Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

XVII. Yüzyılın İlk Yarısında Dîvân Edebiyatı Ve Sebk-i Hindî

0 10.511

Onaltıncı yüzyılda manzum ve mensur bütün edebî türlerde gelişmesini tamamlamış olan Divan Edebiyatı, XVII. yüzyılda hiçbir duraklamaya uğramadan mükemmel eserler vermeye devam etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasî hayatındaki bir takım yenilgiler, karışıklıklar, ayaklanmalar, müesseselerde görülen çözülme ve gerileme, edebiyatta henüz kendini hissettirmez, aksine bu yüzyıl Türk Edebiyatı’nın en parlak bir devri olma özelliğini korur.

XVII. yüzyılda dış siyasetteki bazı başarısızlıklar, içteki isyanlar ve iktisadî buhranlar imparatorluğun sağlam temeller üzerine kurulmuş düzenini henüz bozmamış, bundan dolayı yüzyılın ilk yarısında hayatı ve edebiyatı pek etkileyememiştir. XVI. yüzyıl, Kanunî devri sonlarında başlayan idaredeki gevşeme kendini ancak XVII. yüzyılda gösterirken, siyasî hayattaki sosyal hayata ve dolayısıyla edebiyata etkisini daha çok XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonra kendisini belirgin bir şekilde gösterebilmiştir. Siyasî ve sosyal hayatla çok yakından ilgili olan edebiyatın daha geç etkilenmesinde elbette Divan edebiyatının yapı özelliğinin rolü büyüktür. Bilindiği gibi klasik edebiyatlar zaman içinde bazı kurallara bağlı olarak ve gelenekten güç alarak gelişirler. Divan edebiyatı adını alan Klasik Türk edebiyatı, aydınlar sınıfının malı olması, fikir bakımından İslamî ilimlerden kaynaklanması ve edebî sanatlar, vezin ve şekil özellikleri yönünden de geniş ölçüde İran edebiyatı etkisinde kalmış olması dolayısiyle idarî, sosyal ve ekonomik hayattaki değişmeler ilk anda ve ilk planda bu edebiyat üzerinde etkilerini göstermemiştir. Aslında mazmunları, mefhumları, dünya ve hayat görüşü pek değişmeyen kendi kalıpları içinde gelişmesini sürdüren ve dış etkilere karşı kapalı olan bu edebiyatta, dış etkilerin ilk anda kendini gösterip hakim olması beklenemez. İşte bu nedenle XVII. yüzyılın ilk yarısında XVI. yüzyıldaki kuvvetini muhafaza edebilmiştir.

İmparatorluğun çok geniş hudutları içersinde, Türkçe şiir yazan bir çok şair yetirken edebiyatla uğraşan aydınların sayısı bu yüzyılda büsbütün artmıştır. XVII. yüzyılda sadece İstanbul Kütüphanelerinde divanı mevcut olan yüzelli üç şaire rastlanır. Ayrıca hükümdarların ve devlet ricalinin şiirle yakından ilgilenip şairleri korumaları edebiyat için iyi bir gelişme ortamı yaratmıştır. Bu yüzyılın başında saltanata geçen I. Ahmed Bahtî, II. Osman Fârisî, IV. Murad Muradî mahlasları ile şiir yazmış, şiirle yakından ilgilenip devrin şairlerini koruyup onları teşvik etmişlerdir. I. Ahmed’in ve II. Osman’ın şiirleri birer divan teşkil edecek sayıda iken IV. Murad’ın şiirleri divan halinde toplanacak sayıya ulaşmamıştır. Bu devrin sadrazamlarından Hâfız Ahmed Paşa’nın şiirleri de divan halindedir. Ayrıca bu devir, Yahya ve Bahayî gibi iki büyük şair şeyhülislam yetiştirmiştir. Padişahların ve devlet büyüklerinin edebiyata duydukları ilgi, kendilerine kasideler sunan şairleri himaye ederek rahat yaşamalarını sağlamaları, bu dönemde edebiyatın gelişmesinde büyük rol oynamıştır.

Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra İslamiyet etkisi altında yarattıkları edebiyatımızda örnek alınıp model kabul edilmiş olan İran edebiyatı ve bu edebiyatın büyük ustaları, Divan edebiyatı, Klasik edebiyat bazan da Osmanlı edebiyatı adı ile anılan bu edebiyat, başlangıçtan itibaren İran edebiyatı örneklerini bazan tercüme denebilecek bir yakınlıkta izlerken zamanla örneği doğrultusunda Türkçe mükemmel eserler vererek estetikte İran edebiyatına ulaşmaya çalışmıştır. XVII. yüzyılda Divan şiiri, İran örneği yanında, XVI. yüzyılda mükemmele ulaşmış olan Türk şiir ustalarının da izinden giderek en güzel örneklerini vermiştir. İran şairleri artık taklit edilerek örnek alınmaz ama devrinin elverdiğince yakından takip edilerek onunla boy ölçüşülür. Nitekim daha XVI. yüzyılda tarihçi Gelibolulu Alî, “Mecma’ül-Bahreyn” isimli, tek nüshası Prof. Dr. Abdülkadir Karahan tarafından tanıtılan eserinde, Hafız-i Şirazî’nin gazellerinden bir kısmını tanzir etmiş kendisini Fars edebiyatında Hafız ile mukayeseden çekinmemiştir. Ayrıca XVII. yüzyılın ilk döneminde yaşamış olan Türk edebiyatının kaside üsdadı Nef’î, kendisine bir methiye kıtası yazan dostu Ünsî’ye gönderdiği son derece sanatkarane bir üslupla yazdığı teşekkür mektubunda arkadaşından İran edebiyatının Sebk-i Hindî şairlerinden Nazîrî’nin divanını kendisine göndermesini rica etmesinin yanı sıra bir Örfî divanının üstüne şehirde bundan mükemmel divan görmediğini yazıp altını mühürlemesi, İran edebiyatını, devrin ulaşım güçlükleri sebebiyle günü gününe takip edemeseler bile tahminen otuz sene ara ile takip edebildiklerini göstermektedir. Yine Nef’î’nin, kasidelerinin fahriyelerinde şiir yazmaya başladığı ilk yıllarda Hafız, Sa’dî, Selman, Enverî,Muhteşem-i Kaşanî daha sonra Kemal-i İsfahanî, Hakanî, Örfî-i Şirazî, Feyzî-i Hindî gibi tanınmış İran şairleriyle kendini mukayese etmesi, hatta kendini onlardan üstün görmesi kendine güven ve millî ruh üstünlüğünün delilleri olmakla birlikte, divan şairlerinin daima İran edebiyatını yakından takip ettiklerini de gösteren bir delildir.

Elbette İran edebiyatı yakından takip edilmiştir. İngiliz müsteşriklerinden Gibb, Nef’î ile başlayıp Nâbî ile sona erdirdiği ve Son Klasik Çağ diye adlandırdığı bu devirde, bu iki şair ve onları takip edenler tarafından Türk şiirinde Fars etkisinin en yüksek noktaya ulaştığını “tan ağarmadan önceki vakit gecenin en karanlık olduğu zamanıdır”deyimi ile ifade eder ve Klasik asrın kapanış zamanında gelişen, Nef’î tarafından kurulan ve Nâbî ile sona eren iki okuldan birinde İran etkisi en büyük noktasına ulaşır ve tüm Türk şiirinde yerini alır” diyerek XVII. yüzyılın ilk yarısındaki İran etkisini vurgular. Fuat Köprülü, “XVII. asır Türk klasik nazmının aheng ve zarafet itibariyle Acem modellerinden asla aşağı addolunmayacak mahsuller verdiği bir devirdir. Bu asrın ilk senelerinden başlıyarak şairlerimiz bilhassa kaside ve gazel nevîlerinde, Acemlere hattâ faikiyet iddiasında bulunduklarını görüyoruz, şairlerimiz yalnız mesnevî tarzında Acem edebiyatının tefevvukunu kabul ederek bu sahada onlarla rekabete çalışıyorlar. Bu asrın ilk nısfında yetişen mesnevicilerin buna muvaffak olduklarını ve muasır olan Acem şairlerinden asla geri kalmadıklarını söyleyebiliriz. Câmî ile büyük klasik devri kapanan İran edebiyatı, Osmanlı şairleri nazarında artık eski manevi nufuzunu kaybetmiştir” demektedir. Bu iki birbirine zıt görüş, bizce bu dönemde özellikle Nef’î tarafından şiir dilimize getirilen şairin bütün kasidelerinde ve gazellerinde övünerek bahsettiği “tâze zebân” yani yeni dil ve yine Nef’î tarafından edebiyatımıza tanıtılan Sebk-i Hindî konusundan dolayı ortaya çıkmış olmalıdır.

Gibb’in Fars etkisinin en güçlü olduğu devir olarak gördüğü Nef’î ile başlayıp Nâbî ile son bulan XVII. yüzyıl edebiyatımız, Nefî’nin şiir diline yeni olarak getirdiği, daha önce Türk şiirinde kullanılmamış Farsça kelimelerin, terkiplerin ve zincirleme tamlamaların bolluğu yanı sıra İran edebiyatında Safevîlerin Şii mezhebini yayma gayretleri sonucu methiyeye ve saray edebiyatına ilgi duymamaları kaside ve medih şiiri söyleyen bir çok şairin Hindistana kaçarak meydana getirdikleri Sebk-i Hindî etkisinin Nefî’nin şiirinde kendisini hissetirmeye başlamasından olduğu düşünülebilir.

Aynı zamanda bu dönem şairlerinin kendilerini, önceki ve biraz fasıla ile çağdaşı sayabileceğimiz İran şairleri ile mukayese etmeleri, onlardan bazı mazmun ve mefhumlar almakla yetinmeyip hikayeler de nakletmeleri ve bazı gazellerinde aynı havayı teneffüs ettirmeye calışmaları böyle bir iddiayı ileri sürmeye götürmüştür. Denebilir ki bu dönem şairlerinin, Fuat Köprülü’nün belirtiği derecede İran şairlerinin ilk plandaki dehalarının etkisinden kurtulduğu söylenemez. Buna karşılık, ilk dönemlerdeki tercümeler ve telif olmakla beraber tercümeye yakın eserler azalmış, artık orijinal eserler veren Türk şairleri yetişmiş, İran etkisini bu edebiyatı yakından takip ederek onlar kadar mükemmel eserler vererek göstermişlerdir.

Edebiyatımız bu yönü ile İran edebiyatını örnek alarak meydana getirdiği eserlerde gerek aruzu kullanmakta, gerek ahenkte, gerekse şiiriyeti yakalamakta hiç şüphe yok ki örnenin mükemmeliyetini yakalamıştır. Bununla beraber Gibb’in belirtiği konu yani İran etkisinin en fazla olduğu dönem olarak belirtilen bu yüzyıl, Nef’î ile başlıyarak şiirimize getirilen dil ve üslupdan dolayı edebiyat dilimizin en fazla Farsçalaştığı dönem olması son derece doğru bir görüştür.

Prof. Dr. Fatma Tulga OCAK

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.