hıristiyanlığın dışında başka bir dine mensup olma (heresy) ve dinde ayrılıkçılığı (schism), aynı şekilde, ölümle cezalandırıyordu. Orta Çağda bu uygulama kendine St. Thomas ile güçlü bir teorik temel bulacaktır. Aynı zamanda Dominiklerin de ileri gelenlerinden olan St. Thomas şunları yazmaktadır: “Seküler devletin yetkisini elinde bulunduranlar, büyük suç işleyenleri ölümle cezalandırabilmektedir. Dinden dönme veya hak dini (Katoliklik) reddetme, günahların en büyüğüdür. O hâlde dinden dönenler ve onun hak olduğunu reddedenler, sadece aforoz edilmek suretiyle kiliseden uzaklaştırılmakla kalmamalı, öldürülmek suretiyle dünyadan da kaldırılmalıdırlar.”[15]
2.2. Toprakların ya da Halkların Hıristiyanlaştırılması
Haçlı Seferleri’nin temel gayesinin, halklardan ziyade, toprak parçalarının (örneğin Suriye, Filistin) Hıristiyanlaştırılması,[16] başka bir ifadeyle, Roma Katolik dünyasının hakimiyeti altına alınması olduğu çokça vurgulanmaktadır.[17] Bu da, buralarda yaşayan Müslüman halkın katledilmesi gerektiği gibi bir sonucu doğurmuştur. Bu anlayışın iki örneği, 1098’in Haziranı’nda meydana gelen Antakya katliamı ve 1099’un Temmuzu’nda cereyan eden Kudüs katliamıdır.[18] Aslında Haçlı Seferleri’nin başlatıcısı konumundaki Papa II. Urbanus, topraklar kadar halkların da Hıristiyanlaştırılmasını hedef olarak göstermişti. Böyle bir niyeti olduğunu, papalığı devraldığı ilk yılda (1088) ilan etmişti. Müslümanlardan geri alınan Toledo (1085) halkından Müslüman olanları Hıristiyanlaştırma çabasına girişilmesini Bernard of Sahagun’dan istemişti.[19] Aslında II. Urbanus’u, Haçlı Seferleri’ne çağrıda bulunduğu Clermont’da (1095) halkların ihtidasından bahsetmediği için eleştirenler de vardır;[20] fakat ima ile de olsa, Papa’nın hitabında, Türklerin Hıristiyanlaştırılmasındaki başarısızlıktan bahsedilmektedir.[21] Clermont’taki hitapta hazır bulunduğunu iddia eden ve duyduklarını 1110’da kaleme alan Baudri of Dol ise, Papa’nın, Türklerin Hıristiyanlaştırılmasının mümkün olmadığını, zira bir zihin körlüğünün onları hakimiyetine aldığını, ifade ettiğine değinmektedir.[22] Yine Clermont’taki hitabı 1122’de yazan başka bir kronik/tarihçi Robert the Monk ise, Papa’nın, Türklerin, Tanrı’ya yabancılaşmış bir millet olduğundan bahsettiğini aktarmaktadır. Başka tarihçiler, sözü edilen ‘yabancılaşma’ kelimesi yerine ‘Hıristiyanlaşmamış’ ve ‘pagan’ kelimelerini yerleştirmektedir.
Hitapta bunların yer alması, Haçlı Seferleri’nin temel hedefinin Müslümanların Hıristiyanlaştırılması olduğu anlamına gelmez; fakat, Papa’nın zihninde, en azından bu seferlerin sonunda, Müslümanların Hıristiyanlığa geçmeleri, Greklerin de Latin Hıristiyanlığı’nı kabul etmeleri gibi bir ümit, hedef olmaktan çıkacaktı. Doğu ‘sorunu’nun hâlâ en şiddetli hâliyle varlığını devam ettirmesini, Türklerin silah ya da ikna yoluyla Hıristiyanlaştırılamamasına verenlerin sayısı hiç de az değildi.[23]
Haçlı Seferleri’ndeki misyonerliğin rolünü, Papa’nın sefer çağrısından sonra Doğru Fransa’dan kalkıp Almanya’nın güneydoğusu, Bohemya ve Macaristan rotasını takip eden ilk Haçlıların, yolları üzerindeki tüm Yahudilere ya vaftiz olma ya da katledilme seçeneklerini sunmalarında gözlemlemek de mümkündür.[24] Peter the Hermit’in talebelerinin başını çektiği bir misyoner grubu tarafından yönlendirilen bu insanlar, İsa’nın çarmıha gerilmesindeki bütün suçu Yahudilere yükledikleri için Yahudilere ve İsa’nın boş kabrinin bulunduğu Kudüs’ü ellerinde bulundurdukları için de Müslümanlara, aynı intikam duygusuyla yaklaşıyorlardı. Aynı imaj, bütün Orta Çağ Hıristiyanlarının kafasındaki temel imajdı.
Haçlı Seferleri sırasında misyonerliğe ilgiyi artıran bir başka anahtar faktör, Haçlı Seferleri’ne katılan İtalyanların komutanı Rainald’ın Müslümanlığa geçmesiydi. Rainald, Alman ve Fransızlardan ayrılıp İznik yakınlarındaki Xerigordon Kalesi’ne doğru yürüyüşe geçtiğinde, Türkler tarafından muhasara edilmiş ve Müslümanlığı kabul etmeleri kaydıyla hiçbir Hıristiyana dokunulmayacağı sözü verilince, büyük bir grupla birlikte Müslümanlığını ilan etmişti.[25] Rainald’in bu ihtidası, Hıristiyanları, özellikle de Peter the Hermit’i fazlasıyla etkilemiş[26] ve buna dayalı olarak, Hıristiyanların da Müslümanları Hıristiyanlığa sokmaları için ellerinden geleni yapmalarını emretmiştir. Peter, Hıristiyanlar arasında ancak böylece psikolojik bir rahatlama sağlayabileceğine inanmıştı.
Müslümanları Hıristiyanlaştırma yönündeki benzer bir kıvılcım, Peter the Venerable (1094-1156) tarafından ateşlenecektir (1140). Onun bu teşebbüsünde, Murabıtların idaresi altındaki Hıristiyanların, Kuzey Afrika’da ve İspanya’da İslam’a geçmelerinin etkisi büyüktür.[27] Aynı şekilde, Sicilyalı II. Roger’ın, Müslümanların Hıristiyanlaştırılmasına özel önem vermesinin sebebi olarak, kendi emrindeki bazı subayların gizlice Müslüman olmaları gösterilmektedir.[28]
İstanbul’dan Kudüs’e doğru yol alan Haçlı ordusunun tarihini kaleme alan anonim Gesta Francorum’da, “Şayet Hıristiyan olsalardı, Türkler, dünyanın en iyi ırkı olurlardı” tespitinde bulunulmaktadır.[29] Dorylaeum muharebesi (Temmuz 1097) sırasında Türklerle karşılaşıp daha önce Papa’nın çizdiği putperest ve her türlü sefahati kendinde taşıyan insan tipolojisinin aksini gözlemleyen kronikler (o dönemin vaka tarihçiliğini yapan eserler), Türklerin Hıristiyanlaştırılmasının hem Hıristiyanlık için bir kazanç olacağını, hem de Doğu ‘sorunu’nu çözeceğini vurgulamaya başlamışlardı. Özellikle Müslümanların yaşadığı Güney İtalya ve Sicilya’dan Haçlı Seferleri’ne katılan İtalyanlar, Müslüman Türklerin Hıristiyanlaştırılmasının, bütün Ortadoğu’nun tekrar Hıristiyanlaştırılması konusunda sağlayacağı kolaylığı sürekli vurguluyorlardı.
Haçlı Seferleri’ne katılan birçok kişi, Türkleri, Greklere tercih etmekteydi. Odo of Deuil, II. Haçlı Seferi’nin başarısızlığından Bizans’ı sorumlu tutarak belalar okurken, Türklere şöyle atıfta bulunmaktadır: “Adalia yakınındaki savaşın arkasından Türkler muharebe meydanına geri döndüler, yaralılara yardımda bulundular, oysa Grekler kendilerinden daha güçlü olan Frankları kendilerine hizmete zorlamaktan başka bir şey yapmamışlardır.”[30]
I. Haçlı Seferi sırasında yine Antakya’da gerçekleşen önemli bir olay, Peter the Hermit’in Kürboğa’yı Hıristiyanlığa davetidir.[31] Haçlıların Antakya’yı muhasarası sırasında Kürboğa’ya verilen ültimatomu götürmekle görevlendirilen grup içinde yer alan Peter the Hermit, şartlar arasında bulunmadığı hâlde kendi inisiyatifiyle, Müslüman komutana, eğer Hıristiyanlığı kabul ederse, kendisine hiç dokunulmayacağı ve doğrudan hem Türklerin, hem de Haçlıların ortak düşmanı olan ve o anda da kutsal Kudüs kentini ellerinde bulunduran Fatımilerin üzerine yürüyecekleri yolunda bir teklifte bulundu. Peter, böylece Kürboğa’ya, Hıristiyan olması kaydıyla, Avrupa’da o dönemde yaygın olan feodal bir ittifak çağrısı yapmış oluyordu. Ama Peter de yaptığı çağrının reddedileceğini, en azından, içinde Hıristiyanlığa girmenin şart koşulmadığı bir ültimatomun kabul edilme ihtimalinin daha yüksek olacağını biliyordu; onun bunu, hem misyonerlik ruhunu canlı tutmak, hem de askerî diplomasinin bir gereği olarak yapmış olduğu gözlenmektedir. Nitekim buna karşılık Kürboğa da, Müslüman olmaları durumunda Antakya’yı kendilerine teslim edeceğini deklare etmiş ve böylece bu toplantıdan hiçbir netice alınamamıştır.
Bu noktada önemli olan, Peter’in, Haçlı ordusunun askerî bir mensubu olmadığı hâlde, sadece bir rahip sıfatıyla, Müslümanları Hıristiyanlığa çevirme fikrine nereden kapıldığıdır. O, bu teşebbüsünde Anastasius of Cluny’nin, Saragosa’nın Müslüman idarecisi Muktedir b. Hûd’u, aynı şekilde 1074’te Hıristiyanlığa döndürme teşebbüsünden esinlenmiş olabilir. Yine bu teşebbüs, aynı şekilde, bu dönemde Orta Avrupa Yahudilerini zorla Hıristiyanlaştırma politikasından ve bu konuda Papa II. Urbanus’un desteklerinden de kuvvet almış olabilir.[32]
Özellikle Latin Hıristiyanlarının tarihinde, genelde Müslümanların, özelde de Türklerin Hıristiyanlaştırılması konusunda, Fransiskenler ve Dominikenler gibi sistemli tarikat ve mezheplerin kurulacağı zamanın ilk öncüleri olarak bu bireysel teşebbüsleri görmek mümkündür; zira V. Haçlı Seferi sırasında, 1219’da Assisili St. Fransis’in, şiddetli muharebenin kesildiği bir anda Eyyubi Sultanı Melik el-Kâmil’le bir din adamı olarak görüşmelerde bulunduğunu göreceğiz. Rahipler tarafından, askerî harekata zemin hazırlama veya destek bulma adına yapılan bu teşebbüsler sadece Türkler ve Müslümanlarla sınırlı değildi. Bu dönemde Hıristiyanların Moğol sarayında da misyonerlik faaliyetlerinde bulundukları ve Haçlı Seferleri’nde Türklere karşı kendi yanlarında yer almaları için Moğol sarayına elçiler gönderdiklerini biliyoruz.
Bu toprakları ele geçirip Hıristiyanlaştırma çabalarında mucize ve kehanetlere dayalı Hıristiyan ilahiyatı da bolca kullanılmıştır. Hem Haçlı askerlerini motive etme, hem de bölgede yerleşik Hıristiyan halkın desteğini almak için bu kehanetlere sığınılmıştır. I. Haçlı Seferi’nin bu bağlamda en önemli olaylarından biri, Kutsal Mızrağın,[33] 15 Haziran 1098’de Antakya’da Peter Bartholomew adlı bir köylünün kendisine göründüğüne dair iddiasıdır.[34]
Haçlı askerlerini heyecanlandıran ve morallerini artıran bu haber, Antakya’daki Haçlıları kuşatan Türk komutan Kürboğa’nın kaybetmesinin temel sebeplerinden biri olarak anlatılmaktadır (Haziran 1098).[35] Haçlıların 1098’de Antakya’yı kuşatması sırasında Peter Bartholomew adlı bir köylü, Kont Raymond’a ve Piskopos Adhemar’a gelerek Kutsal Mızrağın St. Peter Katedrali’nde gömülü olduğunu St. Andrew’nun kendisine aylardır bildirmekte olduğunu söyledi. Böylece, bu mızrakla ilgili efsanelerin yardımıyla Haçlı askerlerine, bütün Ortadoğu’yu Hıristiyanlaştırma hayallerini besleyen bir motivasyon aşılanmış oldu.
3. Papalığın Haçlı Seferini İlanı
3.1. VII. Gregory’nin Haçlı Seferi Çağrısı (1074)
Tarihçiler, Haçlı Seferleri’ni Papa II. Urbanus’la başlatırlar. Pratikte böyle olsa da, II. Urbanus’dan önceki Papa VII. Gregory’nin[36] de benzer bir harekete 1074’te teşebbüs ettiğini; fakat IV. Henry ile olan mücadelesinin kendisini engellediğini biliyoruz. Bu seferleri başlatma niyetini dönemin seküler otoritelerine yazdığı şu mektupta görmek mümkün:
Bu mektubu taşıyan kişi Filistin’den yeni döndü ve ziyaretimize Roma’ya geldi. Birçok insandan duyduğunu bize anlatmaktadır. Bu haberlere göre, putperest bir ırk Hıristiyanları alt etmiş ve önüne çıkan her şeyi tahrip ederek İstanbul’un duvarlarına gelip dayanmıştır. Ele geçirdiği toprakları zulümle idare etmekte ve binlerce Hıristiyanı koyun gibi boğazlamaktadır. Eğer Allah’ı seviyor ve Hıristiyan olarak anılmak istiyorsak, bu büyük (Yunan) İmparatorluğun ve Hıristiyanların içine düştüğü duruma üzülmeliyiz; fakat sadece üzülmek yetmez. Kurtarıcımızın (İsa) bize sunduğu model, onları kurtarmak için kendi hayatlarımızı ortaya koyma şeklinde tecelli etmiştir: “Sevgiyi bununla biliyoruz; çünkü o bizim uğrumuza canını verdi; bizim de kardeşler uğruna canlarımızı vermemiz gerektir.”[37] Bu yüzden, Hıristiyan Grek kardeşlerimizin yardımına koştuğumuzda, Allah’ın merhameti ve kudretiyle yanımızda olacağını bilin…[38]
3.2. Papa II. Urbanus’un Haçlı Seferi Çağrısı (1095)
VII. Gregory’nin Haçlı Seferi çağrısı, döneminin şartları içinde karşılığını bulmadı; fakat bu çağrı daha organize bir şekilde 1095’te yeniden tekrarlanacak ve bu kez sadece kuru bir çağrı olmaktan çıkıp uygulamaya konulacaktı. Fransa’nın Clermont’unda toplanan konsilde yaptığı vaazda kullandığı dil, gösterdiği hedef ve vadettikleriyle Papa II. Urbanus öyle etkili olmuştu ki, kadınlar ve çocuklar dahi müstakil Haçlı Seferleri düzenlemişler;[39] fakat bu sefere katılanlar, dünyada yaşanan felaketler listesine girerek, daha vaat edilen topraklara ulaşamadan, bir kısmı karada, büyük bir kısmı da denizde kaybolup gitmişlerdir. Peki, Papa’nın çağrısını bu kadar etkili kılan ne idi?
II. Urbanus’un yaptığı konuşmanın metni, konuşmanın yapıldığı tarihten sonra kaleme alınmıştır. Hitabı dinleyip yazma görevini aldığını söyleyenler bile, bunu ancak 1101’den itibaren kayda geçirebilmişlerdir. Bu konuşmayı aktaranların başında Fulcher of Chartres[40] (Historia Iherosolymitana), Robert the Monk (Historia Iherosolymitana, 1101), Baldric of Bourgueil (Historia Jerosolimitana, 1107), Guibert of Nogent (Gesta Dei Per Francos, 1108) gelmektedir. Ancak bu sonraki kaynaklar temelde Fulcher’a dayanmaktadırlar. Robert ve Baldric, konsilde hazır bulunduklarını söylemektedirler. Fulcher ve Guibert’den böyle bir nakil olmamakla birlikte, orada olma ihtimalleri çok yüksektir; zira, bunlar kiliselerde görevli rahipler, papazlar veya taşra pastörleri durumundaydılar ve zorunlu olarak o konsilde toplanmış olmalıdırlar. Bu kaynaklara dayalı olarak, Papa II. Urbanus’un, Clermont Konsili’nde yaptığı konuşmanın ilgili kısımlarını tahlile geçebiliriz.
Clermont Konsili’nde II. Urbanus’un tam olarak ne dediğini tespit etmek mümkün görünmemektedir; fakat Papa’nın konuşmasını yeniden kurmanın yolu, kullandığı fikirler ve imajlardan hareket etmektir. II. Urbanus, muhafazakâr bir topluma yeni bir fikir önermekteydi. Aynı zamanda insanlardan çok pahalı, zaman alıcı ve tehlikeli bir işin gönüllüleri olmalarını istiyordu. O hâlde söylediği şeyi doğrudan ve çok canlı ve heyecan uyandırıcı bir şekilde söylemiş olmalıydı.
Dinleyicileri kazanmanın yolu, dinleyicilerin gözlerinde canlandırabilecekleri imajlar yaratmak ve duygularının derinliklerine hitap etmektir. Öyle görünüyor ki, II. Urbanus, konuşmasında bu iki tekniği de başarılı bir şekilde kullandı. Önce Doğu Akdeniz’de Bizans İmparatorluğu’nun içine düştüğü krizden başladı. İmparatorluk gittikçe toprak kaybediyor, kiliseler yıkılıyor ve putperestler tarafından kirletiliyordu; Hıristiyanlar, tecavüze uğramak, organları kesilmek suretiyle sakat bırakılmak gibi inanılmaz işkencelere maruz kalıyordu. Hıristiyanların, ok talimlerinde kullanılmak üzere kazıklara bağlandıkları, Rahip Robert tarafından aktarılmaktaydı. Bu zulümlerde, başı, Orta Asya’dan gelip 1070’ten bu tarafa iktidarlarını Anadolu, Suriye ve Filistin’e kadar genişleten Türkler çekiyordu. Bu zulümlere en fazla maruz kalanlar ise, Kudüs Hıristiyanları idi.
II. Urbanus, Kutsal Topraklar diye anılan Kudüs ve civarında daha önce hiç bulunmamıştı; insanlara bütün bu anlattıkları, realiteyi değil, retoriği yansıtıyordu. Hıristiyanların çektikleriyle ilgili anlattıkları, Hıristiyanlığın cehennem tasvirinden başka bir şey değildi. Haçlıların kendilerine sunulan bu imajın böyle olmadığını görmek için Anadolu’ya ve Kudüs’e kadar gitmeleri gerekecekti. Başka ilginç bir nokta da, Papa bu konuşmayı yaptığında Türklerin elinde bulunan Kudüs’ün, 1098’de Mısırlıların eline geçecek olmasıydı. Dolayısıyla, Kudüs’te Türklerle karşılaşmak üzere giden Haçlılar, farklı insanlarla karşılaşacaklardı.
Papa’nın konuşmasının etkili olmasındaki bir başka temel etken, Ortadoğu’nun hem siyasal yapısı, hem de halkları konusunda Latinlerin bilgi sahibi olmayışlarıydı. Papa, insanların bu cehaletini sonuna kadar kullanmıştır. Papa, sanki Kudüs Müslümanların eline yeni geçmiş ve halka karşı bir katliama girişilmiş havasını yaratmaya çalışıyordu; oysa Müslümanların Kudüs’ü Bizans’tan almalarının (638) üzerinden tam 457 yıl geçmiştir ve bu bölgedeki Müslümanlar, Yahudiler ve Ortodoks Hıristiyanlar arasında hiçbir sorun yaşanmamaktadır; ta ki, Latin Haçlıları gelip buralara müdahale edene kadar; fakat konuşmasında Papa’nın Kudüs’e özel bir önem atfettiğine hiç şüphe yoktur.[41]
Şimdi 1094’te Bizans İmparatoru I. Alexios Kommenos’un yardım çağrısı üzerine, İmparator’a yardım için Papa II. Urbanus’un Clermont’da yaptığı konuşmanın temel kısımlarını yukarıdaki kroniklere[42] dayalı olarak irdeleyelim:
(…) Tanrı sizleri çoban olarak adlandırmaktadır, siz uşak gibi davranmayın; aksine gerçek çoban gibi, asanız her zaman elinizde olsun. Size teslim edilen sürüden bir kurt bir koyunu kaparsa, Tanrı’nın size vaat ettiklerini kaybeder, ölüm yurdu cehennemin en acı azabını tadarsınız; zira Kitab-ı Mukaddes’e göre, sizler yeryüzünün tuzusunuz (Matta 5: 13). Sizlerin, Tanrı’nın kendileriyle konuşma istemesi durumunda onları çürümüş ve kokuşmuş bulmaması için, günahlara dalan bu aptal halkı hikmet tuzuyla düzeltmeniz bir zorunluluktur. Eğer Tanrı, bu kokmuş insanlarda, kurtlar, yani günahlar görürse. üstünüze düşeni yapmadığınız için onlarla birlikte sizleri de lanetleyecek ve huzurundan kovacaktır. Kitab-ı Mukaddes, “Eğer bir kör körü yederse, ikisi de çukura düşer.” (Matta 15: 14) demektedir. O hâlde önce siz kendinizi düzeltin ki, sizlere tâbi olanları da düzeltebilesiniz.
Ey Tanrı’nın oğulları! Aranızda barışın devamını ve Kilise’nin haklarını koruma konusunda söz vermiş olmanıza rağmen, yapmanız gereken önemli bir iş daha sizleri beklemektedir. Sizlerden sadakat ve dürüstlüğünüzü hem sizi, hem de Tanrı’yı ilgilendiren bir konuda daha göstermeniz istenmektedir; zira Doğu’da yaşayan kardeşleriniz sizin acil yardımınıza muhtaç duruma düşmüşlerdir. Çoğunuzun haberdar olduğu gibi, Türkler ve Araplar bu kardeşlerinize saldırmış; Grek İmparatorluğu’nun topraklarını işgal etmiş ve Akdeniz’e ve St. George’un Kolu diye adlandırdığımız Hellespont’a (Çanakkale Boğazı) kadar ilerlemişlerdir. Hıristiyan kardeşlerinizin topraklarını işgal etmiş ve yaptıkları yedi savaşta da onları mağlup etmişlerdir. Birçoğunu öldürüp bir o kadarını da esir almış, kiliselerini de yerle bir etmişlerdir. Onların bu şekilde ilerlemelerine seyirci kalırsanız, daha fazla mümin insan bunların saldırısına maruz kalacaktır. Bu sebeple ben, daha doğrusu Tanrı, sizleri İsa Mesih’in müjdecileri olarak bunu her yere taşımanızı ve hangi seviyeden olursa olsun, zengin fakir, sıradan asker veya şövalye, herkes, bu aşağılık ırkı, Hıristiyan topraklarından çıkartmanızı istemektedir… Bu yolda ölenlerin, ister karada, ister denizde, isterse putperestlere karşı savaşırken muharebe meydanında ölsün, hepsinin günahları bağışlanacaktır. Bana giydirilen Tanrı’nın kudretiyle bunu insanlara bu şekilde bahşediyorum.[43]
Fulcher’in naklettiği Papa’nın konuşmasına ilaveten, diğer kroniklerin Papa’nın konuşmasında altını çizdikleri ortak noktalar şöyle öne çıkmaktadır:
- Doğudan gelen yardım talebine karşı, doğudaki kardeşlere yardım,
- Türklerin başarılı ilerleyişine yapılan vurgu,
- Doğudaki Hıristiyanların maruz kaldıkları zulümler,
- Kiliselerin ve kutsal mekanların tahrip edilmesi,
- Bir Haçlı Seferi düzenlenmesinin Allah’ın emri olduğu yolundaki propaganda,
- Hem zengin, hem de fakirler bu sefere birlikte katılacaklardır,
- Sefere katılan herkesin işlediği bütün günahlar bağışlanacaktır,
- Türklere karşı büyük bir nefret ifade edilmektedir,
- Ebedî mükafat vaadi,
- Dünyevi mükafat vaadi,
- Seferin liderinin Tanrı olacağı iddiası,
- Elbiselerin üzerine haç takılması gerekliliği,
- Franklara özel bir övgü yapılmaktadır,
- Kudüs’e özel kutsiyet verilmektedir,
- Kudüs’e hacca giden Hıristiyanların karşılaştığı zorluklar vurgulanmaktadır.[44]
- Deccal’e karşı mücadele etmenin gerekliliği anlatılmaktadır.
Bu son varyant, sadece Guibert tarafından nakledilmektedir. Buna göre: Deccal’in gelişi yakındır. Kâhinlere göre, o, Kudüs’teki Zeytin (Siyon) Dağı’na gelip yerleşecek ve üç Hıristiyan krallığına son verecektir: Mısır, Afrika ve Etyopya (Habeşistan); fakat bu ülkeler şu anda paganların elindedir ve Hıristiyan krallıkların varlığı söz konusu değildir. O hâlde, bu kehanetin gerçekleşebilmesi için, bu ülkelerin fethedilerek Hıristiyan krallıkların kurulması gerekir; ki, yıkılacak Hıristiyan krallıklar olsun. Öyle görünüyor ki, yukarıda anılan dünyevi mükafatlar, Guibert tarafından böyle yorumlanmaktadır.[45]
3.3. Papalığın Müslümanlar ve Türklerle İlgili Çizdiği İmaj
M. Watt, dünya tarihinde iftiraya en fazla maruz kalan kişinin Muhammed olduğunu, bunun da Hıristiyanlığın en büyük düşmanı olarak karşısına İslam’ı koymasından kaynaklandığını söylemektedir.[46] İslam’ın Hıristiyanlık’la geliştirdiği mücadelenin sadece teolojik değil, aynı zamanda iktidara ilişkin bir mücadele olması, böyle bir yaklaşımın temelini oluşturmuştur. Müslümanların kutsal Kudüs’ten çıkarılması noktasına odaklanan Haçlı Seferleri’nden çok önceleri bile Orta Çağ Avrupası, doğuda Bizans, batıda da İspanya ve Sicilya kanalıyla karşılaştıkları Müslümanlarla ilgili olarak, ‘büyük düşman’ kavramının içini doldurmaya başlamıştı. Bu çerçevede Muhammed adı, karanlıklar prensi Mahound’a dönüştürülmüştü bile.
Oluşturulan bu çerçeve içinde, Orta Çağ Avrupası’nda Saracenlerin (Müslümanlar) putperest oldukları ve putlara, Muhammed’e ve Jüpiter’e taptıkları yaygın olarak kabul edilmekteydi.[47] Özellikle Kubbetu’s-Sahra, Templum Domini gibi büyük camilerde Muhammed’e ibadet edildiği, hilafetin merkezi durumundaki Bağdat’ta Muhammed’in tanrı olarak kabul edildiği, Halife’nin ise onun vekili konumundaki Papa olarak görev yaptığı propagandası yapılmaktaydı. Başka bir ifadeyle, Hıristiyanlara politeist muamelesi yapanların aslında kendileri politeist idiler.[48]
Müslümanlar hakkında böyle bir yargının oluşmasına kaynaklık eden tek merkez Latin Katolik Kilisesi idi; zira ilk olarak, Latinlerin Müslümanlarla ilişkileri, Ortodoks Hıristiyanlara kıyaslandığında daha geç dönemlere rastlamaktadır; ikinci olarak, Müslümanların nasıl bir dünya görüşünün mensubu oldukları konusunda en temel bilgi kaynağı olan Kur’an daha Latince’ye çevrilmiş değildir. İlk çeviri XII. yüzyılda yapılacaktır;[49] fakat o ana kadar, üzerlerine Haçlı orduları sürülen Müslümanlar hakkında, Papalık, alabildiğine olumsuz bir imaj yaratıyor, Haçlı askerlerinin putperestlerle çarpışarak Tanrı’nın adını temize çıkaracaklarını dikte ediyor ve bunun için de bir zamanların soyguncuları feodal baronlara İsa Mesih’in askerleri olma çağrısında bulunuyordu. Kaynağını Papalığın yaptığı bu imaj çalışması, etkisini yüzyıllarca sürdürecek, günümüzde dahi ders kitaplarında ağırlıklı olarak yerini muhafaza edecektir.
İlk defa William of Malmesbury, Müslümanları putperest olarak niteleyen bu tür popüler ön kabulleri yıkmış ve İslam’ı Yahudi ve Hıristiyan geleneği içine yerleştirmiştir. 1136’da yazdığı Commentary on Lementations’da, Slav halklarının, kafalarını, Türkler ve Arapların putperest oldukları hurafesiyle doldurduklarını; oysa bu insanların yaratıcı olan tek Allah’ı kabul ettiklerini, Muhammed’i de tanrı değil, bir peygamber olarak benimsediklerini, yazacaktır. İslam’la ilgili bu kabullerine rağmen William, Müslümanların kutsal beldeleri kirlettiklerini ileri sürerek, onları kınamaktan da geri kalmamıştır. St. Augustine ve daha başka büyük Kilise babalarının yurdu olan Kuzey Afrika’yı ve en az iki havarinin hayatlarını feda ederek kutsallaştırdıkları Asya’yı işgal etmeleri, İspanya ve Balearikleri yüzyıllarca kontrollerinde tutarak Avrupa’yı bile tehdit altında tutmaları sebebiyle onlara ateş püskürmektedir.[50]
William of Malmesbury, Latin Batı Hıristiyanları’nın Müslümanlara ilişkin tutumunun tipik bir örneğini oluşturur. Hak bir dine ve kutsal bir kitaba sahip olduklarını kabul etmeleri, Müslümanları düşman olarak görmelerini engellememektedir. Bu da, tamamen siyasal tutumun getirdiği bir olgu olarak yüzyıllardır kendini muhafaza etmektedir.
4. Haçlı Seferleri’nin Sonuçları
4.1. İslam Dünyası Açısından
4.1.1. Entelektüel Gerileme
Haçlı Seferleri’nin en yıkıcı etkisi İslamın hayat görüşü üzerinde oldu. Mutlak vahye dayanan her din, kendi dışındaki gerçekliklere karşı müsamahakâr olmak durumundadır. Bunun aksi bir davranış, o dinin içine kapanmasına, belli bir süre sonra da gelişme trendini kaybetmesine yol açar. İslam, başlangıçta müsamahakâr bir din görüntüsü sergilemiştir. Yahudi ve Hıristiyanlar Ehl-i Kitap olarak kabul edildiği için, Hz. Peygamber döneminde bu gruplar takibata uğramamıştır. İlk Halifeler döneminde Hıristiyanlar Arap toplumunda onurlu bir konuma sahiptiler. Hilafetin Hıristiyan Bizans’la ilişkileri daha kötü değildi. Alimler ve teknik düzeyde insanlar bu iki devlet arasında çeşitli amaçlara yönelik seyahatlerde bulunurlardı. Franklar tarafından başlatılan Haçlı Seferleri, hem toplumlar, hem de devletler arasında var olan iyi ilişkileri bozdu. Haçlılar tarafından ortaya konulan katı hoşgörüsüzlük, Müslümanlar tarafında da yansımasını buldu.[51] Memluklar bu hoşgörüsüzlüğün tatbikinde en ileri gidenlerdendi ve Hıristiyan tebaaya pek yüz vermiyorlardı. Bu durum Müslüman kültürünün içe kapanması gibi bir sonuç doğurmuştur.
Bu seferler öncesinde İslam dünyasında hakim olan ve hem bireysel araştırmalara, hem de kurumlara sinen ve tecrübeyi esas alan ‘burhan’a dayalı bilgi üretimi, yerini daha çok tümdengelime dayanan ‘beyan’, daha da ileri aşamada ise ‘irfan’ anlayışına terk etmiştir.[52]
4.1.2. Siyasal İstikrarsızlık
Haçlı Seferleri’nin İslam’a verdiği zararın bundan daha büyük bir boyutu vardı. İslam devleti, bir anlamda, politik gücü elinde bulunduran halifeye bağlı bir teokrasi niteliği taşıyordu. Haçlı saldırıları, Abbasi hilafetinin hem coğrafi, hem de politik olarak İslam’ı Haçlılara karşı organize etmesinin imkansız olduğu bir zamanda geldi. Fatımi halifeleri, Müslümanlar tarafından genel kabul görmedikleri için, onların da böyle bir ittifak oluşturacak güçleri yoktu. Selahaddîn gibi bir lideri çıkaran Eyyubiler de, genel bir kabul görmüyorlardı; zira hilafetin Kureyş’e aidiyeti teorisi, bunların hilafetin gasıbı oldukları yönünde suçlamalara ve dolayısıyla dışlanmalarına temel oluşturuyordu. Bu açıdan bakıldığında, ironik bir şekilde, Moğolların Bağdat istilası,[53] diğer İslam devletlerinin işini kolaylaştırmış ve Memluklar artık Bağdat’ta meşru bir halife olmamasına dayanarak, Mısır’da hilafetlerini, meşru temellere dayalı olarak ilan edebilmiştir. Bu sorunu, daha sonra, Osmanlılar, temelinden çözecek ve hilafeti kendi üzerlerine alacaklardır. Osmanlı sultanlarının gücü, kendilerinin İslam dünyasında kabul görmesini sağlayacak; fakat hilafetin gasp edicisi olma sıfatını, Araplar, Osmanlılar için de kullanacaklar ve bu kabulü içtenlikle benimsemeyeceklerdir.
Hıristiyanlık, başından beri Sezar’ın hakkı ile Tanrı’nın hakkı arasında sürekli bir ayırımı vurgulamış ve orta Çağların ‘Tanrı’nın Parçalanmaz Şehri’ ideali yıkıldığı zaman bile, Kilise, hayatiyetini devam ettirebilmişti; fakat İslam politik ve dinsel bir bütün olarak algılanmıştı. Bu bütün, aslında Haçlı Seferleri’nden önce bozulmuştu; fakat bu çağlardaki olaylar, bu bozulmayı bozguna çevirdi.
4.2. Haçlı Seferleri’nin Avrupa Açısından Sonuçları
Haçlı Seferleri’yle kazanılan dinamizm Latin Batı Hıristiyanlığı için yeni bir tarihin başlangıcı sayılacak kadar önemlidir. Medeniyetin iki kaynağı durumundaki Müslüman coğrafyayla ve Ortodoks Hıristiyanlığın başkenti İstanbul’daki kültürel ve sanatsal ortamla iki yüzyıla yakın bir süre yakın temas kurulması, sanatta ve düşüncede Rönesans’ın, dinde de Reform’un temel dinamiklerinin Batı’ya taşınması sonucunu getirmiştir; ancak Hıristiyan yenilenmesinin veya kendine yeni bir yol bulmasının katliamlarla başlaması ne kadar da ilginçtir; zira Haçlılar, kendileri için yeni bir dönemin kapılarını açacak olan 15 Temmuz 1099 tarihinde Kudüs’e girdiklerinde, kelimenin tam anlamıyla bir katliam yapmışlardı. Bunu aratmayacak bir katliamı da Antakya’da gerçekleştirmişlerdi. Toulouse Kontu Raymond of Aguilers, Harem-i Şerif’te atların dizginlerine ulaşacak kadar müslüman ve yahudi cesedi yığmakla iftihar ediyordu.[54]
Haçlı Seferleri, görünürde Doğu Hıristiyanlığı’nı Müslümanlardan kurtarmak için başlatılmıştı; fakat bu seferler sona erdiğinde, Doğu Hıristiyanlığı’na ait tüm topraklar Müslümanların idaresi altındaydı. Papa II. Urbanus, Clermont’da Haçlı Seferleri için çağrıda bulunduğunda, Türkler Boğaziçi’ni tehdit ediyorlardı. Papa II. Pius ise, son Haçlı Seferi çağrısında bulunduğunda, Türkler, Tuna boylarını geçiyorlardı.
4.2.1. Entelektüel Gelişme
Haçlı Seferleri dönemi Batı medeniyeti açısından büyük önem taşımaktadır. Bu seferler başladığında, Batı Avrupa, Karanlık Çağlar denen barbar istilaları döneminden çıkıyordu. Bu seferler bittiğinde Rönesans başlamıştı. Haçlı Seferleri sırasında Batı Hıristiyanlığı, Müslümanlarla doğrudan her türlü kültürel ve ticari ilişki şansını yakalamış, Orta Çağların getirdiği skolastik dünya görüşünden kurtulmanın ipuçlarını İslam dünyasından almıştı. Metodolojik yönden özellikle Sicilya ve İspanya’da Haçlı Seferleri sürecinde gelişen kültürel ilişkilerle Yunan felsefesi ve ‘burhan’a (demonstration), başka bir ifadeyle tümevarıma dayanan ve o ana kadar İslam dünyasında kullanılan temel metodoloji Batı’ya aktarılmış oldu. Özellikle Sicilya, Arap, Yunan ve Batı kültürlerinin karşılaşma ve tanışma alanıydı. Bu sebeple II. Frederick’in Doğu medeniyetine olan ilgisinin, tamamen Sicilya’da yetişmesine verilmesi yanlış değildir.
Bu dönemin bilginleri Arapça’dan yapılan çevirilerle Yunan mirasında yatan köklerini keşfetmişlerdir. Arapça’dan yapılan çeviriler, genellikle felsefe, tıp ve diğer bilim dallarıyla ilgili idi. Büyük şehirlerde Latince’yi ortak dil olarak kullanan üniversitelerin kurulması, bu döneme denk düşer. Etkilerini yüzyıllarca hissettirecek olan Büyük Albert (1200-1280) ve Thomas Aquinas (1225-1274) bu periyodun düşünürleridir. İbn Ruşd gibi Müslüman düşünürlerin etkisiyle Platoncu düşünce tarzından çok daha pragmatik ve gelecek bilimsel gelişmeler için çok daha uygun taban sağlayacak olan Aristotelyen düşünce tarzı, Batılılarca keşfedilmiş oldu.
Batı dünyası İspanya kanalıyla İslam dünyasından sayısız kazanımlarda bulunmuştur. Başta 1085’de Toledo Kütüphanesi olmak üzere bütün kütüphanelerin İspanya’nın tekrar geri alınması sırasında ele geçirilmiş olması daha sonraki dinsel ve kültürel değişimlere büyük ölçüde köken sağlamıştır.
Bu dönemde Konstantinapol’deki hayat ve sanat standardı Avrupa’nın hiçbir kentinde olmadığı kadar yüksekti ve İtalya’da hümanizmin ve Rönesans’ın doğuşunu hazırlayan sebeplerden biri de bu şehrin tamamen düşmesiyle, başka bir ifadeyle, Doğu Hıristiyanlığının çökmesiyle, sanatçı, yazar ve çizerlerinin İtalya’ya göç etmesidir.
4.2.2. Siyasal Etkileri
Siyasal alanda Haçlı Seferleri’nin Batı’daki etkisi çok daha fazla olmuştur. Papa II. Urbanus’un Clermont hitabında vurguladığı noktalardan biri, Avrupa’da kargaşa çıkaran ve enerjilerini bu çalkantılarda harcayan baronlara iş bulmaktı. Ve bu baronların papalık tarafından doğuda Müslümanların üzerine sürülmesi, Batı’da feodal yapının bozulup monarşik iktidarın ortaya çıkışına hizmet etmiştir. Bu hareketler Papalığın da son derece işine yaramıştır. Papalık, Haçlı Seferleri’ni kendi liderliği altında uluslararası bir Hıristiyan hareketi olarak organize etmiş ve I. Haçlı Seferi’nde[55] elde edilen başarı, Kilise’nin iktidarını güçlendirip prestijini artırmıştır.
Müslüman topraklara sürülen tüm Haçlılar, Papalığın sürüsüne aitti. Fetihler, Kilise’nin fetihleriydi. Papalık; Antakya, Kudüs ve İstanbul Patriklikleri teker teker egemenliği altına girince, eskiden beri iddia edegeldiği, kendisinin Hıristiyanlığın tek temsilcisi olduğu yolundaki savının haklılık kazandığını görüyor ve bunun propagandasını yapıyor; Hıristiyan dünyanın her tarafında kendi ruhsal üstünlüğünü vurgulayan dinsel törenler yaptırıyordu. Bu güç ve kendine güvenle Etyopya ve Çin gibi uzak ülkelere dahi misyonerler gönderilmeye başlandı. Papalığın hükümlerinin uygulandığı mahkemeler, bu hareketten sonra çok daha uluslararası bir boyut kazandı.
Roma’nın ruhsal egemenliğini genişletmesi bir tarafa, Batı Hıristiyanlığının Haçlı Seferleri’nden elde ettiği sonuçlar olumsuzdu. Haçlı Seferleri’nin başlangıcında medeniyet kürsüleri Doğu’da, İstanbul ve Kahire’de kuruluydu. Seferler sona erdiğinde ise, medeniyet, merkezini İtalya’ya ve Batı’nın yeni ülkelerine kurmuştu. Bu ise, uzun vadede Papalığın altını oyacaktır.
Haçlı Seferleri’yle birlikte Batı’dan İslam (İspanya’nın kaybedilmesi), Doğu’dan da Hıristiyanlık silinmiştir. Yine bu seferlerle Haçlılık ruhu Avrupa zihniyetinin bir parçası haline gelmiş, Protestan reformları sırasında meydana gelen savaşlar bile, bu zihniyetin bir uzantısı olarak kendini ortaya koymuştur.
I. Haçlı Seferi sırasında Avrupa, bir Hıristiyanlık yurdu (Christendom) olarak kendi varlığını keşfetmiştir. Bu keşfi, Yunan ve Latin köklerine kavuşmak suretiyle pekiştirmiş ve bu iki kültürü Hıristiyanlıkla sentezlemiştir.
Yine bu seferlerle, Avrupa, siyasi bir birlik olmanın adımlarını atmış ve bu birliği ayakta tutmanın ve etkili kılmanın yolunu da, işgal etme, kolonileştirme ve kültürel değişikliğe uğratma şeklinde uygulamaya koymuştur.
4.3. Haçlı Seferleri’nin Ortodoks Hıristiyanlar Açısından Sonuçları
Haçlı Seferleri’nin Doğu Hıristiyanlığına verdiği zarar, İslam’a verdiği zararla karşılaştırıldığında, çok daha büyüktür. Papa II. Urbanus, Doğu Hıristiyanlarının yardımına koşulması ve dindaşlarının kurtarılması yönünde çağrıda bulunmuştu; fakat doğrusu, bu çok ilginç bir kurtarmaydı. Kendileri yardım adı altında gelip Anadolu’dan Kudüs’e kadar uzanan bir rota üzerinde hakimiyetlerini kurdukları zaman, bu bölgelerdeki Ortodoks Hıristiyan halka, daha önce Türklerin ve hilafetin davrandığından çok daha kötü davrandılar. Yerel Hıristiyan halk, daha önce kendi kiliselerini kurup özgürce istedikleri gibi ayinlerini düzenliyorlardı; fakat Latin Hıristiyanlığı artık kiliselerin kendilerine göre yeniden düzenlenmesi yönünde yerel halka baskı uygulamaya başlamıştı. Yine buraları boşaltmak durumunda kaldıklarında da, yerel halkı korumasız bir şekilde Müslüman fatihlerin kucağına bırakmışlardır.
Latin Hıristiyanlığı, Haçlı Seferleri’nin hem kurtarma iddiasıyla gittikleri Doğu Hıristiyanlığının sonunu hızlandırmasını, Balkanlar’da ve Anadolu’da bulunan Hıristiyanların sonunu getirmesini, hem de Batılıların kendileri için yenilgiyle sonuçlanmasını, açıklamakta zorlanıyordu.
Onlar, Allah rızası için bu savaşa gittiklerine inanıyorlardı; zira savaş çağrısı yaparken Papa II. Urbanus’un vurguladığı noktalardan en önemlisi buydu ve eğer doğru bir imanla yola çıkmış olmak, neticede zaferi getirecekse, bu savaşın sebebi ve sonucu arasında izah edilmez bir çelişki vardı. Birinci sefer sırasında Kudüs’ün ele geçirilmesiyle teneffüs edilen zafer havasıyla kaleme aldıkları kroniklerde,[56] bu işi, Tanrı’nın Frankların eliyle kazandığı zafer (Gesta Dei Per Francos) olarak lanse ediyorlar ve yazılan kroniklere genelde bu ad veriliyordu; fakat bu ilk seferden sonra ummadıkları felaketler yaşadılar. Kısmî başarılar elde ettikleri III. Haçlı Seferi bile, bir zafer olarak kabul edilemeyecek yenilgilere şahitlik etmişti.
Tanrı’nın bu işi zaferle sonuçlandırmasını engelleyen şer güçlerin varlığı teorileri üretilmeye başlandı ve ilk suçlu bulundu: Bizans’ın başındaki şiizmatik/sapkın imparator ve onun Haçlıların ilahi misyonunu kabule yanaşmayan imansız halkı; fakat IV. Haçlı Seferi’yle Bizans’ın devre dışı kalması, bu mazeretleri de ortadan kaldırdı; işler gittikçe kötüleşiyordu. Ahlakçılar, Tanrı’nın, savaşa katılanların günahları sebebiyle kendilerine zafer nasip etmeyeceğini vaaz ediyorlardı; fakat Orta Çağ dünyasının, günahsız olduğuna inandığı Saint Louis’nin liderlik ettiği bir ordunun Haçlıların hiç görmedikleri bir yenilgiye uğraması da, bu açıklama tarzını ortadan kaldırmış oldu. Bütün bunlardan sonra bile, hiçbir Haçlı, bütün bu yenilgilerinin, öngörüsüzlüklerinden kaynaklandığını itiraf etme akıllılığını gösteremiyordu.[57] İnandıkları Tanrı çok kıskanç bir tanrıydı; İslam’ın Tanrısı’nın benzeri bir kudrete sahip olabileceğini akıllarından bile geçirmiyorlardı.
Sonuç
Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında, Haçlı Seferleri sırasında şiddete dayalı olarak gelişen ilişki formu, yüzyıllardır kendini muhafaza etmektedir. Bu sürekli rekabet anlayışı, kendini teolojik sorunlarda değil, daha çok siyasal platformda göstermektedir. Bu, şu anlama gelir: Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki teolojik sorunlar çözülse dahi, çatışmaya dayalı bir kültürü iki dünyaya miras bırakan ve hem bireylere, hem de kurumlara sinen zihinsel bir Doğu-Batı ayırımı canlı tutulduğu sürece, bu iki dünyanın uzlaşma ihtimali yoktur.
Bu iki dünya görüşü arasındaki ilişkinin teolojik detaylardan değil, hegemonyacı bir anlayıştan kaynaklandığının bir diğer göstergesi, Katolik dünyasının aynı tavrı Müslümanların dışındaki din ve anlayışlara da dayatmış olmasıdır. Bunun en iyi örneği, IV. Haçlı Seferi’nin Müslümanları bırakıp da Ortodoksların merkezini, İstanbul’u hedef seçmesi ve talan etmesidir (1204). Ta başından beri Katolikliğin sadece Müslümanları değil, heretik ve şiizmatik olarak niteledikleri Ortodoks ve Protestanları hedef alması da, bu siyasal üstünlük mücadelesinin bir uzantısı şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Bu bağlamda, her iki dinin mensupları da, barışın ve huzurun kaynağı olması gereken Tanrı’nın ve vahyettiği dinin, savaşın ve huzursuzluğun kaynağı olma yolunda nasıl bir evrime uğratıldığını; dinlerin kökenindeki toleransın nasıl herkesi kendine benzetmeye dayanan totaliter bir anlayışa kaydığını yeniden düşünmek ve bunun politik ve (varsa) teolojik kökenlerini yeniden analiz etmek durumundadır.
Haçlı Seferleri sırasında Franklar ve Normanların başını çektiği Haçlı askerleri, nasıl -Orta Çağ’ın genel yaklaşımını yansıtacak şekilde- militan Katolik Kilisesi tarafından motive edilerek Müslüman topraklara gönderildilerse, şu anki ilişki biçimimizin şekillenmesinde de, aynı şekilde, Papalık büyük rol oynamakta, bir milyarlık Katolik dünyasının, Müslümanları algılama ve tepki verme tarzını yine Kilise tayin etmektedir.
Bu ilişki biçiminin olumlu sonuçlar doğuracak bir şekle kavuşması, yine Katolik Kilisesi’nin Katolik halka vereceği yeni İslam imajıyla mümkün olacaktır. Orta Çağ’ın medeniyet taşıyıcısı durumundaki Müslüman düşüncesini putperest ve sefih bir düşünce olarak taraftarlarının zihnine kazıma başarısını gösteren Kilise, bunun tersini, şu anki Müslüman dünya için yapacak teolojik özgüvene sahip midir? Bu soruya verilecek cevap, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki ilişkinin geleceğini belirleyecektir.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 669- 680