1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı’nın 1918 yılına gelindiğinde Bağlaşık Devletlerin aleyhine sonuçlanacağı ortaya çıkmaya başladı. Osmanlı Hükümeti, müttefiklerinin teker teker savaş sahnesinden çekilmesinin yanı sıra, Irak ve Suriye Cephelerinde alınan yenilgiler üzerine, 30 Ekim 1918’de İtilaf Devletleri adına İngiltere ile Mondros Mütarekesi’ni imzalamak zorunda kaldı.
Böylece İtilaf Devletleri Osmanlı Devletini paylaşmak için aralarında yaptıkları gizli antlaşmaları uygulama imkanına kavuştular. Osmanlı Devleti’nden pay almanın hesaplarını yapan devletlerden birisi de Yunanistan’dı. Yunan politikasının ne olduğu ve neyi hedeflediğine geçmeden önce İtilaf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ne yönelik politikalarına kısaca değinmekte fayda vardır:
İngiltere: Mütarekenin imzalandığı tarihte Muhafazakar ve Liberal Partilerin koalisyonundan oluşan Llyod George hükümeti mağlup devletlere karşı sert ve uzlaşmaz bir politika uygulanması taraftarıydı.[1] İngiltere’nin Osmanlı politikasını şu esaslar üzerine bina ettirtiğini söyleyebiliriz:
- Denizyollarının kontrolünü elde tutmak prensibinin uzantısı olarak boğazların ele geçirilmesine büyük önem veriyordu.
- Osmanlı Devleti’nin siyasi ve askeri teşkilatlarını elinden geldiğince zayıflatmak ve kendi isteklerine boyun eğecek hale getirmek.
Savaşın ilk yıllarında Çanakkale ve Irak Cephelerinde aldığı yenilgiler sebebiyle büyük bir düşmanlıkta söz konusu idi. Bu sebeple bağımsız tek İslam devleti olan Osmanlı’nın bütün imkanlar kullanılarak ezilmesi ve bu şekilde diğer İslam topluluklarına gözdağı verilmesi İngiliz dış işlerinin öncelikli hedefleri arasındaydı.
Fransa: Dış politikasında önceliği doğu sınırlarının güvenliğini veren Fransa, bu doğrultuda yeni dönemde Almanya’nın etkisizleştirilmesine büyük önem veriyordu. Osmanlı Devletine gelince; ilke olarak Anadolu’nun parçalanmasına karşı olmasına[2] rağmen, bunun kaçınılmaz olması durumunda Doğu Akdeniz’de Suriye ve Lübnan’ı, Anadolu’da da Çukurova bölgesinin kendisine bırakılmasını istiyordu.[3]
İtalya: Bilindiği üzere İtalya, I. Dünya Savaşı’na Anadolu’dan kendine toprak bırakılması şartıyla İtilaf Devletleri safında girdi. Londra Sözleşmesi ve St. Jean de Maurienne Anlaşmaları ile Batı Anadolu’dan hatırı sayılır yerleri ele geçirmeyi planlıyordu. Ayrıca, Akdeniz’de rekabet halinde olduğu Fransa’ya Anadolu’dan toprak verilmesi durumunda kendisine de Güney Anadolu’dan Antalya ve civarının bırakılmasını istiyordu.[4]
Amerika Birleşik Devletleri: İtilaf Devletleri içerisinde Osmanlı Devletine dönük net bir politikası olmayan ABD yönetimi deyim yerindeyse iki başlılık arz ediyordu. Başkan Wilson, 8 Ocak’ta Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmasıyla barışın milliyetler prensibine göre yapılması taraftarı olduğunu beyan ediyordu.[5] Buna karşılık Cumhuriyetçilerin söz sahibi olduğu Dışişleri Bakanlığı ise Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından yana olup, kurulacak yeni devletin Orta Anadolu ile sınırlı kalmasını istiyordu.[6]
Yunanistan: İtilaf Devletleri içerisinde en zayıf ve savaşa en geç katılan devlet olmasına rağmen, Osmanlı Devleti’nden pay istemekte en cüretkâr devlet Yunanistan idi. Zira kurulduğu ilk günden itibaren bütün toprak kazanımlarını Türk devleti aleyhine elde etmiş olan Yunanistan, savaşa da yine aynı beklentiler sebebiyle girmişti.
Yunan başbakanı Venizelos’a göre Birinci Dünya Savaşı, Bizans İmparatorluğu’nun Yunanistan eliyle diriltilmesinin kapısını açacaktı. Şimdi galipler safında yer aldığına göre Yunan devletinin sınırlarını Anadolu’nun batı kıyılarına doğru uzatmayı, hatta Paşaeli/Trakya ve İstanbul’u bile ele geçirmeyi kendine hak olarak görmekteydi.[7]
Bu kadar farklı beklentilere sahip ve hatta bazı hususlarda birbirileriyle rekabet halinde olan İtilaf Devletlerinin tek ortak paydası mütarekeden faydalanarak Osmanlı Devleti’ni paylaşmaktı.
Bu ruh hali ve beklentiler içerisinde 18 Ocak 1919’da Paris’te görüşmeler başlatıldı. Adı her ne kadar barış konferansı ise de, toplantıların odak noktasında Anadolu’nun nasıl taksim edileceği ve hangi devlete ne kadar pay verileceği yatmaktaydı.[8]
Toplantılar, sadece İtilaf temsilcilerinin müzakerelerine sahne olmuyordu. Eline belge ve istatistik adını verdikleri kağıtlardan geçiren azınlık temsilcileri de birbirileriyle yarış edercesine Osmanlı Devleti’nden pay koparmak için mücadele etmekteydiler. Bu bakımdan Rumlar ve Ermeniler ön plana çıkan gruplardı. Rumlar, Yunan başbakanı Venizelos’un, Ermeniler de ABD ve İngiltere’nin sempati ve desteğini elde etmeye muvaffak oldular.
Venizelos, 3-4 Şubat l9l9’da Konferans Yüksek Konseyi’ne sunduğu resmi talebinde, Batı Anadolu’da yaşayan Rumları, Yunan halkı ile aynı kökten göstererek, bunların Türklere oranla gerek nüfus itibarıyla ve gerek ekonomik açıdan büyük üstünlüğe sahip olduğunu ileri sürdü. Buna karşın asırlardır sırf Hıristiyan olmalarından dolayı Türkler tarafından katledildiğini ve çeşitli zulümlere uğratıldığını iddia etti. Savaş sonrası Hıristiyanları Türk zulüm ve boyunduruğundan kurtarmak (!) için uygun bir fırsatın ele geçtiğini, bunun çok iyi değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Venizelos iddialarını Fener Patrikhanesi’nden temin ettiği sözümona doğru istatistiklerle de destekleyerek, İzmir ve çevresinin işgal edilmesini Konseyden istedi.[9]
Teklif, İtalyan temsilcisinin devletinin malum beklentileri sebebiyle itiraz etmesine karşın, Yüksek Konseyin diğer üyeleri tarafından olumlu karşılandı. Uzun incelemelerden sonra Mayıs başında tekrar Konsey gündemine taşınan teklif, Lloyd George’un da desteği sayesinde 6 Mayıs’ta kabul edildi.[10]
Yunan talebinin Konseyde kabul görmesinin sebebi, bunun haklılığı ve doğruluğundan ziyade, İtilaf Devletlerinin genel politikalarıyla uyumlu olmasıydı. Tabii İngiltere’nin, Yunanistan’a yeni dönemde biçtiği yeni rolün de bunda payı büyüktü.[11]
Konseyin İzmir’in işgaline karar vermesi Venizelos’a yıllardır hayalini kurduğu Büyük Yunanistan projesini uygulamaya koyma imkanını verecekti. İktidarı ele geçirdiği ilk günden itibaren dış politikasını buna göre şekillendiren Venizelos, bütün İtilaf ordularında yaşanan terhisin aksine, Yunan ordusunu bu amaca uygun olarak yeni birliklerle takviye ettirmekteydi.
Kısa sürede hazırlıkları tamamlanan Yunan birlikleri, 14 Mayıs’ta Müttefik kuvvetlerin İzmir istihkamlarını işgal etmesinin ardından, 15 Mayıs sabahı karaya çıkarak şehri işgal etti.
Sözde büyük kargaşanın yaşandığı İzmir’de, Konsey adına düzeni yeniden tesis etmek amacıyla karaya çıkartılan Yunan askerleri, aradan bir saat bile geçmeden yıllarca sürecek kan ve gözyaşının tohumlarını atmaya başladılar. Yunan askerleri ve Rum çeteleri, 17 Mayıs’a kadar aralıksız şekilde süren büyük bir Türk katliamı başlattılar. Maddi kayıplar bir kenara bırakılırsa, iki gün içinde öldürülen Türklerin sayısı 2000’nin üzerindeydi. Herhangi bir mukavemetin gösterilmediği dikkate alınırsa, bu rakam Yunanlıların kinini ve katliam hırsının ne boyutlarda olduğunu göstermeye yeterlidir.[12]
Yunan ordusunun katliamları İzmir şehri ile sınırlı kalmamış, işgal sahası genişledikçe Yunan vahşeti ve öldürülen Türklerin sayısı katlanarak artmıştır.[13] İki ay içinde kuzeyde Ayvalık, güneyde Aydın şehrine kadar uzanan bölgede 150’den fazla köy kısmen ya da tamamen yakıldı, ahalisi de katledildi.[14]
Yunan Hükümeti, askeri genişlemeye paralel olarak, bölgeyi Yunanistan’ın parçası haline getirmek için uzun vadeli bir programı uygulamaya sokma kararı aldı. Bu maksatla 19 Mayıs’ta Yunan Fevkalade Komiserliği’ni kurdu. Başına Epir valisi Aristeidis Stergiadis’i, yardımcılığına da Drama Mutasarrıfı Naibzâde’yi getirdi.[15] Yunan Hükümeti, bu teşkilat eliyle bölgedeki Türk idaresini yavaş yavaş etkisiz hale getirdiği gibi, icra edilmekte olan bütün Türk kanun ve mahkemelerini de yürürlükten kaldırdı.[16]
Yunanlılaştırma faaliyetinin en korkuncu ise, hem resmi kuvvetlerle hem de Rum çeteleri eliyle Türklerin iç bölgelere sürülmesi oldu. Uygulanan usuller o denli vahşi idi ki, sadece Mayıs-Temmuz ayları içinde yaklaşık 80000-150000 kadar Türk kendi ülkesinde muhacir durumuna düşürüldü. Boşalan yerlere ise Komiserlik eliyle Yunanistan’dan ve adalardan 120000’i aşkın Rum yerleştirildi.[17]
Bütün bu olan bitenlere karşı Osmanlı Hükümeti, protestodan öte bir şey yapamadığı gibi, Yunanlılara karşı 15 Mayıs’tan itibaren fiili olarak mücadeleye başlamış olan Kuva-yı Milliyecilere karşı da olumsuz bir tavır takındı. İzmir Valisinin de bu harekete bakışı Hükümetten farklı değildi.[18] Hükümetin ve mahalli idarenin bu acizliğine rağmen vatanını koruma azmindeki Türk Milleti, Yunan vahşetine karşı eline silahı alarak mücadeleye başladı. Anadolu’nun diğer bölgelerinde ise yapılan mitinglerde, toplantılarda ve cemiyet kongrelerinde başta Yunan işgali olmak üzere bütün İtilaf işgalleri protesto edildi. İstanbul’da Hükümete ve İtilaf Devletleri temsilcilerine gönderilen telgraflarda işgaller ve katliamlar kınandı. Bütün bunlar doğusundan batısına bütün Türk Milleti’nin yekvücut olduğunu ve bağımsız yaşamak hususundaki azmini gösteren önemli siyasi mesajlardı.[19]
İzmir’in işgalinden önce ve sonrasında Yunanlıları hararetle destekleyen batılı basın ve yayın organları katliamların gizlenemeyecek boyuta ulaşmasından sonradır ki yavaş yavaş işgal aleyhine yayınlar yapmaya başladılar. Bu tepkilerin doğmasında ve batı kamuoyunu etkilemesinde bazı İtilaf Devletleri subaylarının da rolü olduğu inkar edilemez. Bu insanlardan birisi de işgalin müsebbibi olan İngiltere’nin İstanbul’daki Yüksek Komiseri yardımcısı Amiral Webb’di. Amiral Webb, 17 Ağustos 1919’da Dışişlerine gönderdiği yazısında, Anadolu’daki durumun her geçen gün kötüye gittiğini, Yunan kuvvetlerinin Anadolu’dan çekilmesini sağlayacak bir anlaşmanın yapılmasını Müttefikleri içine düştüğü kötü durumdan kurtaracak yegane yol olarak gördüğünü söylüyordu.[20]
Gerek Türk Milletinin ve gerek bazı batılı asker ve siyasetçilerin yüksek sesle dile getirdiği tepkiler Yüksek Konseyin bir takım adımlar atmasına neden oldu. Konsey, ilk olarak İzmir’in işgali esnasında meydana gelen olaylara dair Yunan başbakanından bilgi istedi. Bunun üzerine Venizelos, başbakan yardımcısı Repulis ile Albay Mazarakis’den oluşan bir heyeti 20 Mayıs l919’da İzmir’e gönderdi. Heyetten Konseye sunulmak üzere geniş bir rapor hazırlamasını istedi. Heyet, gerekli incelemeleri yaptıktan sonra hazırladığı raporu 28 Mayıs’ta başbakana sundu. Venizelos 29 Mayıs’ta Konseye gönderdiği mektupta, rapordaki bilgileri çarpıtarak, Türklerin verdikleri kayıpları gayet az gösterdi. Meydana gelen olayların bütün sorumluluğunu Türklere ve yerli Rumlara yıkarak Yunan birliklerinin suçsuz olduğunu iddia etti.[21]
Venizelos’un iddialarına karşın, İstanbul ve İzmir’den gönderilen telgraflar, iddia edildiği gibi Yunan birliklerinin hiç de masum olmadıklarını ve Türklerin verdikleri kayıpların da belirtilenden daha fazla olduğunu ortaya koymaktaydı. Üstelik işgallerin her geçen gün genişlemesi durumu iyice içinden çıkılmaz bir hale soktuğu belirtilerek acilen tedbir alınması da isteniyordu.
Batı Anadolu’daki durumun müttefikleri zor duruma soktuğunu anlamakta gecikmeyen Yüksek Konsey, Damat Ferit Paşa’nın yerine vekalet eden Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin 15 Temmuz tarihli Yunan işgal sahasının sınırlandırılması ve Yunan mezaliminin tahkik edilmesini isteyen yazısını,[22] 18 Temmuz’da müzakere ederek, Batı Anadolu ile ilgili iki önemli karar aldı. Bunlardan birincisi, General Milne’nin başkanlık edeceği bir “Tahdid Komisyonu” oluşturulması, diğeri de Yunan mezalimini incelemek üzere bir “Tahkik Komisyonu” kurulması idi.[23]
Yüksek Konsey, komisyonlarla ilgili aldığı kararı Osmanlı Hükümetine 3 Ağustos 1919’da bildirdi. Hükümet, ertesi gün basına ve umum vilayetlere gönderdiği tamimde, Konseyin kararını çok yerinde bir karar olarak gördüğünü belirtmekte, Yunan mezaliminin apaçık olduğunu, dolayısıyla general rütbesine haiz üyelerden oluşan Tahkik heyetinin mezalim olup olmadığından ziyade mezalimin derecesini tespit edeceğini haber veriyordu.[24]
Yüksek Konsey, Ağustos ortalarına kadar heyetin görev ve yetkileri üzerinde çalışırken, üyelerin seçimi işini ilgili devletlere bırakma kararı aldı.
Heyet üyelerinin adları, Türk basınında ilk kez Vakit ve Sabah gazetelerinin 16 Ağustos günkü nüshalarında yayımlandı. Buna göre üyelerin adları ve mensup oldukları ülkeler şöyleydi:
- ABD adına Amiral Mark Lambert Bristol,
- İngiltere adına General Robert Hugh Hare,
- Fransa adına General Gediges Hippoltyte Bunoust,
- İtalya adına General Alfredo Dall’Olio.[25]
Venizelos, görüşmeler devam ederken, Yüksek Konsey’den bir Yunan subayının heyete katılmasını istediyse de, teklif, incelemeleri olumsuz yönde etkileyeceği gerekçesi ile reddedildi. Buna karşın Konsey, halk ile heyet arasında irtibatı sağlamak vazifesiyle bir Yunan ve bir Türk subayının heyete refakat etmesine karar verdi.[26] Bu karar doğrultusunda heyete Yunanistan adına Albay Aleksandır Mazarakis, Osmanlı Devleti adına da Erkân-ı Harbiye Umumiye İkinci Şube Müdürü Kaymakam (Yarbay) Kadri Bey atandı.[27]
Tahkik heyeti diğerinin aksine daimi bir başkana sahip değildi. Üyelerin her birinin sırayla toplantılara başkanlık etmesi kararlaştırıldı. Dört asli üyenin dışında heyette 20 muavin ve bir çok da katip ile daktilograf görev alıyordu. Heyetin genel katipliğine ise İtalyan Ordusundan Valeri adlı subay getirildi.
Heyete refakat etmesi istenen Türk ve Yunan subayları irtibatı sağlarken gerekli gördükleri belge ve şahitleri heyetin huzuruna çıkarabileceklerdi. Buna karşın toplantılara katılma hakkına sahip olmayacaklardı.[28]
Heyetten 15 Mayıs-21 Temmuz arası meydana gelen olayların aydınlatılması istendi.[29] Üyelerden olayları tespit ederken, hadiselerin cereyan ettiği mahalleri gezmeleri ve her türlü ayrıntıyı not etmeleri ve buna göre raporlarını hazırlamaları beklenmekteydi.
Yüksek Konsey üyelerden özellikle şu noktaların aydınlatılmasını istedi:
- İşgalden önce bölgedeki Hıristiyanların genel güvenlik durumu,
- Yunan Kızılhaçı tarafından gemilerle silah ve cephanenin getirilip getirilmediği ve Rumlara dağıtılıp dağıtılmadığı,
- Bir direniş oluşturulup oluşturulmadığı,
- Bu direnişi oluşturmak için gemilerle silah getirip Türklere dağıtılıp dağıtılmadığı,
- Hapishanelerin boşaltılıp boşaltılmadığı,
- Yunan askerlerine hükümet meydanı ve Türk mahallelerini işgal emri verilip verilmediği,
- İlk silah sesinden sonra çıkan kargaşada Türklerin kışladan ateş açıp açmadığı,
- Kışladan beyaz bayrak görülmesine rağmen Yunan kuvvetlerinin ateşe devam edip etmedikleri,
- Siviller ve askerler tarafından yapılan yağmalar hakkında ayrıntıların tespiti,
- 15 Mayıs’tan sonra yapılan tutuklamalar, bunların sayısı ve tutuklulara karşı yapılan muamelelere dair ayrıntıların tespiti.[30]
Bu maddeler dikkatle incelendiğinde aydınlatılması istenen hususların İzmir’de 15-17 Mayıs günleri arasında yaşananlarla ilgili olduğu görülecektir. Konsey, bu maddelerle heyetten çalışmalarında özellikle bu günlerde meydana gelen olaylar üzerinde durmasını istiyormuş gibi bir izlenim uyandırmaktaydı. Başka bir deyişle, Konsey verdiği bu talimatla 17 Mayıstan sonra meydana gelen olayların fazla önemli olmadığını ya da kendisinin önem vermediğini göstermek istiyor gibidir. Kaldı ki 17 Mayıs’tan sonra Türk halkına reva görülen şeyler İzmir’de yaşananlardan kat kat daha fazla ve zalimane idi.
Konsey, heyetle ilgili bu çalışmaları yaparken, meselenin esas tarafları olan Türk ve Yunan Hükümetleri de boş durmuyorlardı.
Yunan Komiserliği, heyetin gelişinden önce bölgede bir taraftan yoğun propaganda çalışmaları yürütürken, diğer yandan da Türklere karşı sindirme faaliyetlerine hız verdi.[31] Yunan hükümeti de propaganda işlerinde kullanılmak üzere bütçeden 250.000 lira ayırarak Komiserliğe gönderdi. Yunan idaresi, propaganda çalışmalarında özellikle çeşitli vaatlerle kandırdığı Müslümanları kullanarak halk üzerinde etkili olmaya çalışıyordu. Bu kişilerin işe yaramadığı yerlerde ise, halktan zorla Yunan idaresini istediklerine dair imzalı kağıtlar topluyordu.[32]
Yunanlıların çalışmaları bunlarla da sınırlı değildi. Yerli Rum çetelerine işgal sahası dışındaki yerlerde hükümet dairelerine saldırılar tertip ettiriyorlardı. Bundan maksat, Batı Anadolu’da asayişsizliğin devam ettiğini göstererek dolaylı biçimde Yunan işgalinin haklı gerekçelere dayandığını ispat etmekti. Üstelik bu şekilde hareket edilerek bundan sonraki işgaller içinde zemin hazırlanmış oluyordu.[33]
Yunan Komiserliği, Türk mülki idaresi üzerinde de baskılarını artırarak, onların Yunan idaresi aleyhinde faaliyette bulunmalarını engelliyorlardı.[34]
Yunan idaresinin çalışmalarının bir ayağını da Rumlar teşkil ediyordu. Heyet bölgenin nüfus yapısını inceleyeceğinden ve milliyetler prensibine göre buraların hangi idareye bırakılacağı hususunda Konseye bilgi ve tavsiyede bulunacağından Komiserlik gerek Yunanistan’dan ve adalardan ve gerek Orta Anadolu’dan Rumları İzmir ve çevresine yerleştirmeye hız verdi. Bunun yanı sıra Osmanlı uyruğundaki Rumların Yunan tabiiyetine geçmesi için de yoğun emek harcıyordu.[35] İşte bu göç ve tabiiyet değiştirmelerini Osmanlı Devleti aleyhine kullanarak, Türk idaresinin azınlıklarca istenmediğini kendince ispata çalışıyordu.
Yunan idaresi, yerli Rum basınıyla da işbirliğini artırdı. Yunan, yapılacak propaganda türü yayınlarla Avrupa kamuoyu ve siyasi çevrelerinin desteğini tekrardan kazanmak istiyordu.[36] En azından İzmir’de kendisine karşı olan İtilaf Devletleri uyruklularını yumuşatmayı düşünüyordu.
Türk halkına şirin görünmek için bir takım faaliyetlerde yürütülüyordu. Bu maksatla Yunan Divan-ı Harbi Türklere karşı kötü muamele yapmakla suçlanan birkaç Yunan subayını cezaya çarptırdı. Fakat bunlara verilen cezaların gülünç derecede olması bir yana subayların cezalarını çekmeleri için Yunanistan’a gönderilmeleri Yunan idaresinin inandırılıcılığını ortadan kaldırıyordu. Bu arada ağır cezaya çarptırılmış birkaç Türk de aynı mahkeme tarafından salıverildi.[37]
Yunan tarafının bu çalışmalarına karşın Türk tarafında da hummalı bir çalışma yürütülüyordu.
Sadaret, ilk olarak işgal esnasında ve sonrasında Yunanlıların hükümet dairelerine verdiği zararın tespit edilmesini Dahiliye Nezareti’nden istedi. Vali İzzet Bey, bu hususta daha önceden çalışma başlattığı için istenen listeleri hemen hükümete gönderdi. Hükümet, bunun üzerine Valilikten çalışmaların İzmir’in işgaliyle sınırlı tutulmamasını, Tahkik heyetinin incelemelerine başlayacağı 23 Ağustos’a kadar götürülmesini istedi.[38]
Tahkik heyetinin Valiliğin elindeki her türlü belge fotoğraf vb. evrakı dikkate alacağının öğrenilmesi üzerine vilayet dahilinde Yunan mezalimini ispata yarayacak her türlü belge ve dokümanın süratle toplanılmasına çalışıldı.[39]
Bu arada gerek İzmir’in işgaline ve gerek iç bölgelerde gerçekleşen işgal ve katliamlara şahit olanlar ile Yunan mezalimine maruz kalan kişilerin tespitine ve heyet huzuruna çıkarılmalarına gayret edildi. Bu kişiler arasında hukukşinaslar ile yabancı dil bilenlerin öncelikli olarak tespit edilmesi ve heyetle görüştürülmeleri Valilikten istendi.[40]
Nezaretler ve Valilik tarafından toplanan belge, fotoğraf ve görgü şahitlerinin yazılı ifadeleri Meclis-i Vükelanın onayından sonra heyete sunulmak üzere kitap haline getirildi.[41]
İzmir valiliğinin bu çalışmalarına ek olarak Harbiye Nezareti de askeri makamların yazışmalarını topladı. Harbiye Nezareti’nin Dahiliye Nezareti’ne takdim ettiği dokümanlar şunlardı:
- İzmir Nüfus İstatistiği,
- Mezalime ait Harbiye Nezareti’nce yayımlanan birinci kitap (Türkçe)
- Birinci kitabın Fransızca nüshası
- Mezalime ait ikinci kitap (Müsvedde halinde Türkçe)
Toplanan bu resmi belge ve fotoğrafların dışında İzmir Müdafaa-ı Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti tarafından iki eser bastırılarak Dahiliye Nezareti’ne teslim edildi.[42]
Yunan baskısı sebebiyle heyet karşısına çıkarılması planlanan şahitlerin bir kısmı, gizli yollarla bölgeye sokulurken, diğer bir kısmı da İstanbul’a getirilerek, burada heyet huzuruna çıkarılmaları düşünüldü.[43]
Heyet üyeleri, farklı tarihlerde İstanbul’a geldikleri için ilk toplantı ancak 12 Ağustos’ta, İtalyan Büyükelçiliğinde yapıldı.[44] Bu toplantıda Harbiye, Hariciye ve Dahiliye Nezaretleri İzmir hadiseleriyle ilgili olarak hazırladıkları raporları heyete verdiler. İstanbul’da toplanmış olan bazı şahitlerin heyet tarafından dinlenmesi için yapılan müracaat üyelerce yerinde bulunarak, kabul edildi. Bu, aslında önemli bir başarı sayılırdı. Heyet, bu müracaatı Osmanlı Hükümeti’nin bir siyasi oyunu olarak görebilir ve şahitleri dinlemeyebilirdi. Ama korkulan olmadı ve heyet üyeleri İzmir’e gideceği güne kadar İzmir eşrafından bir kaçını dinlemeyi kabul etti. Tahkik Heyeti, resmi görüşmeden sonra ilk olarak İstanbul’da bulunan 17. Kolordu kumandanı Ali Nadir Paşayı dinledi.[45]
İkinci toplantısını 16 Ağustos’ta ABD Büyükelçiliğinde yapan heyet burada İzmirlilerden oluşan bir grubu kabul ederek onlarla görüştü. Ertesi gün İzmir Müdafaa-ı Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti temsilcilerini kabul eden heyete mezalime dair belgeler ve İzmir Vilayeti’nin nüfus istatistikleri takdim edildi.[46]
İstanbul’da ki son toplantılarını 19 Ağustos’ta yapan heyet üyeleri İzmir eşrafından Haydar Rüştü, Muvaffık ve Mazhar Beyleri dinledi.
İstanbul’a geldikleri ilk günden beri Türk basınının ilgisiyle karşılaşmış ve çalışmaları büyük bir dikkatle takip edilen heyetin Amerikalı üyesi Amiral Bristol, İfham gazetesi muhabiriyle 20 Ağustos’ta heyetin çalışmalarına dair yaptıkları söyleşide; heyetin İstanbul’daki çalışmalarını tamamladığını, fakat buradan tam bir kanaat elde etmenin mümkün olmadığını, dolayısıyla İzmir ve çevresinde incelemeler yaptıktan sonra gereken raporun hazırlanacağını söyledi.[47]
Heyetin İzmir’e gideceğinin haber alınması üzerine Dahiliye Nezareti İzmir İstanbul’daki son toplantılarını Valiliğine gönderdiği yazıda gerekli hazırlıkların yapılmasını istedi. Fakat bu talimatın gönderilmesinden çok önce Vali İzzet Bey bütün hazırlıkları zaten tamamlamıştı.
Heyetin İtalyan ve Fransız üyeleri 20 Ağustos’ta, diğer üyeler ise ertesi gün İzmir’e ulaştılar.
Şehre gelen üyelerin tamamı indikleri tarih itibariyle Vali İzzet Beye nezaket ziyaretinde bulundular. Bu ziyaretler esnasında İzzet Bey tarafından kendilerine İzmir’de yaşananlar ile ilgili geniş bilgiler verildi.[48]
Heyette görevlendirilen Kadri Bey de 22 Ağustos’ta İzmir’e geldi.[49]
Tahkik heyeti İzmir’deki ilk toplantısını 23 Ağustos’ta ikametlerine tahsis edilen Mekteb-i Sultani’de yaptı. Toplantıya geçilmeden önce Müftü Rahmetullah Efendi ile Belediye Reisi Hacı Hasan Paşanın başkanlığında İzmir’in ileri gelenlerinden oluşan bir heyet, generalleri ziyaret etti. Müftü ve belediye reisi, yaptıkları kısa konuşmalarda adaletin tecelli edeceğine dair inançlarını belirterek, Tahkik heyetinin yapacağı incelemeler neticesinde ortaya çıkacak olan gerçeklerin Paris Barış Konferansı’nca da takdir edileceğini umduklarını söylediler.[50]
İzmir ileri gelenlerinin ziyaretinden sonra toplantı odasına kabul edilen Vali İzzet Bey, Türk tarafının dinlenmesini istediği kişilerin adlarını ihtiva eden bir listeyi generallere takdim etti.[51]
24 Ağustos gününü dinlenerek geçiren Tahkik heyeti, ertesi gün yaptığı toplantıda ilk olarak Vali İzzet Beyle mülakat yapmayı uygun buldu. Üyeler görüşme sırasında Valiye daha ziyade 15-17 Mayıs günlerinde İzmir’de cereyan eden hadiselere ilişkin sorular yönelttiler. İzzet Bey kışladan ateş edilip edilmediği sorusuna verdiği cevapta; işgal sonrasında bu tür iddiaların ortaya atıldığını, hatta Vilayet konağından dahi ateş edildiği yönünde Yunanlıların gerçek dışı iddialarda bulunduğunu belirterek, kışladan ateş edilip edilmediği hususunda bilgi sahibi olmadığını, buna karşın Konaktan ve halk arasından Yunan birliklerine kesinlikle ateş edilmediği cevabını verdi. İzzet Bey, işgalin ilk günü bir çatışmaya meydan vermemek için Vilayet konağında bulunan jandarma kuvvetini silahsızlandırdığı için Yunan askerlerine ateş açılmasının kesinlikle ihtimal dışı olduğunu da sözlerine ekledi. İzzet Bey şehirde yaşanan Yunan vahşetine ilişkin özet olarak şu beyanatta bulundu:
“İşgalin birinci günü kendi gözlerimle konağın avlusunda 7-8 ölü ve basamaklarda da iki tane gördüm İlk üç gün içerisinde Müslümanların evleri bahanesiz ve tasavvur edilemez biçimde kurşuna tutulup, basılıp, yağmalandığı ve kadınlarla, kızların ırzına geçildiği konusunda bana yüzlerce şikayet ulaşmıştır.
İşgalin dördüncü günü rezalete son verilmek istendi. Fakat o zamana kadar bütün cinayetler bir yana bırakıldı ve cezasız bırakıldı.
Hapishaneler yüzlerce ve binlerce suçsuz günahsız Müslümanlarla doldurulmuş ve orada akla hayale gelmeyecek işkenceler uygulandı.”.[52]
İzzet Bey, beyanatını daha sonra 26 sayfa halinde Fransızca kaleme alarak heyete takdim etti.[53]
Heyet üyeleri 26 Ağustos’ta yaptıkları toplantıda işgal esnasında Yunan askerlerinin neler yaptıklarına şahit olan birkaç yabancı uyruklu kişiyi dinledikten sonra, Rum Metropoliti Hrisostomos’u kabul etti. Metropolite işgal esnasında Yunan askerlerini neden kutsadığı başta olmak üzere üç gün boyunca yaptığı şeylere dair sorular soruldu. Fakat metropolitin verdiği cevaplar heyet tarafından inandırıcı bulunmadı.[54] Metropolitin toplantı salonundan sıkıntılı bir şekilde çıkması ve üyeleri eleştiren tarzda konuşması Yunanlıları telaşlandırmaya başladı. Bu atmosfer içinde Yunan Fevkalade Komiseri Stergiadis, salona davet edildi. Görüşme yaklaşık üç saat sürdü. Heyet, Stergadisten sonra İzmir Jandarma Kumandanı Miralay Hilmi beyle beraber birkaç kişinin daha ifadesine başvurarak bugünkü toplantısını tamamlamış oldu.[55]
28 Ağustos günkü toplantıda ise Averof Zırhlısı kumandanı Mavridis ve bir Rum tüccarıyla görüşen[56] heyet üyeleri, ertesi günkü toplantıda işgal esnasında Türklere karşı kötü muamelede bulunan birkaç Yunan subayını dinledi. 30 Ağustos’ta yapılan toplantıda ilk olarak Kadri Beyi, arkasından İzmir Rüsûmat Baş Müdürü Agah Bey ve 17. Kolordu Komisyon Reisi Erkân-ı Harp Kaymakamı (Yarbay) Kemal Beyi dinleyen heyet, daha sonra Müftü ve Belediye Reisini kabul etti. Kemal Bey verdiği ifadede işgal esnasında Türk makamlarının kendilerine emredildiği şekilde davrandıklarını, Yunanlıların üzerine ne kışladan, ne de diğer resmi binalardan ateş açılmadığını beyanla bu tür gerçek dışı iddiaların Yunanlılar tarafından işgal esnasında yaptıkları katliamlara bahane bulmak amacıyla çıkarıldığını söyledi.[57]
1 Eylül günü öğleye kadar Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan uyruklu ona yakın kişiyi dinleyen heyet, öğleden sonra Yahudi Cemaati lideri Hahambaşını kabul ederek bir süre görüştü.[58]
Heyet üyeleri, 2 Eylül’de Yunan askerlerince kötü muameleye maruz bırakılan 9 Türk kadınını kabul ederek başlarından geçen hadiseleri bütün ayrıntılarıyla not aldı.[59]
Heyet üyeleri, 3 Eylül’de İtalyan generalinin başkanlığında toplanarak iki önemli karar aldı:
Bunlardan birincisi, işgal günü meydana gelen olayların baş sorumlusu olarak görülen Yunan İşgal Kuvvetleri kumandanı Albay Zafirio’nun heyete İzmir’e çağrılmasıydı.[60]
İkinci karar ise, İtilaf Devletleri tebaasının İzmir’in işgali ve sonrası günlerde görmüş olduğu maddi ve manevi zararların tespiti ve tazminini sağlamak için bir alt komisyon oluşturulması idi. Heyet zararların tespitini sadece İtilaf Devletleri tebaasıyla sınırlı tutmayarak Türkler başta olmak üzere diğer milletlere mensup kişilerinde maruz kaldığı zararların tazmini için ikinci bir komisyon daha oluşturdu.[61]
Heyet Atina’dan getirilmesini istediği Miralay Zafirio’yu 4 Eylülde kabul ederek, işgal esnasında vuku bulan olaylar hakkında kendisinden bilgi aldı.[62] Heyet üyeleri 5 Eylül günkü toplantıda ise Kadri Beyi ikinci kez dinledikten sonra, İzmir’deki çalışmalarının yeterli olduğuna kanaat getirerek Aydına gitmeye karar verdi.
Bu gelişme karşısında Dahiliye Nezareti, 7 Eylül’de Denizli Mutasarrıflığına gönderdiği yazıda heyetin şikayetine sebep olacak herhangi bir karışıklığa meydan verilmemesini istedi.[63] Aynı yönde Vali İzzet Beyde Nazilli ve Çine Kaymakamlıklarını uyararak heyetin huzuruna çıkarılacak şahitlerin hazır edilmesini talep etti.[64]
6 Eylül günü İzmir’den hareket eden Tahkik heyeti üyeleri, aynı gün Aydına ulaşarak, kendilerine önceden tahsis edilen Hükümet konağında çalışmalarına başladı.
Şehir, iki kere Yunan işgaline ve katliamına maruz kaldığı için büyük bir harabe halinde idi. Şehrin Türk ahalisi, Yunan kuvvetleri ve Yerli Rum çetelerinin katliamlarından kendini kurtarabilmek için iç bölgelere çekilmişti. Şehirde az sayıda kalanlar ise Yunan baskısı sebebiyle sindirilmişti. Yunanlılar, bu durumu kendi lehlerine kullanmak isteyerek önceden tasarladıkları çirkin bir oyunu uygulamak istediler. Heyetin karşısına sahte müftü çıkararak Türk halkının kendi idarelerini istediklerini göstermeye çalıştılar. Kadri Beyin zamanında yaptığı teşebbüsle Yunanlıların çirkin oyunu başarıya ulaşmadan engellendi. Kadri Bey Yunanlıların bu oyununu daha sonra heyet nezdinde protesto etti.
Heyet üyeleri, şehrin durumunu ve Yunanlıların entrikalarını da dikkate alarak 11 Eylül’de Çine’ye hareket etme kararı aldı. Çine’de Türklerin ve özellikle Aydın’dan gelen ahalinin yoğun ilgisiyle karşılanan Heyet üyeleri kendileri şerefine verilen ziyafetin ardından, 57. Tümen Kumandanı Miralay Mehmed Şefik Beyi ziyaret ettiler. Bu ziyaret esnasında Şefik Bey, ordunun Kuva-yı Milliye hareketi ile kesinlikle ilgisi olmadığını, hareketin Yunan işgal ve mezalimine karşı halkın kendini korumak istemesinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını ve kesinlikle İtilaf Devletleri aleyhine olmadığını belirtti. Bu hareketin ortadan kalkmasının yegane yolunun ise Yunan kuvvetlerinin bir an önce Anadolu’dan çekilmesine bağlı olduğunu beyan etti.[65]
Heyet üyeleri, daha sonra Kuva-yi Milliyeciler içerisinde büyük bir ün yapan Yörük Ali Efeyi kabul etti. Efe Kuva-yi Milliye’nin ortaya çıkışı ve Yunan işgalinin buradaki rolü hakkında çok geniş bilgiler verdi. Ali Efe son olarak; Aydın’ı almaya güçlerinin yettiğini, fakat tahkikatın sonucunu beklediklerini ve o zamana kadar bir şey yapmayacaklarını belirtti.
Bu görüşmelerin arkasından Çine de bulunan binlerce Türk göçmeni de heyete çok sayıda şikayet dilekçesi verdi.
Heyet üyeleri, iddiaların aksine, Çine’deki Rumların hayatlarından memnun olduğu ve Türklerden gerek geçmişte ve gerek şimdi hiçbir kötülük görmediklerini yine Rumların verdikleri ifadelere dayanarak tespit etti.[66]
Tahkik heyeti, 12 Eylül’de Nazilliye geçti. Yolculukları ve çalışmaları boyunca Şefik Bey de heyete iştirak etti. Kaza kaymakamı ve belediye reisi ile görüşen heyet, buradaki mesaisini daha ziyade Türk ve Rum muhacirlerinin durumu ve bunlara yapılan iaşe yardımı üzerinde yoğunlaştırdı. Heyetin bu şekilde bütün unsurların meseleleriyle ilgilenmesi ve onların ne gibi problemlerle karşılaştıklarını tespit etmeye çalışması özellikle Türk makamlarınca takdirle karşılandı. Bu tavır, heyetin adilane hareket ettiği yönündeki görüşlerin kuvvetlenmesine vesile oldu.[67] Türk tarafının da heyetten beklediği şeyde bu idi. Çünkü Yunan vahşeti o kadar açık ve derin idi ki bunun gizlenmesine imkan yoktu. Fakat heyetin bunları görmezlikten gelebileceği, Türk muhacirleri yerine sadece Rum ve Ermeni azınlıklarının meseleleriyle ilgileneceği endişesi heyetin çalışmalara başladığı ilk günlerde Türk makamlarının ortak kaygısı idi. Heyetin ortaya koyduğu bu tavır, Türk makamlarının ve Türk basınının kaygılarını ortadan kaldıracak nitelikteydi. Bu tavır neticesinde kaleme alınacak raporun da Batı Anadolu’daki Yunan işgalini sona erdireceği ümit ediliyordu. İzzet Beyin 12 Eylül’de Dahiliye Nezareti’ne gönderdiği telgrafta bu hususlar teyit edilerek, yapılan incelemelerin başarılı olduğunu ve heyetin Türklerden yana herhangi bir şikayeti olmadığını bildirdi.
Heyet aynı gün (12 Eylül) Nazilli’deki incelemelerini tamamlayarak, Köşk üzerinden Aydın’a, oradan da İzmir’e döndü.[68]
İç bölgelerdeki incelemelerini tamamlayan heyet üyeleri, 13 Eylül’de işgal gününün önemli simalarından biri olan İngiliz komodoru Fitzmaurice’yi, daha sonra da Yunan irtibat subayı Albay Mazarakis’i kabul etti. 15 Eylül günkü toplantıda ise Yunan İşgal Kuvvetleri Kumandanı General Nider’le, birkaç yabancının ifadelerine başvurdu.[69]
16 ve 17 Eylül günlerinde Yunan Komiseri Stergiadis’den sonra sırayla Kadri Bey ve Miralay Zafirio’yu tekrardan dinleyen heyet, 18 Eylül’de gördüğü lüzum üzerine General Nider’i ikinci kez kabul etti.
Heyet üyeleri, Vali İzzet ve Kadri Beylerin ısrarlarına binaen 19 Eylül’de Menemen’e giderek öğleden önce Türkleri, öğleden sonrada Rumları dinledi. Burada yaşanan Yunan katliamlarının heyeti derinden etkilediği İzzet Beyin gönderdiği telgraftan anlaşılıyordu.[70]
22 Eylül günü Manisa’ya giden heyet burada Türk ve Yunanlıları kabul ettikten sonra, Ermeni ve Yahudilerden oluşan iki heyeti daha dinledi. Ermeniler, Türkler aleyhine ifade verirken, Yahudiler ise lehte konuşarak işgal öncesi Türklerin azınlıklara karşı herhangi kötü muamele yapmadıklarını beyanla Yunanlıların bölgeye gelmelerinden sonra can ve mal güvenliklerinin kalmadığını ifade ettiler.[71]
25 Eylül’de deniz yoluyla Ayvalık’a giden heyet üyeleri burada incelemelerini akşama kadar tamamlayarak İzmir’e döndüler. Kadri Bey, Soma ve Bergama’ya da gidilmesini teklif etti. Üyeler, gerekli kanaatin oluştuğunu ifade ederek teklifi geri çevirdiler.
Bunun üzerine Kadri Bey, Soma’dan getirttiği belgeleri heyete sunduğu gibi, Bergama’dan getirttiği birkaç şahidi de heyet huzuruna çıkartmayı başardı.[72]
Tahkik Heyeti, 26 Eylül’de Amiral Bristol başkanlığında toplanarak İzmir’deki çalışmalarını tamamladığını taraflara resmen bildirdi. Toplantı sonrasında üyeler, tek tek Vali İzzet Bey’e veda ziyaretinde bulundular.
Üyeler, konferansa sunulacak raporu hazırlamak üzere aynı gün İstanbul’a hareket ettiler. Amerikan ve İngiliz generalleri 28 Eylül’de, Fransa temsilcisi General Bunoust, Albay Mazarakis ve Kadri Bey 29 Eylül’de, İtalyan temsilcisi general Dall’olio ise Rodos üzerinden 30 Eylül sabahı İstanbul’a ulaştılar.[73]
Kadri Bey, geldiğinin ertesi günü Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa’yı ziyaret ederek çalışmalara dair kendisine kısa bir bilgi verdi. 1 Ekim günü de Harbiye Nazırı ile beraber Sadrazam Ferit Paşayı ziyaret eden Kadri Bey, aynı bilgileri ona da beyan ederek faaliyetlerine ilişkin raporunu bir iki güne kadar Nezarete sunacağını bildirdi. Ferit Paşa ise, durumun Meclis-i Vükela’da görüşüldükten sonra heyetin vereceği karar doğrultusunda gereken teşebbüslerde bulunacaklarını söyledi.[74]
İstanbul’a gelen heyet üyeleri, ilk günden itibaren çalışmalarını yakından takip eden Türk basınının yoğun ilgisi ile karşılaştı. Gazetelerin en çok merak ettiği şey, raporun ne zaman hazırlanacağı ve kimin lehinde olacağı idi. İfham gazetesi Amerikan şubesine mensup bir görevlinin ifadesine dayanarak heyetin raporunu bir iki hafta içinde tamamlayacağını okuyucularına duyuruyordu.[75] Fakat raporun kimin lehinde olacağı hususunda en küçük bir bilgiye ulaşamamıştı. Heyet üyeleri ağız birliği etmişçesine kendilerine bu hususta yöneltilen soruları cevapsız bırakıyorlardı. Amiral Bristol, Antenet gazetesine 28 Eylül’de verdiği demeçte sonuç hakkında herhangi bir bilgi vermekten özenle kaçınarak, yaptıkları çalışmaların serbestçe gerçekleştirildiğini, şahitlerin ifadelerini hiçbir korkuya ve baskıya maruz kalmadan hür iradeleriyle verdiğini söylüyordu.[76] Heyet üyelerinden bekledikleri cevapları alamayan gazeteler Kadri Beyin raporunu 5 Ekim’de Harbiye Nezareti’ne sunmasıyla birlikle Tahkik heyetinin hazırlayacağı raporun muhtevası hakkında kesin olmamakla beraber birtakım ipuçları elde etmiş oldular. Kadri Bey, raporunda heyetin çalışmaları hakkında çok geniş bilgiler verdikten sonra, netice itibariyle heyetin Yunanlıları olayların sebebi olarak gördüğünü, bölgeye asayiş ve huzuru getirmekle görevlendirilmiş olan Yunan Devletinin bölgede yaptığı icraatlarla idare kabiliyetinden yoksun olduğunu ortaya koyduğunu ve bu kanaatin heyet üyelerince de paylaşıldığını iddia ediyordu.[77]
6 Ekim Pazartesi günü bir araya gelen heyet üyeleri, raporun hazırlanmasıyla meşgul olmaya başladılar. Üyeler her şubenin ayrı ayrı rapor hazırlaması fikrinden vazgeçerek, ortak bir metnin yazılması üzerinde anlaştılar. Bu gelişme General Bunoust tarafından 11 Eylül’de bütün kamuoyuna duyuruldu.[78] Böylelikle her şubenin farklı raporlar hazırlayarak böyle uluslararası bir meseleyi işin içinden çıkılmaz bir hale getirilmesi önlenmiş oldu. Bu usülün diğer bir faydası ise binlerce sayfalık belge ve dokümanın incelenmesi için zaman tasarrufu sağlanmış olmasıydı. Üstelik hazırlanacak ortak metin müttefik makamlarının tamamını bağlayıcı bir nitelik kazanmış olacaktı. Başka bir deyişle hiçbir müttefik devlet kendini bu rapordan bağımsız addetme hakkına ve dolayısıyla bunun aksine hareket etme yetkisini kendinde bulamayacaktı.
Heyet üyeleri 15 Ekim’e kadar süren toplantılarda iki rapor hazırlayarak imzaladılar. Bunlardan ilki 7 Ekim tarihli olup 47 madde halinde tespitleri içeren rapordu. Raporda belirtilen bazı hususlar özet olarak şunlardı:
- Hıristiyanların katliama uğrama korkuları doğru değildir. İzmir istihkamlarının mütarekenin 7. maddesi gereği işgalini gerektirecek bir durum yoktu.
- Maşatlıkta yapılan miting Yunan çıkartmasına karşı silahlı bir direnişi teşkilatlandırmak için yapılmayıp, Türklerin bölgede çoğunluğa sahip olduklarını göstermeye yönelikti.
- Türk makamları tarafından çıkartmaya karşı hiçbir mukavemet hazırlığı yapılmadı. Türkler tarafından atılan silahlar münferit hareketlerden ibarettir.
- Yunan Kumandanlığı, işgal birliklerinin şehir içinde yürümesi sırasında asayişi muhafaza için önceden hiçbir tedbir almadı.
- Askeri, sivil ve dini Yunan makamları, halkı yatıştırıcı hiçbir tedbir almadılar ve bu hususta hiçbir gayret sarfetmediler.
- İlk silahların kimin tarafından atıldığını kesin olarak tespit etmek imkansızdır.
- Alınan sivil ve askeri esirlere karşı gayet kötü muamele edildi.
- İzmirin işgal edildiği haberinin alınmasından sonra civar köy ve kasabalarda Rum ahali Türk mahalle ve evlerine saldırarak yağmalarda bulunuldu.
- Bazı şehir ve kasabalar Müttefik temsilcisinin izni olmadan işgal edildi. Bu husus Yunan Yüksek Komiseri tarafından heyet önünde kabul edildi.
- Yunan birlikleri kendilerine verilen talimatın dışına çıkarak işgal sahasını genişlettiler. Bu durum yeni cinayetlere ve göçlere neden oldu.
- Yunan kumandanları kendilerine yardım etme bahanesiyle yağma ve her türlü taşkınlığa girişen yerli Rumlara karşı tavizkâr davrandılar.
- Rumların kullandıkları silahlar, dışarıdan ve özellikle adalardan temin edilmişti.
- Nazillinin Yunan birliklerince boşaltılması sırasında götürülen 30 kadar Türk sonradan öldürüldü.
- Aydının tahliyesi sırasında onlarca kadın ve çocuk, alevler içinde kalan mahallelerinden kaçarken yolları tutan Yunan askerleri tarafından sebepsiz yere öldürüldü.
- Aydın’ın ikinci kez işgali esnasında Yunan birlikleri kasten Türk mahallelerini ateşe verdiler. Bu el değiştirmeler esnasında şehrin üçte ikisi tahrip edildi. Bu işgal müttefik temsilcisinin müdahalesine ve karşı çıkmasına rağmen Venizelos’un emriyle yapıldı.
- Bergama’nın tahliyesinden sonra Menemen’de toplanan Yunan birlikleri kasabada yüzlerce masum Türkü ortada hiçbir ciddi sebep yokken öldürdüler.
- Her işgalin öncesinde ve sonrasında yaşanan göç hadiseleri artık olağan bir hal almıştır. Göçmenlerin sayısı çok yüksek olup bunların miktarını bilme imkanı yoktur.
- Türklerden boşalan yerlere adalardan ve Yunanistan’dan binlerce göçmen getiriliyor.[79]
Bu maddelerden açıkça görülmektedir ki, haksız ve mesnetsiz gerekçelerle 15 Mayıs’ta başlatılan Yunan işgalleri bölgeye kan ve ateşten başka bir şey getirmedi. Yunanlılar ve onların yerli iş birlikçileri Türklere karşı akla hayale gelmeyen zulümler yaptılar. Bu vahşet sebebiyle on binlerce Türk evini, malını ve daha bir çok kıymetli eşyasını bırakarak iç bölgelere kaçmak zorunda bırakıldı.
Tahkik heyetinin imza ettiği ikinci rapor ise 13 Ekim tarihini taşımakta idi. Bu rapor dört maddeden oluşmakta olup tespitler ışığı altında müttefiklerin bundan sonra nasıl bir yol takip etmelerine dönük tavsiyeler içeriyordu.
Heyet, Yunan işgalinin asayişi muhafaza etmekten öteye geçtiğini ve bir ilhak şeklini aldığını, Türk makamlarının bölge üzerinde herhangi bir yetki ve nüfuzunun kalmadığını, işgallerin genişlemesi sebebiyle Batı Anadolu’da asayiş ve sükunetten bahsetmenin mümkün olmadığını ileri sürmekteydi.
Heyet üyeleri, bu sonuçlar ışığı altında konseye özet olarak şu önerilerde bulunmaktaydı:
- İşgalin gayesi asayişin muhafaza edilmesi ise, bu görev Yunan birlikleri yerine Anadolu’daki Yüksek Müttefik Kumandanlığı emrinde bulunacak müttefik kuvvetlerine verilmelidir.
- Yunan işgaline ancak bölgenin Yunanistan’a ilhak edilmesine karar verilmek niyetinde ise devam edilmelidir.
- İlhakın milliyet bakımından tatbik edilmesi mümkün değildir. Zira Türk nüfusu Rum nüfusuna karşı üstünlüğü itiraz götürmeyecek derecede aşikardır. İlhakın tatbikatını zorlaştıran diğer bir unsur da Türk halkının gösterdiği mukavemettir.
- Bu sebeple vakit kaybedilmeden Yunan birliklerinin tamamı veya bir kısmı müttefik kuvvetleriyle değiştirilmelidir.
- Müttefik subaylarının komutasında Türk Jandarması yeniden teşkilatlandırılmalı ve bu teşkilat sayesinde bölgedeki asayiş yeniden tesis edildikten sonra müttefik kuvvetlerinin yerini almalıdır.
- Bu tedbir sayesinde, bölgede faaliyette bulunan Kuva-yi Milliye teşkilatının da varolma sebebi ortadan kaldırılabilecektir.[80]
Tahkik heyeti gerek tespitleri içeren raporunda ve gerek önerileri ihtiva eden raporunda Yunan Hükümetinin altından kalkamayacağı bir işe soyunduğunu, üstelik yaptıklarıyla bölgede büyük siyasi ve iktisadi değişikliklere yol açtığı fikrindeydi. Heyet işgallerin Yunan Devletini her geçen gün biraz daha batağa sürüklediğini düşünüyordu. Bunda pay sahibi olan Müttefiklere de bir göndermede bulunarak işlerin bu şekilde devam etmesi durumunda kalıcı barış için umutların tükeneceği uyarısında bulunuyordu. Bu işten tek kurtuluş yolu olarak da Yunan birlikleri yerine müttefik kuvvetlerin almasını önermekten kendini alamıyordu.
Raporun 15 Ekim’de imza edilmesinden sonra General Dall’olio, Tasvir-i Efkar gazetesine verdiği demeçte, raporun 25 Ekim Cumartesi günü General Bunoust tarafından Paris’e götürülerek Konferansa sunulacağını söyledi. General Bunoust da aynı gazeteye verdiği demeçte, İzmir meselesinin aynı zamanda Anadolu meselesi demek olduğunu, bu meselenin halledilmesinden sonra Konferansın Türk Hükümetini barış görüşmeleri için Paris’e davet edebileceğini belirtti.[81]
Paris Barış Konferansı Yüksek Konseyi, Tahkik heyetinin raporunu 8 Kasım’da incelemeye başladı. Clamenceau kısa bir konuşmanın ardından sözü General Bunoust’a verdi. General yaptıkları incelemeler ve elde ettikleri sonuçlar hakkında üyelere gereken bilgileri verdi. 10 Kasım’da tekrar aynı gündemle toplanan Konsey, Venizelos’u kabul ederek rapor hakkında görüşlerini aldı. Venizelos, iki saat süren konuşmasında Yunan kuvvetlerinin sorumluluğunu kabul ederek, raporlarda ifade edilen olayların çıkışında Türklerin büyük payı olduğunu iddia etti.[82] Yunan başbakanı incelemeler esnasında heyet üyelerinin Yunan tarafının gösterdiği şahitleri dinlemeyerek tarafsızlıklarına gölge düşürdüklerini beyanla raporun adil olmadığını da ileri sürdü.[83] Yapılan görüşmelerden sonra Konsey başkanı Clamenceau, Venizelos’a bir mektup göndermeye karar verdi. 12 Kasım tarihini taşıyan mektupta, İzmir işgali sırasında yaşanan hadiselerden Yunan Hükümeti sorumlu tutulduğu gibi, Yunan birliklerinin Milne hattının ilerisine geçmemesi isteniyordu. Mektupta belirtilen bir başka husus ise, Yunan işgalinin gelecek için bir vaat ve hak doğurmadığı, aksine bu hakkın tamamiyle konferansın elinde olduğu idi.[84]
Gerek Tahkik heyetinin açıkça Yunan birliklerinin Batı Anadolu’dan çıkarılmasını teklif etmesi ve gerek Clamencaeau’nun mektubu Venizelos’u hem iç hem de dış politika açısından büyük sıkıntılara sokacağı aşikardı. Zira Yunan dış politikasını Batı Anadolu’yu ele geçirme hedefine göre şekillendiren Venizelos, Yunan birliklerin çekilmesi durumunda iktidarını da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı. Bu yüzden Konseyin tahliye yönünde bir karar almaması için derhal kulis faaliyetlerine başladı. Bu noktada İngiltere’nin desteğine büyük önem verdi. Venizelos, İngiliz temsilcisi Sir Eyre Crowe ile yaptığı görüşmede, Yunan Devletinin tarihi haklarının dikkate alınmasını talep ettiği gibi, yapılacak bir tahliyenin bölgedeki Hıristiyanları korunmasız bırakacağını da ileri sürerek İngiltere’nin Yunan birliklerinin bölgede kalmasını desteklemesini istedi. Bunda da başarılı oldu. Sir Eyre Crowe da heyetin Yunan kuvvetlerinin meşruluğunu tartışmaya açmasını kabullenememişti. Meşruluk tartışmasının açılması demek Konseyin stratejik bir hata yaptığını kabullenmesi manasına geliyordu.[85]
Konsey üyelerinin 17 Kasım’a kadar sürdürdüğü toplantılarda bu hususlar, yavaş yavaş ağırlık kazanmaya başladı. Yunan kuvvetlerinin değiştirilmesi durumunda bunların yerini alacak müttefik askerlerinin sevki için gerekli paranın olmadığı, orduların terhis edildiği bir dönemde bölgede asayişi sağlamak için on binlerce askerin yeniden silah altına alınmasının mümkün olmadığı üye ülkeler tarafından ileri sürülmeye başlandı.[86]
İşte bütün bu gerekçeler, Konseyin o ilk günlerdeki tepkisini yumuşatmasına neden oldu. Öncekinin aksine 18 Kasım’da Venizelos’a verilen notada gayet yumuşak bir üslup kullanılarak, Yunan idaresinin daha hoşgörülü bir siyaset takip etmesi, işgal sahasının genişletilmemesi ve yeni olaylara meydan verilmemesi şartıyla Yunan işgalinin devamına karar verildiği beyan ediliyordu.[87]
İzmir’in işgalinin sürdürülmesi kararı, Yunan başbakanı için tam bir zaferdi. Konsey üyeleri açıkça kendi menfaatlerini koruma adına Batı Anadolu’da yapılan mezalimi ve bunun yol açtığı tahribatı yok saymayı tercih ettiler.
Rapor muhteva itibariyle başta Yunanistan olmak üzere diğer İtilaf Devletlerinin Türkiye ile ilgili planlarını tamamen suya düşürecek nitelikteydi. Tahkik heyetinin uygulanmasını tavsiye ettiği hususların icraya konulması durumunda, Türkiye’nin paylaşılması için artık ne bir gerekçe bulunabilecekti ne de bulunanların tatbik imkanı olabilecekti.
İşte bu yüzdendir ki Temmuz ayından beri yapılan bütün hazırlıklar, çalışmalar göz ardı edildi. Üstelik raporla beraber bin bir güçlükle elde edilen binlerce belge, fotoğraf ve tutanaklar Konsey tarafından dünya ve Avrupa kamuoyundan gizlendi, tabir caiz ise sümen altı edildi. Raporun bir şekilde Avrupa gazetelerinde yayımlanmasından sonra, Osmanlı Hükümeti 1 Ocak 1920’de İtilaf Devletleri temsilcilerine gönderdiği birer nota ile Yüksek Konsey’in vermiş olduğu kararı protesto etti.[88]
Eğer rapor, uygulanma imkanı bulabilmiş olsaydı hiç şüphesiz üç yıl devam etmiş olan Türk- Yunan savaşı bu kadar sürmeyecek ve onca kan akıtılmamış olacaktı. Şehirler yıkılmayacak, insanlar yıllarca sefil ve perişan bir halde hayatta kalma mücadelesi vermeyecekti. Aldığı karar dolayısıyla Yüksek Konseyde akıtılan on birlerce masum Türkün kanından en az Yunanlılar kadar sorumludur, suçludur.
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 790-800
Dipnotlar :