Türkiye son hızla genel seçimlere gidiyor. Üç ay sonra genel seçimlerin sonuçlarına göre, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetecek siyasal iktidar belli olacaktır. Böylesine bir aşamada siyasal partiler seçmen önüne çıkmağa hazırlanmaktalar ve bu doğrultuda programlar ve planlar hazırlayarak ve her gün halkın önüne çıkarak, seçim kazanmak üzere yeni manevralara hazırlandıkları göze çarpmaktadır. Halk kitlelerini yakından ilgilendiren hemen hemen her konuda başlıca partilerin yeni hazırlıklara girdikleri ve bu doğrultuda genel seçimler öncesinde yeni programları Türk kamuoyuna açıklayarak arkalarındaki halk desteğini artırabilmek üzere harekete geçtikleri anlaşılmaktadır. Siyasal partilerin başlıca hedefi olan iktidara gelmek ancak genel seçimler yolu ile mümkün olabildiğinden, böylesine bir geçitten geçebilmek üzere önde gelen büyük partilerin Türkiye’nin en önemli sorunlarına yeni çözümler üreterek gelecek dönemde Türkiye Cumhuriyetini yönetmeğe talip oldukları, bu tür girişimlerinden açıkça ortaya çıkmaktadır. Bugüne kadar gündeme gelen bu tür girişimlerin önümüzdeki dönemde daha da artacağı ve seçmen kitlelerini oy verme aşamasında etkileyecek derecede tırmanacağını şimdiden söylemek mümkündür. Seçimlere doğru yeni gazetelerin ve dergilerin çıkması kamuoyundaki tartışmaları tırmandıracağı gibi, partilerin seçim bildirgeleri ve programları da Türkiye’yi genel seçim atmosferine hazırlayacaktır.
İçinden geçilmekte olan değişim sürecinde Türkiye bir çok konuda zorlanmakta, değişimin dayattığı sorunlar ile geçmişten gelen geleneksel sorunlar bir araya gelerek, zamanla içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağını Türkiye’yi yönetmeğe talip olan partilerin ve siyasetçilerin önüne çıkmaktadır. Tek tek ele alındığında daha kolay çözüme kavuşturulabilecek bazı sorunların daha genel anlamda ve başka sorunlar ile beraber ele alınması, ya da bütün boyutları ile masaya yatırılması gibi durumlarda gene içinden çıkılmaz durumlar ile karşılaşmak mümkün olabilmektedir. Bu nedenle hem siyasi partiler hem de siyaset kadroları ciddi boyutlarda zorlanmaktadırlar. Öyle ki, Türkiye Cumhuriyetinin doğrudan doğruya geleceğini etkileyecek derecedeki çok önemli ve yaşamsal sorunlara böylesine bir ortamda çözüm bulmakta Türk toplumu giderek gecikmekte ve bu nedenle de Türkiye’nin sorunları çözümsüz bir doğrultuda sürünüp gitmektedir. Zaman en acımasız hakem olarak bu durumu açıkça ortaya koymakta ne var ki, Türkiye gene de ana sorunlarına çözüm üretebilecek olgunluk aşamasına gelememektedir. Böylesine bir gecikmenin dış konjonktürden gelen nedenleri olduğu gibi, içeriye yansıyan boyutları ve Türkiye’nin iç dinamiklerinin bir türlü olumlu bir çizgide kesin ve kalıcı çözümler için elverişli bir ortama gelememesi de etkili olmaktadır. Bu doğrultuda çözüme kavuşturulamayan sorunlar giderek karmaşık bir yapıya dönüşmekte ve içinden çıkılmaz bir duruma dönüştüğü aşamada ise, bazı haklı ya da haksız tepkiler ile karşılaşarak iyice yokuşa gitmektedir.
Son zamanlarda bölücü hareketler ve terör sorunu üzerinden Türkiye’nin gündemindeki bir numaralı sorun olarak duran güneydoğu sorunu, bir türlü çözüme kavuşamamakta, iyi niyetli çözüm girişimleri bir türlü sonuca ulaşamamakta, bu arada kötü niyetli siyasal girişimler de engelleyici faktörler olarak devreye girdiği aşamada sorunu çözüme kavuşturmak hedefi iyice uzaklaşarak imkânsızlık noktasına gelmektedir. Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasıyla beraber gündeme gelen bu sorun zamanımızda iyice içinden çıkılamaz bir duruma gelmiş ve iyi niyetli girişimler giderek sonuçsuz kalınca, bu kez de kötü niyetli girişimler bu sorunun Türkiye Cumhuriyetine ve komşu devletlere karşı kullanılması gibi bir yeni olumsuz gelişmenin öne çıkmasına neden olmuştur. Sorunu çözemeyen iç ve dış siyasal çevreler bu kez içine girilen çözümsüzlük aşamasında bu kez sorunu birbirlerine karşı çözümsüzlük doğrultusunda kullanmağa başlamışlar, karşı tarafların çözümlerinin engellenebilmesi için görünüşte yeni adımlar atılmış ve bu adımların sorunu çözmeğe değil tamamen tersine çözümsüzlük istikametine doğru çektiği belirli bir zaman dilimi geçtikten sonra görülmeğe başlanmıştır. Bunun anlaşılması üzerine, güneydoğu da çözüm bekleyişi içinde olan ilgili çevrelerin umutları tükenmeğe başlamış ve bir anlamda aldırmazlık tutumu bu çevrelerde giderek etkili olmağa başlamıştır. Sorunu barış içinde çözemeyenler savaş ve terör yollarını denemişler ama bu yoldan da bir sonuç elde edememişlerdir. Terör ile Türkiye Cumhuriyetinin yıkılamayacağı, Irak ya da Yugoslavya’daki gibi bölünemeyeceği artık kesin olarak anlaşılmıştır. Ne var ki, Türk devletinin de bütün gücüne rağmen terör örgütünü kesin olarak yok edemeyeceği anlaşılmış ve bu aşamadan sonra, güneydoğu sorununun Türk devletinin yıkılmazlığı ile bölgedeki etnik halkın terör örgütlenmesi arasına sıkışıp kaldığı belli olmuştur. Terör örgütü Türk devletini otuz yıl sonra yıkamayınca, bölge halkı terör yolu ile sonuca gidemeyeceğini anlamıştır. Terör örgütünün arkasında ise bölgeye dönük stratejik hesapları olan ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve İsrail gibi emperyal batılı devletlerin açık desteği olması yüzünden de Türk devleti de bu bölgedeki etnik terörü kendi gücü ile sona erdiremeyeceğini anlamış durumdadır.
Gelinen noktada, güneydoğu sorununun devlet baskısı ile ya da etnik halkın terör örgütlenmesiyle çözülemeyeceğinin kesin olarak anlaşıldığı görülmektedir. Artık Kürt yok diyerek ya da dağlık bölgeden gelen kart kurt sesleri masalları ile güneydoğu sorununun olumlu bir sonuca bağlanamayacağı iyice belli olmuş ve soğuk savaş sonrası aşamada içine girilen küreselleşme döneminin dinamiklerinin etnik kökenleri öne çıkarması nedeniyle sorun daha da büyüyerek iyice içinden çıkılmaz bir noktaya gelmiştir. Eski dönemde Türkiye’nin komşu ülkelerini Türkiye’ye karşı terör eylemleri için etnik gruplaşmalar doğrultusunda kullanan Türkiye’nin dostu ve müttefiki görünümündeki batılı emperyal devletler yeni dönemde bu şanslarını yitirmişler, soğuk savaş sonrasında sınır komşularıyla dana yakın ilişkiler içerisine giren Türkiye Cumhuriyeti komşularını da bölücülük doğrultusunda tehdit eden etnik teröre karşı bölgesel bir işbirliği ve dayanışma dönemini başlatmıştır. Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerini Türkiye’ye karşı birer terör üssü olarak kullanan bölücü illegal örgüt yeni dönemde bu şansını yitirince iyice toplumsal desteğini kaybetmiştir. Kitlesel destekten mahrum kalan bölücü örgüt yeni dönemde eski iddialarını sürdürebilmek için, batının emperyal devletlerinin desteğine sığınmış ve Avrupa Birliği oluşumu üzerinden Avrupa ülkelerini, Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden de ABD ve İsrail devletlerinin desteklerini korumağa çalışmış ve bu ülkelerin Türkiye üzerinde baskı kurmalarını sağlayarak, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde kendi istedikleri doğrultuda bir çözüm üretmeğe çaba göstermişlerdir. NATO üyesi ve AB aday ülkesi olarak Türkiye’nin batı dünyası ile olan yakın ilişkilerinden yararlanarak, batılı ülkeleri Türkiye’yi bölücü örgütün planları doğrultusunda bir çözüme zorlama dönemi de son yıllarda giderek artan baskı ve şantajlara rağmen sonuç vermemiş, bu doğrultuda geliştirilen bütün girişimler sonuçsuz kalmıştır. Artık eski tutumlar ya da senaryolar ile sonuç alınamayacağı kesin olarak belli olmuştur.
Bölücü etnik terör yüzünden otuz yılda otuz bin insanını kaybeden Türkiye Cumhuriyetinin bundan sonraki aşamada yeniden bir terör dönemine zorlanması hiçbir biçimde sonuç vermeyeceği gibi tamamen tersine bir doğrultuda tepkisel olumsuz sonuçlara da giden yolları açabilir. Türkiye artık geri zekâlı ya da aptal bir ülke konumuna hiçbir biçimde düşürülemeyecek derecede bir olgunlaşma aşamasına gelmiştir. Çeyrek yüzyılı aşan bir sürede yaşanan olaylar, Türk insanını bilinçlendirdiği gibi Türk devletinin de giderek güçlenmesine neden olmuştur. Eskisinden daha güçlü bir konuma gelen Türkiye Cumhuriyetinin Yugoslavya’da yaşanan iyi niyetli demokrasi senaryoları ile safca parçalanmağa doğru sürüklenecek bir geri ülke ya da zayıf devlet konumundan hızla uzaklaştığının görülmesi gerekmektedir. Bu konuda kararlı görünen batı emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i maalesef hedeflerine ulaşmakta fazlasıyla gecikmişlerdir. Son yıllardaki bütün zorlamalara rağmen istediklerini elde edemeyen bu emperyal güçler gene aynı kafada olmalarına rağmen, aradan geçen yıllardan sonra dönemin değiştiğini ve Türkiye’nin artık dıştan yetiştirilen ve dışarıdan gönderilen siyasetçiler ile uzaktan kumandalı manipülasyonlar ile yönetilemeyeceğini artık görmeleri gerekmektedir. Zaman içerisinde doğrular ve yanlışlar ortaya çıkmış ve küresel sermayenin güdümündeki medya ile ya da siyasetin küresel sermaye tarafından finanse edilmesiyle dışa bağlı güçlerin ya da kadroların aracılığı ile Türkiye’nin bir yerlere sürüklenerek yönetilemeyeceği artık kesin olarak ortaya çıkmıştır. Geçmiş dönemde yaşanan olaylardan herkesin bir ders çıkarması gerektiği görülmektedir. Çıkarılan derslerden alınacak olumlu sonuçlara göre yeni dönemde davranılması gerektiği anlaşıldığı için, hiç kimse ya da taraf bütün sorunlarda olduğu gibi güneydoğu ya da doğu Anadolu sorunlarında da eskisi gibi hareket ederek zorlayıcı ve baskıcı girişimler ile sonuç almağa yönelme hakkı bulunmamaktadır. Soğuk savaştan küreselleşme aşamasına geçiş döneminde ortaya çıkan bölücü terörün sonuçsuzluğu ve hiçbir işe yaramazlığı kesinlik kazandığına göre, yeniden böylesine yöntemlere başvurulması durumunda Türk devletinin ve Türk ulusunun, ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından göstereceği tepkiler eskisinden çok farklı ve ağır olabilir. Bu nedenle, böylesine olumsuz tepkilere yol açabilecek zorlayıcı girişimlerden vazgeçilmesi öncelikle sorunun barış ortamında daha sağlıklı bir biçimde ele alınabilmesine yardımcı olacak ve bu doğrultuda yeni olumlu adımların atılabilmesi için elverişli bir ortamı yaratabilecektir.
Türkiye genel seçimlere giderken sadece güneydoğu sorunu değil ama bütünüyle Doğu Anadolu bir büyük sorun olarak Türk kamuoyunun önüne gelmiştir. Yeni dönemde Türkiye bölgeye sadece güneyden ya da güneydoğu sorunu olarak değil ama bütünüyle ülkenin doğu bölgelerini içine alacak düzeyde bir doğu sorunu olarak bakmak durumundadır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti devletinin doğu bölgesini oluşturan, güneydoğu, doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgeleri artık beraberce dikkate alınmak durumundadır. Ulusal kurtuluş savaşını yönetmek üzere Samsun’a çıkan Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün izlediği siyasette bu doğrultuda gelişmiştir. Doğu Karadeniz’deki Pontus çetecilerine karşı güvenlik oluşturmak üzere Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal daha sonraki aşamada ulusal kurtuluş savaşına ülkenin doğusundan başlayarak işe girişmiş ve öncelikle Doğu Anadolu ile Doğu Karadeniz’in birlikteliğini sağlayacak olan Erzurum Kongresi ile resmi çalışmalarına başlamıştır. Erzurum Kongresi öncesinde ülkenin her köşesinde iki yüz civarında kongre ve toplantı yapılmasına rağmen, yerel ya da bölgesel düzeyde sonuç alınamamış ve daha sonraki aşamada Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu’da birlik ve bütünlük sağlaması üzerine gerçek anlamda ulusal kurtuluş savaşı başlamıştır. Dünyanın tam ortasında her tarafı açık bir konumda yer alan Anadolu yarımadası üzerinde bir bağımsız devlet düzeninin oluşturulabilmesi için jeopolitik ve stratejik açılardan öncelikle Doğu Anadolu’nun güvence altına alınması zorunlu görünüyordu. Doğu Anadolu Erzurum Kongresi ile güvence altına alındıktan sonra sıra ülkenin diğer bölgelerine gelmiş ve daha sonraki aşamada Doğu Anadolu bölgesinde sağlanmış olan birlikteliğin Misakı Milli sınırları doğrultusunda ülkenin batı, güney ve kuzey bölgelerine de taşındığı görülmüştür. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında yaşanan bu siyasal gelişmeler, Anadolu üzerindeki bu üniter ulus devletin bağımsız bir siyasal düzen oluşturabilmesi açısından Doğu Anadolu’nun birlikteliği ve bütünlüğünün yaşamsal bir öneme sahip bulunduğunu açıkça göstermiştir. Türkiye’nin doğusunda bulunan üç coğrafi bölgenin bir bütünlük içerisinde merkeze bağlı olmasının ülkenin batı bölgelerinin başkent Ankara’dan merkezi olarak yönetilebilmesi açısından da gerekli olduğu görülmüştür. Doğusunu güvenceye alan Ankara yönetimi batı bölgelerini yönetebilir konuma gelebilmiştir. Doğusunu koruyamayan bir Ankara yönetimini batı bölgelerinin de ciddiye almayacağı açıktır. Bu nedenle, Türkiye Doğu Anadolu için geliştireceği çözüm önerilerinde devletin kuruluş yapısı, modeli ve ilkelerini öncelikle göz önünde tutmak zorundadır. Bu gerçeği güneydoğu’da ayrı devlet isteyenlerin ya da Kuzey Irak’a Türkiye’nin güneydoğusunu da bağlamak isteyenlerin acilen görmelerinde barış koşullarının korunabilmesi açısından yarar vardır.
Türk devleti Doğu Anadolu’ya başkent Ankara’dan bakmak durumundadır. Devletin böylesine bir merkezi yapıda kurulmuş olması nedeniyle, hareket noktası başkent Ankara’nın kontrolü altındaki Misakı Milli sınırları içerisinde üniter bir bütünlüğün öncelikle korunması ve böylesine bir siyasal yapılanmanın üzerinde duran ulus devletin varlığının geleceğe dönük sürdürülebilmesi açısından devletin kurucusu Atatürk tarafından belirlenmiş olan devlet modelinin öncelikle korunması gerekmektedir. Bu durum aynı zamanda bir anayasal zorunluluk olarak da devreye girmekte ve ülkenin her bölgesine merkezden aynı doğrultuda bakış açılarının geliştirilebileceğini göstermektedir. Türk devleti Ankara merkezli bir hukuki yapıya sahiptir ama Ankara’da ulusal ve üniter devletin kurulmasına giden yol Doğu Anadolu’daki Erzurum Kongresi ile başlatılabilmiştir. Erzurum Kongresi o koşullarda yapılamasaydı Sivas’ta bir büyük ulusal kongre hiç yapılamaz ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden kararlar Türk ulusunun ülkenin bütün bölgelerinden gelen il ve bölge temsilcilerinin katılımıyla hiçbir biçimde kurulamazdı. Bu nedenle, Doğu Anadolu’nun geleceği denlince akla Erzurum Kongresi, Türkiye’nin geleceği denilince de akla Sivas Kongresi gelmektedir. Atatürk Misakı Milli sınırları içerisinde bir ulus devleti üniter yapı içerisinde oluştururken Doğu Anadolu’da güneydoğu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin birlikteliğini öncelikle sağlamış ve daha sonraki aşamada da bu durumun ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından korunmasına öncelik vermiştir. Atatürk Cumhuriyetinin çatısı altında Doğu Anadolu’ya bakış açısını bu nedenle öncelikle Erzurum Kongresi olgusu ile değerlendirmek gerekmektedir. Erzurum Kongresi bakış açısıyla Doğu Anadolu’ya bakıldığı zaman, emperyalizmin gelecekte muhtemel küçük etnik devletlerin başkenti olarak öne sürmeğe çalıştığı Diyarbakır, Van ve Trabzon kentinin bütünüyle Doğu Anadolu bölgesinin kopmaz parçaları olduğu daha iyi anlaşılabilmektedir. Bir partinin belediye başkanı Diyarbakır’ı Batman ile birleştirip özerklik isterken, aynı taleplerini Trabzon ve Van için de gündeme getirmekte ve Emeniler ile Rumların desteğini alarak, güneydoğu’da bir Kürdistan’ın kuruluşunu Türk devletine karşı dayatmağa çalışmaktadır. Hala Sevr rüyaları gören bölücüler, sadece Diyarbakır’ı tek başına kurtaramayınca bu kez Van ve Trabzon’u da öne atarak Doğu Anadolu’da muhtemel bir Ermenistan ve Pontus Cumhuriyetleri oluşumunu yeniden devreye sokmağa çalışmaktadırlar.
Geçen hafta sonunda Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili bir bölge toplantısını, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuş olan ana muhalefet partisinin müstakbel Büyük Ermenistan devletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlediği görülmüştür. Başkent Ankara’dan çok uzak bir düzeyde yapılan bu toplantıda İstanbul ile Doğu bölgesinin temsilcisi olan bazı sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri de katılmış ve bölgenin geleceği İstanbul merkezli bir bakış açısı ile Ankara‘dan gelebilecek temsilciler devre dışı bırakılarak ve en önemlisi halen Türkiye’nin en büyük demokratik kitle örgütü olan Atatürkçü Düşünce Derneğinin toplantıya gelmiş olan temsilcileri dışarıda bırakılarak toplantıyla devam edilmek istenmiştir. Atatürk’ün partisinin Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışlayarak böylesine bir bölge toplantısı yapması hem bölgede hem de ulusalcı ve cumhuriyetçi kamuoyunda ciddi tedirginlikler ve kuşkular yaratmış ve “nereye gidiyoruz“ sorularını öne çıkarmıştır. Atatürk’ün devlet modelini savunması gereken Atatürk’ün partisi, Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bir bakış açısı ile bakması gerekirken, bu konuda kendisine en fazla yardım yapabilecek düzeydeki ulusal birikime sahip olan Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışarıda bırakarak bölge toplantısını yapmağa çalışması, çok ciddi tedirginliklere neden olmuştur. Bölücü etnik terör örgütüne yakın duran bazı sivil toplum kuruluşları ile bu doğrultuda siyasete yakın duran bazı temsilcilerin toplantıya katılmaları, devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisinin Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bakış açısından vazgeçtiğine dair tartışmaları de beraberinde kamuoyuna getirmiştir. Doğu Anadolu’nun bütünlüğüne öncelik vermeyen, güneydoğu sorununu Doğu Anadolu’nun birlik ve bütünlüğü dışında ele alan, Kuzey Irak benzeri bir yeni yapılanmayı çözüm diye Türkiye’nin güneydoğu bölgesine getirmek isteyen bir yaklaşım hiç bir zaman, Doğu Anadolu’yu kurucu önder Atatürk’ün devlet modeline göre değerlendiremeyecektir. Güneydoğu’ya öncelik vererek Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin dışlanması ya da ikinci planda bırakılması, bölgeye Erzurum Kongresi sonrasında getirilmiş olan bütüncül bakış açısını ve yaklaşımları ortadan kaldırarak bölücü sonuçlar verebilecektir. Bölücü örgüt yandaşı sivil toplumcular ile başkent Ankara’ya yüz belediye başkanını bir araya getirerek bölgesel meydan okuyanlar ile Doğu Anadolu’ya bütüncül bir yaklaşım geliştirilemez ve bu nedenle de kalıcı ve Türkiye’nin devlet modeline uygun bir çözüm getirilemez.
Ne var ki, Doğu Anadolu’nun bütünlüğü dışlanarak sadece güneydoğu bölgesinin ele alınmasıyla ancak bölücü örgütün ve Türkiye’yi bölmek isteyen batılı emperyal ve Siyonist çevrelerin ekmeğine yağ sürülebilir. İstanbul sermayesinin çıkarlarına geçmişte teslim olan Atatürk’ün partisinin yeni dönem açılımında gene İstanbul merkezli bakış açılarıyla bir yerlere gitmeğe çalıştığı ama bunu da başaramayarak yüzüne gözüne bulaştırdığı görülmektedir. Ankara’dan mal kaçırır gibi İstanbul sermayesinin federasyoncu ve eyaletçi bakış açılarıyla öne çıkarılacak çözüm önerileri ülkenin birlik ve bütünlüğüne zarar vereceği için, Atatürk’ün partisinin geleneksel tabanı tarafından hiçbir zaman benimsenmeyecek ve beklide genel seçimlerde ciddi oranlarda oy kaymasına yol açabilecektir. Geçen seçimlerde partinin önünü kapayarak iktidara gelmesini önleyen eski genel başkana kızgınlık nedeniyle Atatürkçü tabanın önemli bir kesimi tepkisel olarak milliyetçi partiye oy vererek siyaset sahnesinden dışlanmak istenen bu partiye hayatiyet kazandırmıştı. Adında halk sözcüğü bulunmasına rağmen iş adamı ve sanayici derneklerinden kaynaklanan sermaye politikalarına angaje olan Atatürk’ün partisi bu yüzden kısa zamanda zenginlerin partisi durumuna sürüklenerek ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden dışlanarak zenginlerin yaşadığı sahillerin partisi konumuna sürüklenmişti. Bu durumdan ders alması gereken Atatürk’ün partisi geçen yıl İstanbul merkezli bir yönetim atağı ile karşı karşıya kaldığı için, genel başkan ve yardımcıları ile genel sekreterin İstanbul temsilcileri olarak siyaset sahnesinde yerlerini aldıkları ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen ulusal ve üniter devlet yapısını ikinci plana atmağa ve İstanbul’u yeniden başkent yapacak doğrultuda bölgesel federasyona güneydoğu üzerinden hazırlandıkları anlaşılmaktadır. Büyük sermayenin çıkarları ile ülkenin ve halkın ulusal çıkarlarının ters yönlerde olması ve bu nedenle siyaset sahnesinde önemli ölçülerde çatışmaların öne çıkması dikkate alınırsa, Atatürk’ün partisinin geçen seçimlerde sahillerden aldığı oylarını bu kez alamayacağı ve güneydoğuya öncelik vererek Türkiye’nin bütün bölgelerini karşısına aldığı görülmektedir. Milli sınırlar dışına çıkarak bölgeye yatırım yapmak isteyen İstanbul sermayesi ile güneydoğuda bölücülük yapan partilerin ve örgütlerin çıkarları, bölgesel federasyon ile eyalet sisteminin oluşturulmasında birbirine paralel görünmektedir. Bu doğrultuda doğu Anadolu’nun Kürt ve Alevi asıllı insanlarının alet ederek kimliklerini öne çıkaracak bir yaklaşım doğrultusunda güneydoğu sorunu ele alınmağa çalışılmakta ve Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen geleneksel Ankara merkezli ulusal ve üniter yaklaşımından uzaklaşılmaktadır. Atatürk’ün devlet modeline olduğu kadar, devlet kuran partinin altı ilkesinden olan ulusalcılık ve cumhuriyetçilik ilkelerine de açıkça ters düşen bu yaklaşımın, güneydoğu halkından oy alabilmek uğruna gündeme getirilmesi önümüzdeki dönemde ciddi handikaplara yol açabilecek gibi görünmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin en zayıf döneminde kabul etmediği eyalet sistemi ve federasyona, büyük sermaye çevrelerinin ve batılı emperyal güçlerin çıkarları uğruna şimdi evet demesi eşyanın doğasına aykırı düşmektedir. Zayıf noktada kabul edilmeyen Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldıracak bir siyasal çözümün en güçlü olunduğu aşamada kabul edilmesi gibi bir zafiyeti hiç kimse Türk halkına açıklayamaz. Batı emperyalizmine karşı antiemperyal bir mücadele sürdürerek bağımsız Türk devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisinin yöneticileri ise, böylesine bir geri adım atmayı hiç kimseye anlatamazlar. Atatürk’ün partisinin doğu bölgelerinden kopmasını yanlış politikalarda ve batı bölgelerinde üslenmiş olan büyük sermayeye teslimiyette aramak gerekirken, gene sermaye merkezlerinin desteği ile güneydoğunun Doğu Anadolu’nun birlik ve bütünlüğünden kopmasına yol açabilecek federasyon ve eyalet modeli yaklaşımların benimsenmesi Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına yol açabilecektir. Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına alet olmasını ise hiçbir parti yöneticisi toplumun üçte birini oluşturan Atatürkçü cumhuriyet tabanına anlatamayacaktır. İktidar partisinin küresel politikalara angaje olan neo-liberal yaklaşımlarının taklitçisi ya da kopyacı bir tutumun sonuç vermesi ise gene eşyanın doğasına ters düşecektir.
Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan Atatürk Milliyetçiliği kavramı, cumhuriyet devletinin Doğu Anadolu’nun ülkeye kopmaz bağlar ile bağlanmasının ana formülüdür. Türk devletinin anayasasında Türk milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği devletin temel ilkelerinden birisi olarak benimsenmiştir. Devletin adında “Türk” kavramı vardır ve bu kavram doğrultusunda bir Türk milli devleti kurulmuştur ama içe dönük bir Türk milliyetçiliği anayasada yer almamıştır. Türk milliyetçiliğinden uzak duran bir Türk devleti ulusal yapıda kurulurken, Anadolu’da yaşayan diğer kökenlerden gelen insanlar da düşünülmüştür. Kendini Türk hissedenler Türk olarak kabul edilmiş, “Ne mutlu Türküm diyene” yaklaşımı ile alt kimlik ya da etnik köken sorunları aşılmağa çalışılmıştır. Ulusal kurtuluş savaşında düşmana karşı beraberce savaşan Anadolu halkı Atatürk’ün tanımı ile Türk ulusu olarak kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denileceğini devletin kurucusu bir temel ilke olarak ortaya koymuştur. Bu nedenle Misakı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyetinin çatısı altında bir Türk vatandaşı olan herkes Türk olarak kabul edilmiş ve hukuken eşit bir statüde her türlü hak ve özgürlükten yararlanılması serbest bırakılmıştır. Türk devleti Avrupa Birliği sürecinde en üst düzeyde insan haklarını ülkede gerçekleştirebilmek için canla başla mücadele ederken, güneydoğu bölgesinde ayrı bir kimlik oluşturarak böylesine bir kimliğe özerklik tanıyacak çözüm modellerini ya da anayasal güvenceye sahip olan resmi ulusal dil olarak Türkçenin yanına ikinci bir dilin getirilmesini, ayrıca Diyarbakır merkezli bir Kürdistan eyaleti oluşturulmasını çözüm olarak benimsemek Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinden vazgeçmek anlamına gelecektir. Teröristlere af ile terör örgütünün aklanmak istenmesi şehit ailelerini rahatsız ettiği gibi, Türk kamuoyunda da haklı tepkilere neden olmuştur. Yerel yönetimler özerklik şartının kabul ettirilmesiyle beraber, oluşacak eyalet yapılanması içinde öz savunma gücü adı altında yerel ve bölgesel ordular kurulmasına izin verilmesi ile de iç savaşa gidebilecek bir çatışma ortamının doğmasına yol açılabilecektir. Bölücülerin Avrupa Birliği üzerinden dayattıkları bu gibi önerilerin hiç birisi gerçek çözüm olmadığı gibi beraberinde yeni sorunlar yaratabilecek derecede de tehlikeli görünmektedir. Bölücü partinin temsilcilerinin başında bulunduğu yüz belediyenin ortak hareket etmesi ciddi bir bölgeselleşme eğilimi olarak, Türkiye’ye açıktan güneydoğu bölgesinde bir eyalet yapılanması dayatılmasına neden olmakta ve bölünme tehlikesini fazlasıyla artırmaktadır. Eğer ciddi bir çözüm geliştirilmek isteniyorsa, kendini bilen hiçbir devletin alet olmayacağı bu gibi senaryolara Türkiye Cumhuriyetinin uzun süre seyirci kalması ve hoşgörü göstermesinin arkasında yatan nedenler üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gerekmektedir. Sabır etmenin sonunun selamet mi yoksa felaket mi olduğu önümüzdeki dönemde görülecektir.
Güneydoğunun bölünmesiyle ilgili bütün toplantılar yeni başkent ilan edilen Diyarbakır’da yapılmaktadır. Atatürk’ün partisinin doğu sorunları ile ilgili çalıştayı ise muhtemel büyük Ermenistan devletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlenmiştir. Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili toplantıların Diyarbakır ya da Van üzerinden Kürdistan ile Ermenistan’ın oluşumuna yönelik gündeme getirilmesi ise son derece düşündürücüdür. Atatürk’ün partisinin Doğu Anadolu’ya Van üzerinden bakması ise, İstanbul üzerinden bölgeye yönelik estirilen eyalet ve federasyon yaklaşımlarının bazı gayrimüslim sivil toplum kuruluşları ile cemaatlerin devrede olduklarını göstermektedir. Doğu Anadolu’ya Van ya da Diyarbakır üzerinden bakmanın ya da yaklaşmanın bölücü sonuçlar verdiğinin kesinleştiği bu aşamada, cumhuriyet tarihimizin ortaya koymuş olduğu gerçekler doğrultusunda ikinci bir Erzurum Kongresine büyük gereksinim vardır. Sevr haritası ya da Wilson prensipleri doğrultusunda bölgeye parçalı yapıyı dayatan Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’ine karşılık, Türkiye Cumhuriyetinin bütüncül ve üniter yapısını, ulusal bakış açısını yansıtacak yeni bir Erzurum Kongresi ile doğu Anadolu’nun sorunları ele alınabilmelidir. Şimdi Atatürk’ün partisine düşen görev, Atatürkçü Düşünce Derneği ile beraber günümüz koşullarındaki Atatürkçü bakış açısını bütün doğu bölgesine yansıtacak ikinci bir Erzurum Kongresini Türkiye’nin Doğu Anadolu’sunun merkezi olan Erzurum’da yapmak olmalıdır. İkinci Erzurum Kongresi ile, Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu bölgeleri bir bütün olarak ele alınmalı ve sorunları böylesine bir bütünlük içerisinde tartışılarak karara bağlanabilmelidir. Ancak o zaman emperyalistlerin yerli işbirlikçileri ile dayattıkları bölücü ve mandacı çözüm önerilerinden Türkiye kurtulabilecektir. Şimdiye kadar Türkiye’ye dayatılan baskı ve zorlayıcı yöntemlerin sonuç vermediğini artık emperyal merkezlerin görmesi ve Türkiye’yi yeniden kazanacak yaklaşımların gündeme getirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin geleceği açısından Doğu Anadolu’nun önceliği vardır. Bu nedenle tıpkı geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi yeni bir Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu Atatürkçü bakış açısıyla ele alınabilmelidir. Ondan sonra ise gerekirse yeni bir Sivas Kongresi daha toplanarak her şey Türk ulusunun değerli temsilcilerinin önünde tartışılarak yeniden karara bağlanabilir.