Osmanlı’nın uluslararası hukukunun yasal kaynakları hakkında konuşmak, özellikle bu yasal “araçlar” tarafından oluşturulan, teyit edilen, ve geliştirilen; savaşı ve barışı, bağlı prensliklerin statülerini, yabancıların durumlarını vs. ilgilendiren kuralları ve inançları belirlemek ve tanımlamak demektir. Sistemli olarak; Osmanlı hukukundaki savaş ve barışın kaynakları, kutsal İslam hukuku (şeriat), laik hukuk (kânûn), barış anlaşmaları (ahdnâme) ve uluslar arası gelenekti.
Yasal ve dini İslami kaynaklar; savaş ilan etme, barış yapma, gayrimüslim tebaanın ve yabancıların yasal konumlarını belirlemede teorik bir model önerir. Bu modelde çoğunlukla, Kur’ân, gelenekler (hadis), İslam hukuku incelemeleri (Kitab as-siyer, Kitab el-cihad), hukuki fikirler (fetva) vs. bulunur. Ama Osmanlı’nın kutsal savaş ideolojisi, “uluslar arası” hukuk ve bağlı devletlerin, eyaletlerin, yöneticilerin ve insanların durumlarıyla ilgili görüşünü araştırmak için siyasi, askeri ve diplomatik uygulamayı doğrudan ve daha iyi yansıtabilecek belgesel alt yapıyı genişletmek -idari ve diplomatik yüksek mahkeme belgelerinin daha derin analizi ima ediliyor- gereklidir. Bunlardan en önemlileri; özellikle imparatorluk tüzükleri, diplomalar, mektuplar, (Ahdnâme-i Hümayun, Berât-ı Hümayun, Hattı Şerif vs.), (hüküm), dilekçeler (arz), raporlar (telhis) vs. dir.
Bunu takip eden sayfalarda sadece Osmanlı’nın milletler hukukunun İslami unsurlarından bahsetmeyi planlıyorum.
Gayrimüslimlerle olan ilişkilerinde pragmatik bir politika uygulayan Osmanlılar, İslam hukuku gelişmesinde birkaç tane orijinal ve dikkate değer katkıya sahipti. Dokuzuncu yüzyılda dini “yeniliklerin” yasaklanması hesaba katıldığında[1] Osmanlılar tarafından yazılan İslami araştırmalar; sadece özetler, derlemeler, not eklemeler, tefsirler ya da Müslüman dünyasında Osmanlıdan önce yazılan yasal çalışmaların Türkçe-Osmanlıca çevirileriydi.[2] Pek gerçek dışı olan ve orijinal olmayan yöntemler oldukları halde; Osmanlı alimleri, İslami yasal geleneğe göre gayrimüslimlerle olan ilişkileri iyileştirmeye ve bunu siyasi otoritelere yerleştirmeye çabaladılar.
İslami gelenek, Osmanlı’nın savaş ve barış hukukunun unsurlarından biriydi. Bu nedenle Osmanlılar gayrimüslimlerle olan ilişkilerinde Allah tarafından emredilen ve onun elçisi Hz. Muhammed tarafından “davranış kuralları” şeklinde bildirilen, bütün Müslümanları bağlayan, “şeriat” kurallarını takip etmek zorundaydılar.[3] (Fıkıh) Müslüman hukukçular tarafından, İslam hukukunun (Usûl el fıkıh)[4] iki temel kaynağı olan Kur’ân ve Sünnetin açıklanmasıyla oluşturuldu. Fıkıh, hukukçuların (icma)[5] ve (kıyas)[6] muhakemesinin sonucuydu, bu şeriatın yasal yorumu ve açıklamasıdır. Böylece Ümmet hem izin verileni hem de yasaklananı[7] bilirdi. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda sosyal ve geleneksel farklar yüzünden, isimleri kurucularına dayanan, dört Sünni mezheb ortaya çıktı: Hanefilik (Ebu Hanefi d.150767), Malikilik (Ibn. Malik d. 179795), Şafii (Es Şafi’î d. 204820) ve Hambelilik (Ibn Hanbal d. 241855).[8]
Bu dört Sunnî mezhebinden Osmanlılar Hanefiliği benimsediler, böylece Hambelilik ve Şafiîliği tercih etmiş olan Selçuklulardan kopuşlarını gerçekleştirdiler. Ayrıca Hanefi öğretisi, analoji (kıyas) ve bireysel fikri kullandığı için, diğer mezheplerle karşılaştırıldığında daha toleranslı ve esnekti, ulemaya daha geniş özgürlük alanı tanıyordu ve bu Osmanlı’nın iç ve dış politikalarına uygundu.[9] Osmanlılar Ebu Hanefi’yi kutsal sayıyorlardı. Resmî Osmanlı belgelerinde Ebu Hanefi; “büyük imam” (imâm ül- a’zam)…, bilgi ve bilgeliğin lideri, alçak gönüllülük ve iyiliğin kıblesi,[10] hukukun lideri, en büyük ulemaların başı”. [11] olarak karakterize edilirdi. Osmanlı’ya göre 28 kasım 1534’te Bağdat’ın fethi Şiî İran egemenliği altında olan büyük imamın mezarının, kurtuluşu demekti. On yıl sonra Kanuni Sultan Süleyman bir anıt mezar yapılmasını emretti.[12] Bu anıt mezar aralarında IV. Murad’ın da bulunduğu Osmanlılar tarafından sık sık ziyaret edildi.
Kur’an ve Sünnet: İslam hukuku[13] iki temel yasal kaynağı sayılan, Müslüman toplumunun gayrimüslim devletlerle olan ilişkilerini içeren kuralları barındıran, ayrıca, bu ilişkilere rehberlik eden Kur’an[14] ve Sünnet[15]‘ten oluşur. Müslümanlar ve gayrimüslimler arasındaki ilişkilerde ayetler tarafından belirlenen siyasi ve askeri şartlar üzerinde duralım. Buna dayanarak, W. Montgomery Watt’ın Kurân’daki ayetlere (IX, 29-32) dayanarak gayrimüslimlere karşı savaşları meşrulaştırmak için Müslüman yöneticiler tarafından çok sık başvurulan-Hıristiyanlara yönelik düşmanlığın tarihsel analizi çok yerindedir. Aslında bu ayetlerdeki savaşa yatkın tutum Peygamber Muhammed ile, Bizans kontrolü altındaki ve cizye ödemeyi kabul etmemiş, Kuzey Arabistan Hıristiyanları arasındaki anlaşmazlıktan ortaya çıktı. Tersine orta ve güney Arabistan Hıristiyanları peygamberle[16] anlaşmalar yapmıştır. Süreyya Faruki, on altıncı ve on yedinci yüzyılda Osmanlı toplumunda şeriye sicillerini incelemiş ve şunu görmüştür: Müslümanlar olarak “hem davacılar hem de memurlar, doğru ya da yanlış Peygamber dönemindeki uygulamalara dönmeye özel bir değer verirlerdi.”[17] Bundan başka, askeri, siyasi ve diplomatik bakımlardan peygamberin hayatını ve davranışlarını, peygamberin davranışlarının, jestlerinin, tutumlarının ve söylediklerinin kendi zamanının askeri, siyasi ve diplomatik şartları dikkate alınmadan, taklit etmek Müslüman yöneticilerin ana amaçlarından biriydi. Osmanlı padişahları, sadrazamları ve şeyhülislamları savaşları başlatmak, barış anlaşmalarını uygulamak ve bozmak, gayrimüslim tebaanın yasal konumunu düzenlemek için Kur’an ayetlerine ve peygamberin davranışlarına sık sık başvurdular.[18] Uzun Hasan’la 1474’te yapılan barış anlaşmalarının yeniden gözden geçirilmesinde II. Mehmed barışçıl tutumunu, Kur’an’daki (VIII,61): “Ama eğer onlar barıştan yana eğilim gösterirlerse sende barşıtan yana ol ve Allah’a güven”[19] Sadece birkaç yıl sonra aynı sultan Boğdan voyvodası Büyük Stephen’i 1480-1481 deki ahdnâmeyle kabul ettiği yeminine uyması için Kur’an’dan (XVII,34): Başka bir şeye başvurmadan uyarmıştır: … bütün sözlerinizi yerine getirin hepsi için soruştuma ahiret günündedir,[20] Kur’ân IX, 29’a, hem düşman kafirlere meydan okumada[21] hem de bağlı prensliklerle yapılanların sonuçlarıyla ilgili olarak, Osmanlılar da dahil olmak üzere sık sık Müslümanlar tarafından başvurulmuştu. İşte bu ünlü ayetin pek çok çevirisinden biri: “Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve son güne inanmayan, Allah ve Resulün haram kıldığını haram saymayan, hak dini kendine din edinmeyen kimselerle; boyun eğip cizye ödeyinceye, kendilerini hizaya gelmiş hissedinceye kadar savaşın.”
Örneğin; yukarıda sözü edilen ayet 1395 yılında I. Bayezid ve Eflak voyvodası Yaşlı Mircea arasında yapılan barış anlaşmasını meşrulaştırmak için İdris Bitlisi tarafından alıntılanmıştır. Bu alıntı, on dördüncü yüzyılın sonunda Osmanlı-Eflak ilişkilerine[22] tam olarak uygulanmasa da, Osmanlı barış hukukunda yasal bir kaynak olarak, Kur’ân’ın rolüyle ilgilidir.[23] Ayrıca Hz. Muhammed’in gayrimüslimlerle yaptıkları, örneğin: Najran’la 632’deki “ahd”, Osmanlının on dört ve on altıncı yüzyıllarda Eflak ve Boğda’nın da içinde olduğu Güneydoğu Avrupa kollarıyla olan anlaşmalarına örnek teşkil eder. Geri dönersek; Mekke ile 628’de on yıl için imzalanan Hudeybiye barışı ve Muhammed’in iki yıl sonra bunu bozması, hem Avrupa devletleriyle geçici barış anlaşmaları yapma hem de padişahın bunları bozma hakkı için başvurulan meşrulaştırıcı bir modeldi. Bu açıdan bakarsak; örnek olarak bu on altıncı yüzyılda tek olduğu halde 1570’te şeyhülislam Ebu Suud Efendi’nin II. Selim’in Venedikle olan antlaşmasını bozup Kıbrıs’a saldırmasını meşrulaştıran (fetva)’sında “Ekselansları Alemlerin Rabbinin Halifesinin (II. Selim)…imparatorlukla ilgili hareketleri, kehanet sahibi Ekselansının üstün kanunları tarafından yönlendirilmiştir.”[24]
İslam Hukuku Araştırmaları: Osmanlı’dan önce ya da Osmanlı alimleri (ulema) tarafından yazılan İslam hukuku araştırmaları, Osmanlı yöneticileri tarafından gayri Müslimlerle olan ilişkileri düzenlemek için yasal kaynaklar olarak kullanılmıştır. Sekizinci yüzyıldan on birinci yüzyıla Müslüman bir devletin savaşta ve barışta gayrimüslimlerin yönetimini düzenleyen kuralları ya da uygulamaları içeren herhangi bir yasal çalışma kutsal savaş (cihât), vergi (harâc), egemenlik (hükümet), yabancılar (müstemin) vs. bölümlerinde toplanmıştır. Yazarlar, önceki uygulamaları sistemli hale[25] getirmek için yukarıda adı geçen sorunları, sıklıkla, Kitab-u’s Siyer adındaki tek bölümde toplarlar. Müslümanların, hem kafirlerin, -düşmanların (harbis), veya antlaşma imzalayan (mu’ahidis) yabancıların (müstemin)- hem de asilerin ve din değiştirenlerin (mürteddin) yönetim şekillerini açıklayan “siyer” fikri İslamî kutsal hukukun adıdır. Gerçekte, modern hukukçuların İslami “uluslararası” hukuk dedikleri: cihad öğretisinin, Müslümanların devletlerarası ilişkilerinin iki seviyeli -gayrimüslim devletlerle dış ve Müslüman devletlerle iç[26]– yasal bir sisteme dönüştürülmesidir. Ayrıca Müslüman alimlerin yazdığı genel İslam hukuku araştırmaları, sadece Müslümanların gayrimüslimlerle olan ilişkileriyle ilgilenir.
Aslına bakılırsa Osmanlıların Hanefiliği benimsemiş olmaları, benim çalışmamda Hanefi yazılarını tabi ki daha önemli kılar. Ebu Hanife el Numan b. Sabit’in (d.767)[27] hiçbir yazısı korunamamıştır. Ama onun İslami “uluslararası” hukuk öğretisi müritleri, özellikle Ebu Yusuf Ya’kup (d. 798)[28] ve Muhammed eş Şeybani (d. 805) tarafından devralınmış ve geliştirilmiştir. Osmanlı şeyhülislamları ve müftüleri tarafından-Arapçası-Fetvalarına kaynak olarak kullanılan “Toprak Vergisi Kitabı” (Kitab el-harâc)[29] ilk yazılan Osmanlı milletler hukuku kitabıdır. Ebu Yusuf Yakub’un Harun Reşid’in[30] emri üzerine yazdığı bu eseri, özellikle gayrimüslimlerle olan ilişkilerin vergileri ilgilendiren kısımlarını öğrenmek isteyen sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın isteği üzerine 1683’te Rodosizade Ahmet Ayuşlugi (ö. 1113/1701-1702) tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Avrupalı alimlerin Hugo Grotius of İslam[31] dedikleri Hanefi uluslararası hukukunun en geniş sentezi Muhammed eş-Şeybanî (d.189/804) tarafından yazılmıştır (en büyük eseri olan “Devlet Yönetmenin Büyük Kitabı”, “kitab es- Siyer el-Kebir” es-Sarasi’nin yorumlarıyla bize ulaşmıştır.). Osmanlı ulemaları on dokuzuncu yüzyılda Münib Ayntabi (ö.1822) tarafından Türkçe’ye çevrilip, 1796-1798 yılları arasında II. Mahmut’un emriyle[32] basılana kadar eserin Arapçasını kullandılar. İslami milletler hukukun kısa bir anlatımı -siyer hakkında bir bölüm olarak- Eş-Şeybani’nin İslam hukuku yazısına[33] eklenmiştir.
Hanefiliğin siyer hakkındaki orijinal kuralları (“eski hukuk”) onuncu ve on ikinci yüz yıllarda Orta Asyalı, Suriyeli ve Mısırlı Müslüman alimler tarafından yenilendi, notlar eklendi ve sistematize edildi. Bu yazılar on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda[34] Osmanlılar tarafından devralındı ve derlendi.
İslam hukuku, Osmanlılar tarafından iyileştirme sürecinin ilk adımları on beşinci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktı ve ikinci yarısında da devam etti. Daha eski olan Müslüman şehirlerinden gelen ya da getirilen Müslüman alimler (kadı, müftü, müderris) gayrimüslimlerle[35] olan ilişkileri de kapsayan, Osmanlı otoritelerinin de kullandığı, yasal yazılara örnek oluşturdular. Bu ilk dalganın en önemli örneği: Edirne kadılığı ve Rumeli Kadıaskerliği yaptıktan sonra 1469’da II. Mehmet tarafından şeyhülislam yapılan Molla Hüsrev’dir (ö. 885/1480). Bilgileri sayesinde, sultan tarafından bile,[36] “zamanın Ebu Hanife’si” sayılmıştır.
1473-1479 yılları arasında öncüllerinin fikirlerini toplayarak ve açıklayarak İslam hukuku hakkındaki ana çalışmasını -Arapça olarak- yazmıştır. Eser, Ahmet b. Ali Ankaravi (Terceme-i Dürer el-hükkâm ve gurer el hükkâm) tarafından 1043/1632’de çevrildi ve on dokuzuncu yüzyıl boyunca sık sık yayınlandı.[37] Gayrimüslimlerle olan ilişkileri ilgilendiren sorulara-kısaca-kısa bölümlerde değinmiştir: “Kutsal Savaşın Kitabı” (Kitab el-Cihad), “Cizye Bölümü” (Fasl el-cizye), “Yabancılar bölümü” (Bâb el-Müstemîn).[38]
On altıncı yüzyılda, özellikle Arap topraklarının fethinden sonra, İslami geleneği iyileştirme işleri yoğunlaştırıldı, siyer hakkındaki yazılar artırıldı ve genişletildi. Buna dayanarak, I. Selim’in[39] Mısır’ı fethinden sonra İstanbul’a gelen ve Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam hukukunun gelişmesine katkıda bulunan İbrahim b. Muhammed el-Halebi (ö. 956/1549) üzerinde durmalıyım. Onun eseri olan “Denizlerin Birlikte Akışı” (Mülteka’l-Ebhûr) “İslam’ın en önemli kitaplarından biri” ya da “Hanefi hukukunun tam gelişmiş öğretisi”[40] sayılırdı.
Kitapta el-Halebi’nin 11-14. yüzyıllardaki altı Arap hukukçusunun fikirlerini[41] birleştirdiği öne sürülmüştür. İbrahim el-Halebi’nin eseri, ilk kez olmak üzere Mehmed Tahir b. Mehmet Raimi (ö. 1065/1654-1655) tarafından, on yedinci yüzyıllın ilk yarısında, pek çok kez çevrildi.[42] Ama en çok bilinen çeviri Mehmed bin Mehmed Efendi Mevkuvati[43] (1174/1760-1761) tarafından on sekizinci yüzyılda “Birlikte Akan Denizler Üzerine Yorum” (Şerh-i Mülteka’l Ebhûr)[44] adıyla yapılmış, on dokuzuncu yüzyılda da pek çok kez yayınlanmıştır.
İbrahim el-Halebi, şeriat geleneğini göz önünde bulundurarak, gayrimüslimlerle ilişkiler hakkında ayrı bölümler yazdı (Kitab es-Siyer, Bâb el-Usr ve el-Harâc, Bâb-I Ahkâm-i el-Müstemin).[45] El-Halebî’nin eseri on sekizinci yüzyıl sonunda Ignace Mouradgea d’Ohsson tarafından “Tableau Général de l’empire Ottoman adıyla çevrilmiştir, ayrıca; bu çeviri Avrupa’nın İslam hukuku bilgisi[46] için önemli bir adımdır.
Yasal Görüşler (Fetva): Bir Müslüman sorduğunda, kutsal hukukun kurallarını ortaya çıkarmak ve açıklamak için, müftünün yayınladığı görüşler (fetva)[47]-Halil İnalcık’a göre -Osmanlının şeriata en büyük katkısıdır.[48] Osmanlı tarihinde müftülerin işlevlerini ve kökenlerini yalanlayıcı fetvalar da vardır.[49] Haim Gerber’e göre: Osmanlı hiyerarşisinde hukuk uzmanları (en yüksek seviyedekiler, el kitaplarının yazarları) ve hakimler (en düşük seviyede bulunan kadılar) arasında hukuk uzmanlarına daha yakın seviyede bulunan müftüler otoriter cevaplar verebilecek yasal dini uzmanlardı.[50] İstanbul’un (şeyhülislam) imparatorlukta en başta gelen dini görevlidir, ayrıca; II. Mehmed’in kanunnamesinde “alimlerin başı” da denir.[51] Fetvalar genellikle kadı’nın huzurunda önce açılan özel mahkemelerde kullanılırdı. Fetvaların devletin siyasi, idari ve diplomatik hayatında kullanıldıklarına dair kanıtlar vardır. Sultanlar kararlarını, dini hukuki bakış açısından da yasallaştırmak için -on beşinci yüzyıldan itibaren, on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda kural olarak- şeyhülislamdan yardım isterlerdi. Buna dayanarak; en iyi örnek: Kafirlere karşı savaşlarda askere almayı (cihat fetvası yani; kutsal savaşla ilgili yasal fikir) ve sapkın Müslüman lidere yapılan saldırıları meşrulaştırmak için yayınlanan fetvalar olabilir.[52] Fetvanın genel görüntüsü: Özel olarak hazırlanmış bağlamsal ve kişisel detaylar yok edilecek (böylece kadının fikrinin etkilenmesi engellendi) şekilde kaleme alınmış belgedir.
İki bölüm içerirdi: Soru (mesele) ve cevap (el-cevap). İlk kişi muhakeme edilecek sorunu en kısa şekilde ortaya koyar ve sorar “olabilir mi? “, ikinci olarak müftü az ve öz şekilde “evet” (olur) ya da “hayır” (olmaz) der, bazen yasal dini yazılar örnek olarak izlenirdi.[53] Genellikle gerçek isimler kullanılmaz yerlerine itibari olanlar kullanılırdı (topraklar için dar ül-harb dar ül-islam erkekler için Zeyd, Emir, Bişr; bayanlar için Zeynep, Kadiye). İstisnalar vardır ve konumuzla ilgili oldukları için memnunuz. Bu Akkermani Ali Efendinin fetva koleksiyonuyla ilgilidir, bunların arasında Eflak-Boğdan topraklarına ve sakinlerine ve Lehlere değinenler de vardır. Fetvalar çok seyrek olarak orijinal ve ayrı tutulup korunmuştur; bunlara kadı mahkeme kayıtlarında (Şer’i siciller) ve imparatorluk emirlerinde (hüküm) daha sık-ama özellikle fetva koleksiyonlarında rastlanır.[54] Bunlar önceleri tek bir şeyhülislamın hukuki müzarekelerinde yayınlanırken, on yedinci yüzyılda İslam hukuku alimlerinin el kitaplarına dönüşen, sorunları birbirine uygun tematik koleksiyonlar halinde toplandılar. Ayrıca gayrimüslimlerle olan ilişkileri de içerirler, örneğin: siyer, cihad, zımmi, müstemin, haraç, cizye.[55]
Ortaya çıkan bir soru -örnek olması için- fetvaların Eflak, Boğdan ve Erdel’deki bağlı prensliklerin yasal konumlarıyla ne ilgisi olabileceğidir. Fetvaları bu şekilde kullanmanın yeterli ve düzgün bir kanıtı yoktur, ama bazı durumlarda belirli konuda çıkarımlar yapabilmek için yeterli kanıt da bulunmaktadır. Fetvaların yasal olarak, yönetim alanı içinde ve çevresinde yaşayan, vergi veren voyvodaların ve toprakların konumları için en hatasız önerileri sağladıklarını vurgulamalıyım. Buna göre; araştırmam için üç çeşit fetvanın önemli olduğu söylenebilir.
Birincisi, genellikle egemenlik (hükümet), devlet yönetimi (siyer), korunan insanlar (zımmi), vergiler (harac), cizye, yabancılar (müstemin) ile ilgili olanlardır. On altıncı yüzyılda Osmanlının gayri Müslim devletler, gruplar ve kişilerle olan ilişkilerinin kaynağı olan fetvalar büyük şeyhülislamlar Zenbilli Efendi[56] ve Ebu Su’ud Efendi[57] tarafından yayınlanmıştır. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda en iyi bilinen fetva koleksiyonları müteakip şeyhülislamlara aitti:
Münkerizade Yahya Efendi (1662-1974 yılları arasında görev yaptı),[58] ilk kez 1674-1686 ve ikinci kez 1692’de ölene kadar görev yapan Çatalcalı Ali Efendi[59] Mehmet Emin Efendi Ankaravi (1686-1687 arasında görev yaptı),[60] 1690-1694 yılları arasında -küçük bir kesintiyle- görev yapan ve fetva koleksiyonu Fetava-i Feyziyye[61] olarak bilinen Feyzullah Feyzi Efendi (1715-1716 yıllarında görev yaptı) Menteşizade Abdurrahim Efendi (1715-1716 yıllarında görev yaptı)[62] Yenişehirli Abdullah efendi (1718-1730 yılları arasında uzun bir şeyhülislamlık görevi yaptı).[63]
İkincisi, Eflak ve Boğdan’la doğrudan bağlantılı bir hukuki terminolojiyle ve batı Karadeniz taraflarında özel mahkemelerde kullanılan pek çok fetva vardır. Müftü Akkirmanlı Ali Efendi’nin (ö. 1030/1621) fetvaları hayatıyla ve yaptıklarıyla ilgilidir. Mehmet Süreyya’nın Sicill-i Osmani’sine göre Akkirmanlı Osmanlı İmparatorluğu’nun pek çok yerinde nerdeyse otuz yıl boyunca öğretmenlik (müderris) ve müftülük yapmıştır. Ama bence muhtemelen doğduğu yer olan Beyaz Kale (Akkirman) ile daha çok bağlantısı vardır.[64] Fetvalarını içeren pek çok el yazması (yedi tane saydım)[65] ulemalar muhitinde takdir edilen hukuki bir aktiviteyi beraberinde getirmiştir.
Üçüncü olarak; hükümetin doğrudan Eflak, Boğdan ve Erdel voyvodalarını, topraklarını ve sakinlerini ilgilendiren askeri ve idari içerikli fetvalar da vardır. Asi voyvodalar ve tebaaya karşı yapılan askeri hareketler, hapse atılmalar ve idamlar fetvalar yoluyla meşrulaştırılmalıydı. 1594-1595 yıllarında Eflak, Boğdan ve Erdel’de çıkan isyanı bastırma kararını meşrulaştıran bir fetvaya rastlamadık. Ama tarihçi Mustafa Selaniki’ye göre; şeyhülislam Bostancı Mehmet Efendi’nin fetvalarıyla meşrulaştırılmışlardı (1589-1592 ve 1593-1598 yılları arasında görev yaptı).[66] Ayrıca tarihçi Miron Konstantin de IV. Murat tarafından Boğdan voyvodası Miron Barnovschi’nın “isyanın başı” olduğu gerekçesiyle öldürülmesini meşrulaştıran bir fetvadan söz eder. (1041-1043/1632-1634 yılları arasında şeyhülislam Ahi’zade Hüseyin Efendiydi, aynı zamanda Şeyit-Hüseyin Efendi de denir).[67] Bu konuyla ilgili en iyi örnek Constantine Brâncoveanu’nun tahttan indirilmesidir. 1714’te öldürülmesi şeyhülislam İmam Mahmud Efendi[68] tarafından yayınlanan ve mübaşire III. Ahmed tarafından verilen voyvodayı getirme emri eklenen, fetvayla meşrulaştırılmıştır. Sadece üç yıl sonra 1716-1719 Osmanlı-Avusturya Savaşı sırasında şeyhülislam Ebu İshak Kara İsmail Na’im efendi (1716-1718) tarafından Avusturya askerlerine yardım eden ve asilik yapan, Eflak’ta Olt nehri civarında yaşayan haracgüzarlara karşı askeri müdahaleyi meşrulaştıran bir fetva yayınlandı.[69]
Osmanlı’nın savaş ve barış hukuku iki ana unsurdan oluşuyordu: İslami gelenek ve Osmanlı öğesi. Osmanlılar gayri Müslimlerle ilişkileri zımmi ya da müstemin olması muhtemel -yaptıklarından yarar görecek- (mu’ahidîn, ehl ül-ahd) düşman toprağındaki kafirler (harbî) ve Müslüman toplumunun ilişkilerini tamamen kanuni şekilde yürüten siyerdeki temel kurallar ve şeriatın kollarından faydalanarak özetlemişlerdir. Osmanlı milletler hukukunun saf İslam hukuku olmadığı vurgulanmalıdır. Tersine; Güneydoğu ve Orta Avrupa’da, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki savaş, barış, ticaret ve yabancı ilişkilerde bütün dini, siyasi, ve yasal farklılıklara rağmen geleneksel uygulamaların yer aldığına dair yeterince kanıt vardır.
Bükreş Üniversitesi Güney Doğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü / Romanya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 261-267