Prof. Dr. Miguel A. De Bunes IBARRA
Osmanlılar ile İspanyollar arasındaki deniz savaşı, Modern Çağ’ın bu iki büyük imparatorluğunun Avrupa dışına taşma ve genişlemelerinin sonuçlarından birisidir. Yavuz Sultan Selim tahta çıktığı sırada, İber dünyası Kuzey Afrika’da birçok şehri zaten işgal etmiş durumdaydı ve İspanya İmparatorluğu’nun Akdeniz’de elinde bulundurduğu topraklar arasında iletişim yollarına müdahale etme potansiyeline sahip olan bir korsanlık gelişiyordu. Babıali’nin yeni sultanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun deniz aşırı ülkelerini birleştirmek amacıyla, yeni bir strateji, yani Venediklilere, Cenovalılara ve Rodos adasından gelen korsan gemilere karşı koymak için yeni bir donanma oluşturma politikası geliştirir.[1] Yavuz Sultan Selim’in bu dönemdeki gayretlerini İran Safavileri ve Mısır Memlukleri tehlikelerini azaltma konusunda yoğunlaştırması nedeniyle, Orta ve Batı Akdeniz Hıristiyan dünyasının etkisi altındadır.[2]
Uzak Magrip ülkeleri ve İtalyan boğazları, Yavuz Sultan Selim’in politikasının esas hedefleri arasında değildir. Bununla birlikte, bir faktör, gelecek asırlar boyunca deniz tarihini değiştirerek Akdeniz’deki güç dengesini alt üst edecektir: Bu faktör, Ege Denizinde korsanlık yapan ve sultanlığın el değişimi sırasındaki mücadelede Sultan Korkut’u destekleyen bir grup Türk denizcinin Magrip bölgesine sürgün edilmesidir. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme sürecinde yeni bir yönün ortaya çıkmasında katalizör rolü oynayacaktır.[3] Osmanlılar ile İspanyolların askeri, siyasi ve coğrafi çıkarlarının aynı alanda örtüşmesi nedeniyle, bu alanı kontrol etme mücadelesi bu iki devlet arasında açık bir çatışma ortaya çıkaracaktır. Eğer korsanlar (levantenler) stratejik bir noktada duran Cerbe adasında yerleşmemiş olsalardı, Kemal Reis’in[4] deniz seferleri sık sık Akdenizin bu bölgesi üzerinden gerçekleşmezdi.
İber yarımadasında ortaya çıkan Müslüman grupların (morişler) İspanya Krallığı’na karşı siyasi bir araç olarak kullanılamayacak kadar çok uzak olduklarını ve bu bölgenin İstanbul’dan kontrol edilemeyecek kadar mesafeli olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir. İspanyollar ve Osmanlıların Akdeniz’deki güçlerini geleneksel olarak piyadeler üzerine dayandırmış olmaları nedeniyle 1502 yılında Venedik ile yapılan savaşın sona ermesi, bu iki karasal imparatorluğun etki alanını sınırlandırmıştı. Her iki imparatorluğun da etrafındaki alanları kendi denetimleri altında tutma ihtiyacı duymaları, onları güçlü filolar oluşturmaya ve aynı zamanda doğrudan kendi etki alanlarında olan stratejik noktaları tam olarak fethederek düşmanlarını dışlama çabasına itti. Bunun yanında, sürekli donanma kuvvetleri oluşturulması, sınırdaş güçlü düşmanların tehdidi altında kalmış coğrafi olarak dağınık topraklar arasında daha kesintisiz ve hızlı bir iletişim yapılmasını sağlar.
1514 ile 1519 arası Magrip’te bağımsız bir devlet kurmaya çalışan ve Oruç Barbaros’un liderliğini yaptığıTürk kökenli değişik korsanların aktif olduğu yıllardır; bu grupların Kuzey Afrika’da bulunması, Avrupalılar tarafından, yeni ve bağımsız bir korsan vekil-devletin doğuşu olarak görülmektedir. Bu kişilerin Türk ırkından olduğu iyi bilinmesine karşın, Babıali ile bağlantıları yoktu. Tersine, devletin uluslararası politikasını etkilemeyen bir iç problem kaynağı olarak kabul edilmişlerdir. Fakat asıl çatışma, Hayrettin’in fethettiği ülkeleri ve donanmasını, Suriye ve Mısır’ı henüz yeni fethetmiş olan muzaffer Sultan’a devretmesi sırasında ortaya çıktı. Politik ve dini düşman tarafından kontrol edilen çok önemli deniz girişlerine düşman tehditi yaracağı için, Cezayir (başkent)[5] sembolik olarak yeni bir Rodos adası haline dönüştürülmüştür. Her iki yöneticinin de, yani V. Şarl ve Kanuni Sultan Süleyman’ın yönetime gelir gelmez bu korsanları kendi topraklarından sürmek için seferler düzenlemelerine rağmen, sonuçlar farklı olacaktır. Kanuni Sultan Süleyman, St. John Tarikatı’nın üyelerini ve istihkamlarını yıkmakta başarılı olacaktır. Öte yandan, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun ilerideki lider adayı, Cezayir önlerinde yenilecek, ve bu mağlubiyet Barbaros’un deniz gücünün ve yeniçeri kuvvetlerinin yenilmezlik unvanın artmasına neden olacaktır. V. Şarl, Tripoli şehrine ek olarak Malta ve Gozo adalarını Kudüs Tarikatı Şövalyelerine terk ettiğinde (bundan sonra Malta Tarikatı[6] olarak tanınacaktır), Akdeniz’in savunmasının bir kısmını savaşçı keşişlere bırakıyordu ve ayrıca Hıristiyanlığın başı olan bir prensliğin kurallarından birini uyguluyordu. Böylece Babıali için yine İber yarımadasından gelen yeni bir deniz tehdidi oluşuyordu. Portekiz donanması Ormuz Boğazı’nda bir koloni imparatorluğu oluşturmaktaydı. Bu koloni Osmanlıların bu alanda ilerlemesini bloke ediyor ve daha da endişe verici olan şey, eski zamanlardan beri dünyanın bu yöresinde mevcut olan ticari yolları değiştiriyordu. Böylece İspanyollar ve Portekizler İstanbul’un doğrudan rakipleri haline geldiler. Bu iki devlet, bu dönemde evrensel bir hanedanlık oluşturmak için planlar kuran Osmanoğullarının planlarını bozacak olan yeni düşmanlardır.
İspanyollar ve Lusitanlar, Babıali’nin genişlemesi için zaruri olan iki deniz bölgesini bloke edeceklerdir. Bununla birlikte, Barbaros Hayrettin’in cömert desteği, Osmanlı ordularının batı Akdeniz’e kolaylıkla ulaşmasını sağlayarak bu rakiplerden birini yok edecektir. Bu destek, rakiplerin çok daha fazla askeri ve ekonomik harcama yapmaları ile sonuçlanacaktır, ki bu kaynaklara başka bir durum yani Kanuni Sultan Süleyman’ın Orta Avrupa’da ilerlemesini durdurmak için de ihtiyaç duyuluyordu.
Osmanlıların Hıristiyan Avrupa’daki mükemmel istihbarat ağı, İran Safavilerinin Osmanlılara karşı Hıristiyanlar ile Şiiler arasına bir ittifak oluşturmak için Madrid ve Lizbon’a adam gönderdikleri konusunda divan’ı hızla bilgilendirir. İspanya yöneticilerinin uzaklardan gelen bu talebi dikkate aldıklarında düşündükleri alternatiflerden biri de, Babıali’ye bağlı olan yeni Magrip topraklarıdır. Kanuni Sultan Süleyman ülkesini kuşatan deniz alanlarının güvenliklerini güçlendirme ihtiyacı duymaktadır; ve bu amaçla yaptığı ilk iş, St. John Tarikatı Şövalyelerini Kudüs’ten çıkarmaktır. Bu yöntem, yeni Sultan’ın yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun eskisinden daha tehlikeli olduğu izlenimini vermektedir. Çünkü, Yavuz Sultan Selim savaş eylemlerini İslam için yeni topraklar elde etme konusunda yoğunlaştırmıştı.
Anadolu kıyılarına bakan topraklardan asker keşişlerin sürgün edilmesi sonrasında, bu kimseler V. Şarl’ın koruması ve patronluğuna sarılacaklardır. V. Şarl bunlara Malta ve Gozo adalarını ve Tripoli şehrini verir; böylece asker keşişler korsanlık yoluyla Osmanlılara muhalefet etmeye devam ederler. Kanuni Sultan Süleyman ve V. Şarl korsanların düşman sularına gönderilmesi konusunda hem fikirdirler. Çünkü böylece korsanlar düşmanların su yolları sistemini alt üst ettiği gibi düşmanların korsanlarla mücadele için büyük masraflar yapmalarına sebep olmaktadır. F. Braudel’in belirttiğine göre, bu korsanlar resmi propagandacılar tarafından düşman bölgesinde kutsal savaş yapan “inanç savaşçıları” olarak sunulur; halbuki, gerçekte düşük yoğunluklu bir savaş, ya da bir çeşit “çirkin savaş” yapmaktadırlar.[7]
Barbaros’un adamları, daha önceleri V. Şarl’ın 1525’te bu toprağı kendilerine verene kadar Rodos’ta yaşamış olan Şövalyeler olarak bilinen, Malta Tarikatı’ndaki akranlarından daha önemli hale geleceklerdir. Batı Akdeniz, kendi kurallarını kendileri koyan ve uygulayan Hıristiyan kökenli korsanların kontrolü altında olan bir alandı.[8] Modern zamanların Osmanlı denizcilerinin en iyilerinin yetişeceği büyük bir ekip haline gelen Barbaros ve adamları, bu konuda modern teknik ve taktikler getirmişlerdir. Örneğin, ufak gemi filolarının oluşturulması Batı Akdeniz’deki antik Katolik hükümranlığına son verecektir.
Devlet donanmaları, bu sularda yüzen korsan gemileri ile savaşacaktır. Barbaros’un adamları, Hıristiyan gemilere saldırmaktan başka, Katoliklerin Müslümanlara yaptığı baskıyı azaltarak ve bunların dinlerini serbestçe uygulayabileceği İslam topraklarına göçmelerine yardımcı olarak İspanya Müslümanlarının yardımına koşacaktır.[9] Ayrıca, Barbaros ve adamları, İspanya topraklarında gerilim oluşturmak ve İspanya Müslümanlarının isyanlarına destek amacıyla onlara silah ve stratejik bilgi verecektir.[10] V. Şarl ve kardeşi Ferdinand, Babıali’nin Baltık muhaliflerine dönük benzer bir politika izleyecektir.[11] Bir defa daha her iki imparatorluğu da benzer askeri ve diplomatik silahları kullanırken görmekteyiz.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Macar Seferi Osmanlı ve İspanya İmparatorlukları arasındaki deniz savaşını yeniden tanımlamada kritik bir rol oynayacaktır. İkinci Mohaç Savaşı, V. Şarl’in haklı olarak kendisine ait olduğunu düşündüğü toprakların Kanuni Sultan Süleyman’ın eline geçmesine yol açmıştır. Macaristan Kralı II. Louis İmparatorun bir kız kardeşi ile evlenmiştir ve böylece yeniçeriler Habsburg’a doğrudan ait olan bir memleketi işgal ederler. Macar kralından dul olan Mary, İmparatorun en önemli danışmalarından birisi olmuştur ve bu durum Osmanlıların Macaristan ve Avusturya’ya sürekli bir tehlike kaynağı olarak durduğunu göstermektedir. Şarl, imparatorluğunun bir kısmını kardeşi Ferdinand’a verdiğinde, Türklerle ilgili sorunları büyük ölçüde unutmuştur. Bununla birlikte, hem Macaristan’ın kaybedilmesi hem de Hayrettin’in Cezayir’deki gücünün artışı, ona bu konuyu ihmal edemeyeceğinin hatırlatmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, Viyana şehrini kuşatarak Tuna bölgesini almaya karar verdiğinde, Şarl’ın görünürdeki ilgisizliği tamamıyla sona ermiştir. İmparatorun o ana kadar ilgisi Fransa’ya karşı savaşında İtalya’daki hakimiyetini artırma üzerine yoğunlaşmıştı. Denizcilik açısından Hıristiyan tarafın lehine Akdeniz’deki savaşın dengesini bozan yeni bir faktör ortaya çıkmıştır. Cenevizli amiral Andrea Doria, Kral Francis ile ittifakını bozar ve hem kendi kişisel donanmasını ve hem de İtalya Cumhuriyeti’nin donanmasını İmparatorluk kuvvetlerini desteklemek için harekete geçirir. V. Şarl, ilk defa, istikrarlı ve uzun süreli bir denizcilik politikası yürütebilecek güvenli ve profesyonel bir donanmaya sahip olmuştur. Bu yeni müttefikinin ilk faaliyetleri, İtalyan boğazları boyunca deniz seyri seferini güven altına alabilmek için Magrip’de Barbaros’a kaybedilen yerleri geri alma teşebbüsleri olmuştur.
Paradoksal olarak Andrea Doria’nın konumunu değiştirme ve imparatorluk tarafına katılma kararı, İspanyollar ve Osmanlılar arasındaki savaşın Kanuni Sultan Süleyman hükümranlığı altındaki Osmanlılar tarafından kazanılmasını belirleyecek etkili bir faktör olacaktır. Fransa bir müttefiki olan Cenova’yı kaybedince, tamamen tecrit edildi ve tüm sınırları Habsburg Krallığı tarafından sarıldı. Fransa düşmanına karşı direnmede kendine yardım edecek yeni bir müttefik bulma ihtiyacı hissetmektedir ve bu nedenle de tek kurtuluş olarak İstanbulla işbirliğine başlar.
Hıristiyan prensler divan’dan her zaman istedikleri cevabı alamamalarına rağmen, ihtiyaç veya tehlike anında devamlı Osmanlı İmparatorluğu’na başvurmuşlardır. Kanuni Sultan Süleyman ve I. Francis arasında müzakereler uzamış ve Babıali konusunda Katoliklerin kendine özgü itimatsızlıkları kesin bir anlaşmaya ulaşılmasını engellemiştir. Aynı zamanda, V. Şarl’ın Moron ve Codon şehirlerini ele geçirmek için 1533’te gönderdiği donanma, Akdeniz’de bulunan iki imparatorluk arasındaki anlaşmazlık durumunun değişmesinde yardımcı olmuştur. Değişik milletlerin gemilerinden oluşan bu donanma Osmanlıları kolaylıkla mağlup eder. Aynı başarı Andrea Doria ve Alvaro Bazan’ın Coron’u tekrar kazanmaya çalışan Süleyman’ın donanmasını yenmeleri üzerine 1533 tarihinde tekrarlanacaktır. V. Şarl, kardeşi için problem olan Sultanın Alman seferinden vazgeçmesini sağlamak için bir sefer düzenler ve Osmanlı birliklerini İstanbul’daki üslerine geri dönmeye zorlayarak bunda başarılı olur.
İki ordunun çok farklı seviyelerde olduğu düşünüldüğünde Osmanlıların yenilgisini anlamak daha da zordur. Osmanlıların donanması parayla kiralanmış ve Sultanın emri ile oluşturulmuş teknelerden oluşurken, Hıristiyanlar değişik devletlerin gemilerinden oluşan büyük bir donanma göndermişlerdir. Türk amirallerin zayıf askeri bilgisi ve teknelerin yetersizliği, Sultanı Şarl’ın donanması kadar etkili bir profesyonel donanma oluşturma ihtiyacı olduğuna ikna eder. Büyük Vezir İbrahim Paşa, eski korsan Barbaros’u göreve çağırır ve onu Babıali’nin donanmasının başamirali olarak ataması için Kanuni Sultan Süleyman’a telkinde bulunur. Saraydan bazıları bu fikre karşı çıkar, ancak Büyük Vezir Sultanın mutlak güvenine sahiptir ve istediğini elde eder.
Batı Akdeniz’de Hıristiyanlara karşı tüm hayatını harcamış olan Barbaros, Babıali için neredeyse mükemmel bir ordu gücü hazırlamaya başlar. Yeni tersaneler kurulur, tayfalar profesyonel hale getirilir, gemilerdeki toplar geliştirilir, yeni subaylar batıda kullanılan deniz teknik ve taktikleri konusunda eğitilir. Kanuni Sultan Süleyman, Kaptan Paşaya bu yeni donanma ile Andea Doria’nın 1533 ve 1534’de yaptığına benzer şekilde düşman memleketine saldırmasını emreder. İtalyan yarımadasına yapılan saldırı (sefer), düzenli bir askeri hareketten ziyade korsan baskınını andırmaktadır. Batıya korku verir; Roma’nın İstanbul tarafından her an fethedilebileceği düşüncesini ortaya çıkarır. Barbaros, Fatih Sultan Mehmet’in Otranto’da yaptığı gibi bir fethi İtalya’da gerçekleştirmez, tersine kendi bildiği şekilde savaşmaya devam eder. İstanbul ve Madrid arasındaki çatışma, Akdeniz’in sınırları tam olarak tespit edilen ve iki bölgeye bölünebilen bir deniz olduğunu göstermektedir: İtalya kıyıları civarında sona eren bölümüne Hıristiyanlar hakimken, Adriyatik ve Ege Denizleri boyunca uzanan diğer parçası da Osmanlılara aittir. Babıali bu yıllar boyunca savaşı Barbaros aracılığı ile İspanya dünyasının en son sınırı olan Magrip’e taşımaya çalışacaktır. Öte yandan, Andrea Doria’nın tavsiyesini dinleyen ve Venediklileri destekleyen V. Şarl, Kanuni Sultan Süleyman’ı kendi ülkesinde zayıflatmak için gemilerini Adriyatik Denizi’ne gönderir. Goleta kalesi ile Tunus, Hıristiyan faaliyetlerinin gözlemlenebileceği merkezi bir noktadır ve buradan İtalya’nın güneyindeki İmparatorluk politikalarına müdahale edilebilir. Tunus’un 1534 yılında Sultanın resmi donanması ile fethedilmesi, tüm Batı Hıristiyanlarını kızdıran bir güç göstergesidir.
Barbaros tarafından buranın ele geçirilmesine İspanyalıların reaksiyonu çabuk gelmiştir. İmparator, Alman tebaası ile dini anlaşmazlıklarını geçici olarak bir kenara koyarak, daha önce Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi bu Afrika şehrini geri almak için birlikleri ile harekete geçmeye karar verir. Hayrettin, Babıali’nin bu yeni eyaletini savunma konusunda hızlıdır ve eğer kazanırsa İmparatorluk ordusunu köşeye kıstıracağının farkındadır. Barbaros Hayrettin, İtalya seferi sırasında, Avusturya’nın ve Tuna kıyılarının fethine taraftar olabilecek ve düşmanlarına karşı savaşın kazanılmasına çok faydalı olabileceğini bildiği, beklenmeyen bir müttefik bulmuştu. I. Francis divan’a özel heyetler gönderir ve Barbaros aracılığı ile Osmanoğulları ile ittifaka girmeyi müzakere eder. Eğer bir anlaşmaya varırsa, bu, Habsburg’un iki güçlü sınır düşmanı olan Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı tüm sınırlarında savaşmak zorunda olduğu anlamına gelecekti.[12] V. Şarl’ın 1535 yılında Tunus’taki zaferi, İmparatorun kişisel çabası sayesinde tehlikenin giderilmiş olduğunu işaret eder gibidir. Aslında, bu henüz bitmemiş olan bir savaşın sadece birinci bölümüydü. Hayreddin’in küçük bir filo ile Cezayir’e gitmek için harekete geçmesi ve daha önceki hezimetinin öcünü almak için Balearic Adalarında Mahon şehrini yağmalaması bu durumu açıklamaktadır. Cezayir’in bir Osmanlı toprağı olarak elde kalması, her ne kadar imparatorluk tarihindeki en önemli zaferlerden biri olarak kabul edilmiş olsa da, Tunus galibiyetinin esasında bir ara-zafer olduğunu gösterir.[13] Şarl, savunma stratejisinin Osmanlı tehdidini yok etmeye yeterli olduğu konusunda emin olmamasına rağmen, Kanuni Sultan Süleyman’ın planlarına müdahale etmek için Tunus’taki diğer şehirleri alarak durumunu sağlama almaya ve devletlerini korumaya karar verir.
Osmanlı kaynakları Hıristiyan rakiplerini küçük görürken,[14] Hıristiyan kaynakları Hayreddin Barbaros’un Kanuni Sultan Süleyman’ın politikalarından sorumlu olduğu mitini ortaya atmaktadırlar.[15]
Kanuni BabIali’nin merkezdeki yöneticisidir, tüm deniz faaliyetlerini Kaptan Paşaya devretmiştir. Olayların bu şekilde anlatılışına bakılırsa, eğer biri Hayrettin’i yok ederse OsmanlIların denizdeki genişlemesi çözülecektir ve Cezayir’deki korsan eylemleri de böylece yok olacaktır. İspanya casusları, eğer yaşlı amiral, Andrea Doria’nın yıllar önce yaptığı gibi Sultanı terk eder ve İmparatorluk tarafına katılırsa ona ödüller teklif etmeye başlarlar. Bu gizli görüşmeler hızla divan’ın diğer üyelerine ulaşır ve V. Şarl’in Akdeniz’de hızlı bir operasyon yapmasının engellemek için diğer üyelerinin harekete geçmesine karar verilir. Bu şekilde Şarl, I. Francis’ın Babıali ile ittifakına karşı atak yapmaya ve bu güçlü iki düşmanın birleşmesini engellemeye çalışmaktadır. V. Şarl açıkça Kanuni Sultan Süleyman’ın denizdeki en iyi adamını ayartarak onu zayıflatmayı ummaktadır, ancak rakibin sadece bir savaş makinesi olarak görülmesi, Batılıların Orta Doğu siyaseti konusundaki bilgilerinin ne kadar sınırlı olduğunu ortaya koymaktadır.
Hayrettin Paşa’nın Kanuni Sultan Süleyman’ın askeri stratejisini oluştumaktaki önemli rolü ve İbrahim Paşanın siyasi konumu,[16] Osmanlıların Hıristiyan düşmanlarını en nihayetinde köşeye sıkıştırmaya başlayabilmeleridir. Barbaros, Vezir-i Azam’a (I. Francis ile kendisinin suikasta uğramasından kısa bir süre önce bir anlaşma imzalamasından hemen sonra), Venedik’e karşı savaş ilan edilmesi için baskı yapar. Venedik Cumhuriyeti, Babıali’nin tüm taleplerine uyar görünerek Fransa’dan, İspanya’dan ve Osmanlılardan bağımsız kalmaya devam edebilmiştir. Venedik yöneticilerinin, ticari imparatorluğun kalan topraklarını kaybetmeleri muhtemel görünen bir savaşa girişmekte hiçbir çıkarı bulunmamaktadır. Diğer yandan, Kaptan Paşaya göre, Venedik’e karşı savaşmak, istikrarlı deniz hakimiyet alanlarını güçlendirmek bakımından çok önemli olan anakaradaki Yunan şehirlerinden tüccarları kovmak anlamına gelmektedir. Ayrıca yeni, modern ve iyi teçhiz edilmiş donanmayı bir şey yapmadan tutmak onu kullanmak kadar pahalı olması nedeniyle, devamlı kullanımda tutmak gerekirdi. Bu gemilerin kullanım süreleri oldukça kısadır ve hem çatışmadan dolayı, hem de limanda yatmalarından dolayı hızla yıpranmaktadırlar. Ayrıca, bu yıllarda gemi ile seyahat etmenin en büyük sorunlarından birisi, tam kadrolu bir gemi mürettebatının sağlanmasının zor olması, ve özellikle de iyi eğitilmiş kabin ekibinin ve aynı süratte çalışabilecek kürekçilerin kıt bulunmasıdır.[17] Bununla birlikte, bunlar Barbaros’un kendi okulu (ekibi) sayesinde birkaç yıl içinde elde edebileceği hedeflerdi. Öte yandan Venedik, 1502 yılından beri uzun bir barış dönemi yaşamakta olduğundan iyi tayfa ve denizciler konusunda yokluk çekmektedir. Bu nedenle, Venedik’in danışmaları Kanuni Sultan Süleyman’ın tahrik ettiği savaşa girme konusunda karşı görüş bildiriler.
Osmanlıların Korfu adasında karaya çıkması, Hıristiyan dünyasında çok fazla korku uyandıran bu savaşın başlangıcını teşkil etmektedir. Bağımsızlığına düşkün olan Venedik, Osmanlı donanması ile karşılaşmak Adriyatik ve Ege Denizlerindeki birkaç adasını kurtarmak için Papa ve İmparator ile Kutsal Birliğin bir kolunu oluşturmayı kabul eder. Bu ittifak, Katolikler içerisinde kaçınılmaz olarak çatışmalara ve gerilimlere neden olan iki geleneksel düşman Venedik ve Cenova’nın ortak bir dava için yan yana savaşmasını mümkün hale getirir. Andrea Doria tarafından gönderilen Büyük Hıristiyan Donanması, Barbaros Hayrettin tarafından liderlik edilen Kanuni Sultan Süleyman’ın donanması ile Preveze’de karşılaşır. Gemilerin ve havanın durumu, İttifak üyelerine uygundur. Ancak, Melfi Prensi tarafından alınan beklenmedik bir dizi karar ve rüzgarın yönündeki ani değişiklik Barbaros’un zafer kazanmasına neden olur. Osmanlı tarafı muzafferdir ve Hıristiyan gemileri karanlık çökerken kaçarlar.[18] Bununla birlikte kayıp sayısının az olması nedeniyle, her iki donanma da genel olarak sağlam kalır ve savaşa devam edebilme yeterliliğine sahiptiler. Hıristiyanlar, arkalarında güçlü bir İspanyol askeri garnizonu bırakarak Kastilnovo kalesine (şu anda Novi) saldırmaya karar verirler. Kutsal Birlik anlaşmasının maddelerinden birinin, elde edilen tüm toprakların Venedik’e verilmesini öngörmesine rağmen, Andrea Doria buna uymaz ve şehri İmparatorluk armasına verir. Sonuç olarak, bu andan itibaren Venedik kendisinin İmparatorluğa verdiği yükümlülüklerinden tamamen serbest olduğunu hisseder ve barış anlaşması imzalamak için Babıali’ye elçilerini gönderir.[19] Doge müttefiklerine güvenmez ve Sultan’a karşı çıkarak her hangi bir fayda elde etmediğinin farkına varır. Savaş için büyük miktarda tazminat ödemeyi tercih eder ve ticari imtiyazlarını ve mal varlığının kalanını devam ettirmekten ziyade bazı şehirleri terk eder.
Sonuçta, Venedik Osmanlıların sağlam bir müttefiki haline gelir ve Sultanın planlarına itaatkar olur. Osmanlılar İstanbul’dan Cezayir’e kadar tüm Akdeniz’i kontrol ederler. Öte yandan V. Şarl, Kanuni Sultan Süleyman’a karşı savaşından herhangi bir fayda elde edemedi. Castilnovo Kalesi ertesi yıl 1539’da Barbaros tarafından tekrar feth olundu; savaşta karşı taraf askerlerinin çoğu umutsuz bir mücadele sonunda korkunç bir şekilde yok oldu. Andrea Doria Cenova’nın ekonomik ve askeri rolünü güçlendirdi, fakat Kanuni’nin ilerlemesini durduramadı. İmparatorluk tüm bu yerleri İstanbul’a bıraktı ve gayretlerini sınırlarına en yakın olan Müslüman topraklarında yoğunlaştırmaya karar verir.
Venedik savaşı, ki esasen V. Şarl’in liderlik ettiği ittifaka karşı bir savaştı, Kanuni Sultan Süleyman’ın ezici zaferi ile sonuçlanır. Akdeniz, İnebahtı Savaşı’na ve Uç Ali’nin 1580 civarında ölümü ile başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlerdeki üstünlüğünün gerilemeye başlamasına kadar, Babıali’nin hakimiyetinde kalacaktır. Venedik, ikiyüzlü Hıristiyan ittifakını terk eder ve kendini denizin iki büyük imparatorluğu arasında orta bir yere oturtmayı tercih eder. Bu sayede, Venedik’in Ege Denizi’ndeki koloni imparatorluğu korunabilir ve denizlerde hakimiyet için savaşmaktan vazgeçer.
İki büyük askeri güç, Barbaros Hayrettin’in ve V. Şarl’in zaten ölmüş olduğu 1565 yılındaki Malta kuşatmasına kadar, birbiriyle açık bir çatışma içine girmezler. Bu yıla kadar, denizde büyük savaşlar olmaz; onun yerine özellikle batıda düşük yoğunluklu çatışmalar görülür. İmparatorluk, Osmanlı İmparatorluğu’nun Cezayir’den Tlemcen’e kadar olan orta Magrip’te kesin olarak kök salacağından korkar. Sonuç olarak Tunus’un şehirlerini ele geçirmeye çalışırlar. Babıali’nin Tunus’u yeniden alacağı ve Akdeniz’de denizin mutlak hakimi olacağı korkusu nedeniyle Monastir ve Susa işgal edilir. 1540’larda V. Şarl, Avrupa’daki mücadelesinde askerler ve Amerikan altınları vererek finanse eden İspanyol vatandaşlarını hoşnut etmeye önem verdiği için, İmparatorluğun savunma sorunlarını ihmal eder. Denizcilik açısından Babıali’yle savaş, Cezayir üzerindeki anlaşmazlık ile sınırlıdır. İspanyolların Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki düşünceleri şudur: Osmanlılar daima karada korkutan bir tehlike iken, denizdeki tehlike Hayrettin Paşa’nın şahsı ve V. Şarl’ın son yıllarında Turgut Reis ile özdeşleşmiştir. Bu bakış açısından, savaş Kanuni Sultan Süleyman’a karşı değil, tersine Kuzey Afrika’da İstanbul’a tabi-vekil bir devlet oluşturabilen korsanlara karşıydı.
1541 yılında Cezayir’i fethetmek için girişilen teşebbüs bu sebeplerin sonucudur. Bu teşebbüs de, aynı şekilde, seferin bizzat İmparatorun kendisi tarafından kumanda edilmesi nedeniyle, net bir başarısızlıkla sona erer.[20] İspanya’nın yenilgisi, Preveze Savaşı’nda olduğunun aksine, onun herhangi bir toprak kaybına yol açmaz. Bununla birlikte, Akdeniz’deki etki alanlarında istikrarın doğmasına yol açar.
Cezayir tamamen İstanbul’un bir parçası haline gelir, ve İtalyan boğazları üzerinden Hıristiyan denizciliğini denetim altında tutan ve Magrib’in tarihsel gelişimini etkileyen bir liman şehri olarak görev yapar. İspanya ve Cezayir arasındaki savaş, küçük donanmalar arasında arada sıra olan saldırılar dışında artık denizde sürdürülmeyecektir. İmparatorluk ve Osmanlılar, 1543 yılında, bir kere daha İspanya’nın kontrolü altında giren Tremecen şehri olayında olduğu gibi, Kuzey Afrika’nın iç bölgelerinde kontrol alanları oluşturmaya teşebbüs edeceklerdir. Tunus (başkent) yanında, içeride kalan bu şehir de, Babıali’nin önemli bir hedefi olacaktır. Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu, bu şehrin tekrar fethi için çok sayıda seferler düzenlemiş ve en sonunda 1544 yılında hem bu şehri ele geçirmiş hem de Cezayir’in iç kesimlerinin yeniden Osmanlıyı birleştirilmesini başarmıştır. Bugünkü Cezayir topraklarının tamamının İstanbul’dan atanan Beylerbeyine tabi olmasını engelleyen sadece iki İspanya şehri kalır. Hıristiyanları Kuzey Afrika’nın bu bölgesinden tamamıyla çıkarmak için Oran ve Mazalquivir ana hedefler olacaktır. Bununla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu eyaletinin iç istikrarsızlığı göz önüne alındığında bu amaç on yıl boyunca elde edilemeyecektir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Kaptan Paşası, Sultanın resmi donanması ile İspanya’nın kontrol ettiği deniz parçasına doğru hareket ettiğinde, Kanuni Sultan Süleyman bir kere daha tüm Hıristiyanlık dünyasını tehlikeye atacaktır. Osmanlı kaynaklarında “gazi” olarak, Hıristiyan kaynaklarında ise “korsan” olarak bilinen ve Batı Akdeniz’de aktif olan Türk gemicilerinin büyük bir kısmı, bu donanmaya katılacaklardır. Bu gemilerin İstanbul’dan İtalya’ya ve Goleta ile Tunus’a gitmeleri kararlaştırıldığında, bu çabaları İmparatorluk nezdinde güçlerini gösterme ve yayma gayretleri olarak görülür. Bu olayda, Osmanlı gemilerinin somut ve açık bir amacı vardı: İspanyollar tarafından kontrol edilen Kuzey İtalya’nın bir bölümünü ele geçirmeye çalışan Fransız müttefiklerine yardım etmek. Akdeniz’in şimdiye kadar gördüğü en önemli donanmalardan biri olan I. Francis’in[21] iyi organize edilmiş ordusunun da katılması sonucunda bu donanmanın gücü ve tehdidi daha da büyüktü.[22] Osmanlı ve Fransız ittifakı Hıristiyan Avrupa’da güç dengesini bozabilirdi. 1535 yılında Tunus’ta V. Şarl tarafından yakalanan mektuplar, on yıl sonra, bunların doğruluğunu ve bu birliğin onun nüfuz alanına getireceği büyük tehlikeyi göstermektedir. Gemiler Marsilya’ya varana kadar, Barbaros’un donanması, ilk “bajada del turco/Türklerin inişi”ne benzer şekilde ilerler. Bu deyim, Avrupa’nın bu kısmından olan Batı kaynaklarına göre, Osmanlı donanmasının Batı’daki seferlerini tanımlamak için kullanılan bir slogandır.[23] Fransa ile ittifaka karşı olan Babıali’deki bazı kesimlerin korkularının bir kısmı, iki müttefik arasında meydana gelen daha ilk temaslarda vuku bulur. İtalya’da kapsamlı bir savaş yapma vaadi, sadece küçük bir şehir olan Nis’e saldırıya indirgenir. Bunun üzerine Barbaros ittifak şartlarının yerine getirilmediği ve Fransız askerlerinin yeterli malzemeyi yanlarında bulundurmadıkları konularında şikayet eder. İttifak ordusu, her ne kadar şehri ele geçirse de, Milano’dan yardım alan kaledeki askerleri teslim alamaz.
Osmanlı donanmasının gemicileri ve yeniçeriler, kışı Fransız topraklarında geçirmek zorunda kalırlar; bu ise, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında büyük sorunların ortaya çıkmasına neden olur: İki ordunun farklı adetleri yanında, bir köle pazarının kuruluşu Tolon ahalisi arasında kuvvetli şüpheler ortaya çıkarır.
I. Francis’in müttefiklerinin barındırılması nedeniyle ortaya çıkan zararı halka ödetmek için şehir iki yıl süre ile vergilerden istisna tutulacaktır. Anekdot şeklindeki bu bilgi, esasında, İmparatorluğa karşı ortak bir savaşta Osmanlı ve Fransız çıkarlarını birleştirmeye çalışmada yatan esas zorlukları ortaya çıkarmaktadır. Fransa düşmanını zayıflaştırmak ve Hıristiyan Avrupa’da hakim güç olmak istedi. Prens şövalyeler arasındaki bu düellodan Kanuni Sultan Süleyman’ın elde edebileceği tek şey, Orta Avrupa içerlerine doğru ilerlemede düşmanını zayıf düşürme ihtimaliydi. Bundan başka, I. Francis’in sahip olduğu bakış açısı, Sultanın anlayışına veya savaşı yöntemine kesinlikle uymamaktadır.
Ertesi yıl Barbaros’un uzun hayatı boyunca Akdeniz’i baştan başa geçeceği son sefer, İspanya kıyılarındaki tehlikenin boyutunu azaltır. V. Şarl, Babıali’nin dikkatini Almanya’daki Protestanlara çevirmek için Babıali ile bir barış anlaşması imzalama ihtiyacı bulunduğunu düşünmektedir. Kanuni Sultan Süleyman da barış istemektedir. Böylece İranlılara karşı savaşabilir ve donanmanın uzayan savaşından kaynaklanan ekonomik sıkıntılarını giderebilirdi. Bununla birlikte, Almanya valisinin ihtirasları nedeniyle İmparatorluk ile Osmanlılar arasındaki ateşkesi devam ettirmek zordu.[24] Aslında, Şarl hiçbir zaman Avusturya’daki kardeşi Ferdinand’ın ateşkese uyacağına güvenmedi. Ferdinand şevkle Macaristan’ı geri almak istemekte ve Kanuni Sultan Süleymanla karşılaşmaktan çekinmemektedir. Ateşkes sırasında, iki prens Akdeniz’deki durum hakkında çok farklı bakış açılarına sahiplerdi. Şarl, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki düşmanlıkların, Macaristan gibi Kutsal Roma İmparatorluğu’na ait olan alanlarda ve bağımsız Papal devletlerde sona ermesini umut etmekteydi.[25] Kanuni Sultan Süleyman ise Barbaros’dan Cezayir’i, Tunus’u, Golete’yı ve Afrika topraklarındaki diğer toprakları Sultan’a bağlamasını istemekteydi. Kanuni, korsanların eylemlerinin anlaşmaların dışında olmadığını ve bu gemilere herhangi bir saldırının ateşkesi bozmak için bir sebep olarak algılanacağını düşünmüştür.
İtalya’ya ikinci defa “Türklerin inişi” sırasında, Andrea Doria’nın yeğeni tarafından hapsedilen ve yıllarca gemilerde kürek çekmekte olan Turgut Reis serbest bırakılmıştır. Onun serbest kalmasından sonra, Hıristiyan kaynaklarında bilindiği üzere Dragut Djerba adasına yerleşir ve İspanyollar arasında büyük korku uyandıracak biçimde korsanlık yapmaya başlar. Avrupa’da Hıristiyanlığın büyük düşmanının yok olduğu düşünülerek büyük bir sevinçle karşılanan Barbaros Hayrettin’in ölümü haberi, İspanyollar ve Osmanlılar arasındaki gerilimin azalmasını sağlar. Aslında, bu yıllar boyunca V. Şarl ve Kanuni Sultan Süleyman dışında Akdeniz tarihinin önde gelen simalarından bir çoğu ölür.
Turgut Reis Barbaros’u boş bıraktığı yerden takip eder ve Magrip’te aktif bir rol oynar. İspanyollar çabalarını, ateşkes maddelerinin yorumu ile ilgili olarak Kanuni Sultan Süleymanla yeni anlaşmazlıklar doğuracak olan Tunus topraklarından onu çıkarmaya çalışmakta yoğunlaştırırlar. Şarl, korsanların eylemlerinin iki prens arasındaki anlaşmada düzenlenmediğine inanmaktadır. Babıali ise bu konuların imzalanmış olan anlaşma tarafından ele alındığına ısrar eder; böylece, ona göre, varlıklarına yapılan herhangi bir saldırı Akdeniz’de resmi bir savaş ilanı anlamına gelecektir. Dragut Barbaros’un kardeşlerinin taklidini yaparak komutası altındaki toprakları birleştirmeye çalışır. Onun amacı İtalya’nın güneyinde İmparatorluk topraklarının güvenliğine yakın bir tehdit oluşturmaktadır. Bu yolla, İspanyol tarihçileri tarafından bu şehirlerin en önemlileri olarak düşünülen Monastır ve Mahdia (Afrika) şehirlerini de içine alacak şekilde Krallığın kıyı şehirlerine müteaddit saldırılar üzerine bir savaş başlar. Turgut Reis bu kıyı şehirlerinden yenilerek çıkartılır ve Mahdia 1550 yılında İspanya askerleri tarafından işgal edilir. Bununla birlikte, bu kapalı ülke ile İspanya kıyıları arasındaki çok uzak mesafe, bu işgalin sürekliliğini pratik olarak imkansız kılmaktadır. V. Şarl’ın ülkesini etkileyen ekonomik kriz, durumu kötüleştirir ve en sonunda bölge 1554 yılında boşaltılır ve tahrip edilir.
1550’li yıllar boyunca, Osmanlılar, İspanyollar tarafından kontrol edilen Akdeniz’de en büyük zaferlerini elde ederler. Barbaros tarafından komuta edilen 1552 yılındaki seferde uğranan ilk yenilgilerden sonra, Fransa ile ittifak daha muzaffer hareketlere öncülük etmeye başlar. 1552 yılında Mallorca adasını fethetme planı, Fransız, İstanbul ve Cezayir gemileri arasındaki yanlış anlama nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanır. Bununla birlikte, 1553 yılında daha koordineli bir takım, Korsika adasını fetheder. Birlikte çalışan donanmaların başarısı, kendi kendini tekrarlayarak, şehirleri yağmalayarak ve V. Şarl’in elinde bulundurduğu yerlerin tamamındaki çok sayıda mahkumu elde ederek kendini korur.Tahtın gelecekteki İspanyol mirasçısı olan II. Philip’in bu seferlerden bazılarına liderlik etmeye çalışmasına karşın, bu yıllarda Kanuni Sultan Süleyman’ın gemilerinden gelen tehlikeyi hiçbir zaman yok edemez. Kuzey Afrika’daki İspanyol hedeflerinin en büyüklerinden olan Behia şehri, 1554 yılında fethedilir. Ama daha da büyük tehlike, Oran ve Mazalquvir şehirlerine Osmanlı gemicilerinin ve yeniçerilerin 1556 yılında düzenledikleri kuşatılmadır. Müslüman ordu arasında yayılan korkunç veba ve İspanyollar tarafından yapılan büyük surlar, bu iki şehrin Babıali tarafından işgal edilmesini engellemiştir. Aynı yıl, müttefik donanmalar tarafından İbiza ve Menora adalarını fethetme teşebbüsü de başarısız olur. İspanyollar Tremecen şehrini bir kere daha yeniden almaya çalışırlar, ancak bunu başaramazlar. Bu seferin sonu, Osmanlı yeniçerilerinin ve Cezayir reisinin bir kere daha muzaffer olduğu Mostaganen’de İspanya’nın başarısızlığı ile son bulur.
Yaşlı ve hasta olan V. Şarl, son yılını, toprak bakımından Kanuni Sultan Süleyman’ın zafere ulaştığını bilme acısı ile geçirir. İspanyollar ve Avrupalılar nezdinde tüm Hıristiyanlığın savunucusu olmasına karşın, Kanuni Sultan Süleyman pratik olarak tüm Macaristan’ı ele geçirmiş ve Akdeniz’deki hükümranlığı genişlemiştir. 1550’li yıllarda yukarıda anılan fetihler dışında denizi düşmanına bırakarak Akdeniz’i tamamen terk eder. Batı tarihçiliğinin, İmparatoru OsmanlIları durdurabilen bir adam olarak göstermelerine karşın, tarihsel gerçek oldukça farklıdır. Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük başarısı, İmparator tarafından yönetilen topraklarda elde ettiği zaferlerinden başka, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir Avrupa gücü haline dönüştürmesidir. Fransa ile ittifak ve kıtanın tarihinde Venedik’in kompleks durumu; bu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun Rousseau’nun tanımlayacağı gibi uzaktaki bir doğu monarşisi olmadığını, tersine Eski Dünya’nın bir milleti olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte, bu yüzyılı tanımlamak için kullanılan tarihsel çerçeve, gerçek olaylardan daha çok teorik propagandaya ait fikirlere dayanmaktadır. Şarl’in hayatının sonunda, Fransa, Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük deniz müttefiki olur ve Şarl’in kardeşi olan Ferdinand, geleneksel olarak Hıristiyanlara karşı saldırgan olduğu düşünülen kişinin Sultan olmasına rağmen, İstanbul ile imzalanan anlaşmaları bozarak Hıristiyanlık ve İslam arasında daimi bir gerilim oluşturur.
Her iki tarafın da Akdeniz politikasında başarısız olduğu bir alan vardır ki, o da Fas’ın sa’di’ bölgesinin denetim altına alınamamasıdır. Hem İspanyollar hem de Osmanlılar bu alanı işgal etmeye veya en azından sultanlarını kendi yönetimlerinin sadık köleleri haline dönüştürmeye çalışmalarına rağmen tüm çabalar başarısızlıkla sonuçlanır. Cezayirliler, bu adamları Kanuni’nin halife unvanını tanımaya ikna edememişler; bu durum, Fas yöneticileri ile Cezayir beylerbeyi arasında sürekli çatışmalar meydana getirmiştir. Şarl da, bunlardan birçoğunun İspanyol baskısına karşı Fas’ın bağımsızlığını devam ettirmek için İstanbul’dan yardım istemede tereddüt etmemeleri nedeniyle Fas’ta istediği tarafsızlığı elde edememiştir. Fas, İspanyollar ve Osmanlılar arasında her iki gücün de kontrolü altına tam olarak girmeksizin[26] bir yüzyıldan daha[27] fazla bir süre boyunca dokunulmadan kalan ve unutulmuş bir alan olarak kalacaktır.
İspanya’nın yeni kralı olan II. Filip, Kanuni ile barış anlaşması imzalamaya teşebbüs ederek hükümranlığına başlar. Bu adamların birbirleri ile ilişkilerinde karşılaştıkları büyük sorun, onur anlayışlarını bir anlaşmaya varmalarını imkansız hale getirmesidir. Haçlı seferleri ve cihat çok önemliydi; ve Hıristiyanlığın veya İslamiyetin savunucuları olmaları nedeniyle kendi halklarına prestijlerini gölgeleyen bir anlaşmanın savunucuları olarak görünmek istemiyorlardı. Kanuni bile “barışı istemede ilk olmak büyük Türkler için onurlu değildir” demektedir ve benzer bir deyiş İspanya kralından da gelmektedir. II. Filip, Veziri Azam Rüstem Paşaya büyük miktarda para sözü vererek bir barışa yapmaya teşebbüs eder, böylece Kanuni Sultan Süleyman önüne geçer. Bununla birlikte, belirlenen miktarı İstanbul’a göndermedeki güçlük bu teşebbüsü engeller. Yeğeninden mali desteğe sahip olmayan Avusturya’nın Ferdinand’ı artık düşmanı ile daha fazla karşılaşamaması nedeniyle barış istemek zorundadır ve bu anlaşmaya 1559 yılında varılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman İspanya’nın müzakerelere dahil edilmemesini ister. Cenova’dan gelen haberlere göre ise Cenova ticari imtiyazlar karşılığında Babıali ile bir barış anlaşması imzalamaya çalışmaktadır. Eğer Cenova deniz cumhuriyetini terk ederse, Filip Osmanlı donanmasına karşı koymak için yeterli gemiye sahip değildir. Her iki prens de barış istemektedir, ancak bunlardan hiçbiri tebaasının önünde küçük düşmek istemez. Ayrıca, özellikle Osmanlı tarafındaki müşavirlerden pek çoğu müzakere sürecinden sadece ekonomik kazanç sağlamaya çalışmaktadır.
Durum böyle olunca, yeni İspanyol kralı prestij politikasına girişir ve Cezayirlilere saldırarak veya Dragut’un en önemli üssünün bulunduğu Djerba şehrinde kontrolü elde ederek Turgut Reis tarafından 1556 yılında fethedilen Bugia veya Tripoli şehrini geri almaya çalışmayı düşünür. Aslında gerçekleştirilen tek hedef, Turgut Reisin iyi karar vermesi ve askeri bilgisi nedeniyle İspanyol donanması için en yıkıcı başarısızlıklardan biriyle son bulan Tunus adalarından birinin ele geçirilmesidir. Piyale Paşa komutasında İstanbul’dan yardım etmek için Sultanın gönderdiği donanmanın rekor sürede Tunus kıyılarına ulaşmasına, müsait olan rüzgar izin verir. Zafer mutlaktır ve bu sefer sonucu prestijini korumayı uman yeni Kral, Osmanlıların ve Avrupa’nın önünde küçük düşer. Böylece Kanuni Sultan Süleyman ile anlaşmaya varmadaki isteksizliğinin ve yaşlı Sultana gösterdiği tepeden bakışın öcü alınmış olur.[28]
Büyük bir donanma inşa etmeye başlamasına neden olan Filip’in öç alma teşebbüsleri, İstanbul’un gücünden korkması nedeniyle tam olarak uygulanamaz. Doğrudan Osmanlı donanması ile karşılaşmaksızın Magrip’te küçük hareketlere girişir. 1565[29] yılında Babıali tarafından planlanan başarısız Malta adası kuşatması, Filip’in Akdeniz’deki askeri potansiyelinin nasıl geliştiğini göstermek ve kendisini Hıristiyanlığın savunucusu olarak geliştirmek için bir fırsattır. İspanyol donanması, Osmanlıları fethin imkansız olduğuna düşündürerek, 20 Mayısta başlamış olduğu uzun kuşatmaya 11 Eylülde son verir. Tripoli Beyi olan Turgut Reisin birlikleri tarafından desteklenen kuşatmada 25,000 Osmanlıya karşı savunma yapılır. Kanuni Sultan Süleyman hükümdarlığının ilk yıllarında Rodos adasında elde ettiği başarıyı tekrarlayamamaktadır. Bu defa Kudüs’ün St. John Tarikatı şövalyeleri, İspanyol gemilerinin yakınlığı nedeniyle kurtarılır ve Barbaros Hayrettin’in askeri okulunda eğitim görmüş olan son adam Turgut Reis kuşatmada ölür.
Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden ve bu tarihi yazan adamlar olan İbrahim Paşanın, Rüstem Paşanın, Barbaros Hayrettin’in ve Turgut Reisin sahneden çekilmesinden sonra, Akdeniz tarihi Sokullu Mehmet Paşanın iyi yönetimine terkedilecektir. Sadece 60 yılda Osmanlı İmparatorluğu büyük bir deniz gücü haline gelmiştir. Bu dönemde düşmanlarının pek çoğunu kontrol altına alabilmiş ve yenebilmiştir. Örneğin, Piyale Paşa’nın 1566 yılında, Malta’nın fethini daha önce engellemelerinin öcünü almak uğruna Cenovalıları Ege adasındaki son varlıkları olan Chio adasından atması gibi. Avrupa tarihçilerinin V. Şarl’ın erdemlerini övmeyi ve diğer yönlerini unutmayı tercih etmesine karşın, Osmanlılar İspanyalılara karşı mücadelelerinde çok fazla zaferler kazanmışlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Akdeniz’i kontrolü, bir grup denizcinin Ege Denizi’ni terk edip Tunus kıyısından uzak bir adada yerleşmeye karar vermeleri ile başlamıştır. Babıali tarafından ne planlanan ve ne de daha önce öngörülen bu hareket, Akdeniz’in düşman tarafından kontrol edilmesini engellemek için İspanyolların ve Osmanlıların mümkün olan tüm araçlarla savaşacakları bir anlaşmazlığın başlangıcını teşkil eder. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığı ile Babıali hedeflerinden birçoğuna ulaşılır ve İspanyollar kendi yerlerine sıkıştırılır. Bu zafer Osmanlı İmparatorluğu’nun İnebahtı Savaşı’na kadar Akdeniz’in tek hakimi olmasını sağlarken aynı zamanda İspanya ve genel olarak Hıristiyan tarafın yeniden silahlanmasına yol açacaktır. Bu yıllar boyunca, Fransa ile ittifak sayesinde Kanuni Sultan Süleyman, imparatorluğunun sınırlarını genişletmesini ve düşmanlarına karşı topraklarını savunmasını sağlayan bir silah oluşturabilmiştir. Nihai sonuç ise, denizde Hıristiyanlığa karşı üstünlüğe ulaşmadır. Bu durum onun şöhretini ve iyi yönetiminin itibarını artırmaktadır.
Prof. Dr. Miguel A. De Bunes IBARRA
Beşeri Bilimler Araştırmaları Yüksek Konseyi / İspanya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 599-607