Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Yusuf Akçura’nın Hayatı ve Fikirleri

0 11.728

Sayim TÜRKMAN

A. YUSUF AKÇURA’NIN HAYATI

Yusuf Akçura, 1876 yılında Volga kıyısında bulunan Simbir şehrinde dünyaya geldi. Babası Hasan Beye ait çuha fabrikaları Rus ordusuna kaputluk kumaş imal ettiğinden varlıklı bir aileye mensup idi. Yusuf, çocuk yaşta babasını kaybetti. Bu yüzden fabrikaların ağır yükü annesinin omuzlarına yüklendi. Yusuf, altı yaşındayken annesi kızakla kaza geçirince yatalak oldu. Doktorların tavsiyesi ile 1883 yılında annesi ile birlikte Odesa üzrinden İstanbul’a geldiler.[1]

İlk okulu ve bunun ardından “Askeri Rüşdiye”yi bitirdikten sonra Pangaltı’ndaki Harbiye Mektebi’ne yazılan Akçura, 1897 yılında Kurmay Subay oldu. Jön Türklerle ilişkileri yüzünden tutuklanıp Harp Divanının kararı ile askerlikle ilişkisi kesilerek Fizan’a sürüldü. Ancak bir süre sonra Trablusgarp’ta rütbeleri geri verilerek göreve başladı. Bir yıl aradan sonra, 1899’da kaçarak Fransa’ya yerleşti.[2] Yusuf Akçura ve arkadaşı Ahmet Ferit, birlikte Paris’e geldikten sonra “Serbest Ulûmu Siyâsiye Mektebi”ne kaydoldular. Her ikisi de burada ünlü tarihçi Albert Sarel ve Emil Bautmey’den ders alarak batı kültürünü de yakından inceleme imkânı buldular. Yusuf Akçura, bitirme tezi olarak hazırladığı “Osmanlı İmparatorluğu Müesseselerinin Tarihine Ait Bir Tecrübe” adlı çalışmasıyla 1903 tarihinde üçüncülükle bu okuldan mezun oldu.[3]

Öğrenimini tamamladıktan sonra Kazan’a amcasının yanına giderek, burada Muhammediye Medresesi’nde tarih edebiyatı derslerinde öğretmenlik yaptı. 1905 Rus Parlâmentosunda Duma’nın kurulması üzerine, Türklerin burada nüfusları oranında temsil edilmesi için çalışmalar yaptı. Türk ileri gelenleri ile temas kurarak,”Rusya Müslümanları İttifakı” adlı siyasî bir partinin kurulmasına öncülük etti. Daha sonra bu Partinin ileri gelenlerinden olan Yusuf Akçura, Türkçülük konusundaki görüşlerini, Türk toplulukları arasında yaymaya başladı. Türklerin gazete çıkarmasına izin verilmesinden sonra, Kazan’da “Kazan Muhbiri”ni çıkarmaya başladı. Aynı zamanda, Türkiye de Abdülhamit yönetimine karşı çalışanlarla da irtibat hâlindeydi.[4]

Akçura,”Üç Tarz-ı Siyâset” isimli ünlü eserini Kazan’da yazmasına rağmen, Rus idaresinden çekindiği için, Kahire’de çıkan “Türk Gazetesi”nde yayımladı. Bu makalede; Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük tahlil ediliyor ve sonuçta en uygun siyaset tarzının’Türkçülük”olduğu vurgulanıyordu.[5]

II. Meşrutiyet’in (1908) ilânından sonra, diğer Türk düşünürleri ile birlikte İstanbul’a geldi. Harp Akademisi, Dârü’ş-şafaka, Medresetü’l-Vâ’izîn ve Dârü’l-mu’allimîn okullarında siyasî tarih öğretmenliği yaptı. 1909 da İstanbul Dârü’l-fünûn Edebiyat Fakültesinde, 1914 Mülkiye Mektebinde tarih dersleri verdi. Mülkiye’deki görevi, 1915’de okulun kapanması üzerine sona erdi. 1916’da ise, Dârü’l-fünûn’un yeniden yapılanması sebebi ile kadro dışı kaldı.[6]

Türk milliyetçiliği temelinde İlmî alanda önemli çalışmaları bulunan ”Türk Derneği”, 1908 yılı sonlarına doğru Mülkiye Mektebinde Müdür Celâl Beyin nezaretinde kuruldu. Kurucuları; Ahmet Midhat Efendi, Emrullah Efendi, Necip Asım Bey, Tahir Bey, Dağıstanlı Celâl Korkmazoğlu, Veled Çelebi, Yusuf Akçura, Müverrih Arif Bey, Musa Akyiğit, Fuat Raif, Filozof Rıza Tevfik, Ahmet Ferit Beydir. Köprülü Fuad Bey, Mehmet Emin Bey gibi ünlü yazarlar ve düşünürler de bu derneğe üye idi.[7]

“Türk Demeği Dergisi”nin ilk sayısı 1911’de çıktı, 7 sayı yayımlandıktan sonra, yerini “ Türk Yurdu”na bıraktı. 18 Ağustos 1911’de kurulan “Türk Yurdu Cemiyeti”nin kurucuları; Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Hikmet, Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali ve Âkil Muhtar Beydir. Mecmuanın imtiyaz sahibi olarak Mehmet Emin Bey, murahhaslığına Yusuf Akçura, Ahmet Hikmet Bey ve Ziya Gökalp seçildi. Dergi, eski yazı ile 17 yıl çıkmıştır.[8]

12 Mart 1912 de “Türk Ocağı” kuruldu. 20 Haziran 1912 tarihinde, program genişletilerek 231 tıbbiyeli adına gelen temsilciler ile Mehmet Emin Bey, Yusuf Akçura, Mehmet Ali Tevfık, Emin Bülent, Dr. Fuat Sabit ve Ağaoğlu Ahmet Bey tarafından cemiyetin adı ’Türk Ocağı” olarak kabul edilerek çalışmalarına başladı. “Türk Yurdu” dergisi, Türk Ocağının yayın organı oldu. Akçura, 1931 de Türk Ocaklarının kapatılmasına kadar dergiyi yönetti. 1919 Bolşevik İhtilâli ile Rusya, I. Dünya Savaşı’ndan çekilince Akçura, Türk esirlerinin yurda dönmeleri için Kızılay tarafından Rusya’ya gönderildi. Burada, esirlere yardımcı olabilmek için tehlikeli şartlarda görev yaptı. İstanbul’un Kurtuluş Savaşı sırasında işgali ile tutuklandı.[9] Ancak daha sonra bir yolunu bularak “harp yüzbaşısı” unvanıyla Anadolu’ya geçti. Yaşına rağmen verilen görevleri başarıyla sürdürdü.[10] Akçura, Anadolu harekâtına katıldıktan birkaç ay sonra, Sakarya muharebelerine girdi. Ankara’da birçok görevlerde bulundu. Önce Maarif Vekâletine girerek Çeviri Bürosu’nda vazife aldı, ardından “doğu sorunları” danışmanı olarak Hariciye Vekâletinde çalıştı. Ankara’da Serbest Halk Dersleri Kursu’nda (1921-1922) ve daha sonra “Ankara Hukuk Mektebi”nde dersler verdi. 1924’te “Türk Yurdu” dergisi yeniden yayımlanmaya başlayınca buradaki çalışmaları, dergi 1931 yılında kapanıncaya kadar sürdü. 1923’te İstanbul milletvekili olarak meclise girdi ve yasama çalışmalarına katıldı. 1934’e kadar Mecliste İstanbul’u temsil etti. Ölümünden bir yıl önce de Kars milletvekili oldu. Türk Tarihi kurucu üyesi olarak görev aldı. 12 Mart 1935’te, İstanbul’da vefat ederek Edime Kapı Şehitliği’ne defnedildi.[11]

B. YUSUF AKÇURA’NIN FİKİRLERİ

Yusuf Akçura’nın Türkçülük ile ilgili düşüncelerinin İstanbul’da, Rusya’da ve Fransa’da geliştiği görülür. Harp Okulu yıllarında, Necip Asım Beyin, Veled Çelebi Efendinin ve Tahir Beyin Türkçülük ile ilgili yazılarını okumuş ve etkilenmiştir. Ayrıca, İsmail Gaspirinski (Gaspıralı) tarafından basılan “Tercüman” gazetesi de İstanbul’da dağıtılmakta idi. Bu yazarların fikirleri, onu derinden etkilemiştir. Harp Okulu’nda öğrenci iken tatil aylarında Rusya ile ve oradan da Orta Asya Türkleri ile temasa geçerek, buradaki Türklerin sosyal yaşamını incelemiştir. Bu ziyaretleri sırasında, Osmanlı Türklüğü ile Kuzey Türklüğü arasında kültürel bir köprünün kurulmasını istemiştir.[12]

Onu, en çok etkileyen şüphesiz İsmil Gasprinski (Gaspıralı) olmuştur. Kırım’da Rusya’nın baskısına rağmen Müslüman halklarla sıkı ilişkiler kuran Tatarların varlıklarını sürdürebildiğini örnek gösteren Gasprinski (Gaspıralı)’ye göre, bu usulle çeşitli bölgelerde yaşayan Türkler de varlıklarını koruyabilirdi. Akçura, Gasprinski (Gaspıralı)’nin fikirleri ile çok erken tarihlerde tanışma firsatı buldu. Onunla Rusya’ya yaptığı seyahat sırasında karşılaştı. Uzaktan da akrabalığı vardı. Gasprinski (Gaspıralı), 1883’ten sonra Kırım Bahçesaray da yayımlamaya başladığı “Tercüman” gazetesi ile Türkler arasında; “dilde ve fikirde iş birliği” düşüncelerini yaymaya çalışmıştır.

İstanbul’da Akçura ve diğer aydınlar bu düşüncelerden etkilenmiştir. Çarlık Rusya’sının sansürüne rağmen, Tercüman’ın yayın hayatında kalmasının sebebi; siyasal alanda ılımlı tutum, doğayı gözlemleme, gerçekliğin incelenmesini temel alma, lâik düşünce yapısı olmuştur.[13]

Akçura’nın hayatı boyunca yazmış olduğu yazılar, üç bölüme ayrılmaktadır:[14]

  1. Genel Türk Tarihi, özellikle, Türkçülüğe ilişkin yapıtlar,
  2. Osmanlı Tarihi konusundaki yapıtlar,
  3. Avrupa’nın Yakın Çağ tarihinin siyasal, sosyal ve ekonomik konuları ile ilgili yazıları.

Bu tasniften anlaşılacağı üzere, onun çalışmalarının önemli kısmını tarih çalışmaları ve tarih öğretim üyeliği oluşturmaktadır. Yusuf’un Türkçülüğünün temelinde tarihin anlamına ilişkin düşünceler egemen olmuştur.[15]

1904 yılında Rusya’da kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyâset” isimli makalenin tamamı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve parçalanmasını önlemeye yönelik çarelerin neler olduğuna dairdir.[16] Bu makale, Mısır’da Abdülhamit yönetimine karşı savaşan “Türk” gazetesinin 24-34’üncü sayılarında yayımlanmış olup daha sonra Mısır ve İstanbul’da iki kez basılmıştır. Yusuf Akçura’nın makalesinden başka Ali Kemal’in ve arkadaşı Ferit (Tek)’in Ali Kemal’e cevabı olan bir mektubu da yayımlanmıştır.

“Üç Tarz-ı Siyâset’te üzerinde durduğu üç ana konu şunlar olmuştur:[17]

  1. Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek (Osmanlılık),
  2. İslâmcılığa dayanan bir devlet yapısı kurmak (İslamcılık),
  3. Irka dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmek (Türkçülük).

Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük görüşlerinin karşılıklı olarak mukayesesini ilk defa Yusuf Akçura yapmıştır.[18]

a. Osmanlılık: Akçura’ya göre bu fikir, II. Mahmut döneminde başlamış, Abdülmecit döneminde gelişmiş, Sadrazam Ali ve Fuat Paşalar döneminde en üst noktaya ulaşmıştır. “Osmanlılık” anlayışına göre asıl gaye, “Osmanlı memleketindeki Müslim ve gayrimüslim halka aynı siyasal hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece aralarında tam bir eşitlik meydana getirmek; fikir ve din bakımından tam bir serbesti vermek, bu eşitlikten ve serbestiden faydalanarak söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy farkına rağmen yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek Amerika Birleşik Hükümetlerindeki Amerikan milleti gibi, müşterek vatanla birleşmiş yeni bir millet, Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyenin neticesi olarak da” Devlet-i Aliye-i Osmaniye”yi aslî şekliyle, yani eski sınırlan ile muhafaza eylemekti… Osmanlı hududu haricindeki Müslümanlar ve Türkler bununla o kadar meşgul olamazlardı. Mesele mahalli ve dâhilî bir mesele idi.[19]

Akçura’ya göre; Almanların 1870-71 tarihinde milletlerin esasında ırkın önemli bir yer tuttuğunu iddia ederek Fransa’yı mağlup etmelerinden dolayı bu fikir dayanağını kaybetmiş oluyordu.[20]

b. İslamcılık: Bütün Müslümanların bir halife etrafında toplanarak fikir ve eylem birliğine varmasıdır.[21] Akçura’ya göre İslamcılık, başlangıçta Osmanlı halkını Müslim-gayrimüslim olarak ayıracak, fakat daha sonra bütün dünyadaki Müslümanları bir fikir etrafında toplayarak büyük bir birlikteliğe sebep olacaktı.

Osmanlılık fikrinin zayıflaması üzerine, Abdülaziz devrinde “Panislâmizm” düşüncesi, yaygınlaşmaya başlamış ve diplomatik görüşmelere de yansımıştır. Midhat Paşa’nın düşmesinden sonra II. Abdülhamit döneminde bu fikir, eylem hâline dönüşmüştür. Eğitimde, sarayda, sosyal ve kültürel alanda dinsellik ön plâna çıkmıştır. Müslümanların kalabalık olduğu Afrika ve Çin diyarına elçiler göndererek, Hicaz demir yolu inşasını devam ettirerek İslâmiyet’teki hilâfet nüfuzu kullanılmaya çalışılmıştır.[22]

c. Türkçülük: Niyazi Berkes’e göre; Rusya’daki Müslümanların uluslaşma akımı ile Osmanlı topraklarındaki Müslüman ve Türk olmayan grupların uluslaşma eğilimi arasındaki paralelliği ilk gören kişi Yusuf Akçura olmuştur. O, aynı zamanda Türkiye’de Türkçülüğün geleceğini, Ziya Gökalp’ten çok önce kavrayan kişidir.[23]

Yusuf Akçura, milliyetçi akımın bünyesinde birinci derecede rol oynamış kişilerden biridir.[24] Akçura’nın milleti tarifi şu şekildedir: “Millet, ırk ve lisânın esâsen birliğinden dolayı ictimâî vicdânında birlik hâsıl olmuş bir insan topluluğudur”.[25] Tarifte de görüldüğü gibi, ırk ve lisan birliği esas alınmış olmakla beraber kültürel bağlardan olan ve Ziya Gökalp’ın dâhil ettiği din faktörü bu tarife konulmamıştır. Bu da, Mustafa Kemal’in kurduğu lâik devlet anlayışına paralellik göstermektedir.

1908 Temmuzunda, Türkiye’de Jön Türk Devrimi meydana geldiğinde ülkede Türk milliyetçiliği henüz kökleşmemişti. Hiçbir basın-yayın organı bu düşünceyi savunmuyor ve siyasîler bu konuda açık bir tutum takınmıyordu. Siyasal sahnede, “Batıcılar, Osmanlıcılar ve İslamcılar” rol alıyordu. Yusuf Akçura, 1908 Devrimi’nden sonra İstanbul’a gelerek Türk milliyetçiliği konusunda yoğun çalışmalar yaptı ve 1911’de “Türk Yurdu” dergisinde yazılar yazmaya başladı ve 1912 de Türk Ocağının çalışmalarına katıldı. 1912 Ağustos ayından sonra, “Türk Yurdu Mecmuası”nın ilk nüshasından itibaren basım ve yayımını Yusuf Akçura yürütmüştür. Bu dergi ile Türkçülüğün esasını şekillendirmiş ve bütün düşüncelerini yirmi yıl süreyle bu dergide yayımlamıştır. Yusuf Akçura’nın ”Türk Yurdu Mecmuası”nın kuruluş ve çalışma ilkelerine Türklükle ilgili düşünceleri şu şekilde yansımıştır.[26]

  1. Türk Yurdu, Türk ırkına mensup halkın ekseriyeti tarafından okunup istifade olunacak bir tarzda ve lisanda yazılacaktır. Binaenaleyh lisanı sade olacak, muhteviyatı bu mevzuları Türk ırkı ekseriyetinin istifadesine yarayacak şeylerden intihap olunacaktır.
  2. Türk Yurdu, umum Türklerce makbul olabilecek bir mefkûreyi meydana çıkarmağa çalışacaktır.
  3. Türk Yurdu, umum Türklerin kendi aralarında tanışmalarına çalışacak, gerek ahlâkî gerek İktisadî cihetten yükselmelerine hizmet edecektir.
  4. Türklerin birbirleri ile tanışmalarını kolaylaştırmak için “Türk Yurdu Mecmuası”, Türk dünyasının her tarafında olup biten işlerden ve kardeşler arasında sevinç veya kaderi mucip olacak vakıalardan ve muhtelif Türk illerindeki fikir hareketlerinden ve edebî inkişâflardan haberdar edecektir.
  5. Dâhilde ancak Türklük ve Türk unsurunun siyasî ve İktisadî menfaatlerini müdafâa edecektir.
  6. Mefkûresizlikten münbais tembellik ve rehavetin ve ümitsizliğin önüne geçmeğe çalışacaktır.
  7. Türk Yurdu’nun beynelmilel siyasette takip edeceği istikamet Türk âleminin menfaatlerini müdafaa olacaktır.

Türk Yurdu dergisi, İttihat ve Terakki’nin kontrolünde olmayan ender yayın organlarından biri idi. Akçura, Talât Paşanın ve Ziya Gökalp’in bütün ısrarlarına rağmen İttihatçıların merkez komitesinde yer almadı. Bunun başlıca sebebi, yemin metninde bulunan, “Osmanlı, İslâm“ gibi kayıtların bulunması idi. Ayrıca Mustafa Kemal gibi, askerlerin siyasete müdahale etmemeleri gerektiği fikrine sahipti. Türk Ocağında, “Türk’ün Dünü ve Bugünü” konusunda çok sayıda konferans verdi. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’na girildiğinde, Türk milliyetçiliği sağlam bir biçimde kök salmış bir düşünce akımı olarak yer aldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913’ten itibaren Türkçü çevrelerin ifade ettiği, ekonomik ve kültürel görüşmelerden yoğun bir şekilde etkilendi ve politikalarına yön verdi.[27] Bunda Akçura’nın önemli bir yeri olduğu muhakkaktır.

Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset adlı makalesinde; Türklük siyasetinin İslâm siyaseti gibi yeni olduğunu, Osmanlı sınırları ile kısıtlı olmadığını ifade ettikten sonra şu düşüncelere yer vermiştir:[28]

“Osmanlı Devleti”nın menfaati, bütün Müslümanların ve Türklerin menfaatlerine aykırı değildir. Zira, tebâası olan Müslümanlar ve Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi, diğer Müslüman ve Türkler de kuvvetli bir destek olurlar, Fakat İslam’ın menfaati, Osmanlı Devleti’nin ve Türklüğün menfaatlerine tamamen uymaz. Zira, İslam’ın kuvvet kazanması, Osmanlı tebâasından bir kısmının (gayrimüslim olanların) sonunda kaybını ve bu cihetle Osmanlı Devleti’nin günümüzdeki topluluğundaki bir parçasının yok olmasını mucip olacağı gibi, Türklüğün Müslim ve gayrimüslim dinî anlaşmazlığıyla bölünmesine ve binaenaleyh kuvvetsizleşmesine sebep olur.

Türklüğün menfaatine gelince o da ne Osmanlı Devleti’nin ve ne de İslam’ın menfaatine büsbütün uygun gelmez. Zira, İslâm toplumunu Türk ve Türk olmayan kısımlarına bölerek zayıflatır ve bunun neticesi olarak Osmanlı tebaasının Müslümanları arasına da nifak salıp Osmanlı Devleti’nin kuvvetsizleşmesini mucip olur.

Bunun içindir ki, her üç cemiyete şahıs, Osmanlı Devleti menfaatine çalışmalıdır. Lâkin, Osmanlı Devleti’nin menfaati, yani kuvvet kazanması, şimdiye kadar mevcut olup bahsimizin mevzuunu teşkil eden Üç Tarz-ı Siyasî’den hangisini takiptedir? Ve bunlardan hangisi Osmanlı ülkelerine tatbiktir?”

Akçura, asıl mühim mesele olarak çeşitli din ve ırka mensup olan çok uluslu Osmanlı Devleti’nde bulunan milletlerin menfaatleri gereği kaynaşmalarının mümkün olamayacağını ileri sürüyordu. İslâm birliğinin ve Türk birliğinin Osmanlı Devleti’ne yararlı olup olmadığını da şu şekilde izah etmektedir:[29]

“İslâm, siyasî ve İçtimaî işlere pek çok ehemmiyet veren dinlerden biridir. İslam’ın esas kaidelerinden biri “din ve millet birdir”, düsturuyla ifade olunur. İslâm, mümin olan kimselerin cinsiyet ve milliyetlerini bitirir; lisanlarını kaldırmaya çalışır, mazilerini, ananelerini unutturmak ister: İslâm, kuvvetli bir değirmendir ki, farklı cins ve din müntesiplerini öğütüp, dinen, cinsen bir, aynı haklara sahip, yekdiğerinden hiç farksız Müslümanlar çıkarır…

İslam’ın meydana çıkışında, güçlü, muntazam siyasî teşkilâtı vardı. Kanun-u esasisî Kur’an idi. Resmî dili Arapça idi. İntihap edilmiş bir reisi, mukaddes bir riyaset merkezi vardı.

Lâkin, diğer dinlerin tarihinde görülen değişmeler, İslâm da dahi bir dereceye kadar müşahede olunur: Irk tesirleri ve muhtelif vakalar neticesi, dinin teşkil ettiği siyasî birlik kısmen bozuldu. Hicretten henüz bir asır geçmemiş idi ki, Arap ve Acem milliyetleri zıddiyeti, Emeviye ve Haşimiye hanedanları arasındaki nefret tarzında tecelli ile, İslâm birliğine kapanma bilmez bir yara açtı, Sünnî ve Şiî büyük ihtilâfını ortaya çıkardı.

Bir zaman geldi ki, İslam’ın kuvveti en aşağı noktasına doğru inmeye başladı. İslâm ülkelerinin bir kısmı, gitgide büyük kısmı, dörtte üçünden fazlası, Hristiyan devletlerinin hâkimiyeti altına geçerek İslamiyet’in birliği delik deşik oldu.

Kuvvetine halel veren bunca vakalar ile beraber, İslâm hâlâ pek güçlüdür. Müslimîn arasına, dinlerinde şüphelilik veya daha beteri olan imansızlık henüz girmemiş denebilir. İslam’ın hemen bütün tâbileri, din yolunda her fedakârlığı göze alacak, muti, dini ile heyecanlı, dini bütün kimselerdir.

Hâlâ her Müslüman’ın, Türk ve İranîyim demekten evvel “elhamdü-lillâh Müslüman’ım..” diyor. Hâlâ İslâmiyet dünyasının büyük kısmı, Osmanlı Türkleri hakanını İslam’ın halifesi tanıyor. Hâlâ bütün Müslümanlar, günde beş defa Mükerrem Mekke’ye yüz çeviriyor ve Kâbe’ye yüz sürüp Hacer-i Esved’i öpmek için, büyük bir heyecan ile kürenin her tarafından muhtelif sıkıntıya katlanarak koşuyorlar. Hiç korkmadan tekrar olunabilir ki, İslâm henüz pek güçlüdür. Bunun üzerine tevhid-i İslâm siyasetinin tatbikinde, dâhili mâniler az güçlük ile katlanılabilecek surettedir. Lâkin haricî mâniler pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslâm devletlerinin hepsi Hristiyan devletlerinin nüfuzu altındadır. Diğer taraftan bir iki müstesnası dışında, bütün Hristiyan devletleri Müslüman tebâaya mâliktir.

Tâbiyetlerinde bulunan Müslümanların, hatta kuvvetlice manevî bir vasıta ile olsun, hudutları haricindeki siyasî merkezlere bağlılıklarını istikbalde, mühim neticeleri çıkabilecek umumî bir fikre hizmetlerini menfaatlerine aykırı gördüklerinden ortaya çıkmasından her suretle karşı koymak isterler, ve bütün İslâm devletleri üstündeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu istediklerini icra da edebilirler. Binaenaleyh, zamanımızda en kuvvetli İslâm devleti olan Osmanlı Devleti’nin bile ciddî bir surette İslâm birliği siyasetini tatbike kalkışmasına, belki de muvaffakiyetle, karşı koyarlar.

Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşerek ve esasen Türk olmadığı hâlde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlar da Türkleştiri1ebilecekti.

Lâkin asıl büyük fayda; dilleri, ırkları, âdetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıt’asının büyük bir kısmıyla Avrupa’nın şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve böylece diğer büyük milliyetler arasında varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasî milliyet teşkil eylemelerine edilecek ve iş bu büyük toplulukta Türk toplumlarının en güçlü ve en medenîleşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim rolü oynayacaktı. Son vak’aların fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sarılar âlemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonya’nın sarılar âleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktı.

Bu faydalara mukabil Osmanlı ülkelerinde meskûn, Müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı Devleti elinden çıkması ve İslâmiyetin Türk ve Türk olmayan kısımlarına ayrılarak, artık Osmanlı Devleti’nin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddî bir münasebeti kalmaması mahzurları vardır.

Bugün ekseri Türkler mazilerini unutmuş bir hâlde bulunuyorlar. Lâkin şu da unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel Türklerin büyük bir kısmı Müslüman’dır. Bu cihetle, İslâm dini, büyük Türk milletinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir.”

Makalenin sonunda Akçura; “Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı devleti için daha yararlı ve kâbil-i tatbiktir?” diyerek cevabı okuyucularına bırakmıştır.

Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset adlı makalesinde Türk birliği konusunda söylemleri ile bu birliğe eğilimli olduğunu göstermektedir. Aynca, Türkiye’de “Türk Ocağı”nın kuruluşunda ve “Türk Yurdu” dergisinde çıkan yazılarında ne Osmanlılık, ne İslâmcılık fikirlerini savunduğu sadece Türkçülüğü savunduğu görülmektedir. Bu yüzden yabancı yazarlar, Yusuf Akçura’yı Türkçülük hareketinin lideri olarak görmüşlerdir.[30]

Mustafa Kemal, Afet İnan’ın hazırladığı “Medenî Bilgiler“ kitabında milleti şu şekilde tanımlar: Millet, dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve İçtimaî heyettir..”[31] Bu tanımdan sonra, Türk milletinin teşekkülünde esas olan unsurlar içerisinde Türk milletinin halk idaresi olan cumhuriyetle idare edildiğini Türk Devleti’nin lâik olduğunu, her reşit olan kimsenin kendi dinini seçmekte serbest olduğunu, Türk milletinin siyasî, dil, yurt, ırk, tarih ve ahlâk birliğine sahip olan büyük bir milletten meydana geldiğini misallerle izah etmiştir.

Yusuf Akçura’nın millet tarifinde dinî birlik aranmadığı gibi, ana unsurun ırk ve dil olduğu, bu tanımla da Atatürk’ün görüşüne paralellik olduğu görülmektedir. Günümüzde de bu tanım, geçerliliğini muhafaza etmektedir. 1919’da İstanbul Türk Ocağında verdiği bir konferansta, Türk milliyetçiliğinin emperyalist ve demokratik özelliklerinden bahsetmiştir. O, kendi ifadesine göre demokratik Türkçülüğü savunmuştur. Bu açıdan da İttihatçıların önemli simalarından olan Enver Beyin benimsediği emperyalist Türkçülük düşüncesini reddetmiştir.[32] Çağımızda, özellikle 1989’da Sovyet Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni Türk devletleri ile Türkiye arasında demokratik bir siyasî bağ meydana gelmiştir. Bunda Yusuf Akçura’nın ve Atatürk’ün milletlerin haklarına saygı gösteren, emperyalist düşünceleri reddeden, demokrasi yanlısı görüşlerinin önemli etkileri olmuştur.

1932 yılında toplanan Birinci Tarih Kongresi’nde,[33] Atatürk’ün de katılımı ile J. A. Gobineau’nun Arîleri üstün sayan ırkçı görüşleri; Dr. Reşit Galip, Şevket Aziz Kansu ve Sadri Maksudi Arsal’ın bildirileri ile tartışılmıştır. Yusuf Akçura, tartışmalardan çıkan sonucu şu şekilde izah etmiştir:

“Bir haftadan beri huzurunuzda söz söyleyen arkadaşlarımız ispat ettiler ki, Avrupalıların hükmetmek amacını gözeterek ortaya attıkları ırk kuramının bilimsel bir kıymeti yoktur… Biz, bütün dünyada yaşayan insanları, Avrupalılar gibi ve onlar derecesinde hukuka sahip adam evlâtları sayıyoruz”.[34]

Atatürk de “üstün ırk kuramı” ile ilgili çeşitli eserler okumuş ve böyle bir teoriyi destekleyen herhangi bir açıklama yapmamıştır. Bu sebeple de Yusuf Akçura ve diğer konuşmacıların fikirlerine katılmıştır. Almanların “üstün ırk” iddiaları yüzünden çıkan II. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın canına mal olmasının yanı sıra ekonomik kayıplara da yol açmış, dünyaya büyük bir felâket yaşatmıştır. Dolayısıyla, bu teorinin çok zararlı olduğu görülmüştür.

Sayim TÜRKMAN


Dipnotlar:
[1] Hamit Z. Koşay, “Yusuf Akçura Belleten ( Yıl 1977), Sayı: 162, s. 390.
[2] Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, İstanbul, 1983, s. 171
[3] Hamil Z. Koşay, a.g.m, s. 393.
[4] Türk ve Dünya Ünlüleri, s. 171.
[5] “Tarih Boyunca Türkçülük, Üç Tarz-ı Siyâset”,Orkun Dergisi ( Ekim 2000), Sayı:32, İstanbul, s. 48.
[6] Türk ve Dünya Ünlüleri, s. 171.
[7] Hamit Z. Koşay, a.g.m., s. 396.
[8] Hamit Z. Koşay, a.g.m., 3 96.
[9] Türk ve Dünya Ünlüleri, s. 172.
[10] Muharrem Feyzi Togay, Yusuf Akçura Hayatı ve Eserleri, Hüsrütabiat Basımevi, İstanbul, 1944, s. 62.
[11] Françai Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, çev. Ali Er, Yurt Yayınları, Ankara. 1986, s. 105-106.
[12] Enver Ziya Karal, “Önsöz”, Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset, 2. baskı, TTK Yayınları, Ankara, 1987, s. 3-4.
[13] François Georgeon, a.g.e, s. 26-27.
[14] Karal, a.g.m, s. 3.
[15] Karal, a.g.m, s. 3.
[16] Georgeon, a.g.e , s. 38-39.
[17] Karal, a.g.m., s 6.
[18] Niyazi Berkes, “Unutulan Adam”, Sosyoloji Konferansları XIV, İstanbul Üniversitesi Yayınlan No: 213, İstanbul, 1976, s. 195.
[19] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset, 2. baskı, TTK Yayınlan, Ankara, 1987, s. 19-20.
[20] Yusuf Akçura, s. 19-20.
[21] Karal, a.g.m, s.7.
[22] Akçura, a.g.e, s.23.
[23] Berkes, a.g.m, s.197.
[24] Geargeoni a.g.e, s.7.
[25] Yusuf Akçura, 1928 Yılı Yazıları, Ankara Kültür Bakanlığı Yayınları, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, 1981, s.5.
[26] Muharrem Feyzi Togay, a.g.e, s. 62-63
[27] Georgeon, a.g.e, s. 53-59.
[28] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset, s. 26-31
[29] Akçura, a.g.e, s. 31 -34
[30] Karal, a.g.m, s. 17.
[31] A. Afet İnan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK Yayınlan, Ankara, 1998, s. 18.
[32] Georgeon, a.g.e, s. 107.
[33] Muharrem Feyzi Togay, a.g.e, s. 73.
[34] Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, TTK Yayınları, Ankara, 1999, s.44.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.