Türk fikir hayatında mühim yeri olan tarihçi, muharrir, cemiyet adamı ve “siyasi Türkçülüğün” en önde gelen şahsı Yusuf Akçura’nın 11 Mart 1935’te ölümünün üzerinden seksen yıl geçti. Onun fikirleri, görüşleri ve faaliyetleri yeryüzündeki bütün Türkleri tanımak, onların dertlerine eğilmek etrafında toplanmıştı. Türklük şuuru, Türk birliği fikri onun ömür boyu yoldaşı oldu desek hiç de yanılmış olmayız. Bu durum onun konferanslarında, yazılarında, eserlerinde ve yaptığı faaliyetlerde açık bir şekilde kendini göstermiştir. Türk birliği hakkındaki fikirleri, ölümünden seksen yıl sonra da üstünde tekrar tekrar düşünülmeye, incelenmeye değer, derin fikirler olarak kalmakta ve eserleri ise Türklük ve Türkçülük araştırmaları için belli başlı kaynaklar olma vasfını korumaktadırlar.
Doğumu ve çocukluğu
Akçuraoğlu Yusuf (veya Rusya’daki soyadıyla Akçurin) İdil Ural ülkesinde Volga boyunda Simbir(sk), yeni adı ile (Rusya Federasyonu’na dâhil Tataristan Cumhuriyetinin güneyinde) Ulyanovsk şehrinde bir fabrikatör ailesinde dünyaya geldi. Doğum yılı hakkında değişik tarihler verilmekteyse de en doğrusu 1876[1] ve doğum günü de, kendisinin belirttiği üzere 2 Haziran olmalıdır[2]. Dedesi Süleyman Akçura Züye’de yaşamış olup, dört erkek ve yedi kız çocuğuna sahip olmuştur. Yusuf’un babası Hasan ise onun ikinci erkek çocuğu idi. Dede Süleyman zengin bir iş adamı olup, Züye, Simbir ve Labofka’da çuha fabrikalarının sahibi idi[3]. Ölümünden sonra bu fabrikalar oğulları tarafından işletildi. Yusuf Akçura’nın annesi ise Kazan’ın ileri gelen Türk ailelerinden Abdürreşid Yunus(ov)’un kızı idi. Yunus(ov)’un da üç erkek ve dört kız çocuğu olmuştu. İşte bu Abdürreşid Yunus(ov)’un ikinci kızı Bibi Kamer (Fahri) Banu ile Süleymanoğlu Hasan’ın izdivacından tek hayatta kalan evladı Yusuf olmuştu[4] Babası bu çocuğunun sağ kalmasının sevincinden 93 harbi (1877/1878)’nde Rusya’ya esir düşerek Simbir’e getirilen Türk askerlerine giyecek ve yiyecek hediye etmişti. Askerlerden biri de Hasan Bey’e pullu ve işlemeli bir tütün kesesi vermişti. Babası da bu keseyi oğlu Yusuf’a hediye etmiş ve Yusuf Akçura da bu hediyeyi yetişkin yaşlarına kadar muhafaza etmişti[5] Yusuf Akçura’nın babası tarafından Dibirdi’ler, annesi tarafından Apanaylar, Kazaklar gibi İdil-Ural ülkesinin tanınmış ve zengin Türk aileleri ile akrabalığı vardı[6].
Mutaassıp olmayan Kazanlı zengin ailelerde usul olduğu üzere küçük Yusuf’un eğitimi için bir Rus mürebbiye tutuldu. Bu gibi zenginler arasında, devletin hâkim milleti olan Ruslar karşısında ezik düşmemek için Rusçayı iyi bilmesi gerektiğine inanılıyordu. Böylece Yusuf ufak yaşında bir taraftan Rus dadı, diğer taraftan ise katı dini terbiye görmüş olan anne tarafından eğitilmeye başlandı[7]. 1879’da henüz iki-üç yaşında iken babasını kaybetti. Dul kalan annesi çocuğu ile Simbir’den Labofka’ya göçtü. Burada iken Yusuf Abdülmend adlı bir molladan az çok okuma yazma dersleri aldı[8]. Genç annenin tecrübesizliği neticesinde işler kötü gidince borca girdiler. Bu durumda bir Rus avukatının aracılığı ile alacaklılar, mallarına haciz koydurdular[9]. Bu arada Yusuf’un amcalarının rolü meçhuldür.
İstanbul’a hicret
Sonunda bu maddi baskılardan kurtulmak ve eldeki mevcut bir miktar parayı da kurtarmak kaygusu ile annesi Yusuf’u da yanına alarak Kırım üzerinden İstanbul’a geldi[10]. Yıl 1883 olmalıdır. Tabii ki Yusuf çok ufak, (yedi yaşında) fakat yine de bir takım şeyleri kavrayacak bir yaşta iken kendisine tamamen yabancı bir çevreye gelip yerleşmek zorunda kaldı. Anne oğul birkaç değişik kiralık evde oturduktan sonra Aksaray’da Yusufpaşa’da 700 liraya bir ev satın alındı ve Akçura’lar oraya yerleştiler. Bu arada yaşı da geldiği için Yusuf’u Divan Yolu’nda sebil üstünde Kara Hafız medresesine kaydettiler. Bu bir nevi mahalle mektebi idi[11]. Annesinin rahatsızlığı dolayısıyla sık sık Bursa kaplıcalarına giden Yusuf, ufak yaşta Osmanlıların ilk başkentini ve buradaki tarihi eserleri görme fırsatını elde etmiş ve bu güzel şehir onda derin izler bırakmıştı. 1885 yılında etrafın da ısrarı ile annesi bir Dağıstanlı olan ve Şeyh Şamil’in uzaktan akrabası bulunan Osman Bey’le ikinci izdivacını yaptı. Tabii ki bu evlilik de Yusuf’un çocuk ruhunda fırtınalar koparmış, kendini bildiğinden beri hem analık hem babalık yapmış biricik annesini bir yabancı ile paylaşmak zorunda kalmıştı.
Askeri Okullarda
Kendi semtlerine yakın olan Fatih Askeri Rüştiyesine değil de, Koca Mustafa Paşa Askeri Rüştiyesine kaydedilmesini de Yusuf üvey babasının fena niyetine atfetmişti[12]. Bu okulda yalnız Türklerin değil, Arnavut, Arap, Rum gibi değişik kavimlere mensup çocukların bulunmasına şahit oldu[13]. Bu durum da onun gelecekteki fikri gelişiminde mutlaka bir rol oynamıştır. Bu çağlarda Yusuf Türkiye’yi ziyaret eden veya çeşitli sebeplerle Türkiye’ye sığınmış olan bazı Kazanlı ailelerle görüşür, onlardan Rusların Müslümanlara yaptıkları adaletsizlik ve zulümleri duyarak üzülür ve hatta Ruslara beddualar okurdu[14].
Tekrar Kazan’da
Annesi memleketteki maddi pürüzlerin halledildiği haberini alınca akrabalarını ziyarete karar verdi ve Yusuf 1888 yılında, 11-12 yaşlarında iken mektep müdürü Asım Beyden izin alarak, yola çıktılar[15]. Yusuf Odesa yoluyla Kazan’a giderken eniştesi İsmail Gaspıralı (1851 – 1914) ile görüşür, Simbir’e geldiği zaman büyük amcası İbrahim Reşid Efendi ile belki de ilk defa olarak Türkçülükle ilgili bahisleri müzakere etme fırsatını buldu. Simbir’de kaldığı sürede, ilme meraklı amcasının zengin kütüphanesinden faydalandı. Kazan’a uğradığı zaman ise meşhur tarihçi ve din âlimi Şihabeddin Mercani (1818-1889) ve filolog, Tatar dilini savunmasıyla şöhret bulan, dilci ve ansiklopedist Kayyum Nasıri (1825-1902)’yi tanıma fırsatını elde etti[16]. Annesinin rahatsızlığı dolayısıyla Dim nehri dolaylarında bir Başkurt köyüne gittiler. Annesi burada kımız içerek tedavi olmayı arzulamakta idi. Bu Yusuf’a Başkurtların, onların adet ve örflerini yakından tanımak fırsatını verdi. Başkurtlarda halk edebiyatının canlı bir şekilde yaşadığına fakat aynı zamanda Rusların tesiri ile içki içmek gibi kötü adetlerin de yerleşmeye başladığına üzülerek şahit oldu[17]. İdil Ural’da bulunduğu bu dönemde “Kreşin” diye adlandırılan, zorla vaftiz ettirilen (kendileri tersini iddia ediyorlar), tekrar İslamiyet’e dönmeleri ve Müslümanlarla münasebet kurmaları yasaklanan birkaç Kazanlı aileyi tanıyıp hayli müteessir oldu[18]. Böylece bir yıl kadar kaldığı baba yurdundan güzel, enteresan ve hüzünlü intibalarla tekrar İstanbul’a dönmek zorunda kaldı[19].
Bir yıldan sonra tekrar İstanbul
Döndükten sonra Askeri Rüştiyenin tekrar üçüncü sınıfına alındığı için eski sınıf arkadaşlarını bulamamıştı[20]. Rüştiyeyi tamamladıktan sonra 1894’te Harbiye mektebine ve 1896 yılında da Erkan-ı Harp sınıfına intisap etti[21]. 1895’te ise acı bir felakete uğradı, o yılki İstanbul zelzelesinde, annesi evinde yıkılan balkonun altında kalarak ölmüştü[22]. Artık Yusuf Akçura’nın evi, yurdu ve ailesi Harbiye olmuştu. O devirde Harbiye mektebinde şöyle bir tezat mevcuttu: Merasimlerde gençlere Padişaha sadakat yemini ettiren hocalar, gizli konuşmalarda talebelerine Avrupa’daki meşruti idarelerin medeniyet getirdiğini telkin ediyorlardı[23]. Yusuf Akçura da bu havanın tesiri altında kalmış olmalıdır. Çünkü henüz Harbiye’nin ikinci sınıfında iken gizli faaliyetlerinden şüphelenilerek 45 gün prangabentliğe (hapis) mahkûm edilmişti. Çalışkan bir öğrenci, sınıf dördüncüsü olduğundan okul komutanı Rıza Paşa’nın da yardımı ile Harbiye’den kovulmaktan kurtulmuştu[24]. Bu arada Yusuf Akçura’nın bu nevi siyasi faaliyetlerinin dışında, Türk kültürü meseleleri ile de ilgilendiğini görüyoruz. Bu meyanda kuzey Türklüğünü güney Türklüğüne tanıtmak maksadıyla Tatar din adamı, tarihçi ve dönemine göre yenilikçi âlim Şihabeddin Mercani’nin öğrencilerinden o sırada İstanbul’da bulunan Abbas Efendi ile tanıştı. Onunla birlikte “Şihabeddin Mercani’nin tercüme-i hali” adlı bir makale hazırlamış ve bu makale Musavver Malumat adlı dergide neşredilmişti[25]. Bu eser ayrıca Akçura’nın yayınlanan ilk makalesi olması yönünden de dikkate değerdir. Yusuf Akçura cedidçi (yenilikçi), filolog ve ansiklopedist Kayyum Nasıri hakkında da bir makale hazırlamış ve aynı dergiye yollamışsa da, nedense bu eser basılmamıştır[26].
İdama mahkûm edilme (müebbet sürgün)
Mercani hakkındaki makalesi neşr olunduğu sıralarda, yani 1891’de ikinci defa tevkif edildi. Yıldız Sarayında sorguya çekilerek Ahmed Ferid (Tek)’in dışında diğer, seksen iki arkadaşı ile birlikte Fizan’a (Libya) sürgün edildi[27]. Yusuf Akçura işte Taşkışla’da mahkûmiyetini beklerken Ta kendim yahut Defter-i Amalim adlı otobiyografi taslağını hazırlamıştı[28].
Fizan’a sürgün edilen bu 84 kişi Trablusgarb Vilayet-i Celilesi hazinesinde kâfi meblağ bulunmadığı için Trablusgarp Kalesinin eski kasrına hapsolundular. Kısmen yerin üstünde bir asker koğuşunda, kısmen yer altında bir nevi zindanda geçen bu mahpusluktan, Avrupa’daki “Genç Türklerin” bir zümresi ile Osmanlı Sultanı arasında akdolunan mütareke şartlarından birinin tatbiki suretiyle kurtulabildiler. Hiç olmazsa şehir dâhilinde hareket serbestisine kavuşan Akçuraoğlu Yusuf, Fırka Erkan-ı Harbiye’sine katılmış, Erkan-ı Harbiye Mülazım-i Sani rütbesi ile bir müddet Harbiye Kaleminde ve livalarda muallim olarak çalışmıştı[29]. 1899 yılında Yusuf Akçura Ahmed Ferid’le birlikte İngiliz bandıralı bir Maltız (Malta) kayığına binerek Fransa’ya kaçıp kurtuldular[30].
Firar ve Paris’te yüksek tahsil
Yusuf Akçura’nın Paris’te görüştüğü ilk Türk, Doktor Şerafeddin Mağmumi olmuştu. Mağmumi Akçura’ya Osmanlılık fikrinin çürüklüğünden, imparatorlukta çeşitli unsurların anlaşmasının imkânsızlığından, Türk milliyetçiliğinden başka salim fikir bulunmadığından bahsetmiş ve bu fikirleri Akçuraoğlu’na çok derin tefsir etmişti[31]. Yusuf Akçura Paris’te Ecole des Sciences Politiques, yani siyasi ilimler okulunda tahsile başladı. Paris’te Quartier Latin denilen talebe mahallesinde Berholet Sokağı iki numaradaki Hotel du Monde’ta kiraladığı ufak bir odada ikamet ediyordu[32]. Yusuf Akçura Paris’e gelince, parası olmadığı için memleketteki uzak akrabası Yusuf Apanay’a müracaatla, oradaki servetini kurtarmasını rica etti ve Apanay da ona tahsili süresince her ay para yolladı[33]. Yusuf Akçura bu sıralarda gayet dindar olup, beş vakit namazını ihmal etmezdi[34]. Yusuf Akçura Boutumy, Albert Sorel, Funk, Brentano, Levy-Bruhl, Tarde ve Le Roy-Beaulien gibi ciddi Fransız milliyetperverleri olan âlimlerden ders görüyordu. Albert Sorel, yüzyılımızın tarihindeki ana faktörün “millet”ler olduğu fikrini yaymakta idi. Yusuf Akçura bir taraftan öğrenimi ile meşgul olurken diğer taraftan “Genç Türklerin” toplantılarına katıldı[35]. Genç Türklerin liderlerinden Ahmed Rıza tarafından Türkçe olarak çıkarılmakta olan Şura-i Ümmet gazetesine makaleler yazdı[36]. Ayrıca Yusuf Akçura’nın, yine Ahmed Rıza’nın çıkardığı Mechveret‘in Fransızca nüshasında Midhat Paşa hakkında iki-üç sayıda çıkan uzun bir makalesi yayımlandı[37].
Yusuf Akçura o devirde Osmanlı Devleti’nin siyasi durumu ile ilgilendiği kadar genel Türklükle de alakadar olmaya gayret ediyordu. Aynı yıllarda Paris’te hukuk tahsili yapmakta olan Sadri Maksudi (Arsal) (1879-1957)’ın belirttiğine göre, Yusuf Akçura İsmail Gaspıralı (Gasprinski) Bey’in çıkarmakta olduğu Tercüman gazetesinin yirminci yayın yılına başlayacağını bir yakınından duyar ve “başka bir millet olsa idi bir jübile düzenlerdi” diye üzüntüsünü belirtince, Sadri Maksudi’nin teklifi ile buna bir katkıda bulunmak için faaliyete geçti. Rusya Türkilerini bu mühim günü anmaya teşvik eden Akçura müştereken hazırlanan risaleyi, menfa arkadaşı olan Mahir Sait Bey’in Cenevre’deki hususi matbaasında bastırdı. Bu risaleler Rusya Türkilerinin ileri gelenlerine yollandı. Neticede 1903 yılının ilkbaharında münevver milletseverler Bahçesaray’da toplanarak Tercüman‘ın yirminci yılını kutladılar. Bu tören ve toplantı Rusya Türklerinin ilk milli kongresi mahiyetini almıştı[38]. Yusuf Akçura Paris siyasi ilimler okulunu 1903’te “Osmanlı İmparatorluğu teşkilatları tarihi üzerine bir deneme (Essai sur l’histoire des Institution de’l Empire Ottoman)” adlı tezle üçüncülükle tamamladı[39]
Tekrar Kazan ve Üç Tarz-ı Siyaset
Yüksek tahsilini tamamladıktan sonra Türkiye’ye gidemeyerek doğduğu memleketine döndü ve esas yurdu olan Züyebaş köyünde akrabalarından Yusuf Dibirdi’nin yanına yerleşti[40].Yusuf Akçura işte burada büyük tartışmalara yol açan ve hatta belki bugün de aktüalitesini koruyan, siyasi Türk milliyetçiliği fikrini ortaya koyduğu Üç Tarz-ı Siyaset adlı eserini kaleme aldı[41]. Bir yazara göre, 1848 Komünist Manifestosu nasıl bir rol oynamışsa, bu makale de Türkçüler için benzer bir rol oynamıştır[42]. Üç Tarz-ı Siyaset adlı 32 sahifelik bu makale laik düşüncenin tam ve mükemmel bir eseri olarak görür [43]. Kahire’de “Genç Türkler” tarafından çıkarılmakta olan Türk gazetesinde 1904 yılında yayınlanan Üç Tarz-ı Siyaset[44] Osmanlılık düşüncesinin iflasını açıkladıktan sonra, Panislamizm’in, yani İslam birliğinin gerçekleştirilemeyeceğini belirtmiş ve Osmanlı Devleti için kurtuluş yolunun Türk Birliği, yani Pantürkizm olduğunu belirtmişti. Türkçülük düşüncesi Ali Suavi (1839-1878)’nin 1869 yılında Paris’te çıkardığı Ulum gazetesinde yazdığı “Türk” başlıklı makalesinden beri, Osmanlı aydınları arasında yayılmakta idi. Askeri mektepler nazırı Süleyman Hüsnü Paşa (1838-1892) bu düşünceyi yazılarıyla 1870 yıllarında Harbiye öğrencilerine telkin etmişti. Daha sonra Fransız müellifi Leon Cahun’ün Orta Asya Türklerinin tarihi kahramanlıklarını destanlaştıran Introduction a I’ historie de’ I Asie adlı eseri bazı değişikliklerle Necip Asım (1861-1935) tarafından tercüme olunarak Türk Tarihi başlığı ile 1899’da yayınlanmış ve kitap genç nesilde romantik bir milliyetçilik havası estirmişti. Bununla beraber, Türkçülük düşüncesi 20. yüzyılın başlarına kadar bir siyaset programı halinde ortaya konulmuş değildi. Akçuraoğlu’nun adı geçen yazısı bir program mahiyetini taşıyordu[45]. Akçura da bu makalesini en mühim eseri olarak kabul eder[46]. Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde, “Türk Birliği siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı ülkelerindeki Türkler, hem dini hem ırki bağlar ile pek sıkı, yalnız dini olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsenmemiş unsurlar da Türkleştirilebilecektir. Lakin asıl büyük fayda dilleri, ırkları, âdetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmıyla Avrupa’nın şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve böylece büyük milletler arasında varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasi milliyet teşkil eylemelerine hizmet edebilecektir” demekte idi[47].
Aslen Rusyalı bir Türki (Tatar) olan Akçura’nın bu şekilde Türkçülük meselesini ortaya koyması dikkate değer[48]. Bunda onun Rusya’daki çeşitli Türki toplulukların ancak dış bir güç, yani Osmanlı Devletinin müdahalesi ile kurtulacağına inanması da rol oynamıştır. Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’te ileri sürdüğü görüşler, devrinde çeşitli sert tepkilere yol açtı. Türk gazetesinin başmuharriri Ali Kemal “Cevabımız” adlı makalesi ile Yusuf Akçura’yı pek katı ve hatta alaycı bir dille tenkit etti. Ali Kemal, “bizim için Türkü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten, Türk ve İslam’ı Osmanlılıktan, Osmanlılığı Türk’ten, İslam’dan ayırmak, tekliği üçe bölmek olmaz” demekte idi[49]. Yusuf Akçura’nın Harbiye, sürgün ve Paris dönemindeki arkadaşı Ahmed Ferid de bu münakaşaya katılmış, yine Türk gazetesinde basılan “Bir mektup” adlı makalesinde Ali Kemal’i suçlamış, Yusuf Akçura’yı desteklemiş idi. Ahmed Ferid, Türk birliğini gerçekleştirmenin zorluğuna işaret etmişti. Fakat yine de bu konuda kötümser olmamıştı. Ahmed Ferid, “Türk siyaseti İslam siyasetinden daha kuvvetli olmak ihtimalini haizdir. Türkler, hemen bir diğerine bağlı olarak otuz-otuz beş milyonluk büyük bir kavim teşkil etmektedirler. Rusya’nın ülke büyüklüğüne karşılık, siyaset erbabınca malum olan siyasi ve içtimai zaafı düşünülürse, uzak bir istikbalde büyük bir Türk hükumeti tasavvur etmek belki sırf hayal olmaz” demekte idi[50].
Kazan’da siyasi faaliyetler
Yusuf Akçura bir yandan genel Türkçülük meseleleriyle ilgilenirken diğer yandan Rusya Türkleri arasındaki siyasi, içtimai ve kültürel gelişmelere de katkıda bulunmaya çalışıyordu. İdil-Ural’ın en önde gelen ve siyasi faaliyetleri ile dikkati çeken Kadı Abdürreşid İbrahim (1853-1944) 1905 yılının Mart’ında o tarihte Kazan’da bulunan Münyamin Ahmet(ov), Yusuf Akçura ve daha birkaç gençle buluşarak Rusya Türklerinin büyük bir toplantısını düzenleme meselesini görüşmüştü. Yusuf Akçura, Damolla Alimcan Barudi (1857-1921) ve meşhur zenginlerden Ahmed Bay Hüseyin(ov)’un inisiyatifi ile Hüseyin(ov)’un evinde din adamlarından, zenginlerden ve tanınmış kişilerden oluşan altmış kişi toplandı. Burada Rusya Müslümanlarının ihtiyaçlarını belirten bir dilekçe yazılmasına ve Petersburg’a bir resmi heyet yollanmasına karar verildi. Bu heyette Mirza Gerey Alk(in), Abdullah Apanay ve Yusuf Akçura vardı[51]. Aynı zamanda “Umum Rusya Müslümanlarının” Petersburg’da bir toplantılarının yapılması için faaliyetlere girişilmiş ve Yusuf Akçura da eniştesi İsmail Gaspıralı’ya Petersburg’a gelmesini rica eden bir mektup yollamıştı. Bu faaliyetler sürerken “Orenburg Müslüman Ruhani Meclisi” müftüsü Muhammedyar Sultan(ov), başbakan Graf Vitte’nin emri üzerine Ufa’da ulema toplantısı düzenledi (10-15 Nisan 1905). Bu kurultaya ancak din adamları çağrıldığı halde bu faaliyet aydınlar tarafından da duyulmuştu. Bunun üzerine Türk-Tatar aydınları adına, Yusuf Akçura bir dilekçe sunarak kongrede sadece dini değil, sosyal ve siyasi meselelerin de incelenmesini talep etti[52]. 8 Nisan 1905’te Türk aydınlarının Petersburg’da aldığı gizli karara istinaden Ağustos’un sonuna doğru Mekerce Panayırına (Nijni Novgorod) ülkenin çeşitli bölgelerinden Türk vekilleri akmaya başladı ve 15 (28) Ağustos 1905’te Oka nehri üzerinde bir gemide Rusya Türklerinin ilk (gizli) toplantısı yapıldı. Bu toplantıda Rusya Türklerinin hemen hemen bütün ileri gelenleri, Kırım’dan İsmail Gaspıralı, Azerbaycan’dan Ali Merdan Topçubaşı (1862-l934), Türkistan’dan ve Sibirya’dan vekiller mevcuttu. Bu toplantıda “Müslüman İttifakı” adlı bir siyasi parti kurulmasına karar verildi[53]. “Müslüman İttifakı” partisinin on beş kişilik merkez komitesinde Yusuf Akçura da bulunuyordu. Bu partinin programı da Rus liberal burjuva aydınlarının partisi olan Kadet’lere (Meşrutiyetçi Demokratlar) yakındı. Zaten Yusuf Akçura da Kadet Partisine kaydolmuş ve hatta Ocak 1906’da bu partinin de merkez komitesine seçilmişti[54]. Kısacası “Müslüman İttifakı” partisinin en tesirli propagandacısı Kadı Abdürreşit İbrahim, en esaslı temel direği de Yusuf Akçura idi[55]. Yusuf Akçura “Müslüman İttifakı”nın kuvvetlendirilmesi gerektiğine işaretle Ahbar gazetesinin 1906 yılında yayınlanan 80. sayısında çıkan “Duma ve Rabıta” adlı makalesinde “… Şayet Rusya’daki Müslümanlar kendi fikir ve arzularını daimi olarak bildirmek isterlerse Rusya Müslümanlarının İttifakını mükemmel, muntazam, mürettep bir cemiyet, bir parti haline sokmaları gerekir” diye yazmıştı[56]. Yusuf Akçura bu arada Kazan’da ilk defa neşrolunan, avukat Seyid Gerey Alkin’in baş muharrirliğini yaptığı Kazan Muhbiri‘nde çalıştı. Bu gazetenin ilmi ve siyasi dayanağı “İttifak”ın Avrupa anlamındaki en âlim ideoloğu olan Yusuf Akçura idi[57]. Yusuf Akçura bir ara Kazan’ın ileri gelen medreselerinden “Medrese-i Muhammediye”de siyaset ve tarih dersleri verdi[58]. Bu medresedeki çalışmalarının ürünü olan Ulum ve Tarih adlı eseri 1906’da Kazan’da basıldı. Yusuf Akçura’nın çok yönlü faaliyetleri sürerken istişari mahiyette olmakla birlikte politik tesir kazanmaya namzet Rus parlamentosu “Duma” için (I. Duma: 27 Nisan (10 Mayıs) – 9 (22) Temmuz 1906) seçim hazırlıkları başlamıştı. Yusuf Akçura da bu seçim öncesi hazırlıklarında Kadet’lerle birlikte “Devlet Duma”sına çok sayıda Türki mebus sokabilmek için yoğun çalışma içinde idi. Fakat Rus hükümeti kendisi açısından zararlı gördüğü bu şahısları parlamentoya sokmamak için seçim tarihinden bir müddet önce değişik bahanelerle tevkif ettirdi. Bu tevkif edilenler arasında Yusuf Akçura da vardı. 8 Mart 1906’da Kazan’da hapse atılan Yusuf Akçura 43 günlük mahpusluktan, yani Duma teşkil edildikten sonra serbest bırakıldı[59]. Kısa bir müddet sonra I. Devlet Duma’sı dağıtıldı ve II. Devlet Duma’sı teşkil edildiyse de, bu da fazla ömürlü olmadı (20 Şubat (5 Mart) – 3 (16) Haziran 1907), irtica hortladı ve 3 Haziran 1906’da II. Devlet Duma’sı dağıtıldı. Yusuf Akçura bu olayı 3 Haziran Vak’a-i Müessiyesi adlı makalesinde işledikten sonra[60] Rus hükümetinin takibine uğrayınca, Kırım’da Bahçesaray’a, eniştesi İsmail Gaspıralı’nın yanına gitti. Burada Tercüman gazetesinde “Sa’fes” imzası ile siyası makaleler yazdı[61].
2. Meşrutiyet ilanı – İstanbul’a dönüş – Türk Derneği
Yusuf Akçura bu arada Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyetin ilanı haberini alınca alelacele ufak tefek işlerini tasfiye ederek Ekim 1908’de İstanbul’a döndü[62]. Muhtemelen Meşrutiyet ile birlikte siyasi af da çıkmıştı. Aksi takdirde bir kanun kaçağı olarak ülkeye dönemezdi. İstanbul’da Türkçü arkadaşlarına tekrar kavuşarak kültürel Türkçülük yapma gayesi ile “Türk Derneği”ni kurma faaliyetine katıldı. Aralarında Ahmed Midhat, Emrullah Efendi, Necip Asım, Bursalı Tahir, Celal (Korkmazoğlu), Veled Çelebi, müverrih Arif, Musa Akyiğit, Fuad Raif, feylesof Rıza Tevfik ve Ahmed Ferid (Tek) gibi şahısların bulunduğu kurucular 25 Kanunevvel (Aralık) 1908’de “Türk Derneği”ni kurdular[63]. Bu arada derneğin henüz yayın organı olmadığı için Yusuf Akçura 1909-1910 yıllarında yazılarını Sırat-ı Müstakim dergisinde neşrediyordu. Bu derginin değişik nüshalarında onun bilhassa politik meselelerle ilgili makaleleri yayınlandı[64] 64. Bu arada Türk Derneği dergisi de neşr olunmaya başladı, fakat ancak yedi sayı çıkarılabildi. Zaten derneğin 15 Teşrinievvel (Ekim 19l2)’de üye sayısı 63 kişiden ibaret idi[65]. Yusuf Akçura’nın Türk Derneği dergisinde de bir iki yazısına rastlanmaktadır[66]. Gerek Türk Derneği gerekse dergisi kısa ömürlü oldular.
Türk Yurdu Dergisi- Türk Ocağı Derneği
18 Ağustos 1911’de Mehmed Emin (Yurdakul), Ahmed Hikmet (Müftüoğlu), Ağaoğlu Ahmed (1869-l939), Hüseyinzade Ali (1864-l941), Doktor Âkil Muhtar ve Yusuf Akçura “Türk Yurdu” adlı bir dernek kurdular ve bu cemiyetin organı olan Türk Yurdu dergisi neşre başlandı[67]. Türk Yurdu dergisinin masrafları ise başta Tatar zenginlerinden Mahmud Bay Hüseyin(ov)’un yollamış olduğu on bin altın ruble ile karşılandı[68]. İlk sayısı Yusuf Akçura’nın müdürlüğünde 7 Aralık 1911’de çıkmaya başlayan Türk Yurdu o kadar ilgi gördü ki ilk sayı dört, ikinci üç, üçüncü ve dördüncü sayılar ikişer defa basıldı[69]. Türk Yurdu Birinci Dünya Harbi dönemi de olmak üzere, eski harflerle tam 17 yıl Yusuf Akçura’nın da büyük katkısı ile neşr olundu. Yusuf Akçura bu dergi dışında “Türk Ocağı”nı kurma faaliyetine de aktif olarak katıldı. “Türk Ocağı” 25 Mart 19l2’de açıldı ve Osmanlılara Türklerin sadece Türkiye sınırları içinde yaşamadığını anlatmaya çalıştı[70].
Yusuf Akçura geniş anlamda Türkçülük düşüncesine, idealine kalben bağlı bir insandı. İdil-Ural’da (Rusya) başlayan Türklük-Tatarlık tartışmasına da katılmadan edemedi ve uzlaştırıcı bir rol oynamak gayreti ile “Türk- Tatarlar birdir ve medeniyete hizmet etmişlerdir” adlı bir konferans verdi. Bu konferansın metni Türk Yurdu tarafından ayrıbasım olarak hazırlanarak okuyuculara hediye edildi[71]. Yusuf Akçura’nın Cengiz Han hakkındaki konferansı ve Türk Yurdu dergisinde bu konferansın seri olarak basılması[72] İslamcılarla Türkçülerin arasını açmıştı[73]. Yusuf Akçura sade dil taraftarı olduğu için Celal Nuri ve Midhat Cemal’le de tartışmalara girmişti[74]. Balkan Harbinde ise Akçura (Ekim 1912- Temmuz 1913) Ahmed Ferid (Tek) ile birlikte Erkan-ı Harp yüzbaşısı üniforması ile Çatalca cephesinde vazife gördü[75]. Bu savaştan sonra Yusuf Akçura’nın dört, dört buçuk ay için Suriye ve Hicaz’a gitmiş olduğunu biliyoruz[76]. Bu seyahati esnasında hac farzını da yerine getirdi[77].
Yusuf Akçura’nın halkçılığına gelince, o hakiki hürriyet sever ve demokrat, devlet idaresinin demokrasiye, yani halk iradesi temeline dayanarak kurulmasına taraftar, istibdat ve tahakkümün amansız düşmanı idi[78]. Türkçülerin çıkardığı, ilk sayısı Nisan 1913’te yayınlanan, Halka Doğru adlı dergide Yusuf Akçura’nın da “Halka” adlı yazı dizisi yayımlandı[79]. Yusuf Akçura bir yandan yayın, konferans gibi faaliyetlerini sürdürürken, diğer yanda da Darülfünunda Tarih profesörlüğü yapmakta idi. Fakat bu görevinden 1916’da uzaklaştırıldı[80]. Dünya Harbi yıllarında maddi durumu kötüleşince Aksaray’daki anne yadigârı evini satmak zorunda kaldı. Dostlarının yardımı ile Heybeliada Denizcilik Okulu’nda bir müddet muallim olarak çalıştı[81]. Fakat bütün bu maddi sıkıntılar Yusuf Akçura’yı genel Türklük uğrunda çalışmaktan alıkoymadı.
Rusya mahkûmu Müslüman Türk Tatarlar
Yusuf Akçura 1916 yılında “Rusya mahkûmu Müslüman Türk Tatarların hukukunu müdafaa cemiyeti (komitesi)” adlı büyük bir siyasi teşkilat kurdu. Komitede Kazan Türklerinden Yusuf Akçura, kadı Abdürreşid İbrahim, Kırım Türklerinden Mehmed Esad Çelebizade, Buharalı Mukimeddin Beycan, Azerbaycan Türklerinde Ali Hüseyinzade, Ahmed Ağaoğlu gibi şahıslar bulunuyordu[82]. Bu heyet Avrupa’nın Sofya, Budapeşte, Viyana, Zürih ve Berlin gibi başkentlerine giderek o devletlerin ileri gelenleri ile temaslar kurdu, çeşitli konferanslar verdi. Yusuf Akçura da Macar Milli Akademisinde, Berlin Prusya Akademisinde, Sofya’da Bulgar Akademisinde Rusya Türklerinin vaziyetini anlatan konferanslar verdi. Yusuf Akçura’nın bu konferansları bir muhtıra şeklinde Fransızca ve Almanca olarak yayımlandı[83]. Bu meyanda “Rusya mahkûmu Müslüman Türk-Tatarların hukukunu müdafaa cemiyeti” İsveç, Norveç, Danimarka, İsviçre ve A.B.D. gibi henüz o tarihte tarafsız olan ülkelere de Rusya Türklerinin durumunu anlatan ve yardım isteyen muhtıralar yolladı[84].
Hilal-i Ahmer Temsilcisi – Rusya
Avrupa seyahatinden dönen Yusuf Akçura’ya, çok geçmeden 1918’de yeniden Avrupa, daha doğrusu Rusya yolu gözüktü. “Hilal-i Ahmer”in (Kızılay) temsilcisi olarak Rusya’daki Türk esirlerini kurtarmak için görüşmelerde bulunmak maksadıyla bir yıl kadar Rusya’da kaldı. O devirde Moskova’da Lenin hâkimse de, ülkenin diğer taraflarında başkaldıran generallerin emrindeki Ak Ordularla Kızıl Ordu çarpışma halinde idi. Yusuf Akçura Ufa’ya kadar gidebildiyse de, General Kolçak Ufa’ya yaklaşınca Sibirya’ya geçemedi. 1919 yılının başlarında Helsinki’ye uğradı. Danimarka’da Türk tarihine büyük hizmeti dokunan Wilhelm Thomsen’i ziyaret ederek, Türkler adına ona teşekkür etti[85]. Stockholm’de bulunduğu esnada “İç Rusya Türklerinin Milli İdaresi” reisi sıfatıyla Paris’teki sulh konferansına katılmak için Stockholm’den geçmekte olan Sadri Maksudi (Arsal)’la da görüştü[86].
Yeni Türk Devletinde Üstlenilen Görevler
1919’da işgal altında bulunan ikinci vatanına döndü, Ekim 1919’da ise Ahmed Ferid’in kurduğu “Milli Türk Fırkası”na katıldı. 1919 yılının sonunda Yusuf Akçura bu sefer İngilizler tarafından tevkif edilerek Agopyan Hanına hapsedildi. Hapisten çıkınca 1920’de kendinden 20 yaş ufak olan Selma Hanım’la evlenerek, İstiklal mücadelesine katılmak üzere Ankara’ya geçti[87].Yusuf Akçura artık yeni Türk devleti için çalışıyor, bu genç cumhuriyetin kuvvetlenmesi, ayakta kalması için mücadele ediyordu. Hariciye Vekâletinde dış işleri umum müdürü olarak vazife aldı. Rusya’da çıkan açlık sebebiyle gelen bir heyeti Atatürk’le görüştürerek, onlara bir miktar yardım verilmesini sağladı[88] 1923’te Atatürk’ün yüksek arzuları ile İstanbul milletvekili seçildi. Yusuf Akçura 1925’te açılan Ankara Hukuk Mektebinde Siyasi Tarih hocalığına atanmış, 14 Nisan 1931’de Atatürk’ün Türk Tarih Kurumunu kurmakla görevlendirdiği âlimler arasında yer almış ve 1932’de bu Kurumun başkanı seçilmişti. 1933’te İstanbul Üniversitesinin yeniden kurulmasından sonra burada Siyasi Tarih profesörlüğüne getirildi[89].
Sonuç
Yusuf Akçura’nın bu resmi görevleri onun genel Türkçülük için çalışmalarına mani olmamıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ün devrinde belki de Türkçülüğün son ve en tesirli çıkışını Yusuf Akçura’nın Türk Yılı – I928 adlı eserde görmekteyiz. Bu eser Rusya Türklerinin milli hareketlerini incelemede araştırmacılar içi ana kaynak mahiyetindedir[90].
1934’te Yusuf Akçura’nın sıhhati tamamen bozuldu, doktorlar durumunu ağır buldular, istirahat etmesini, sigarayı, çalışmayı bırakmasını, yürümemesini tavsiye ettiler. Fakat o çalışmalarından vazgeçemedi ve 11 Mart 1935’te Kars milletvekili iken İstanbul’da evinin dışında kalp sektesinden vefat etti[91]. Ardında Ülken adlı bir kız ile Tuğrul adlı bir oğlan çocuğunu bıraktı.
Ölümü Türkçülük hareketi için büyük bir kayıp idi. Yıllarca bütün Türklüğe ve vatanı Türkiye’ye büyük hizmetler vermiş olan Yusuf Akçura’nın ölümünden sonra nedense Türkiye’de sadece bir-iki anma yazısı ve yurt dışında hemşerisi Ayaz İshaki’nin çıkardığı dergi özel sayısı yayımlandı[92]. Bunların dışında Türk Yurdu ve “Türk Ocakları” devrinden sağ kalan mesai arkadaşlarından, Yusuf Akçura’yı tanıyan belli başlı hemşerilerinden hemen hiç kimse bir şeyler yazmadı[93]. Ölümünden sonra Zaman Kitaphanesi sahiplerinden Misak Bey tarafından Yusuf Akçura hakkında bir eser hazırlanmak istenmiş ve bu hususta belli başlı şahıslara müracaat edilmişse de, nedense bu teşebbüs neticesiz kaldı[94]. Ancak seneler sonra ilk defa olarak Muharrem Feyzi Togay, 1944 yılında Türkçe ve 1980 yılında ise François Georgeon (Aux origines du nationalisme turc. Yusuf Akçura) adlı eserler kaleme aldılar.
Yusuf Akçura’nın yalnız Türk Yurdu dergisinde 70’ten fazla makalesi yayınlandı, ondan fazla büyük ve ufak çapta kitapları yayımlandı ve çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda makaleleri çıktı[95]. Yusuf Akçura’nın ilk eseri 1897’de neşredildi ve en son olarak 1981’de Türk Yılı – 1928 adlı eserinin bir kısmı Kültür Bakanlığı tarafından 2. defa basıldı[96].
Yusuf Akçura hakkındaki bu makaleyi 30 yıl önce kaleme almıştım. O dönemde bu makale aşağıdaki kitap ile dergide yayımlanmıştı.
“Yusuf Akçura’nın Hayatı (1876-1935)”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), (Ankara 1987), s. 17-33.
“Yusuf Akçura’nın Hayatı (1876-1935)”, M.Ü. Türklük Araştırmaları Dergisi, II (1987), s. 89-103.
Benim bu incelememden sonra Yusuf Akçura ilgili neler yapıldı diye şöylece bir göz attığımda aşağıdaki çalışmalara rastladım.
Türk Tarih Kurumu Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın önsözü ile Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı eserini ilk defa olarak yayınlandı. Türk Tarih Kurumu Başkanı olarak vefat etmesine 41 yıl sonra eski başkanın Türk milliyetçiliği konusunda ne kadar etkili olduğu akla gelmiş oldu. Yusuf Akçura hakkında en ilgi çeken eserin bir Fransız akademisyen olan F. Georgeon’un Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri – Yusuf Akçura adıyla Türkçe olarak ilk baskısı 1986’da ve 4. baskısı 2005’te yapılan eseri görüyoruz. 1987 yılında Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü 1985’te yapılan anma toplantısının bildirilerini yayımlamıştı. Aynı yıl bu sefer Yusuf Akçura’nın hemşerisi Tatar kökenli Türk akademisyeni Prof. Dr. Ahmet Temir’in Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları serisinde Yusuf Akçura adlı eseri (Ankara 1987) okuyucu ile buluştu. Bundan çok sonra amatörce bir çalışma ortaya çıktı. Bu, O. Çakmak ve A. Yücel adlı yazarların 2002’de basılan Yusuf Akçura adlı bir kitabı idi. En son olarak ise Türk Kızılay Derneği Yayınları arasında Seçil Karel Akgün – Murat Uluğtekin’in Birinci Dünya Savaşı Sonunda İskandinavya’dan Sibirya’ya Hilal-i Ahmer Hizmetinde Yusuf Akçura adlı eser birinci baskısını 2009 ve ikinci baskısını 2010’da yaptı. Ancak bu kitabı hazırlayanların konudan uzak oldukları anlaşılıyor. Çünkü Yusuf Akçura Rusya’ya Türk esirlerini kurtarmak için gittiğinde Sibirya’ya kadar gidememişti. Daha ziyade Rusya’nın Avrupa bölümünde kalmıştı. Bu eser aslında Akçura’nın kendi faaliyeti hakkında bastırdığı raporun günümüz alfabesine çevrilmesidir. Tabii ki faydalı bir yayın olmuştur.
Yusuf Akçura’nın kendi eserlerinin dışında hakkında yazılan başka bir esere rastlamadık. Gözümüze tek bir Yüksek Lisans çalışması ilişti: Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalında Halil İbrahim Akkuş tarafından (Isparta 2009) savunulan tez, Yusuf Akçura’nın Din ve Toplum Anlayışı adını taşımaktadır. Bunun dışında bir iki araştırma görevlisinin makalelerine rastladık. Ancak bu gençler derinlemesine bir inceleme yapmaktan sarfı nazar etmişler. Ellerine geçen birkaç malzeme ile yetinerek akademik bir eser koyduklarını zannetmişler.
Bu vesile ile ilgi çeken iki çalışmayı burada anmak istiyorum. İlki Prof. Dr. Ahmet Kanlıdere, ( “Yusuf Akçura ve Kuzey Türkleri”, Sosyoloji Dergisi, 2, Dizi 18, sayı 2009, s. 235-258) tarafından kaleme alınmış. Ciddi bir araştırma ürünü olarak karşımıza çıkıyor. İkincisi Prof. Dr. Yavuz Akpınar, (“Yusuf Akçura’nın Hüseyinzade Ali Bey’e Yazdığı Mektuplar”, Türk Yurdu, Nisan 2011, Sayı: 284, s. 3-13) tarafından yayımlanmış. Bu çalışma çok orijinal bilgiler içeriyor ve Yusuf Akçura’yı daha iyi tanımamıza yardımcı oluyor.
Kısacası Yusuf Akçura gibi ideolojisi yeni Türk Cumhuriyetinin oluşmasında büyük etken olan birine bu kadar az önem verilmesi şaşırtıcı gelebilir. Ancak Türkiye’de bu rolü, suyun ardından olmayan Ziya Gökalp’e vermek daha cazip geliyor. Ne de olsa Akçura buraya hizmet etse de buralı değil. Bir araştırmacının ifade ettiği gibi Türkiye’de Tatar, doğduğu memlekette Türk diye anılıyor.
Ölümünün 80. yılında Rusya Federasyonu’nda (Tataristan Cumhuriyetinin başkenti Kazan ile Ulyanovsk şehrinde) 29-31 Mayıs 2015 tarihlerinde anılacak. Yunus Emre Enstitüsü, Şihabettin Mercani Tarih Enstitüsü ve Ulyanovsk Üniversitesi “Yusuf Akçura: Geçmişte ve Bugünde” adlı uluslararası bir konferans düzenleniyor. Şimdiye kadar onu anmamalarının nedeni çeşitli olabilir. Ancak şimdi bu akademik faaliyet takdire şayandır.
Türkçülüğü siyasi platforma getiren, buna bütün ömrünü vakfeden ideolog, fikir adamı, akademisyen, toplum adamı Yusuf Akçura’yı ölümünün 80. yılında minnet, sevgi ve saygı ile anıyoruz.
İstanbul, Mayıs 2015
İstanbul Ticaret Üniversitesi öğretim üyesi