1. Dil
Göstergelerden oluşan dilde varlıklar dünyasının karşılığı, sözler dünyasıdır. Varlığı algılayış biçimimiz olan sözlerle geçekleşen dil ise, bir niteleme düzlemidir ve nitelemenin de en belirgin özelliği izafiyettir. Bu izafiyet, dili kullananın dünyaya baktığı pencerelerden kaynaklanır; göçebe Türk için sevgilinin mecaz dünyasındaki karşılığı keklik veya suna iken, yerleşik medeniyette servidir. İşte dili tanımak, bu izafiyet çerçevesinde tanımlanan insanı tanımak demektir; yenileşme dönemlerinde bu amaç, sözlerin çağrışımlarındaki değişmeler sebebiyle imkânsızlık özelliğine bürünmektedir. Yunus Emre veya bir Budist Uygur’un ölçüleriyle Deli Dumrul’un ölçüleri arasındaki fark, dildeki niteleme ve mecazlaştırmaların çehresini değiştirmektedir.
Eski dünya dilciliğinde varlık ile söz aynıdır. Eflâtun’un “Aya ay demek, ayın aylığını bozar.” gibi cümleleriyle ara sıra yönünü değiştirir gibi olsa da, dilcilik çalışmalarının bu özelliği, Jacop Grimm (1785-1863) gibi dilciler tarafından Hint-Avrupa Dilleri Ailesi’nin tespit edilmesine kadar pek değişmemiştir.
XIX. asırda Ferdinand de Saussure tarafından temelleri atılan yapısalcı dil görüşü, varlık ile sözü ayırmıştır. Charles Morris, bu kavramlara göstergeyi de ekler ve böylece gösteren, gösterilen ve göstergeden ibaret olan meşhur dil bilimi üçgeni oluşur. Bu üçgenin Doğu belâgatindeki adı delâlettir. Yunanca mide ağrısı anlamlı semion kökünden gelen semiotics ise, günümüzün bütün bilimleri kapsayan gösterge bilimidir.
Batı ve Doğu’da güzel ifadenin sırlarının araştırılması amacıyla doğup son iki asırda bu şekilde gelişen ve artık gösterge biliminin bir alt şubesi olarak değişik bilim dalları hâlinde ele alınan dil biliminin günümüzdeki yaklaşımlarından en önemlisi de, dilin bir insan üretimi olduğunu savunan ve dönüşümcü üretimsel dil bilimi olarak adlandırılan akımdır. Dünya dilciliğinin tarihî gelişimi kısaca bu şekildedir: Varlık-söz aynılığı, sonra varlık-söz farklılığı ve en sonuncusu, dilin bir insan üretimi olduğu.
Eflâtun’un yukarıdaki ifadesi, söz ile varlığın bire bir örtüşmediğinin asırlar öncesinden bilindiğinin işaretidir. Bu sadece dilcilik bakımından değil, teori zemininde de böyledir. Aristoteles’in görüşleriyle[1] Fuzulî’nin Türkçe Divanı’nın ön sözündeki ifadeleri yahut modern edebiyat teorileri çok farklı değildir. İslâm’ın ilk yıllarında pek çok Batı kaynağı Arapçaya tercüme edilmiş ve daha sonra pek çok Doğu kaynağı da, daha çok İspanya’dan Avrupa’ya yayılmıştır. Meselâ İbni Sina ile Farabî’nin töz-ilinek anlayışlarındaki farklılık,[2] Yunan felsefesindeki ideler ve görüntüler dünyasının yorumlanmasından başka bir şey değildir. Fark, dilciliğin meselelerinde değil iki ayrı kültürün terim kadrosu ile bakış açılarında yoğunlaşmaktadır.
Yenileşme devri dilcileri, Batı ve Doğu dillerinden en az birkaçını bildikleri hâlde, dünya düşünce tarihinin dilleri doğrudan etkileyen konularını, Türkçe açısından çok değişik mecralara sürüklemişlerdir. Bu sebeple çoğu dil tartışması da, kelimelerin imlâ özellikleri veya alınma kelimelerin alındıkları dil ile Türkçedeki kullanımlarında gözlenen anlam farklılıkları gibi konulara yönelmiştir. Bunda, Türkçenin, Arapçanın ve Batı dillerinin her birinin ayrı dil ailelerine mensup olmasının da etkisi olmuştur.[3]
Her şeye rağmen, aynı bilgileri iki ayrı adresin referanslarıyla veren yenileşme devri eserlerindeki görüşler, hem teori hem gramer zemininde yol gösterici özelliktedir.
2. Türkçe
2.1. Yenileşme Devri Altayistik Çalışmaları
Altayistik, söz konusu dönemde, dilciliğimizi besleyen ve Cumhuriyet’in kültür temellerini oluşturan başlıca faktörlerden biridir. Sümerbank veya Etibank gibi adlardan Türk Dil Kurumu’na ve özleştirmecilik hareketine kadar pek çok gelişme, 1893’te Orhun Abideleri’nin okunmasıyla bambaşka bir şekil alan Altayistik çalışmaları çerçevesinde şekillenecek yeni bir millî hayatın kurulması içindi. Özellikle 1930’lu yıllardan sonra yurt dışı eğitimi almış dilcilerin Türkiye’deki üniversitelerde görevlendirilmesi gibi Atatürk’ün önderliğindeki gayretler, bu amaca yönelikti.[4]
XIII. asırda Cüveynî, Cihangûşa’da Orhun Abideleri’nden bahseder. Yıldırım Bayezit’e esir düşen Alman Hans Schiltberger’in 31 yıllık esaret yıllarını anlattığı Türkler ve Tatarlar Arasında (1394-1427) Altayistik biliminin ilk eseri olarak bilinmektedir.[5] Bu eser ve benzerlerindeki tespitler, tabi ki modern metotlarla varılan sonuçlar değil, söz konusu bölge halklarının benzer dilleri konuştuğu şeklindeki değerlendirmelerdir. Böyle değerlendirmeleri kendi edebî ürünlerimizde de çok erken zamanlarda görmek mümkündür. Süheyl ü Nevbahâr’daki Ki Tat u Mogal ide şâbâş u çâ[6] mısraında Moğol, her şeye rağmen yabancıdan ayrı sayılarak Altayistik biliminin sonuçları sezdirilmektedir.
XIX. asırda yoğunlaşan Altayistik çalışmaları, söz konusu bilgilerin ilmî olarak ispatlanması gayretleridir. W. Schoot, 1836’da Altay dillerini ilk kez mukayeseli olarak işlediği Tatar Dilleri Üzerine Bir Deneme’yi ve 1843’te de Çuvaş dili üzerine hazırladığı doktora tezini tamamlar. Bu çalışmalarıyla Schoot, Bopp’un Hint-Avrupa dilciliği için yaptığını, Altayistik için yapar; rotatizm ve lambatizm gibi ses denkliklerini o kurmuştur. Bu denkliklerin kurulmasıyla Ural-Altay Dilleri Ailesi, daha o zaman şekillenmişti.
XX. yüzyıla girerken, Hint-Avrupa merkezli dünya dilciliğinin ileri sürdüğü, akraba olan diller arasında mutlaka bulunması gerekli şartlar[7] yüzünden, Altayistik’i kurmak amaçlı çalışmalar, âdeta kurulamayacağının belgesi sayıldı. Bu dillerin coğrafî nedenlerle mi benzeştikleri veya alt katman-üst katman ilişkilerinin mi etkili olduğu, yoksa bu benzerliğin bir alıntı meselesi mi olduğu, hatta tam bir tesadüf ile mi karşı karşıya bulunulduğu yıllarca tartışıldı.[8] Hâlbuki, bu diller arasındaki ses denklikleri, şu iki gerçeği çoktan ortaya koymuştu: İlki, diller arasındaki en zor alıntının yapı alıntısı olması ve bu yüzden dillerde yapı alıntılarının nadir görülmesidir. Türkçede alıntı cümle, sadece ki’li birleşik cümledir ve kelimeyi aşan alıntılar, duş almak ya da Otel Kemâl gibi, dil yanlışı sayılan birkaç yapıdır; söz konusu dillerde ise, ortak kelime az da olsa yapı aynıdır.
İkincisi ise, alıntı kelimelerdir. Dilin kendi kelimeleriyle alıntılar arasındaki fark, alıntıların ses değişimine kapalı olmalarıdır. Eğer Ural-Altay’a mensup dillerdeki ortak kelimeler alıntı olsaydı, bulundukları dillerde donmuş olmaları gerekirdi. Hâlbuki bu dillerde, rotatizm gibi ses denklikleri kelimelerden başka eklerde de görülür.[9]
XX. asrın başında Ural-Altay Dilleri Ailesi kurulmuşken[10] bu yüzyıl, gereksiz tartışmalarla geçmiştir. Ali Karamanlıoğlu, bu konuda şunları söyler: “Türk dili, değişik görüşlere rağmen, bugün dünya dilleri arasında genellikle Ural-Altay ailesine bağlı bir dil sayılır. Ancak bu bağlantı meselâ bir Hint-Avrupa dilleri arasındaki kadar kesin değildir ve son araştırmalarda bile aksi iddia edilebilmektedir. Bu mesele, milletimizin aslı hakkındaki nazariyeler ile de yakından ilgilidir.”[11]
Yenileşme devri dilciliğimizde geniş olarak ancak PIAC (Permanent International Altaistic Conference) gibi teşkilâtların etkinlikleriyle gündeme gelen Altayistik meselesi, ülkemizde, bu konuda eserler veren Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Temir, Tuncer Gülensoy, Sabit Paylı veya Altay Dilleri Teorisi (İstanbul l983) adlı iddialı eserin sahibi olan Osman Nedim Tuna gibi bilim adamlarımızın gayretlerine rağmen lüks sayılmış gibidir. Alfabe, imlâ, terimler, dile dair kurumların yaşatılmasında ortaya çıkan görüş farklılıkları, dilciliğimizde bu konuyu ikinci plâna itmiştir.
2.2. Yenileşme Devri Türkçe Çalışmaları
Altayistik öncesinde dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan Türkçe çalışmaları, yenileşme devri dilciliğimiz için önemlidir. 1533’te İtalya’da Filippo Argenti’nin Türkçenin kurallarını incelediği eseri, Alman Hieronymus Megiser’in 1612’de yayımladığı Türkçe gramer, 1670’te İngiltere’de W. Seaman’nın yazdığı Türkçe gramer, 1680’de Francois M. Meninski’nin yayımladığı sözlük[12] ve 1787’de G. B. Todorini’nin Türk edebiyatı, dilimiz üzerine yapılan çalışmalardan ilk akla gelenlerdir.
1709 Poltava Savaşı’nda Ruslara esir düşen Strahlenberg’in Avrupa ve Asya’nın Kuzey ve Doğu Kısmı (1730) adlı çalışması, yine aynı yüzyılda P. S. Pallas’ın araştırma gezileri ve ondan sonra Sandor Cosoma’nın Macar kimliğini araştırmak için gerçekleştirdiği Asya gezileriyle başlayan çalışmalar ise, Altayistik biliminin gelişmesi bakımından önemlidir. 1723’te kurulan Doğu Yüksek Enstitüsü (İtalya), 1807’de Ruslarca kurulan Üniversite (Kazan), 1887’deki Doğu Dilleri Semineri (Berlin) başta olmak üzere dünyanın çeşitli şehirlerinde, yüzyıllardır Türkçe çalışmaları yapılmaktadır.
Avrupa’da XIV. yüzyılda başlayıp yenileşme döneminde Fransa’da bir bilim olarak yeniden şekillenen Türkoloji’ye dair İslâmiyet öncesindeki dil yadigârlarımız, sistemli birer çalışma örneği değil, çeşitli konularda açıklamaların yer aldığı ürünlerdir.[13] Bir Türk tarafından yazılmış ilk Türkoloji eseri olarak bilinen Dîvânü Lugâti’t-Türk, özellikle XIII-XIV. yüzyıllarda Mısır Kıpçakçası üzerine yapılan çalışmalar,[14] XIV. yüzyıl eserlerinden Codex Cumanicus, Ali Şir Nevayî’nin Muhâkemetü’l-Lugateyn (1500) ve Bergamalı Kadri’nin Müyessiretü’l-Ulûm (1510) adlı eserleri, dil tarihimizin önemli kaynaklarıdır.
Bunlardan başka, Türkçeciliğin bir edebî hareket olarak ortaya çıktığı Türkî-i Basit akımı şairleri ile Nef’î’de de örneklerini gördüğümüz Sebk-i Hindî ve Nedim’le özdeşleşen Mahallîleşme de Türkçe açısından önemli adımlardır. Nef’î’nin Ne Hafız’ım ne Muhteşem! şeklindeki İran şairlerine karşı öz güvenini ortaya koyan tavrı olmasa, Nedim, İstanbul için Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır diyemezdi. Tıpkı bilim gibi, dil hareketleri de bir üst üste koyma işidir. Kaldı ki Nef’î’nin çapı, modern şiirimizin temellerini atmakla sınırlı olmayıp, teori zemininde de dikkate değerdir: Ne bilir kadrimi erbâb-ı maânî vü beyân/Sözümü ârif-i bi’llâh eder ancak takdîr
Tanzimat Dönemi’ne gelince, Osmanlı medreselerinde belâgat eğitimi uzun süre Arapça belâgat kitapları ya da onların tercümeleri ile verilmiştir. Telhis, Mutavvel ve Muhtasar bunların ilk akla gelenleridir. Türkçede telif belâgat çalışmaları ancak XIX. asırda görülmeğe başlar. Bu gayretler de, en azından metot olarak eski belâgat kitaplarının çizgisinde olmuştur.[15]
Abdurrahman Fevzi Efendi, yenileşme devrinin ilk eseri olan Mikyâsü’l-Lisân Kıstâsü’l-Beyân’ı 1847’de yazar.[16] Daha sonraki önemli çalışmalar şunlardır: Ahmed Cevded Paşa (Medhal-i Kavâid 1851, Kavâid-i Türkiyye 1875, Belâgat-i Osmâniyye 1881, Tertîb-i Cedîd Kavâid-i Osmâniyye 1885), Süleyman Paşa (Mebâni’l-İnşâ ‘2 cilt’ 1871-1872, İlm-i Sarf-ı Türkî-1875), Abdurrahman Süreyyâ (Mizânü’l-Belâga 1885, Sefîne-i Belâgat 1887, Tahlîl-i Hall-i Ta’likât 1889, Ta’likât-ı Belâgat-i Osmâniyye 1889, Tahlîl-i Hal 1889),[17] Selîm Sâbit (Mi’yârü’l-Kelâm 1870), Ahmed Vefik Paşa (Lehçe-i Osmânî 1876), Sait Paşa (Mîzânü’l-Edeb 1887), Muallim Nâci (Istılâhât-ı Edebiyye 1890), Câzim (Belâgat 1886), Ali Nazîma (Muhtasar Lisân-ı Osmânî 1884, Muhtıra-yı Belâgat 1890), Ahmed Hamdi (Belâgat-i Lisân-ı Osmânî 1876), İsmâil Ankaravî (Miftâhü’l-Belâga ve Mısbâhu’l-Fesâha 1867).
Bunların yanında Recaizâde Mahmûd Ekrem’in Talîm-i Edebiyât (1882) ve Menemenlizâde Tâhir’in Osmanlı Edebiyâtı (1892), Hâlid Ziyâ Uşaklıgil’in Kavâid-i Lisân-ı Türkî gibi eserleri ile Mehmed Salâhî (Kâmûs-ı Osmânî, 1897-1906), Muallim Nâcî (Lugat-ı Naci-1902), Şemseddin Sâmî (Kâmûs-ı Türkî-1901) ve Hüseyin Kâzım Kadri (Türk Lugatı, 1927-1928-1943-1945) gibi sözlükçülerimiz de yenileşme devrinin önemli dilcileri arasındadır.[18]
Yenileşme devrinin pek çok eseri de, varlığı bilindiği hâlde ele geçmemiş durumdadır. Tıpkı Kaşgarlı Mahmûd’un Dîvânü Lugâti’t-Türk’te hazırladığını belirttiği Kitâbu Cevâhirü’n-Nahv fi Lugâti’t- Türk adlı eseri gibi, Mîzânü’l-Belâga’nın Dîbâce’sinde haber verilen Mîzânü’l-Hitâbe’ye de kaynaklarda rastlanamamaktadır.[19]
Bu konudaki kaynakları sıralarken, Namık Kemal’in Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyâtı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şâmildir (Tasvîr-i Efkâr, nr. 416, 16 Rebiülâhir 1283) ve Ziya Paşa’nın Şiir ve İnşâ (Hürriyet Gazetesi, nr. 2, Cemâziyelevvel 1285) gibi makaleleri başta olmak üzere, gerek devrin gazeteleri gerekse neşredilen kitaplar vasıtasıyla, uzun süreli dil tartışmaları yapıldığını belirtelim. Türkiye’de Batılılaşmanın yeni açılan okullarla başladığı bilinir. İşte bu tartışmaların ürünü olan ilk Türkçe belâgat kitapları, Türk dilinin kurallarını belirlemek ve onu bir düzen dahilinde ele alıp incelemek, yani Türkçenin belâgatini oluşturmak amacıyla yazılmış ders kitaplarıdır.
Agâh Sırrı Levend’in Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri ve Zeynep Korkmaz’ın Atatürk ve Türk Dili Belgeler adlı eserlerinde geniş bir şekilde ele alınmış olan söz konusu dönem dilciliğimizin Cumhuriyet’ten sonraki bölümü, Atatürk’ün önderliğinde 1932’ye kadar Dil Encümeni vasıtasıyla sürdürülmüştür. Fuad Köprülü’nün 1928’de Bakü’ye gönderilişi ve Lâtin harflerinin kabulü, 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulması, Atatürk’ün bu konuya verdiği önemin göstergeleridir.[20]
26 Eylül 1932’de, Dolmabahçe Sarayı’nda, 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin ilk kurultayı toplanmıştır. Kurultayın toplanma günü olan 26 Eylül, Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır.[21] Kurumun adı, 1934’teki kurultayda Türk Dili Araştırma Kurumu olur ve bu kurultayda, Güneş Dil Teorisi tartışılmıştır. Kurum, 1936’daki üçüncü kurultayda, Türk Dil Kurumu adını alır. Dördüncü kurultay 1942’de ve beşincisi de 1945’te toplanır. 1948’de İstanbul Muallimler Birliği, Dil Kongresi düzenler ve büyük tartışmalar yapılır. Altıncı dil kurultayı 1949’da olur ve 1951’deki olağanüstü kurultayda Millî Eğitim Bakanı, Kurum Başkanlığından uzaklaştırılır.
Yaşayan Türkçeciler ve özleştirmeciler olarak ikiye ayrılan dilciler arasındaki kelimeler üzerinde yoğunlaşan tartışmalar[22] 1980’li yıllara kadar sürer. 1983’te Türk Dil Kurumu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun içine alınmıştır. Bu yeni yapılanmayı benimsemeyen dilcilerimiz tarafından, Dil Derneği kurulmuştur.
Bunca çalışma ve kutlanan bayramlarla beraber ayrılmaların da yaşandığı yenileşeme devri dilciliğimizin önemle üzerinde durulması gereken bir konusu da, Türkçe kavgalarının beslediği ve bugün adına kirlenme, yozlaşma gibi doğru olmayan adlar verilen dil yanlışlarıdır. ÖSS’nin önemli soru kaynaklarından biri hâline gelen söz konusu dil durumumuzun sebeplerini özetle şöyle sınıflandırabiliriz: Kelime ve sözlerin anlamlarını bilmemek (Sanki Ramazan, nefs-i müdafa ayı değil de sefa ayı! Cürmü kadar yer yakar! sahil kenarında, nüans farkı); gereksiz söz katma (sözlük kitabı); Türkçede bulunmayan seslerin kullanımı[23] (san’at, wuaww); kelime gruplarının yanlış kurulması (çocuk kazak 500 bin, üç yıl bundan önce, soru 5, sayfa 8); cümlelerin yanlış kurulması (Ben ona canım gibi bakar, sever, korurum.); imlâ farklılıkları (ön ek, ön söz, söz konusu, uluslar arası, entelektüel, lâboratuvar, doküman; Atatürk’ü sevmek, onun[24]/O’nun[25] yolundan gitmektir); imlâ yanlışlıkları (Sıvıların hacim ölçüsü birimi litredir. Kısaca ‘lt’ biçiminde gösterilir.);[26] Türkçeleştirme adına yapılan genellemeler (belâgat ‘rhetoric’ ve fesahat ‘eloquence’ için uz dilliklik; Meleke ‘faculty’ ve kabiliyet ‘ability’ yerine yetenek; doğru ‘reel’ ve hakikat ‘verite’ yerine gerçek); yabancı kelime hevesi (consensüs, hiper tansiyon vs.).
Anaokullarında yabancı dil öğretilmesinin tartışıldığı, ilköğretimde x, q, w harflerinin öğretildiği, alfabemize yeni harflerin eklenmesinin düşünüldüğü bu günlerde, TBMM’de iki yasa tasarısı vardır: İlki belediyelere yabancı adlı iş yerlerine daha çok vergi uygulama yetkisinin verilmesi, diğeri de Türkiye’deki eğitim kurumlarında eğitim dilinin Türkçe olması hakkındadır.
Bu imlâ ve Türkçenin korunması çabaları dışında Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi ve Türk Dünyası Dil ve Edebiyatları Dergisi gibi süreli yayınlar vardır. Yine TDK tarafından, Türkiye Türkçesinin Tarihsel Sözlüğü gibi projeler, Türk şivelerinin karşılaştırmalı gramerlerinin hazırlanması, Türk dilinin bugünkü meseleleri ile ilgili toplantılar düzenlenmesi ve bu toplantılardaki görüşmelerin yayımlanması, Türkçeye emek vermiş insanların adına yarışmalar düzenlenmesi, internet vasıtasıyla geniş kitlelere ulaşılması, özellikle son yıllarda hız kazanan Türk dilinin tarihî metinlerinin yayımlanması, hemen akla gelen çalışmalar olarak sıralanabilir. İlki 1945’te yayımlanan 15 bin kelimelik Türkçe Sözlük, yurt sathında yapılan taramalar, derlemeler ve bunların yayımlanmasıyla 1998’deki baskısında 73.707 kelime sayısına ulaşmıştır.
3. Edebiyat
Bu bölümde öncelikle Klâsik Türk Edebiyatı değerlendirilecektir, çünkü yenileşme devri dilciliği onun üzerine inşa edilmiştir. Edebiyat ile dil arasındaki en önemli benzerlik, belirleyici özelliği süreklilik olan değişkenliktir. Şuara tezkirelerinde sıklıkla geçen taze mazmun ve bikr-i mânâ,[27] ifadede değişiklik arayışının göstergeleridir. Tezkireci Salim Efendi, Nedîm’in biyografisine Nedîm-i tâze- zebân başlığını koymuştur. Yeni, çağdaş, modern, adına ne denirse densin, ifadede yeni bir anlayış demek olan yeni şiirimizi, Neşatî’ye kadar götüren bilim adamları vardır.[28]
1839’da başlayan Tanzimat, edebiyatın mecrasını değiştirir; önce fikirde yani konularda başlayan değişim, zamanla şekli de etkiler. Tanzimat ile birlikte yönünü Batı’ya çeviren aydınımızın edebiyatta konu ve biçim değişiklikleri şeklinde gerçekleşen uygulamaları, zamanla inkâr hâlini alır. Ahmet Hamdi Tanpınar[29] ve Abdülbaki Gölpınarlı dahi (Dîvân Edebiyâtı Beyânındadır) Divan Edebiyatı’na ağır eleştirilerde bulunur. Ancak hem Tanpınar hem Gölpınarlı, çok geçmeden bu düşüncelerini değiştireceklerdir.[30] Türkçenin arılaştırılması çalışmalarının başta gelen isimlerinden Nurullah Ataç ise, Divan şiirinin dili ve aruz hakkındaki tenkitlere karşı, savunma hâlindedir.[31] Onları eskiyle barıştıran, beslendikleri kaynak olan Türkçedir. Bu barışma, tevârüd yahut intihal olmaktan ziyade dilin mahiyetinden kaynaklanan düşünce beraberliğidir. Mevlâna’yı taklitle suçlanan Şeyh Galip, Çaldımsa da mîrî malı çaldım der. Buradaki mîrî kelimesi, dilin edinim kısmı için anlamlı bir sıfattır.
İkinci Yeni şairlerinden Turgut Uyar, şiir kitaplarından birine Divan adını vermiş, içindeki manzumelere de münacat, naat, fahriye, rubaî başlıklarını koyarak bir Divan şairinin divanına benzetmiştir.[32] Oscar Wilde’ın Bülbül-Gül adlı hikayesinde “Al bir gül istiyorsan, onu ay ışığında musikiden kendin yaratıp, kendi kalbinin kanıyla boyayacaksın” deyişindeki mecaz dünyasının, Fuzulî’nin İçmek ister bülbülün kanın meger bir rengile mısraındakiyle aynılığı, hemen herkesin her zaman karşılaşabileceği örneklerdendir. Eğer evrensel olana sırtımızı dönmeden, kendi tarihimiz ve kültürümüzle barışabilirsek,[33] geleceğin Karacaoğlanlarını şimdiden hak etmiş sayılırız.
Divan şiiri için “Başka bir edebiyatın bu ölçüde teknik bir yetkinliğe ulaştığını sanmıyorum.” diyen ve sözünü ettiğimiz meddücezirleri çok iyi tahlil eden Hilmi Yavuz, Divan şiirine olumsuz yaklaşımlara, resmî tarih anlayışının yol açtığını söyler.[34] Divan şiirini iyi tanıyan ve ondan yararlanan şairlerden biri olan Behçet Necatigil, bu durumun düzeltilme yollarını gösteren[35] ve sanatında uygulayan şairlerimizdendir.
Şekilden ziyade öze yönelen ve eski şiiri daha çok İslâmî çerçevede ele alarak modern bir şiir yaratma gayretinde olan Sezai Karakoç; eskiyi değişik cepheleriyle yaşatmak amacında olan Kemâl Edip Kürkçüoğlu, Mehmet Çınarlı veya Divan şiirini ayniyle yaşatmak için çaba sarf eden Amil Çelebioğlu, Midhat Sertoğlu ve Şahin Uçar, yeni şiirimizin önemli şairleridir.
Özetlemeğe çalıştığımız yenileşme devri edebiyatındaki bu yaklaşım farklılıkları, dilin ve edebiyatın dönemlere ayrılmasının nasıl güç olduğunu ortaya koymaktadır. İslâmiyet sonrası dil yadigârlarımız da tıpkı öncekiler gibi birer yenileşme devri eseri durumundadır. XI. yüzyıldaki Kutadgu Bilig kahramanlarından Odgurmuş’un sözlerinde Budizm yaşamaktadır.[36] Günümüzün Şamanist Altay Türkleri, kötü ruhlardan korunmak için cinlere, arakı denen alkollü içkiyi ateşle sunarlar. XIV. yüzyıl İslâmî Türk edebiyatı ürünlerinden olan Süheyl ü Nevbahâr’da cinlerin musallat olduğuna inanılan kişi de tütsü ile kurtarılmak istenir: Biri dir cinnî görindi meger/Dütüzdürünüz ‘ûd u müşk ü şeker.[37]
Yatırlara bez bağlamanın edebiyatta aldığı çehre olarak değerlendirilmesi gereken bu durum, dillerin dış tarihleri ile iç tarihlerinin farkını belirlemektedir. 1453’te Eski Anadolu Türkçesi bitip Osmanlı Türkçesi başlar, bu dış tarihtir. Bu tarihi yapan Fatih’in hâlâ Uygur harfleri ile fermanlar yazıyor olması ise iç tarihtir; tıpkı bugün bile notlarını Osmanlı alfabesiyle tutan yaşlılarımızın bulunması gibi. Bu bakımdan dillerin iç tarihlerini tam olarak belirlemek güçtür; dilimiz tarihinin yenileşme devirleri silsilesinden ibaret olması, en çok edebî ürünlerde gözlenen bu gerçeğe dayanmaktadır.
4. Değerlendirme
History of Ottoman Poetry (Gibb: London, 1900-1909) gibi eserlerde yaygın bir Osmanlı şiiri düşmanlığı olduğu bilinir; bu yaklaşım, Osmanlı şiirini bir Fars taklidi sayar. Söz konusu oryantalist bakışın izlerini, Şinasî, Namık Kemal, hatta Ahmet Hamdi Tanpınar’da dahi (XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi) görebiliriz. Yukarıda zamanla değiştiğine işaret ettiğimiz bu durum, aydınlarımızın özellikle edebiyatımıza bakışlarında barizdir.
Abdurrahman Süreyyâ, Osmanlı Türkçesinde çok kullanılan şuur, irticâl, istidlâl, ithaf, sarf, sarf u nahv gibi terimleri hiç kullanmadığı hâlde, Türkçe sözlüklerde yer almayan istisbâr ‘sabır dileme’, meta ‘ne zaman’, izâfe ‘soyut isim’, tevşîh ‘göze çirkin gösterme’ gibi kelimeleri kullanmıştır. Ayrıca, mülâyim, âlet, reng, gâyet, hezl, istigrâb gibi kelimeleri, bilinen sözlük ya da terim anlamlarının dışında kullanmıştır.
Bu durumun Abdurrahman Süreyyâ’ya has olmadığı, Mikyâsü’l-Lisân Kıstâsü’l-Beyân’ın ilk sayfalarının incelenmesiyle görülecektir. Yenileşme devrinin Türkçeciliği, Müyessiretü’l-Ulûm’dan gelen bu gramercilik anlayışının gölgesinde gerçekleşmiştir. Bu bakımdan, Farsça terkiplerin Türkçe tamlamalardan üstün görülmesi hususunu dahi anlamak mümkündür: Farsça terkipleri öven Abdurrahman Süreyyâ,[38] Mîzânü’l-Belâga’nın 56. sayfasında bunların Türkçeleşmiş olduğunu söylüyor; yani o, dilimize ait ifade yollarından birini tercih etmiş oluyor. Bu yüzden değerlendirmelerimizi yaparken, dilimizin bugününü değil, yüz yıl önceki durumunu göz önünde bulundurmalıyız.
4.1. Bütün millîleştirme ve sadeleştirme gayretlerine rağmen söz konusu dönemin dilcisi, anlaşılması zor ve berraklıktan uzak bir terim kadrosuyla çalışmak zorunda kalmıştır. Hâlâ gramerimizde olumsuz etkilerini yaşadığımız bu güçlüklerle yürütülen çalışmalar, her şeye rağmen oluşmakta olan yeni Türkçe gramerin hazırlayıcısı olmak bakımından değerlidir. Meselâ, kelimelerin anlamlarının olmadığı, anlam dediklerimizin onların bir zaman kesiti içindeki kullanımları olduğu gerçeğinin bir de bağlı morfemlerle ilgili tarafı vardır. Zira bu değişkenlik, bağlı morfemlerin fonksiyonları, yani asıl morfemle birleşerek oluşturdukları anlamlar için de geçerlidir. Bugünkü gramer kitaplarımızda çekim kategorileri, anlamdan ziyade şekle göre belirlenmiştir. Dilimiz üzerinde yapılmış çalışmalarda nadiren,[39] ekler bu şekilde ele alınıp fonksiyonları belirlenmiştir. Yenileşme devri eserlerinde ise, söz konusu tasnif, en ince ayrıntılarına kadar yapılmıştır.
4.2. Söz konusu eserlere dair incelemeler, bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır: Türkçe kelimelerin etimolojileri hakkındaki bilgiler, genellikle yanlıştır: Mîzânü’l-Belâga’da kanı, hani, kanda, handa, kangı, hangi kelimelerinin ha tenbih edatı ile ne’den geldiği belirtilir (s.142). Sefîne-i Belâgat’e göre ise, nasıl kelimesi, ne şekil’den gelmektedir.[40]
Mikyâsü’l-Lisân Kıstâsü’l-Beyân’dan başlamak üzere bu devir eserleri, böyle etimoloji yanlışlıkları ve eklerin fonksiyonlarının anlatılmasındaki tutarsızlıklarla doludur. Meselâ “A oğlum!” yapısındaki edat ile, datif ekimiz sanki aynı morfemin farklı görevleriymiş gibi anlatılır.[41] Arapça başta olmak üzere bütün yabancı dillerden alınma kelimelerle ilgili bilgiler ise, doğrudur! Türkçenin gramer ve belâgatini konu alan eserlerdeki bu durum, dilimizin geçtiği yolu açık bir şekilde göstermektedir.
4. 3. Telâffuz, isim fiil, irsal-i mesel veya müşakele[42] gibi dil ve edebiyat terimleri araştırılsa, farklı tanım ve örneklerle karşılaşılır. Buna rağmen yenileşme devri dili, bir bilim ve kültür dilidir; bugün ancak tespit edilebildiği zannedilen çoğu bilgiyi, o eserlerimizde sebepleriyle beraber bulabilmemizin nedeni de budur.
Muharrem Ergin’in “Hayır yabancı asıllıdır, yok aslında isimken edat olarak da kullanılır, hayırın Türkçe karşılığı durumundadır.”[43] şeklinde açıkladığı hususu, Abdurrahman Süreyyâ, şöyle izah ediyor: “Yok: Bu da selb-i icab, tasdîk-i nefy husûsunda hayır ile mürâdif ise de, yokluk şerr-i mahz demek olup muhâverât-ı nâzikânede bu gibi kelimât-ı meş’ûmenin isti’mâli hilâf-ı de’b-i edeb olduğu cihetle tefe”ülen onun yerine hayır ikâme edilmişdir.” (Mîzânü’l-Belâga, s. 278)
Abdurrahman Süreyyâ, Türkçede edatlı çekim meselesini özetlercesine, hurûf-ı izâfe olarak adlandırdığı hâl eklerinin arasına, ile, için gibi çekim edatlarını da katar (a.g.e., s. 29). Kısaca bugün, anlam bilimi, üslûp bilimi vs.’nin metotlarıyla ulaşabileceğimiz pek çok sonuç, belâgat kitaplarımızda hazır durumdadır.[44]
Yenileşme devri eserlerimizin dilinde, millî özelliklerimizin izlerini de görmek mümkündür; hayallerin bile maddî olanlarına bu eserlerde hoş bakılmaz: “Bu ise pek âdî hem de mâddî bir hayâle gûyâ revnak ve ihtişâm vermek içün üdebâ-yı eslâfın Vassâf’a taklîden ibdâ’ ve ihtirâ’ eyledikleri bir bid’at-i seyyi’edir.” (Mîzânü’l-Belâga, s. 18) Doğru ya da yanlış, bizce ve bize ait olan bu yaklaşımların dilimizin gramer ve anlam bilimiyle meşgul olanlarca önemle dikkate alınması gerekmektedir.
4.4. Günümüzde yapısalcılık ötesi yaklaşımlar, kelimenin tek başına anlamsızlığını söz konusu ederler. Bu görüşe göre cümle bile tek başına kesit ‘hüküm bildiren söz’ olmayabilir. İşte bu kesit teriminin yenileşme devri dilciliğindeki karşılığı kelâm’dır. Belâgatin genel bir dikkati olan bu durum, yapısalcılık ötesi yaklaşımların vardığı sonuçların dahi, söz konusu bilimin geleneğinde dikkate alınmış olduğunu göstermektedir.[45] Zira, eski eserlerimizde cümle, diğer kelime grupları gibi terkip terimiyle adlandırılarak kelâm ya da söz’den ayrı tutulmaktadır.
4.5. Bir gün köy kahvesinde Arapça kelimelere meraklı olduğunu anlatan bir köylü, “Şahitin Arapçası da tanıktır.” demişti.[46] Bu hüküm, kültür selleri içinde yaşanmış Türk tarihi boyunca, Türkçenin sağlam kalışını sağlayan bir geleneğin ifadesidir. Yenileşme devri dilcilerimizin çoğu, unutulmuştur; bu unutulmuşluk, özellikle Osmanlı Türkçesinin akıbetinden kaynaklanan bir kader ortaklığıdır. Söz konusu kader ortaklığından kurtulmayı başarabilen Şemseddin Sâmî gibi dilcilerin unutulmuşlar farkı, günümüz Türkçesinin temellerini atarken tutarsızlığa düşmemiş olmalarıdır. Bu başarıya, Türkçeyi tanımlarken başka dilleri değil, dilimizi konuşanları dikkate alarak ulaşmışlardır.
4.6. Yenileşme devrindeki anlaşmazlıkların önemli sebeplerinden biri, edebî ürünler ve onlara malzemelik eden dile olan yaklaşım farklılıklarıdır. Zannedildi ki her yeni girilen kültür atmosferi, yeni bir dil var etmeyi gerektirir. Bugün hâlâ “Divan edebiyatı, halktan kopuk, yapma ve taklit bir edebiyattır!” gibi düşüncelerin özellikle eğitim kurumlarında dile getiriliyor olması, bu sebeptendir.
Batı, bugün dil bilimindeki yerini, Poetika’dan bu yana devam eden referanslarına borçludur. Biz ise Tanzimat’a kadar Arapça, sonrasında da Batı dillerinin bakış açılarıyla dilimizi inceledik; hâlbuki bu dillerin çekim sistemleri farklıdır. “Duvar beyazdır.” cümlesindeki duvar ögesine, cansız bir varlığa fiil izafe etmek günah olur endişesiyle fail ‘özne’ diyemedik; bugün de İngilizler iyelik çekimini ek ile değil de zamirle yapıyor diye, iyelik eklerimizi iyelik zamirleri olarak adlandırıyor veya yer tamlayıcısı yerine indirect objectten tercüme dolaylı tümleç terimini kullanıyoruz.
Bir de zamanla değişen dünya görüşlerinin dilciliğe etkisine örnek verelim: Dillerin en önemli konularından biri mecazdır; yani bir kelimenin bir başka anlam için kullanılması: Servi kelimesini, ağaç anlamında kullanırsak gerçek anlamda kullanmış, sevgili anlamında kullanırsak mecaz yapmış oluruz. Bu anlamda meselâ “Yağmur ekinleri ihya etti.” cümlesi, dindar bir dilci için mecaz, tabiat bilimcisi için ise gerçektir. Yenileşme devri dilciliğimiz bu yaklaşım farklılıklarından çok etkilenmiştir.
4.7. Dünyada binlerce dil var; söz konusu dillerin çoğu, dünya nüfusunun pek azı tarafından konuşulmaktadır. Asıl önemli olan, dillerin ölü dil hâline gelme hızındaki artıştır. Bu tehlike Türkçe için söz konusu değilse de, en azından olumsuz etkilerini önlemek bakımından bir şeyler yapılmalıdır. Eskiden Parisli veya İstanbullu, farklı bir edebiyat dili yaratsa da, dilin sigortası niteliğinde halk dili vardı. Hâlbuki bugün dağdaki çoban, elindeki bir cihazla dünyaya açılabilmektedir; artık her yenileşme devrinin topyekûn bir değişmeyi getireceği unutulmamalıdır.
4.8. Yenileşme devri dili, bir harp okulu veya hukuk fakültesinin ders kitaplarındaki dildir; bir öğrenci, bu eserleri anlayabilir ve içindeki bilgileri hayatında kullanabilirdi. Bugün ise bu eserleri anlamak, bir Türkoloji tezi olabilir. Bu durum, toplumca yaşadığımız medeniyet değişmesinin dildeki yansımalarını göstermektedir.
4.9. Dile bu dönemde neden bu kadar yabancı kelime geldi veya neden bunca yanlış yapıldı diye hayıflanmak yerine, her şeye rağmen Türkçe nasıl varlığını sürdürebildi diye şükredilmelidir. Aynı tespiti, bir başka yenileşme devrimiz olan Eski Anadolu Türkçesi ve öncesi için Ahmet Bican Ercilâsun yapar.[47] Her din ve medeniyet değişiminde dilimiz, bir kelime seli altında kalmıştır ve daima selin bıraktığı tortularla ana dili torbasındaki sermaye birleşerek daha güçlü bir Türkçe ortaya çıkmıştır.
Bu günler, geleceğin bilim ve sanat dili olarak yıldızlaşacak Türkçesinin doğum günleridir.[48] Pek çok inanç ve dünya görüşü çerçevesinde, Avrupa kıtasından büyük bir coğrafyada konuşulmakta olan Türkçe, temsil ettiği bütün inanç ve yaşama şekillerinin canlı tarihi ve onu konuşanların sonsuzluk duygusu olarak, geleceğe yürümektedir. Bugün dilciliğimiz, yine gururlarla ve zaman zaman da hüzünlerle yaşanacak geleceğimizi kurmada, Türkçenin bir an önce üzerine düşeni yapabilecek kudrete eriştirilmesi gayretindedir. Bunun uzak olmadığının teminatı, Türkçenin tarihidir.
Adnan Menderes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 131-138