Güney Sibirya’daki Yenisey nehri vadisinde bulundukları için Yenisey Yazıtları olarak adlandırılan ve pek çoğu mezar taşı olan ikiyüzden fazla metin, herhangi bir tarihî bilgiyi muhtevi değillerdir. Orkun’a göre (1987:428) tarihî bakımdan Göktürk Âbideleri’nden daha eskidir. Yazıtların ekserinin mezar taşları olduğu ve mezarların başta Kırgızlar olmak üzere değişik Türk boylarının farklı nesillerinin mezarları olabileceği düşünülürse bu eskilik daha da artar.
Orkun’un (1987:415-429) verdiği bilgilere göre ilim âlemi, yazıtlardan 18. yüzyılda haberdar olmuştur. Rus çarı Deli Petro’nun emriyle 1720’den 1727’ye kadar Sibirya’da dolaşan Daniel Gottlieb Messerschmidt, 4 Mayıs 1721’de Uybat nehrine dökülen Bey nehri tarafındaki küçük bir tepenin üzerinde bugün Uybat III olarak bilinen yazıtı bulmuştur. Messerschmidt, yazıttan arkadaşı Strahlenberg’e[1] söz etmiş; bundan sonraki araştırmalarını birlikte yapmaya başlamışlar ve bir süre sonra da Tes yazıtını keşfetmişlerdir. Bir köylünün Tes yanında taştan bir heykelin bulunduğunu söylemesi üzerine Messerschmidt, arkadaşı Strahlenberg’i bu heykeli araştırmaya memur etmiş, yanına da hizmetçisini, bir kılavuzu ve Charles Schulman adlı 15 yaşında bir İsveçliyi vermiştir. Heyet, 1722’de sözü edilen heykeli bulmuştur. Yüzü Şarka dönük uzun bıyıklı bir ihtiyarı tasvir eden heykelin arkasında yazılar bulunduğu, ancak bu yazıların tabiat hadiseleri sonucu silinmiş olduğu görülmüştür. Bu arada İsveç ile Rusya arasında Nystad Antlaşması yapılmış ve Strahlenberg ülkesine dönmüştür. Döndükten dört yıl sonra (1726) Ebul Gazi Bahadır Han’ın eseri neşrolurken bu yazıtlardan kısa da olsa bahsetmiştir. Diğer yandan Daniel Gottlieb Messerschmidt de uzun seyahatini bitirerek Petersburg’a dönmüş ve Yenisey nehri çevresinde elde ettiği resimleri Petersburg Bilim ve Sanat Akademisi’ne teslim etmiş; akademi de bu resimleri 1729’da yayınlamıştır. Ertesi sene Strahlenberg meşhur eserini neşrettiği vakit, bu taşların kopyalarına da eserinde yer vermiştir.
Yenisey yazıtlarının ekseri mezar taşı olmakla birlikte, kayalara veya çeşitli malzemelere kazılmış olarak bulunan metinlerdir ve bunlar Göktürk alfabesiyle yazılmışlardır. Ayrıca bu mezar taşlarında ve kimi kayalarda birtakım resimler vardır. Araştırmacılarca yazıtların Kırgızlara ait olduğu düşünülürse de Ercilasun (2004:140) çoğunluğunun Kırgızlara ait olduğunu, ancak bazılarının Türgiş ve Oğuz gibi diğer Türk boylarına ait olabileceğini söyler. Bu hususta Ögel (1988:196) de bu yazıtların büyük ekseriyetinin güneyde, Tuva bölgesi, Kırgız kültür çevresine ait olmaktan ziyade, Göktürklerin tesiri altında bulunan bir kesimde olduğunu, bu bölgenin bazan Göktürklerin eline ve bazan da Kırgızların eline geçtiğini ve Eski Çin kaynaklarının Göktürklerin menşeini Kem nehri bölgesine atfettiklerini, dolayısıyla Kem havzasında bulunan bütün yazıtları Kırgızlara mal etmenin ilmî bir hareket olmayacağını belirtirek “Her ne olursa olsun, Kemçik ve Ulug Kem havzası, Kırgızlardan daha ziyade, Göktürk kültür çevresi içinde mütalea edilmelidir. Göktürklerden sonra bu bölgenin, Kırgız ve biraz da Uygur kültürünün sahası içine de girdiği bir gerçektir.” (1988:198) demektedir.
Türk Değerler Sistemi Açısından Yenisey Mezar Taşlardaki Resim ve Kavramlar
Aileden millete kadar her insan topluluğunun “sahip veya bağlı olduğu kültürü meydana getiren inançlar, fikirler ve normlar sistemi vardır.” (Ülken1969:73). Bunlar, bireylere toplumsal hayatta nasıl hareket edecekleri yönünde sunulan hazır bilgilerdir; ki bu bilgiler, kişilere doğrunun-yanlışın, iyinin-kötünün, vd. ne olduğu yönünde toplumun görüşünü belirtir. Toplum, yapısını, düzenini, gelişmesini bu değerler yönünde sağlar. Yenisey mezar taşlarındaki yazılar ve resimler, ait oldukları insan topluluğunun toplumsal değerlerini yarına taşıma, genç nesillere aktarma yönünde somut belgelerdir. Yenisey mezar taşları, bu yönden değerlendirilmelidir.
Mezar taşlarında ve kimi kayalarda bulunan resimlere bakıldığında özellikle “hayvan ve avcı temi bu resimlerde mühim bir yer işgal ed[er].” (Kaplan 1985:30). Etkin, dışa dönük ve hareketli bir hayat süren Türklerin yaşayış özellikleri, inançları bu resimlerde yansıtılmaktadır. Mezar taşı şeklindeki yazıtlarda “[y]azıt sahibi kendi ağzından kısaca hâl tercümesinden bahsetmekte ve akrabalarına, arkadaşlarına doymadığını kaydetmektedir. Yazıtlarda ne mübalağa ne de öğünme mevcut değildir. Samimî bir ifade ile hâdise bî-taraf bir şekilde kaydedilmiştir.” (Orkun 1987:429).
Yazıtlarda “adına taş dikilen kişinin ağzından, ölümün onu ayırdığı şeyler ve kişiler (ülkesi, hanı, beyleri, arkadaşları, eşi, çocukları ve serveti) sayılıp dökülmekte, bunlara doymadan öldüğü belirtilmekte, çoğu kez, kısa yaşam öyküleri de verilmektedir.” (Aksan2003:28).
Birçok yazıtta geçen “erdem”, “er erdemi”, “erlik erdemi”, “il”, “töre”, vb. sözler Türk inanç ve hayat şeklini göstermesi bakımından önemlidir. Daha sonraki dönemlerin yazılı kaynaklarında da (Orhun Âbideleri, Dîvânü Lügâti’t-Türk, Kutadgu Bilig, Dede Korkut Oğuznâmeleri, vd.) paralelliklerine rastladığımız bu sözler, Türkün yaşayışında kişinin toplumda statü elde etmesinin kıstaslarını gösterir. “Erdem, irade ile iyi davranış anlamında da, anlaşılabilir. İyi davranış ve hizmet, halka karşıdır. Bunun için Uygur yazılarında, iyi ( edgü) erdemlig, iyi hizmet sahibi anlayışıyla yorumlanmıştır. Uluğ erdemlig ise, bakanlarla ilgili büyük fazilet anlamıyla karşılanmıştır.” (Ögel 1982:282).
İl sözü devleti işaret eder ve kişi, iline, töresine bağlılığı ve toplumsal hayattaki görevlerini yerine getirmesi nispetinde toplumda itibar elde eder. Yazıtlarda (Uyug-Tarlık, Uyug Turan, vd.) il sözü, “tenri elim” şeklinde geçmekte, Orkun (1994:441) bu sözü “semavî il veya ilâhî il” şeklinde anlamlandırmaktadır. Semavî il de ilâhî il de ilin kutsallığını göstermektedir. İ. Kafesoğlu, (1998:233) il konusunda “bilhassa 10’lu sisteme[2] dayalı ordu nizamı yolu ile merkezden idaresini mümkün kılan teşkilât sayesinde, bir devlet başkanının sorumluluğu altında (aşîrî/tribale karakterden farklı bir tarzda) bodunların ve boyların işbirliğinden oluşan eski Türk il’i; arazisi (uluş) ile, birleşmiş halkı (bodun, kün) ile, müşterek idarî ve hukukî nizamı (töre) ile yurdu koruyan ve milleti refah, huzur ve barış içinde yaşatan bir siyâsî kuruluştur” demektedir. “Türkler, devletin millî varlığı koruyan, yaşatan ve geliştiren vazgeçilmez bir müessese olduğunun daima farkında ve bilincinde olmuşlardır. Devlet kurmayı ‘illemek’, devlet idare etmeyi ‘il tutmak’, devletten yoksun kalmayı da ‘ilsiremek’ kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Devleti de daima ‘töre’ (él veya il törü) ile birlikte düşünüyorlardı.” (Koca 2002:823).
Yenisey Yazıtları’ndan sonra meydana getirilen Göktürk Âbideleri’nde il, “bengü il” şeklinde geçer. A. B. Ercilasun (1993:4), bengü ilin, süresi ebedî olan devlet, sonsuza kadar yaşayacak olan devlet olduğunu, bu tabirin Köktürklerden Osmanlılara kadar geldiğini ve Osmanlılarda bu tabirin “Devlet-i ebed-müddet” şeklinde telaffuz edildiğini belirtir. Bu süreğenlikten, devamlılıktan ebedî devlet fikrinin, Türk milletinin ortak hafızasında canlılığını sürdürdüğü gerçeği ortaya çıkar. Hatta Atatürk’ün “Benim nâçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidâr kalacaktır, cümleleri de aynı mâşerî şuurun ifadesidir” (Ercilasun 1993:4). Ebediyen yaşayacak olan bu devlet, töre ile düzenlenmiş, yani siyasî, ekonomik ve toplumsal hayatı yasalarla belirlenmiş bir devlettir. “Yasanın özelliği ise, geleneksel bilgiden, ortak hafızadan üretilmiş olmasıdır. Burada kağanın görevi gündeme gelir ki bu da törenin düzenleyicisi, koruyucusu ve uygulayıcısı olmaktır. İl ve töre/devlet ve yasa, birbirinden ayrılmaz şekilde kullanılır ve bunlar Tengri vergisidir” (Sever 2011:729). Bu gerçeği Göktürk Âbideleri’nde Bilge Kağan şöyle belirtir: “Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş/Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş” (Kül Tegin/Doğu 1). “İlig tutup törüg itmiş/İli tutup töreyi düzenlemiş” (Kül Tegin/Doğu 3). “… il birigme tengri Türk budun atı küsi yok bolmazun [tiyin özümün ol tengri] kagan olurtdı erinç / İl veren Tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, kendimi o Tanrı kağan oturttu tabii” (Kül Tegin/Doğu 25). “Kök Türk toplumunda Tengri’ye özgü olan üç tözü (kut, küç, ülüg), yine onun iradesiyle kullanan kağandır. Kağan kazandığı kutla yeryüzünde kutsallığı temsil eder”(Divitçioğlu 1987:121). Kağan, Tengri’den aldığı kut, küç ve ülügle, milletini tanzim eder, milleti arasında birliği, bütünlüğü, üretkenliği, adaleti, huzuru tesîs eder. “Tanrı ile kağan arasında, kağanın Tanrı buyruklarına uymasıyla ilgili, Tanrı ile ulus arasında sürekli bir bağ vardır” (Yıldırım 1998:115).
Kağan bu bağ vasıtasıyla Tanrı’ya ve milletine karşı görevlerini yerine getirirse, millet de kut verilerek görevlendirilmiş kağanına itaat ederse bu bağ güçlenir, sağlamlaşır.
Türk devlet geleneği ve hâkimiyet anlayışı çerçevesinde siyasî erki (kut’u) veren Tanrı, kağanın görevine layık davranmaması, ödevlerini yerine getirmemesi hâlinde verdiği kut’u geri alır. “Tanrı’nın bu gücü, Türk hükümdârlarının üzerinde daima bir baskı aracı olmuştur” (Koca 2002:828). Bu sebeple “Türk devlet adamı kendisini, yapacağı her eylemde Tanrı’nın memnuniyetini hesap eder durumda ve dolayısıyla yönetmede başarılı olmada, Tanrı’ya borcunu ödemek zorunda” (Sever 2011:730) hisseder. “Temeli Tanrı bağışına dayanan bu iktidar tipinde (karizmatik iktidar)” (Koca 2002:828), kağanın cesur, kahraman, bilge ve erdemli olması gerekir. Erdemlilik, S. Koca’nın (2002:831) ifadesiyle toplumu birlik ve dayanışma içerisinde tutan fedakârlık, bağlılık, dostluk, minnettarlık, vefa, samimiyet, mertlik, dürüstlük, cömertlik ve konukseverlik gibi meziyetleri de içerir. Burada belirtmek gerekir ki Kutadgu Bilig’te de devlet adamı ve yönetim özellikleri açısından benzer özellikler üzerinde durulur. İktidardaki gücün adalet ve hikmete dayalı bir yönetim gösterdiği takdirde kalıcı olacağını vurgulayan Yusuf Has Hacib, devletin devamının adaletle mümkün olacağını söyler.[3]
Türk devlet geleneğinde devlet, baba olarak algılanmıştır. Bunun gerekçesi devletin de baba gibi âdil, bilge ve basiretli davranacağına olan inanç ve güvendir. Egemenlik/erkinlik, S. Koca’nın (2002:825) ifadesiyle iki şekilde olur. Bunlardan ilki iç hâkimiyettir ki devletin, toprakları ve toprakları üzerinde yaşayan insanlar üzerinde hukukî açıdan emretme hak ve yetkisini tam olarak kullanmasıdır. İç hâkimiyetin sağlanabilmesi için bu da yeterli olmamakta, idare edilenlerin de idare edenleri meşru kuvvet olarak kabul ve onlara itaat etmeleri gerekmektedir. Devlette hâkimiyetin ikinci tezahürü ise, tam bağımsızlıktır.
Yenisey Yazıtları’nda “Er erdemim” (Uyug-Arhan) , “Er erdemi için” (Altın Köl), “Erlik erdemim” (Begre-d), “Erdem olursa kavmi kuvvetli kavimdir” (Altın Köl/II-a), “Er adım Yula” (Kemçik-Çirgak-a), “Er adım Yaruk Tegin” (Çakul III) şekillerinde geçen er adı, er erdemi veya erin erdemi sözü, eski Türk toplumunda ferdî olmaktan ziyade toplumun yararına güç ve cesaret göstermenin ifadesidir. “İnsanın erlik erdemine sahip olması, ‘il içinde güç kazanması’ demektir. Bu da cömertlik ve kahramanlık suretiyle elde olunur.” (Kaplan 1985:32).
Bozkır medeniyeti insanının yaşayışında hayvancılık, avcılık ve akıncılığın gerektirdiği insan tipinin özellikleri; güçlü, cesur, çevresindeki insanlarla yardımlaşır, paylaşır olmasıdır. İnsan ancak bu özellikleriyle “er erdemine” sahip olabilecek ve toplumda bir itibar elde edecektir. Dede Korkut Oğuznâmeleri’nde de (Ergin 1989:118) belirtildiği üzere toplumda bir ad sahibi, daha doğrusu bir statü sahibi olmanın gerekleri baş kesmek, kan dökmek, çuldı kapmaktır. Elbette her kişinin adı vardır; ancak toplumdaki adı (baş kesip kan döktüğünde, çuldı kaptığında kendisine verilen ad) onun statüsünü işaret eden adıdır.
Yenisey mezar taşlarında da kişilerin sade ve samimi şekilde illerine/devletlerine bağlılıklarını, erlik erdemi için çalıştıklarını dile getirmeleri, Türk toplum yapısında hâkim olan geleneği göstermesi bakımından önemlidir. Tanrı’nın bahşettiği il, mukaddestir; çünkü il/devlet, Tanrı takdiridir. Türkler devleti “daima töre (él veya il törü) ile birlikte düşünü[rler]” (Koca 2000:60). Bunun bir ifadesi olarak Elegeş yazıtında “İl töresini tek etmeyin” (Orkun 1978:591) sözüyle devletin temelinin töre olduğu, törenin terk edilmesiyle devletin yok olacağına vurgu yapılmıştır. Mezar taşlarına yazılan böylesi öğütler, aynı zamanda ölen kişinin de vasiyetidir. Vasiyetler ise, ferdî olduğu kadar toplumsaldır. Vasiyetler bu yönüyle toplumda geçerli olması istenen, dilenen değerlerin nesilden nesile aktarılmasına vasıta olurlar.
Mezar taşlarının hemen hepsi toplumda bir statüye sahip olan, yani er erdemine sahip olan erkekler için dikilmiştir. “Altın Köl/I-b” yazıtında “Er erdem için, küçük kardeşim, büyük kardeşim, nüfuzlu olduğu için yazıt taşımı dikiverdi.” (Orkun 1987:512) denilmekte, bu da bize toplumda nüfuz sahibi olanlar için böylesi mezarların yapıldığını, taşın da o kişinin adını ölümsüzleştirmek, hatırasını canlı tutmak için bengü taş olarak dikildiğini göstermektedir.
Yazıtlarda ölümün Tanrı buyurduğu için gerçekleştiğine derin bir inanç vardır. “Dört küçük kardeşli idik; bizi kudret ayırdı; ne çâre.” (Altın Köl/I-b), “Üstteki Tenri/Gök buyurdu” (Uybat/III-b) sözleri, ölümün Tanrı takdiri olarak algılandığını göstermektedir. Göktürk Âbideleri’nde de aynı inanç söz konusudur. “Öd tengri yasar. Kişi oglı kop ölgeli törimiş.”/“Zamanı Tanrı takdir, tanzim eder. Kişioğlu hep ölmek üzere yaratılmış”[4] (Kül Tegin/Kuzey) sözleri de Türk inanç sisteminin aynı çizgide devamlılığını göstermesi açısından dikkate değer. Türk inanç sisteminde “Hakanları tahta çıkaran, Türklere zafer kazandıran, felaketlerden koruyan Türk tanrısı Gök-Tanrı’dır. Türklerin büyük başarılarından bahsederken hakan veya beyler daima ’Tanrının inayeti ile (Tengri yarlıkaduk üçün… )’ demeyi ihmal etmemişler[dir]”. (İnan 2006:26).
Yazıtlarda, Türklerin ölülerini toprağa gömdüklerini; Orkun’un Minusinsk Müzesi’ndeki bir yazıtın III. Tarafı’ndaki “Akrabalarım, erler [beni] ipek kumaşlara sararak defnettiniz.” ibaresinden hareketle de (1987:507) gömerken ipek kumaşlara sararak, bir çeşit kefenleyerek gömdüklerini öğreniyoruz. [5]
Altın Köl/I-a yazıtında, “At aşan kahraman idiniz; et (?) öküz aşan güç idiniz, yavru kurt, (uça ?) bars ayrılma ey!” sözleri geçmekte, Orkun’a göre (1987:106) burada geçen “At aşan kahraman idiniz” demek, eski Türklerin atları yanyana getirip üzerinden atlamak şeklindeki idman yapma âdetini göstermektedir. Diğer yandan bu sözlerden “Böylesi idmanlar yapan er idiniz. Hatta, attan, boğadan daha güçlü idiniz” anlamı da çıkarılabilir. Bu yazıtta geçen yavru kurt, bars, vd., yaşanılan coğrafyada çeşitli özellikleriyle tanınan ve kutsallaştırılan hayvanlardır ve cesaretlerini, yiğitliklerini belirtmek üzere ölen kişilerin adları yerine kullanılmış sıfatlardır.
Sonuç
Bilinmezliği, gizemi dolayısıyla ölüm hakkında birçok toplumda olduğu gibi Türklerde de birtakım inançlar ve uygulamalar geliştirilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yenisey mezar taşlarında ölen kişinin bizzat ağzından dile getirilen sözlerde erlik, er erdemi, erlik erdemi gibi ibareler, ölen kişinin ardında iyi bir ad, ün bırakma endişesinin işaretleridir. Bu endişe, millet için çalışma, Tanrı tarafından verilen kut’a layık olma, Tanrı’ya borcunu ödeme endişesidir. “Erdem, insanda bulunan yüksek ahlâk, değer ve üstün niteliklerdir.” (Taneri 1997:154). Bu anlayış ve niteliklere sahip kişiler, Yenisey mezar taşlarında kendi sözleriyle kendilerinden sonraki insanlara adeta yol göstermiş, yön çizmişlerdir.
Yazıtlardan Örnekler
Uyug-Tarlık Yazıtı
- siz el(i)me konçuy(ı)ma ogl(a)n(ı)ma bud(u)n(ı)ma siz(i)me (a)ltm(ı)ş y(a)ş(ı)mda
- (a)t(ı)m El Tog(a)n Tut(u)k b(e)n t(e)nri el(i)mke elçisi (e)rt(i)m (a)ltı b(a)g bud(u)nka b(e)g (e)rt(i)m.
“Siz elimden, prensesimden, oğullarımdan, kavmimden sizlerimden altmış yaşımda (ayrıldım). Adım El Togan Tutuk; ben ilâhî elimin elçisi idim. Altı müttefik buduna beğ idim.” (Orkun 1987:441).
Uyug-Turan Yazıtı-Arka taraf-b
“Altmış üç yaşımda ayrıldım. Müstefrişe [cariye] hatun yerimden ayrıldım. Semavî elimde evlatlık kızım, üveği (?) oğlum, altı bin atım. Hanım Tülberi; avam halk, meşhur arkadaşım; sizlerim… er; genç adamlar, güveğilerim kız (ve ?) gelinlerim doymadım.” (Orkun 1987:450).
Ulug-kem Yazıtı
“Kavmimden, oglumdan, karımdan ayrıldım… eşim söyleye, mükedder olarak erlik erdemimçin ordu çevir, vur. Ayrıldım. Tolmış (?) için bir adamı… bir…” (Orkun 1987:467).
Barlık III Yazıtı
“Bayna Sangun’un oğlu Külüg Çur. Kedersiz büyüdüm. Gökteki güneşe (Tanrı’nın gününe), yerdeki elime doymadım. Kuydaki prensesimden, vadideki oğlumdan ayrıldım.” (Orkun 1987:473).
Begre Yazıtı-Arka taraf-c
“Yerimden; beygude; suyumdan ayrıldım; mükedder olarak sizlerime beyhude. Kavmimden, halkımdan, arkadaşlarımdan ayrıldım; doymadım. Elime, hanıma doymadım. Yazıt taşı diktim, azdım. Kehanette davulumdan ayrıldım. …. sizlerimden, iyi eşimden ayrıldım.” (Orkun 1987:483).
Altın Köl Yazıtı alt I -b
“Er erdem için, küçük kardeşim, büyük kardeşim, nüfuzlu olduğu için yazıt taşımı dikiverdi. Dört küçük kardeşli idik; bizi kudret ayırdı; ne çare. Altun turna, genç geyiği çoğalt; oğul yabancı içine varıp ayrılıverdi; ne çare.” (Orkun 1987:511).
Altın-Köl II Yazıtı-a
“Kuyda arkadaşımdan, prensesimden ayrılıverdim ben ogluma, kavmime doymadım. Otuz sekiz yaşımda. Erdem olursa kavmi kuvvetli kavimdir. Er adım Eren Uluğ. Erdemli batırım ben. Erdemli olsa kavim sarhoş yürümedi...” (Orkun 1987:514).
Uybat III-d Yazıtı
“Altı yaşımda baba(dan) ayrıldım, bilinmedim. Üç büyük kardeşime ne çâre ayrıldım avcu… Üç büyük kardeşime ben baba idim. Adım (?) ile beraber idi. İlime, babama (hanıma) doymadım. Oğlanıma, küçük kardeşime, büyük kardeşime ben zahmet çekerek (?) görüp doymadım.” (Orkun 1987:556).