Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Anayasal Açıdan Fatih’in Teşkilât Kanunnâmesi

0 16.819

Yrd. Doç. Dr. Osman KAŞIKÇI

I. Osmanlı Hukukunda Anayasa Anlayışı

Osmanlı hukukunda anayasa anlayışını ortaya koyabilmek için önce İslâm hukukunda anayasa denince ne anlaşıldığı üzerinde durmak gerekir. Bilindiği üzere günümüzde kurallar topluluğuna anayasa diyebilmek için, söz konusu kuralların ya normlar hiyerarşisinde en üst sırayı işgal etmesi ve diğer kanunlardan daha zor bir usulle konulup değiştirilebilmesi[1] ya da yazılı veya gelenek şeklinde devletin temel düzenini, devletin kurum ve kuruluşları ile devletin vatandaşlarla ilişkilerini düzenlemesi gerekir.[2] Birincisine şekli ikincisine ise maddi anlamda anayasa denmektedir.[3] Bu açıdan bakıldığında İslâm hukukunda kitap ve sünnette yer alan kuralların şekli anlamda anayasayı oluşturdukları söylenebilir. Çünkü bu kurallar, ilahî irade ve bunun kontrolü altında peygamber tarafından konulduğundan normlar hiyerarşisinde en üst sırayı işgal etmektedirler. Değiştirilmeleri de aynı şekilde ilahî irade ve peygamber tarafından gerçekleştirilmiştir. Peygamber’den sonra ise bu hükümlerin değiştirilmeleri bir tarafa, değiştirilmeleri teklif dahi edilemez. Şekli anayasaların içerdikleri hükümlerin niteliği önemli olmadığı için söz konusu kaynaklarda yer alan kurallar düzenledikleri alanlara bakılmaksızın anayasal hüküm niteliğindedir. Keza şekli anlamda anayasaların kendilerinden aşağıdaki düzenlemelere meşruiyet sağlama gibi bir rolleri de bulunmaktadır. Başka bir ifade ile bir ülkede çıkarılan kanunların gerek yapılış gerekse içerik açısından anayasaya uygun olması gerekir.[4] İslâm hukukunda kitap ve sünnet dışındaki kaynaklar da meşruiyetlerini bu iki kaynaktan almaktadırlar. Buna bağlı olarak kitap ve sünnete aykırı hüküm içeremezler. Mecelle’deki (m. 14) ifade ile “mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur”. Çünkü bir meselede içtihat edilmesi farklı hükümlerin ortaya konabilmesi anlamına gelmektedir.

Maddi anlamda anayasa anlayışına gelince bunu tarihî gelişim içerisinde ele almak gerekir. Hz. Peygamber döneminde yasama, ilahî irade ve sünnet, yürütme ve yargı ise bizzat Hz. Peygamber tarafından yerine getiriliyordu. Ayetlerde onun sadece bir peygamber değil, aynı zamanda devlet işlerini de yürüten bir lider olduğu vurgulanıyordu.[5] Bununla birlikte her iki kaynakta da devlet yönetimi ile ilgili hükümlerin, danışma (şura) ile işlerin yürütülmesi, adil olma ve devlet başkanına itaat gibi birkaç genel prensiple sınırlı olduğunu belirtmek gerekir.[6]

Ayrıca burada Hz. Peygamber’in Medine’ye göç ettikten kısa bir süre sonra onun öncülüğünde Müslümanlarla gayrimüslimler arasında yapılmış sözleşmeye de temas etmek gerekir. Gerçekten bu sözleşmede anayasal hükümlerin hemen tamamına doğrudan veya dolaylı bir şekilde dolaylı bir şekilde yer verilmiştir.[7] Bu sebeple son zamanlarda haklı olarak “Medine Anayasası” olarak da isimlendirilmektedir.[8] Daha çok Müslümanlarla gayrımüslimleri bir arada yaşamaya alıştırmak için hazırlandığı anlaşılan bu sözleşme kısa süre sonra şartların değişmesi ile kendiliğinden yürürlükten kalkmıştır. Onun yerine yenisinin yapılmamasını ise Hz. Peygamber’in hayatında İslâm hukukunun tamamlanmaması ile izah etmek mümkündür. Ne var ki Hz. Peygamber vefat ettiği zaman kitap ve sünnette birkaç genel prensibin dışında hüküm bulunmuyordu. Raşit halifeler döneminde de yazılı bir anayasa teşebbüsü olmamasını ise, devrin siyasi ve hukuki şartları ile izah etmek mümkündür. Gerçekten Kur’an ayetlerinin bir araya getirilmesi ve daha sonra çoğaltılmasının birçok tartışmaya sebep olduğu Râşit halifeler döneminde anayasal hükümlerin yazılı hale getirilmesinin ne büyük bir karışıklığa sebep olabileceği muhakkaktı. Râşit halifelerin, muhtemelen, yazılı metinler yerine fiiliyatı tercih ettiklerinin bu sebepten ileri geldiği söylenebilir.

Belirtmek gerekir ki, râşit halifeler uygulamaları ile İslâm anayasa hukukuna önemli katkı sağlamışlardır. Başka bir ifade ile kitap ve sünnetin bu alanda bıraktığı boşluk râşit halifelerin uygulamaları ile doldurulmuştur.[9] Bu sebeple daha sonraki hukukçular tarafından geliştirilen İslâm anayasa hukuku teorisinin, önemli ölçüde râşit halifelerin uygulamalarına dayandığı rahatlıkla söylenebilir. Sözgelimi devlet başkanında aranacak vasıflar, iktidara geliş yöntemi, görev süresi ve benzeri hususlar hep râşit halifeler örneğinden hareketle tespit edilmiştir.[10]

Râşit halifelerden sonra Muaviye’nin iktidarı zorla ele geçirmesi ve hilafeti saltanata çevirmesi, arkasından Abbasilerin de aynı yöntemi devam ettirmeleri sonucu İslâm anayasa hukuku da büyük bir durgunluk içine girmiştir. Bu dönemlerde iktidara gelen ve çoğunluğu liyakatsiz devlet başkanları devlet öncülüğünde anayasa yapma bir tarafa, kendilerine itaat etmeyen ve aleyhlerine fetva veren hukukçulara büyük işkenceler uygulamışlardır. Mesela Muaviye, oğlu Yezid’e biat alırken itiraz etmesi muhtemel hukukçuların yanına askerlerini dikerek sükut etmelerini sağlamıştır.[11] İmam Malik, Abbasi Halifesi Ebu Cafer el-Mansur’a karşı ayaklanan Muhammed b. Abdullah’a biat etmeleri için halkı teşvik ettiğinde, halk, daha önce Ebu Cafer’e biat ettiklerini ileri sürünce İmam Malik, “mükrehin talakı geçersizdir” hadisini delil göstererek Mansur’a yaptıkları biatın geçersiz olduğunu belirtmişti.[12] Bu ve benzeri görüşleri nedeni ile İmam Malik büyük işkencelere maruz kalmıştır.[13] Keza Ebu Hanife de hem Emeviler hem de Abbasiler Döneminde aynı gerekçelerle işkence ve sürgün cezasına muhatap olmuştur.[14]

İslâm hukukçuları, kendilerine veya onların fetvaları ile hareket edenlere yapılan işkencelere rağmen, uygulama imkanı bulamasa da anayasal hükümleri ilk dönemlerde sözlü fetvalar, sonra sistematik fıkıh kitaplarında bölümler daha sonra ise müstakil eserler kaleme alınmak suretiyle işlemekten geri kalmamışlardır.[15] Hatta anayasal hükümler nitelikleri itibariyle amelî olmasına rağmen, önemine binaen, biraz da şianın imamet anlayışının etkisi ile inanca ilişkin (îtikâdî) eserlerde de, bu konular işlenmeye başlamıştır.[16] Nitekim Gazali konunun önemi dolayısıyla akâid kitaplarına girdiğini açıkça belirtmektedir.[17]

Konu ile ilgili eserlerde işlenen anayasal hükümlerin başında şüphesiz devlet başkanının nasıl seçileceği ve taşıması gerekli vasıflar gelmektedir. Buna göre devlet başkanlığına, râşit halifelerin iktidara geliş şekilleri olan, seçim veya istihlaf ile gelinebilir. Bununla birlikte devrin siyasi şartları gereği istila ile iktidara gelmeyi meşru kabul edenler de olmuştur.[18] Halife olabilmek için Müslüman, âdil, erkek ve Kureyş kabilesinden olma gibi bir kısım şartların kitap ve sünnet tarafından tespit edildiği,[19] İslâm hukukçularının da râşit halifeleri esas alarak bunlara içtihat edebilecek nitelikte ve İslâm toplumunun en faziletlisi olma gibi hususları ilave ettikleri görülür.[20] Bu şartlar üzerinde ısrarla durulmasına rağmen kurumsallaşmadan bahsedilmemesi, İslâm hukukunun ferdi ön plana alan anlayışının burada da kendini göstermesi ile izah edilebilir.

İslâm hukukçuları söz konusu şartları taşımayan veya iktidarda iken kaybeden devlet başkanına karşı ne yapılması gerektiği üzerinde de durmuşlardır. Buna göre devlet başkanı yukarıda sayılan şartlardan birisini kaybettiğinde meşruiyetini yitirir. İslâm hukukçuları meşruiyetini yitiren devlet başkanına karşı nasıl hareket edilmesi gerektiği hususunda ise farklı fikirler ileri sürmüşlerdir. Haricîler ile şîanın bir kısmına göre böyle bir devlet başkanının mutlaka hal’ edilmesi gerekir.[21] İmamiyye şîası ile sünnîlerin çoğunluğuna göre fâsık bir devlet başkanının yaptıklarına sabretmek gerekir.[22] Ebu Hanife’nin temsilciliğini yaptığı diğer bir görüşe göre ise fâsık hale gelmiş bir devlet başkanı fitneye sebep olmayacaksa hal’ edilir, aksi takdirde sabretmek gerekir.[23] İslâm hukukçuları arasındaki bu fikrî farklılık, hilâfet şartlarını taşımayan devlet başkanlarının lehine olmuş, saltanatlarına daha rahat devam etme imkânı bulmuşlardır. Bunun sonucunda da, tıpkı İslâm hukukunun diğer alanlarında olduğu gibi, anayasa alanında da devlet öncülüğünde bir düzenlemeye gidilmemiş, tartışmalar kitaplarda kalmıştır.

Netice olarak İslam hukukunda maddi anayasa kuralları kitap, sünnet icma, kıyas, râşit halifelerin uygulamaları, istihsan, istislah ve örf gibi kaynaklarda yer almıştır.[24] Bunlardan kitap ve sünnette yer alan hükümler değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükümlerdir. Diğer kaynaklarda yer alan hükümlerin ise zamana ve zemine göre değişmeleri mümkündür.[25] Bir konuda daha önceden yapılmış bir içtihadın varlığı aynı konuda başka bir içtihadın yapılmasına engel teşkil etmeyeceğine göre[26] bunlardan hangisinin anayasa hükmü kabul edileceği sorusuna, belirli bir mezhep veya mezhep içerisinde bir görüş tercih edilerek uygulanır şeklinde cevap verilir.[27] Gerçekten Abbasilerde Ebu Yusuf’un kadı’l-kudatlık makamına getirilmesi ile fiilen, Osmanlılarda ise hukuken Hanefi mezhebinin görüşleri uygulanmıştır.[28]

II. Osmanlı Hukukunda Kanunnâmeler

Osmanlılar kendilerinden önceki Müslüman Türkler gibi İslâm hukukunu uygulamışlardır. Bilindiği üzere İslâm hukuku kendi içerisinde ibâdât (ibadetler), münâkehât (aile hukuku), muâmelât (özel hukuk ilişkileri) ve ukûbât (ceza hukuku) olmak üzere dört kısma ayrılmaktadır. Ceza hukukunun da tamamı değil sadece had (kısas-diyet dahil) suç ve cezaları tespit edilmiştir. Anayasa, idare, malî hukuk, vergi ve ta’zir suç ve cezaları gibi hususları düzenleme yetkisi zamana ve zemine bağlı olarak devlet başkanı veya yetkili kurullara (ülü’l-emr’e) bırakılmıştır.[29]

Müslüman olmadan önceki Türklerde, töre koymak hakimiyetin en önemli göstergesidir.[30] Gerçekten eski Türklerde Hakanlar hem kendileri töre koyar hem de eski törelere saygı duyarlardı.[31]

Türkler aynı alışkanlıklarını Müslüman olduktan sonra da devam ettirmişlerdir.[32] Başka bir ifade ile töre koyma Türk hükümdarlarının bir geleneği olmuştur.[33] Osmanlı Devleti’nde de padişahlar şer’î hukukun boş bıraktığı alanlarda yasama yetkilerini kullanarak kanunnâme, ferman, adaletnâme, yasaknâme gibi isimlerle anılan düzenlemelerle bu geleneği sürdürmüşlerdir.[34] Padişahların bu düzenlemelerine, fıkıh ve fetva kitaplarındaki hükümlerle karışmaması için örfî hukuk ismi verilmiştir. Bu durumda fıkıh ve fetva kitaplarında yer alan hükümler şer’î hukuku, padişahların emr ü fermanları ile oluşan hükümler de örfî hukuku oluşturmaktadır. Kanunnâmelerde örfî hukuku ifade etmek için “örf-i padişâhî”, “örf-i sultâni”, “yasâğ-ı pâdişâhî”, “siyaset”, siyeset-i şer’îye” gibi kavramlarının kullanıldığı da görülmektedir.[35] Yine örfî hukuka padişahın onayından geçerek yürürlüğe girdiği için kanun hukuku da denmektedir.[36]

Şer’î ve örfî hukuk birbirinden bağımsız iki hukuk sistemi olmayıp birlikte Osmanlı hukukunu oluşturmaktadırlar.[37] Dolayısıyla teorik olarak örfî hukuk, şer’î hukuka aykırı olamaz. Çünkü örfî hukuk, şer’î hukukun düzenlemediği alanlarda devlet başkanının kendisine tanınan sınırlı yasama yetkisini kullanması sonucu meydana gelmiştir.[38] Ayrıca kanunnâmelerin kaynağı örf ve adet ile devlet başkanının kamu yararını (mesâlih-i mürseleamme maslahatı) gözeterek koyduğu hükümler oluşturmaktadır. Bilindiği üzere hem örf ve adet[39] hem de amme maslahatı şer’î hukukun kaynaklarındandır.[40] Dolayısıyla şer’î hukuka aykırı olmayan örfî hukuk kaidelerinin şer’î hukukta yeri vardır.

Burada şer’î hukuk ile örfî hukukun özelliklerine de işaret etmek gerekir. Şer’î hukuk kitap ve sünnette yer alan hükümler (nas) ile müçtehitlerin içtihatlarından oluşmaktadır. Naslar zamana ve zemine bağlı olarak değişmez ve açık naslara aykırı hüküm vaz’ edilemez. Buna karşılık içtihatlar zamanla değişiklik arz edebilir. Nitekim Mecelle’deki (m. 39) “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkar olunamaz” hükmü ile içtihâdî ve örfî kurallar kastedilmektedir. Bir konuda içtihat yapılmış olması aynı konuda farklı bir içtihadın yapılmasına engel değildir. Mecelle’nin (m. 16) ifadesi ile ” içtihad ile içtihad nakzolunmaz”. Örfî hukuka gelince, bunların yürürlükleri söz konusu kuralı koyan padişahın görev süresi ile sınırlıdır.[41] Yeni devlet başkanı dilerse eski kuralların yürürlüğünü kabul eder, dilerse kendisi yeni kurallar koyabilir. Aynı durum devlet memurları için de söz konusudur.[42] Nitekim inceleme konumuzu oluşturacak olan Fatih’in teşkilat kanunnâmesinde “benim dahi kanunumdur” ifadesi ile bu hususa açıkça işaret edilmiştir.

Anayasa ile ilgili hükümlerin önemli bir kısmı örfî hukuka bırakıldığı için Osmanlı padişahları da zaman zaman çıkardıkları kanunnâmeler ile bu hususları düzenlemişlerdir. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak, Osmanlı Devleti’nde de sistemli şekilde anayasa hareketleri XIX. yüzyılın başlarından itibaren görülmeye başlamış ise de XV. yüzyılın son çeyreğinde hazırlanıp yürürlüğe konmuş olan Fatih’in teşkilat kanunnâmesi bu açıdan dikkat çekicidir. Bu sebeple biz de Osmanlı hukuk tarihinde büyük izler bırakan bu kanunnâmeyi burada anayasal açıdan incelemeye çalışacağız.

III. Anayasal Açıdan Fatih’in Teşkilat Kanunnâmesi

A. Kanunnâmenin Sistematiği ve Hukukî Değeri

Kanunnâme üç kısım ve bir girişten oluşmaktadır. Giriş kısmına ileride yer vereceğiz. Birinci kısım “Meratib-i a’yan ve ekâbir beyanındadır” başlığını taşımakta ve Osmanlı devleti’nin merkez ve taşra teşkilatının üst derecede yetkili kişi ve kurumlarına yer verilmiştir. İkinci kısım “Selâtin-i izâma lâzım olan tertîb ü âyîn beyanındadır” başlığı altında başta padişah olmak üzere diğer üst derece devlet memurları ile saray görevlilerinin teşrifattaki yer ve görevleri düzenlenmiştir. Üçüncü kısımda ise “ahvâl-i cerâim ve her ehl-i mansıbın âyidleri beyânındadır” başlığı ile bir kısım tazir suç ve cezaları ile yine Osmanlı Devleti’nin üst derecedeki Devlet yetkililerine hitap şekilleri ele alınmıştır.

Kanunnâmede çok ciddi bir sistemsizlik ve karışıklık söz konusudur. Osmanlı Devlet yapısına ve merkez teşkilatına uymayan bir düzen izlenmiştir. Normalde padişahtan başlanması gerekirken veziriazamdan başlanmış ve padişaha ilişkin hükümler ikinci babda ele alınmıştır. Ayrıca Kanunnâmenin hangi amaçla düzenlendiğini anlamak mümkün değildir. Devleti yöneten üst düzey kişi ve kurumların yetki ve görevlerine mi yoksa saray görevlilerine bir düzen getirilmek istendiği açık değildir. Her ikisi birlikte ele alınmıştır. Ayrıca kanunnâme tekrarla doludur.

İnalcık, bu sistemsizliği Osmanlı yönetiminin niteliğine, sarayla hükümetin birbirini tamamlamasına, hükümet makamlarına saraydan yetişmelerin gelmesine yani kul sistemine bağlamaktadır.[43] Köprülü ve Özcan, çeşitli vesilelerle farklı zamanlarda padişahtan sadır olmuş ve divanda kayıtlı bulunan hükümlerin devlet memurlarına kolaylık sağlama amacıyla nişancı tarafından kaleme alındığını, Kanunnâmenin padişahın bütün emirlerini içine almadığını ileri sürmektedirler.[44] Kanunnâmenin Fatih Dönemi’ne ilişkin bütün teşkilatı içine almadığını İnalcıkda belirtmektedir.[45] Dilger, Kanunnâmenin mukaddimesi ile metni arasındaki tutarsızlıkları, metinde geçen teşrifat kurallarının o dönemden çok sonra ortaya çıktığını, bazı makamların Kanunnâmede belirtilen biçimi ile Fatih Dönemi’nde olmadığını, sonuç olarak Fatih Dönemi’nde Kanunnâmenin çekirdeğinin oluşturulduğunu ve zamanla elimizdeki metnin tamamlandığını ileri sürmüştür.[46] Mumcuda Divan-ı Hümayun ve görevlileri ile ilgili olarak Kanunnâmedeki birçok kurumun sonradan ilave edilmiş olabileceğini belirterek aynı görüşe katılmaktadır.[47]

Berki de, Viyana Kraliyet Kütüphanesi’nde bulunan nüshanın altındaki tarihin 1029 olup Fatih’in ölümünden 143 sene sonrasına tekabül ettiğini, bu nüshanın kim tarafından ve nereden kopya edildiğinin belli olmadığını, Hazine-i Evrak’ta böyle bir belge bulunmadığını, Osmanlı ilim veya devlet adamlarının elinde hiç olmazsa bir nüshasının bulunması gerektiğini, Fatih Dönemi’nde, Kanunnâmeyi kaleme aldığını ve kendisinin nişancı olduğunu belirten Mehmet b. Mustafa isminde bir nişancı bulunmadığını, metnin sisteminin karışık ve kelime hataları ile dolu olduğunu, o devirde ilim adamları arasından seçilen bir nişancının Kanunnâme metnini bu kadar sistemsiz bir şekilde kaleme almasının mümkün olmadığını, ayrıca alim ve edip bir padişahın bunu kabul etmesi imkansız olduğunu, haksız yere bir insanın katlinin İslâm hukukuna aykırı hem de büyük bir suç olduğunu, Fatih gibi dindâr bir padişahın böyle bir şeye tevessül etmeyeceğini, onun devrindeki ilim adamlarının böyle bir şeye (kardeş katline), üstelik çoğunluğunun fetva veremeyeceğini belirterek Kanunnâmenin Fatih’e ait olamayacağını ileri sürmektedir.[48]

Bütün bu görüşlerden şu sonuçlar çıkarılabilir: Söz konusu kanunnâmenin en azından bir kısmının Fatih Döneminde oluşturulduğu kesindir. Ayrıca Fatih Dönemi’ne ilişkin bütün teşkilata yer verilmemiştir. Kanunnâme bir defada değil, farklı zamanlarda sadır olan hükümlerden oluşmaktadır. Kanunnâme daha sonra istinsah edilerek özel çalışmalara ve resmi düzenlemelere kaynaklık etmiştir. Nitekim kanunnâmedeki “evlâd-ı kiramım neslen ba’de neslin bununla amil olalar” hükmü bağlayıcı olmasa bile gerçekleşmiş ve söz konusu kanunnâme Tanzimat Dönemi’ne kadar bir kısım değişikliklerle yürürlükte kalmıştır.

İncelememiz açısından kanunnâmenin bütününün bir defada Fatih tarafından ihdas edilmesinin bir önemi yoktur. Önemli olan söz konusu metnin padişahın onayından geçmiş yani kanunnâme olmasıdır. Şeyhülislâm unvanı dışında anayasal hükümler açısından böyle bir itiraz söz konusu değildir. Kaldı ki Fatih zamanında şeyhülislâm unvanı kullanılmadığı ve şeyhülislâmın ulamanın başı olmadığı iddiası ise tartışmalıdır.[49] Bu tartışma bizden ziyade tarihçileri ilgilendirdiği için burada daha fazla üzerinde durmuyoruz.

Belirtmek gerekir ki, yakın zamana kadar kanunnâmenin sadece Viyana Kütüphanesi’nde[50] bulunan nüshası bilinmekteydi. Nitekim diğer nüshalarından söz etmeksizin Mehmet Arif Bey[51] ve Serkiz Karakoç[52] bu nüshayı aynen yayınlamışlardır. İtirazların önemli bir kısmı da buna dayanıyordu. Fakat daha sonra Bosnalı Koca Müverrih Hüseyin Efendi’nin kaleme aldığı Bedâyiü’l- Vekâyi isimli eserine, reisü’l-küttap olduğu zaman divandan çıkararak koyduğu ve diğerlerine nazaran daha güvenilir ve daha itina ile hazırlanmış nüshasının ortaya çıkması ile söz konusu kanunnâmenin Fatih’e ait olduğunda şüphe kalmamıştır. Özcan, her iki nüshayı,[53] Akgündüz[54] ise, Bedâyiü’l-Vekâyi nüshası ile Hezarfen Hüseyin Efendi nüshasını[55] mukayese ederek söz konusu kanunnâmeyi yayınlamışlardır. Kanunnâmenin burada sözü edilen nüshalarından başka kronolojik tarih kitaplarında da özeti verilmiştir.[56] Bütün bu anlatılan gerekçelerle, ayrıntılarda tartışma olsa bile, söz konusu kanunnâmenin Fatih’e ait olduğu kesinleşmiş görünmektedir. Dolayısıyla anayasal açıdan, başka bir ifade ile kanun olma ve anayasal hükümler açısından bir tartışma söz konusu değildir.

Kanunnâmenin sistemsizliğine gelince, bunu kanunnâmenin alanında ilklerden olması, henüz o dönemde anayasa, idare, ceza gibi hususların birbirinden ayrılmaması ile izah etmek mümkündür. Ayrıca farklı zamanlarda sadır olmuş hükümlerden oluşması ve elimizdeki nüshanın bazı hükümlerinin sonradan eklenmiş olması ile de izah edilebilir. Keza Kanunnâme hazırlanırken nişancının yazdığı metne padişahın bizzat eklemeler yapması da sistematiği bozmuş ve öylece kalmış olabilir. Kanunnâmede saray görevlileri ile üst düzey yetkililerin görev ve yetkilerinin birlikte alınmasını ise Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatının yapısı ve işleyişi ile yakından ilgili olduğunu söylemek gerekir.

Yukarıda da ifade edildiği üzere Kanunnâmede anayasa hukuku, idare hukuku, teşrifat kuralları, ta’zir cezaları gibi birçok hususa doğrudan veya dolaylı bir şekilde temas edilmiştir. Biz burada kanunnâmeyi sadece anayasal hükümler açısından incelemeye çalışacağız.

B. Anayasal Hükümler Açısından Kanunnâme

Gerek maddi gerekse şekli anlamda anayasal hükümlerin nelerden oluşması gerektiğine ilişkin kesin kurallar yoktur. Bununla birlikte bu hususta özellikle de şekli anayasalardan hareket edilerek ampirik prensipler tespit edilmiştir. Ancak söz konusu prensipler ülkeden ülkeye değişmekte ve genellikle anayasaların yapılış gerekçeleri ile de yakından ilgili bulunmaktadır. Genellemeye gidildiğinde tespit edilen prensipleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

  1. Başlangıç Bölümü

Günümüzdeki anayasaların bir kısmında başlangıç (dibace) bölümü bulunmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası, 1946 ve 1958 Fransız Anayasası, 1949 Alman Anayasası, İspanyol Anayasası, Türkiye’nin 1961 ve 1982 Anayasaları ile Romanya Anayasası bu uygulamanın örnekleri olarak görünmektedir.[57]

Buradan da anlaşılacağı üzere anayasalarda başlangıç bölümü, anayasaların “olmazsa olmaz” şartı olmayıp ülkelerin anayasal geleneklerine ve anayasanın hangi sosyo-politik ortamda yapıldığını gösteren bir nevi esbab-ı mucibesi hükmündedir.

Fatih’in Teşkilat Kanunnâmesi’nin bir başlangıç bölümü vardır ve söz konusu kanunnâmesinin niçin ve nasıl hazırlandığı burada açıkça ifade edilmektedir. Burada verilen bilgilere göre Sultan II. Mehmet’in özellikle İstanbul’u fethettikten sonra, daha önceki sultanlar zamanında kanunların tedvin edilmediğini, o zamana kadar ki geleneklerin bir araya getirilerek eksik yerlerinin kendi görüşleri ve kendi zamanlarındaki teşkilatlar esas alınarak tamamlanmasını devrin nişancısı olan Leyszâde Muhammed b. Mustafa’dan istemiştir.[58] Böylece adı geçen nişancı tarafından kanunnâmenin taslağının hazırlandığı ve bazı yerlerinin bizzat Fatih tarafından tamamlandığı anlaşılmaktadır. Kanunnâmenin sistematiğindeki dağınıklığın biraz da bu ikilemden kaynaklanmış olabileceğini yukarıda ifade etmiştik.

  1. Anayasaların Değiştirilebilmesi

1787 tarihli Amerikan Anayasası’nın tarihte ilk anayasa olarak kabul edilmesinin sebebi, onun normal kanunların üzerinde yer alması ve değiştirilmesinin kanunlardan daha zor bir usule tâbi olmasıdır.[59] Çünkü ondan önce de, inceleme konumuzu teşkil eden kanunnâmede olduğu gibi, birçok ülkede devletin teşkilatını düzenleyen kanunnâmeler vardı. Ancak bunların diğer kanunnâmelerden üstün bir yere sahip olmamaları ve değiştirilmelerinin daha zor şartlara tabi olmaması onların anayasal bir belge olarak değerlendirilmesine engel teşkil etmiştir.

Gerçekten ilk Amerikan anayasasıyla birlikte anayasalarda genellikle anayasa hükümlerinin nasıl değiştirileceği yer almaya başlamıştır. Söz konusu hükümlerde genellikle anayasanın temel norm olması dikkate alınarak hükümlerinin değiştirilmesi diğer kanunlara nazaran biraz daha zorlaştırılmış, üçte iki, beşte üç gibi nitelikli çoğunluk aranmıştır.

Fatih’in Teşkilat Kanunnâmesi’nde daha sonra nasıl değiştirileceğine ilişkin herhangi bir hüküm mevcut değildir. Dolayısıyla söz konusu kanunnâmenin nitelik itibariyle diğer kanunnâmelerden bir farkı yoktur. Bu durumda Fatih’in, dilediği zaman ve dilediği şekilde kanunnâmeyi değiştirebileceği veya yürürlükten kaldırabileceği şüphesizdir.

Kanunnâmeler padişahların iktidar süreleri ile sınırlı olmasına rağmen söz konusu kanunnâmede “Ahvali saltanata bu kadar nizam verildi. Şimdiden sonra gelen evlâd-ı kirâmım dahi ıslaha sa’y etsinler” (m. 29) denilmesini, eğer kendi dönemlerinde yürürlükte kalmasını isterlerse devirlerinin anlayışına göre gerekli değişiklikleri yapmalarını temenni etme şeklinde anlamak mümkündür. Yoksa Fatih’in bu hükümle kendisinden sonra gelecek padişahları bağladığı söylenemez. Bu padişah Fatih bile olsa böyle bir yetkisi yoktur.

  1. Devletin Temel Özellikleri

Anayasaların genellikle ilk maddelerinde devletin temel özellikleri üzerinde durulmaktadır. Devletin şekli, üniter-federal, laik veya dini yapısı açıkça belirtilmektedir. 1958 Fransız, 1993 Rusya ve Cumhuriyet döneminde yapılmış Türk Anayasaları bu hususun misallerini oluşturmaktadır.[60] Kanunnâmede bu konu ile ilgili açık bir hüküm bulunmamaktadır. Ne var ki sadece merkez örgütünün işlenmesine ve sancaklara verilen sınırlı yetkilere bakıldığında o dönem için Osmanlı Devleti’nin üniter bir yapıya sahip olduğu söylenebilir.

Kanunnâmede devletin dini esaslara bağlı olduğu açıkça ifade edilmese de veziriazamdan hemen sonra şeyhülislâmdan bahsedilmesi ve ona diğer vezirlerden üstün bir mevki tanınması, veziriazamın riayeten onu üstüne alacağının belirtilmesi, kardeş katli maddesinde “ekseri ulema tecviz etmiştir” ifadesi nazara alındığında devletin dini karakteri kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.[61]

  1. Devlet-Vatandaş İlişkilerinin Dayandığı Temel

Devlet-vatandaş ilişkilerinden maksat, iktidarın vatandaşlar karşısında sahip olduğu yetkilerin sınırının gösterilmesidir. Başka bir ifade ile vatandaşların temel hak ve özgürlüklerinin ve bunlara iktidarın ne ölçüde müdahale edebileceğinin anayasalarda yer almasıdır.[62]

Kanunnâmede bu hususu düzenleyen açık bir hüküm mevcut değildir. Bununla birlikte yine ünlü kardeş katli maddesinden hareketle bazı sonuçlar çıkarılabilir. Buna göre söz konusu hükme “nizâm-ı alem”, (kamu düzeni) kaydının konulması bunun bir maslahata dayandığını, “ekseri ulema dahi tecviz etmiştir” ifadesi ile de şer’î hukuka uygunluğu hususunda hukukçuların fikrine müracaat edildiğini göstermektedir. Dolayısıyla İslâm hukukunun tanıdığı temel hak ve hürriyetlerin ve iktidarın bunlara ne kadar müdahale edebileceğinin Osmanlı’da da kabul edildiği sonucuna varmak gerekir. Ne var ki bu kadar net bir şekilde bu sonuca varmamızı az önce yer verilen hüküm engellemektedir. Çünkü burada söz konusu olan en temel haklardan yaşam hakkıdır. Padişah nizam-ı alem için kardeşinin yaşam hakkına son verebilmektedir. Bu durumun şer’î hukuka uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. Gerçi Osmanlı padişahları kardeş katlinde fetvaya müracaat etmişlerdir.[63] Ne var ki şeyhülislam fetva vermezse fetva verecek yetkili (mesela Rumeli Kazaskeri gibi) birisini mutlaka bulmuşlardır.[64]

Kardeş katli ve benzeri birkaç meselede şer’î hukuk ihlâl edilmiş olsa bile Osmanlı Devleti’nde genel olarak şer’î hükümlere riayet edildiği söylemek gerekir.[65] Keza şer’î hüküm bulunmayan hususlarda yetkilerini kullanırken yine şer’î hukukun kaynakları arasında yer alan kamu yararı (maslahatı) nazara alınırdı. Nitekim Mecelle’de (m. 58) “Raiyye, yani teba’a üzerine tasarruf maslahata menuttur” denilmektedir. Yukarıda da yer verildiği üzere, İslâm hukukçularına göre padişah söz konusu kurallara uymadığı (fâsık hale geldiği) zaman meşruiyetini kaybederdi.[66] Osmanlı Devleti’nde hakim olan Hanefî hukukçularının görüşlerine göre, meşruiyetini kaybeden padişahın göreve devamı ile hal’ edilmesi sırasında meydana gelen zarardan hangisi az ise ona göre hareket edilmesi gerekirdi.[67] Nitekim Osmanlı Devleti’nde hal’ edilmelerinden fitne ihtimali daha az görülen II. Mustafa ve IV. Mehmet görevlerini yapamadıkları,[68] IV. Mustafa, III. Selim için ölüm emrini verdiği,[69] Abdülaziz, akli melekelerinin karışıklığı ve müsrifliği,[70] II. Abdülhamid ise önemli şer’i meseleleri kitaplardan çıkarttığı, bazı kitapları yaktırdığı ve müsrifliği[71] sebebi ile hal’ edilmişlerdir. Bu hal’ edilmelerin şer’î hukuka uygun olup olmadığı ayrı bir inceleme konusudur. Ancak burada şu kadarını söyleyelim ki Osmanlı padişahlarının iktidara gelmeleri ve hal’ edilmeleri fiilen ulema, bürokrat, saray kadınları ile askerlerin terk edilmiştir. Padişah güçlü olduğu zaman bu grubu bertaraf etmiş, bu grup güçlü olduğu zaman da haklı-haksız istek ve gerekçelerle padişahı tahttan indirmişlerdir. İslâm hukukuna göre bu sayılanların ehl-i hal’ ve’l-akd olup olmadıkları tartışılabilir. Dolayısıyla bu denetimin hukuki olmaktan ziyade fiilî olduğunu söylemek gerekir. Sonuç olarak Kanunnâmede vatandaşların temel hak ve hürriyetlerine ve devleti yönetenlerin bunlara ne ölçüde müdahale edebileceğine doğrudan yer verilmemiştir.

  1. Devleti Yönetenlerin Yetki ve Görevleri

Anayasaların en önemli özelliklerinden birisi de devlet içerisinde otoritenin resmi dağılımının gösterilmesidir. Daha açık olarak belirtmek gerekirse, bir anayasa kamu makamlarının yapısını ve onlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir dizi yetkiler ve usuller oluşturur. Bu bağlamda şüphesiz en başta yasama yürütme ve yargı güçlerinin yapısı ve işleyişi belirlenir.

Fatih’in Teşkilat Kanunnâmesi’nde yasama, yürütme ve yargı fonksiyonundan açıkça bahsedilmez. Bu durum Osmanlı devlet yapısı ve işleyişi ile yakından ilgilidir. Gerçekten Osmanlı Devleti’nde yasama, yürütme ve yargı padişahın şahsında toplanmıştır. Şer’î konular dışında yasama yetkisi padişaha aittir. Söz konusu kanunnâme doğrudan padişahın ağzından yazılmıştır. Kanun koyucunun bizzat padişah olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Örfî hukuka ilişkin anlaşmazlıklarda yargı yetkisi tam olmakla birlikte şer’î hukuku ilgilendiren konularda kendisi gerekli niteliklere sahip olmadığı sürece yargı yetkisine sahip değildir. Yürütmeye gelince o tamamen padişaha aittir.[72] Şüphesiz padişah yürütme ve yargıya ilişkin görevlerini devleti yöneten kişi ve kurumlar vasıtası ile yerine getirir. Nitekim üzerinde durduğumuz kanunnâmede padişahın yürütme ve yargıya ilişkin görevlerini yerine getiren kişi ve kurumlara yer verilmiştir.

Kanunnâmenin sistematiği incelenirken de belirtildiği üzere, kanunnâmede sadece anayasal hükümlere değil, idare hukukuna ilişkin hükümlere, teşrifat usullerine ve ta’zir suç ve cezalarına da yer verilmiştir. Biz burada kanunnâmeyi anayasal açıdan ele aldığımızdan idare hukuku hükümlerine, teşrifat usulleri ile tazir suç ve cezalarına temas etmeyeceğiz. Ayrıca burada sadece kanunnâmede yer verildiği kadarı ile söz konusu kişi ve kurumlara yer vereceğiz. Müracaat kolaylığı sağlamak amacıyla Akgündüz’ün maddeleştirdiği metindeki madde numaralarını kullanacağız.

A. Padişah

Kanunnâmede padişahtan mümkün olduğu kadar az söz edilmiştir. Yetki ve görevlerine (hatta hemen bütün yetkililere nasıl hitap edileceğine yer verilmiş olmasına rağmen kendisine nasıl hitap edileceğine) yer verilmemiştir. Bu durumu kendisinin mutlak otorite sahibi olması ve kanunnâmeye hükümler koymak sureti ile bu otoritesini sınırlamaktan mümkün olduğu kadar kaçınması ile izah etmek mümkündür.

Padişahların nasıl iktidara geleceğine ise dolaylı bir şekilde temas edildiği söylenebilir. Şöyle ki, “Evladımdan her kimesneye ki saltanat müyesser ola” (m. 37) hükmünden anlaşıldığı kadarı ile iktidara gelmek bir nasip meselesidir. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi, boyunun ileri gelenleri tarafından Bey seçilmiştir.[73]

Onun yerine geçen Orhan Bey’in ahi ve beyler tarafından, I. Murad babasının veliaht tayin etmesiyle, Yıldırım Bayezid beylerin oyuyla, İkinci Murad ve Fatih ise babaları tarafından veliaht tayin edilmek sureti ile saltanat makamına gelmişlerdir.[74] Bu durumda Osmanlı Devleti’nde Fatih Dönemi’ne kadar beylerin seçimi ve veliahtlık olmak üzere iki şekilde devlet başkanı olunduğu anlaşılmaktadır. Başka bir ifade ile Osmanlı Devleti’nde Fatih Dönemi’ne kadar istikrarlı bir saltanat usulünden söz etmek mümkün değildir.[75] Fatih de bu usulde herhangi bir değişiklik yapmayı düşünmemiştir.

Kanunnâmede padişahın sefere çıkması durumunda vezirler, kazaskerler ve defterdarın onunla birlikte gideceği ve eğer davet edilirse eski beylerbeyilerin de sefere katılacağı hükme bağlanmıştır (m. 34).

B. Vezir-i Azam

Veziriazam, padişahtan sonra en üst dereceli Devlet yetkilisidir. Padişahın bütün yetkilerini kullanmak üzere vekildir (m. 1). Padişahın bir mührü veziriazamda bulunur (39). Ülke genelinde geçerli olacak hükümler veziriazam “buyruldu”su ile yazılır (m. 20). Veziriazam altı bin akçeden az gelire sahip tımarları padişaha arz etmeden hak eden kimselere verme yetkisine sahiptir (m.27).

C. Şeyhülislam

Şeyhülislam ilmiye sınıfının başıdır. İdari açıdan veziriazama bağlı ise de konumu veziriazamdan üstündür (m. 2).

D. Kazasker

Kazasker Divan-ı Hümâyûn’un üyesi olup orada şer’i davalara bakar. Bu davalarda verilen kararlar kazaskerlerin “buyruldu”su ile yazılır (m. 20). Kazaskerlerin, münhasıran padişaha ait olmayan memuriyetlerden, günlük iki akçeden aşağı geliri olan yerlere, padişaha arz etmeden atama yapabileceği kabul edilmiştir (m. 27).

E. Defterdar

Defterdar olabilmek için, defter emini, şehremini, üç yüz akçe gelirli kadı veya reisü’l-küttab, dâhil veya sahn (medresesinde) da müderris olmak gerektiği hükme bağlanmıştır (m. 22, 25). Hazine ve defterhane mühürlenmek ve açılmak gerektiğinde defterdar huzurunda açılması ve kapanması, hazineye girdi-çıktıların defterdarın emri ile yapılması gerekir (m. 39). Defterdarlar bu girdi-çıktılardan iki akçeden yukarısını padişaha arz etmek zorundadırlar (m.27). Aynı şeklide başdefterdar yılda bir defa devletin gelir ve giderlerini padişaha okumak durumundadır (m.28). Maliyeyi ilgilendiren yazıların defterdar “buyruldu”su ile yazılacağı belirtilmiştir (m.20).

F. Nişancı

Nişancı olacak kişinin sahnda müderris olması gerekir (m. 15). Nişancılara ayrıca vezirlik ve beylerbeyilik paye’si (rütbe) de verilebilir (m. 7).

Defterdarlıktan nişancılığa getirilmiş ise, beylerbeyilik payesi, reisü’l-küttaplıktan nişancılığa yükselme söz konusu ise sancakbeyi rütbesi verilir (m. 15).

G. Beylerbeyi ve Sancakbeyi

Kanunnâmede taşra teşkilatı ile ilgili olarak sadece beylerbeyi ve sancak beyinden bahsedilmektedir. Buna göre beylerbeyi olabilmek için defterdar, beylerbeyi payeli nişancı, beş yüz akçe gelirli kadı veya dört yüz bin akçe gelirli sancak beyi olmak lazımdır (m. 14).

Sancak beylerinin taşrada divan kuracakları (m. 10) ve divana başkanlık edecekleri hükme bağlanmıştır (m. 14). Beylerbeyilerin de tımar tevcih etme yetkileri kabul edilmiştir (m. 27).

H. Merkezde Devlet İşlerinin Yürütüldüğü Kurum: Divan-ı Hümâyûn

Kanunnâmede Divan-ı Hümâyûn üyeleri belirlenmiş ve (hizmetliler hariç) üyelerin dışında kimsenin Divan-ı hümâyûn’a giremeyeceği hükme bağlanmıştır. Buna göre vezir-i azam, vezirler, kazaskerler, Rumeli beylerbeyi, nişancı, defterdar, yeniçeri ağası (m. 3) divanın üyesidir. Bir maslahat için eski beylerbeyiler divana çağrılabilir (m. 18).

Fatih Devri’ne kadar padişahların bizzat Divan-ı Hmayuna başkanlık ettikleri bilinmektedir. Fatih söz konusu kanunnâme ile artık divana başkanlık etmeyeceğini onun yerine “pes-i perde oturup” görüşmeleri izleyeceği belirtilmektedir.[76] Haftada dört gün divan toplantısından sonra vezirlerin, kazaskerlerin ve defterdarın padişahın huzuruna çıkarak kendileri ile ilgili hususları padişaha arz etmeleri hükme bağlanmaktadır. Ayrıca bunun için bir arz odası yapılması da emredilmektedir (m.30). Bunların dışında kalan kadılar ve beylerbeyiler ve diğer yetkililer ise ancak dilekçe ile padişaha arzda bulunabileceklerdir (m. 13).

C. Kanunnâmenin Anayasal Niteliği ve Getirdiği Yenilikler

Kuruluşundan Fatih Devri’ne kadar Osmanlı Devleti’nde devlet teşkilatını sistemli bir şekilde bir araya getiren herhangi bir düzenleme mevcut değildir. Şüphesiz daha önceki padişahlar kendi dönemlerinde bir kısım ferman-kanunnâme çıkarmışlardır. Ancak bunlar hususi nitelikte olup genellikle tapu-tahrir, tımar ve vergi sistemine ilişkindir. Üstelik bunların önemli bir kısmı da elimizde mevcut değildir. Fatih İstanbul’u fethedip saltanatın merkezi yaptıktan sonra kendi ifadesi ile “ahval-i saltanata nizam” verme zamanı gelmiştir. Dünyanın en önemli şehirlerinden İstanbul’u fethedip başkent yapmak ve kanunnâmeler çıkarmak suretiyle Fatih, Osmanlı Devleti’nin cihan imparatorluğu olma yolundaki en önemli temellerini atmıştır. Bu sebeple bir kısım tarihçiler, haklı olarak Fatih’i Osmanlı Devleti’nin gerçek kurucusu olarak nitelendirmektedirler.[77]

Fatih’in teşkilat kanunnâmesi Osmanlı dönemine ait elimizde bulunan ilk kanunnâmedir.[78] O halde kanunnâmede geçen “atam dedem kanunudur” ifadesinden ne kastedilmektedir? Söz konusu ifade ile kanunnâmenin başka devletlerin teşkilat ve teşrifatlarından değil, tamamen atalarının uygulamalarından yararlanarak hazırlandığı kastedilmiş olabilir.[79] Nitekim Köprülü, Osmanlıların teşkilat ve teşrifat usullerini tamamen atalarından aldıklarını delilleri ile ortaya koymuştur.[80] Aynı şekilde kendi iradesinden çok atalarının geleneklerine itibar ettiğini göstermek için böyle bir yönteme başvurmuş olduğu da söylenebilir. Bu noktada “benim dahi kanunumdur” ifadesi ise Osmanlı Devleti’ndeki kanunnâmelerin yürürlük süreleri ile açıklanabilir. Gerçekten o devirde kanunnâmelerin geçerliliği padişahların dönemi ile sınırlı olduğundan Fatih bu ifadesiyle önceki kanunların kendi döneminde de geçerli olduğunu ifade etmiş olmaktadır.

Bununla Fatih’in söz konusu kanunnâme ile hiçbir yenilik getirmediğini söylemek istemiyoruz. Bilakis Fatih, Osmanlı teşkilat ve teşrifatına ilişkin önemli yenilik ve değişiklikler getirmiştir. Bunların bir kısmını kanunnâmeye almış bir kısmını ise fiilen gerçekleştirmiştir. Sözgelimi padişahın divana başkanlık etme geleneğini kaldırmış, onun yerine kafes arkasından izleme ve divanda alınan kararların toplantı sonunda kendisine arz edilmesini getirmiştir. Fatih, teşrifata ilişkin olarak da önemli değişiklikler yapmışsa da bu hususlar inceleme konumuzun dışında kaldığı için buraya almıyoruz. Saray teşkilatı ve teşrifatı kanunnâmede ayrıntılı bir şekilde ele alındığı halde kimlerin vezir olabileceği gibi önemli bir soru cevapsız bırakılmıştır. Bilindiği üzere Fatih bu konuda önemli bir yenilik yapmış, devşirmelerden veziriazam yapılması geleneğini başlatmıştır.[81] Kanunnâmede bu hükmün yer almayışını kaleme alınış yöntemi ile izah etmek de mümkün görünmemektedir. Çünkü veziriazamdan daha alt derecede yer alan nişancıların sahn müderrisleri arasından seçileceği kanunnâmede açıkça belirtilmektedir. Gerçi kanunnâmede gerek daha önceki gerekse Fatih Dönemi’ndeki teşkilat ve teşrifata ilişkin hususların bütününe yer verilmediği o devre ilişkin kroniklerde verilen bilgilerden de anlaşılmaktadır.[82] Buradan hareket eden araştırmacılar, kanunnâmede sadece çeşitli vesilelerle divanda kayıtlı bulunan hususların ilgili memurlara kolaylık sağlamak amacıyla bir araya getirildiği sonucuna varmışlardır.[83] Genel olarak bu fikre katılmak mümkün ise de bazı alanların bilinçli olarak boş bırakıldığı, sözgelimi devşirmelerin veziriazam olacağına yer verilerek bunun bir kanunnâme hükmü haline getirilmek istenmediği söylenebilir.

Fatih’ten önceki düzenlemelerin yazılı mı yoksa örfî mi olduğu hususu açık olmadığından ve elimizde yazılı belge de bulunmadığından “atam dedem kanunu” ifadesiyle örfe dayalı usul ve kuralların kastedildiği söylenebilir. Bu durumda anayasal hükümlerin gelenek halinde ülkede hakim olduğunu ve Fatih’in teşkilat kanununda bu hususların bir kısmını yazılı hale getirdiğini kabul etmek gerekir. Bir ülkede anayasal düzenden söz edebilmek için o ülkenin mutlaka yazılı bir anayasaya sahip olması gerekmez. Önemli olan anayasal hükümlerin o ülkede hakim olmasıdır.[84] Osmanlı Devleti’nde de gelenek şeklinde bir anayasal düzenden söz edilebilir. Ancak bir ülkede anayasal düzenin olması demek o ülkenin ideal anlamda bir hukuk devleti olduğu anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’ndeki bu anayasal düzenin o devirde ülkede hakim olan şer’î hukuka uygun olup olmadığına bakmak gerekir.

Şer’î hukuka uygunluk açısından bakıldığında, kanunnâmede yer verilen hususlar, İslâm hukukunun temel kaynaklarında yer almadığından, devlet başkanının örf ve maslahata dayanarak doldurması gerekli alanlarla ilgilidir. Bu açıdan şer’î hukuka aykırılık söz konusu değildir. Bununla birlikte saltanatın intikalini ve iktidara gelen kişinin kardeşlerini katletmelerini düzenleyen ünlü kardeş katli maddesinin şer’î hukuka uygun olduğu söylenemez. Bilindiği üzere kardeş katli Anadolu Selçuklularında görülmeye başlamış ise de Osmanlılarda I. Murat’tan itibaren gelenek halinde uygulanmış Fatih’te bunu yazılı hale getirmiştir.[85] Kardeş katlinin devletin padişah ailesinin malı (ülüş sistemi) kabul edilmesinden ileri geldiği bilinmektedir.[86] Aynı anlayış eski Türkler’de de olmasına rağmen onlar kardeşlerini katletmek yerine devleti kardeşler arasında paylaşmayı tercih etmişlerdir. Bu durum şüphesiz devletlerin kısa sürede parçalanmasına sebep olmuştur.[87] Osmanlılar ise “Her ne vakit ki, devlette, bilhassa padişah yakınlarında üstünlük ve nüfuz, kuvvetli bir elde olmayıp, ortaklık ve ihtilaf olsa fitne ve fesat eksik olmayıp işlerin intizamına bozukluk gelir. Çünkü devlet işleri ortaklık kabul etmez”[88] anlayışı ile “nizam-ı alem” ve “Devlet-i ebed müddet” için kardeşlerini katletmeyi tercih etmişlerdir.[89]

İslâm hukukunda devlet başkanının, masum insanlar bir tarafa, ta’ziren ölüm cezası verip veremeyeceği tartışmalıdır.[90] Bu hususta olumlu fikir beyan edenler de misallerle hangi hususlarda katl cezası verebileceğini açıklamışlardır.[91] Bunlar içerisinde ileride kamu düzenini bozma ihtimali olanlar şeklinde bir madde yoktur. Dolayısıyla kardeş katlini, fiilen uygulandığı için siyaseten katl grubuna dahil etmek mümkün ise de,[92] hukuken devlet başkanının böyle bir hakkı yoktur. Netice olarak Osmanlılar teşkilat ve teşrifatta eski Türk ve/veya Müslüman devletlerin geleneklerini devam ettirseler bile, nizam-ı alem ve Devlet-i ebed müddet için kardeşlerini katletmek şer’î hukukun sınırlarını aşmışlardır. Şer’î hukukta sadece isyan eden kişilerin (kardeş bile olsa) öldürülebilecekleri kabul edilmiştir.

Kanunnâmede anayasal hükümler bulunduğunda şüphe yoktur. Gerçekten anayasalarda bulunması gereken devletin temel organlarının kuruluşu ve işleyişine hem de geniş kabul edilebilecek bir ölçüde kanunnâmede yer verilmiştir. Ayrıca bu hususlar kendilerine uyulmaları açısından en üst norm, başka bir ifade ile şekli anlamda anayasadırlar.

Gerçekten Osmanlı hukukunda sıkça rastlanan “şer’ ve kanun” kavramında şer’, şer’î hukuku, kanun ise örfî hukuku yani kanunnâmeleri ifade etmektedir. Nitekim Tevkii 1087’de Abdurrahman Paşa tarafından derlenen ve bu isimle bilinen Kanunnâmede Vezir-i Azam için “…salı ve perşembe günlerinden gayrı eyyamda kendi sarayında ikindi vakitlerinde divân edüp mesalih-i ibadullahı şer’ ve kanun üzere göreler… ve talep eden müddeilere şer’-i şerif ve kanun üzere ahkâm-ı şerife vereler” denilmektedir.[93] Buradan da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti’nde kanunnâmeler, şer’î hükümler gibi bağlayıcıdır.

Kanunnâmede üst düzey yöneticilerin yetkilerinde herhangi bir sınırlamaya gidilmemiştir. Dolayısıyla söz konusu kanunnâmenin bu açıdan anayasa ihtiyacını karşılamadığı açıktır. Monarşilerde devlet başkanlarının kendi iradeleri ile kendi yetkilerini sınırlandırmalarına çok az rastlanır. Bu sebeple Osmanlı padişahlarının da her hangi bir baskı olmadan kendilerinin yetkilerini sınırlandırmamalarını yadırgamamak gerekir. Nitekim baskılar gelmeye başlayınca Sened-i İttifak’la padişahın yetkilerinde bir kısım sınırlandırmalara gidilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla o zamana kadar Fatih’in teşkilat kanunnâmesi eksik bir anayasa olarak yürürlükte kalmıştır. O devir için bunu da bir kazanç saymak gerekir.

Netice olarak belirtmek gerekir ki, Fatih’in teşkilat kanunnâmesi nitelik itibariyle Osmanlı Devleti’nde daha sonraki dönemlerde çıkarılan kanunnâmelerden farklı değildir. Bu düzenlemede, merkezi bir kanunnâme olarak, Osmanlı Devleti’nin merkez ve kısmen taşra teşkilatına yer verilmiştir. İçerdiği konular itibariyle normlar hiyerarşisinin en üstünde yer aldığı söylenebilir. Zira kitap ve sünnette bu konu ile ilgili hüküm bulunmamaktadır.

Kanunnâmenin sistematiği biraz karışık olup, teşkilat, teşrifat ve ta’zir suç ve cezaları karışık bir şekilde ele alınmıştır. Bu durumu hem Osmanlı Devleti’nin yapısı hem de söz konusu kanunnâmenin alanında ilklerden olması ile izah etmek mümkündür. Ayrıca nişancı tarafından hazırlanan metne padişahın yaptığı eklerin aynen temize geçirilmesi ile böyle sistemsiz bir metnin ortaya çıkmış olması da düşünülebilir.

Anayasalarda yer alması gerekli hususlar açısından sadece Devlet teşkilatına yer verilmiştir. Vatandaşla Devlet arasındaki ilişkiye, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerine, devleti yönetenlerin görev ve yetkilerinin sınırlarına yer verilmemiştir. Dolayısıyla onu tam değil, eksik bir anayasal belge olarak kabul etmek gerekir. Onun eksik kalan kısımlarının tamamlanması için on dokuzuncu yüzyılı beklemek icap etmiştir. Bununla birlikte söz konusu kanunnâmenin devrine göre ileri bir adım teşkil ettiği ve anayasal gelişmelere öncülük eden belge olduğu söylenmelidir. Zira Osmanlı Devleti’nde on dokuzuncu yüzyıla kadar bir kısım değişikliklerle yürürlükte kalmış ve en uzun ömürlü kanunlardan biri olarak tarihe geçmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Osman KAŞIKÇI

Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 43-53


Dipnotlar :
[1] Başgil, Ali Fuat: Esas Teşkilat Hukuku, C. I, İstanbul 1960, s. 50; Erdoğan, Mustafa: Anayasal Demokrasi, Ankara 199, s. 48; Gözler, Kemal: Anayasa Hukukuna Giriş, Bursa 2001, s. 13.
[2] Özçelik, Selçuk: Esas Teşkilat Hukuku Dersleri, C. I, Umumi Esaslar, İstanbul 1978, s. 190; Erdoğan, Anayasal, 49.
[3] Teziç, Erdoğan: Anayasa Hukuku, İstanbul 1988, s. 141 vd.
[4] Başgil, Ali Fuat: Esas Teşkilat Hukuku, C. I, İstanbul 1960, s. 51.
[5] Bu konuda birçok ayet delil gösterilebilir. Bunlardan ikisi şu şekildedir: “Biz her peygamberi -Allah’ın izni ile- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik”, (Nisa, 64) ” Hayır, rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar” (Nisa, 65).
[6] Ali İmran 159; Nisa, 59; Şûrâ, 38.
[7] Hamidullah, Muhammed: el-Vesâiku’s-Siyasiyye, Beyrut 1983, s. 57-64; el-Kasimî, Zâfir: Nizamü’l-Hükm fiş-Şeriati ve’t-Tarih, Beyrut 1990, s. 31 vd; Aydın, M. Akif: Anayasa, DİA, C. III, İstanbul 1991, s. 153-154; Şen, Murat: Anayasal Belge Olarak Medine Sözleşmesi, SÜHFD, Prof. Dr. Süleyman ARSLAN’a Armağan, C. VI, S. 1-2, 1998, s. 598-604.
[8] Hamidullah, Muhammed: İslâm Peygamberi, (Terc. Salih Tuğ) C. I, İstanbul 1993, s. 188-189; Tuğ, Salih: İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri (XIX ve XX. Asırlar), İstanbul 1969, s. 40 vd; Karaman Hayreddin: Anahatlarıyla İslâm Hukuku, C. I, İstanbul 1987, s. 166; Aydın, M. Akif: Anayasa, DİA, C. III, s. 153.
[9] Muhammed Yusuf Musa, 57 vd; Karaman Anahatlarıyla, I/171.
[10] Maverdi, Ebu’l-Hasan: el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, Beyrut 1990, s. 31 vd; Ferra, 6 vd.; İbni Haldun: Mukaddime, (Haz. Süleyman Uludağ) C. I, İstanbul 1988, s. 548 vd; Bakıllanî, Ebu Bekir Muhammed: et-Temhid, Kahire 1947, s. 178; Kâsımî, 121 vd; Abdürrezzak Senhuri: Fıkh’ul-Hilafe ve Tatavvuruha, Kahire 1989, s. 97 vd, Muhammed Yusuf Musa: Nizam’ül-Hükm fi’l-İslâm, Kahire, 1964, s. 27 vd.; Reşid Rıza: El-Hilafe evi’l-İmametü’l-Uzmâ, Kahire 1341, s. 21 vd.;        Kâsımî, 121 vd.; Udeh, Abdülkadir: İslâm ve Siyasi Durumumuz (Çev. Beşir Eryarsoy), İstanbul 1982, s. 145 vd.
[11] İbni Esir, İbn Esir, Ebul Hasan Ali: el-Kâmil fi’t-Târih, C. III, Bulak 1274, s. 314 vd; Suyuti, Celaleddin: Tarihu’l-Hulefâ, Beyrut 1988, s. 152; Wellhausen, Julius: Arap Devleti ve Sukutu (Çev. Fikret Işıltan), Ankara 1963, s. 67.
[12] İbn Kesir, İsmail: el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. X, Kahire 1958, s. 84.
[13] Ebu Zehra, Muhammed: Malik, Kahire 1946, s. 76 vd.
[14] Ebu Zehra, Muhammed: Ebu Hanife (Ter. Osman Keskioğlu), Konya 1981, s. 36 vd.
[15] Bu alandaki literatür için bkz. Aydın, M. Akif: Anayasa, DİA, C. III, s. 162-163.
[16] Taftazani, Sadeddin Mesud b. Ömer: Şerhu’l-Akâid, İstanbul 1973, s. 180-186.
[17] Gazali, Muhammed: el-İktisâd fi’l-İ’tikâd, Beyrut 1983, s. 105.
[18] Ferra, 23; İbni Kudame: El-Muğni. C. VII, Kahire, ts. s. 107-108; Gazali, İktisad, 149; İbn Abidin, I/549, IV/263; Muhammed Hamidullah: Constitutional Problems in Early Islam, İTED, C. V, S. 1-4, s. 23-24; Aydın, M. Akif: İslâm Hukukunda Devlet Başkanının Tayini Usulü, Osmanlı Araştırmaları, X, İstanbul 1990, s. 181 vd.
[19] Bakara 124; Nisa 59, 141; Buhari, Mağazi, 82; Ahkam, 2; Müslim, İmare, 4; Hanbel, IV/421, 424; Beyhâkî: Sünenü’l-Kübrâ, C. VIII, s. 144; Ebû Dâvud: Müsned, s. 248; İbn Haldun, I/553-558; Hatipoğlu, M. Said: Hilâfetin Kureyşligi, AÜİFD, C. XXIII, Ankara 1978, s. 172-175.
[20] Taftazani, 71, 322; Maverdi, 32; Ferra, 23; Eş’arî, I/141, 143, 204; İbni Hazm, IV/163, 189; Şeristani, I/208; Nevbahtı, Ebu Muhammed El-Hasan b. Musa: Firaku’ş-Şîa, İstanbul 1993, s. 8.
[21] Eş’ari, Ali b. İsmail: Makaletü’l-İslâmiyyîn, C. I, Beyrut 1990, s. 204; Ebu Zehra, Muhammed: Tarihu’l-Mezahibü’l-İslâmiyye, C. I, Kahire, tz, s. 71.
[22] İbn Sa’d: et-Tabakat’ül-Kübra, C. VII, Beyrut tsz. s. 124; Maverdi, Ebu’l-Hasan: el- Ahkâmü’s-Sultâniyye, Beyrut 1990, s. 54; Ferra, Ebu Ya’lâ: Ahkâmü’s-Sultaniyye, Beyrut 1983, s. 20; Şehristani, Abdülkerim: Kitab’ül-Milel ve’n-Nihal, (İbn-i Hazm’ın el-Fasl’ının kenarında), C. II, Beyrut 1317, s. 85.
[23] İbn Sa’d, VII/116; Cassas, Ebu Bekir: Ahkâmu’l-Kur’an, C. I, 1947, s. 80; Gazali, İktisad. 150; İbn Hazm, IV/171-172.
[24] Karaman Anahatlarıyla I/171
[25] Nebhan, Muhammed Faruk: İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Esasları (Ter. Servet Armağan), İstanbul 1980, s. 344; Mecelle’deki (m. 39) “Ezmanın tağayyürü ile ahkamın teğayyürü inkar olunamaz” hükmü bu kaynaklarda yer alan hükümler için geçerlidir.
[26] Mecelle’deki (m. 16) “İçtihatla içtihat nakzolunmaz” kuralı bu anlamı ifade etmektedir.
[27] Ali Haydar, Hocaeminizâde: Düreru’l-Hükkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, C. IV, İstanbul 1330, s. 696 vd. Ebussuûd konu ile ilgili olarak verdiği bir fetvada bu hususa şöyle açıklık getirmektedir: Mesele: Zeyd-i kâdî bir kavl-i mercuhun delilinde kuvvet fehm edüb kavl-i mezbur ile hükm eylese şer’ân hükmü nâfiz olur mu? El-Cevab: Kâdî edille ve ahkâmın tefasiline vâkıf ulema-i izamdan olmayıcak olmaz (Ebussuud El-İmadî: Ma’rûzât, S. Ü. İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi, No: 2671, s. 20).
[28] Nitekim Tevkii Abdurahman Paşa Kanunnâmesinde (s. 541) Hakimlerin “İcray-ı ahkam-ı şeriat eyleyüb eimme-i hanefiyeden muhtelefün fiha olan akvali tetebbu’ edüb esahhı ile amel” (edecekleri belirtilmektedir. Aynı şekilde Mecelle’nin esbâb-ı mûcibesinde “Mesâil-i içtihadiyede imam’ül-müslimîn hazretleri her hangi kavl ile amel olunmak üzere emrederse mûcebince amel olunmak vacib olduğundan.” denilmektedir.
[29] Ülü’l-emr’in çeşitli anlamları için bkz. Ebussûd el-İmâdî: İrşâd-ı Akli’s-Selîm, C. I-II, Beyrut 1990, s. 193; İbn Cevzî, Abdurahman: Zâdü’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, Beyrut 1965, s. 116-117; Ömer Lütfi: Nazar-ı İslâmda Makam-ı Hilafet, Selanik 1330, s. 22 vd.
[30] Orkun, Namık: Eski Türk Yazıtları, C. I, s. 28-29.
[31] Arsal, S. Maksudi: Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947, s. 288; Kafesoğlu, İbrahim: Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihindeki Yeri, Türk Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1970, S. 1, 1970, s. 23.
[32] İnalcık, Halil: Osmanlı Hukukuna Giriş, SBFD, C. XIII, S. 2, 1958, s. 106.
[33] Togan, Zeki Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1946, s. 107.
[34] Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında padişahların koymuş oldukları kurallar için töre kavramının kullanıldığı bazı kroniklerde geçmektedir. Nitekim Osman Gazi bazar bâc’ına önce itiraz etmiş, sonra kendisine bu verginin töre olduğu söylenmiş o da kabul etmiştir (Âşıkpaşazâde: Tevarih-i Âl-i Osman, İstanbul 1332, s. 20).
[35] Tevkiî, Abdurahman Paşa Kanunnâmesi, Milli Tetebbular Mecmuası, C. 1, 1331, s. 500; Tursun Bey: Tarih-i Ebul-Feth (Haz. Mertol Tulum, İstanbul 1977, s. 13; Akgündüz, Ahmed: Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, C. 1, İstanbul 1990, s. 78; İnalcık, Halil: Osmanlı Hukukuna Giriş, Örfî-Sultani Hukuk ve Fatih’in Kanunları, SBFD, XIII-1958, S. 2, s. 1.
[36] Aydın, M. Âkif: Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1999, s. 69-70.
[37] Bu ayrımla ilgili farklı değerlendirmeler için bkz. David, Rene: (Ter. Argun Köteli) Çağdaş Büyük Hukuk Sistemleri, İstanbul 1985, s. 433-434; Luke, Sir Harry: The Making of Modern Turkey, London 1936, s. 192; Gibb, Sir Hamilton/Bowen, Harold: Islamic Society and The West a Study of the Impact of Western Civilization on Moslem Culture in the Near East,C. 1, Oxford University Press, London-New York-Toronto 1957, s. 23; Heyd, Uriel: (Ter. Selahaddin Eroğlu) Eski Osmanlı Ceza Hukukunda Kanun ve Şeriat, AÜİFD, C. 26, s. 634; Onar, S. Sami: İslâm ve Osmanlı İmparatorluğunda İslâm Hukukunun Bir Kısmının Kodification’u Mecelle, İHFM, C. XX, S. 1-4, İstanbul 1954, s. 3.
[38] Akgündüz, Kanunnâmeler, 1/51; Aydın, Tarih, 88.
[39] Örf ile adet, genelde birlikte kullanılan ve aynı anlama geldiği zannedilen iki kavramdır. Ancak aralarında önemli sayılabilecek farklılık vardır. Örf, hem sözde hem de fiilde olur. Adet ise sadece fiilde olur (İzmirli, İsmail Hakkı: Örf’ün Nazar-ı Şer’îdeki Mevkii, Sebilürreşad, S. 293, s. 129). Yine örf aklen ve dinen iyi bilinen şey, adet ise, işlenegelen, alışılagelmiş şey demektir. Bu sebeple kötü örf olamaz fakat kötü adet olabilir (Yıldırım, C.: Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, C. IV, Konya T. siz, s. 433). Bununla birlikte İslâm hukukçuları örf ile adeti aynı manada (Pakalın, Örf) veya yukarıdaki farklılığı esas alarak iki ayrı kavram olarak, ancak birlikte kullanmışlardır (Halim Sabit: Örf-Maruf, İslâm Mecmuası, 1329, S. 2, s. 305; Bilmen, Ö. Nasuhi: Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhıye Kamusu, C. I, İstanbul tsiz, s. 17; Levy, R.: Urf, The Encyclopaedia Of Islam). Mecelle, hem örfü (m. 45) hem de adeti (m. 36) hukukun kaynağı olarak kabul etmiştir.
[40] İslâm Hukukunun aslî ve tâlî kaynakları hakkında geniş bilgi için bkz. Zeydan, Medhal, 155 vd.
[41] Uriel, Heyd: Studies in Old Ottoman Criminal Law, Oxford 1973, s. 172.
[42] Ahmed Mithad: Üss-i İnklab, C. I, İstanbul 1296, s. 221.
[43] İnalcık, Osmanlı Hukuku, 113.
[44] Köprülü, Fuat: Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1981, s. 198; Özcan, Abdülkadir: Fatih’in Teşkilat Kanunnâmesi ve Nizam-ı Alem İçin Kardeş Katli Meselesi, Tarih Dergisi, S. XXXIII, İstanbul 1982, s. 14.
[45] İnalcık, Osmanlı Hukuku, 116.
[46] Mumcu, Ahmet: Divan-ı Hümayun, Ankara 1986, s. 28, dipnot 32’den naklen.
[47] Mumcu, Divan, 27, 28, 40, 41, 49, 51, 59.
[48] Berki, Ali Himmet: Fatih Sultan Mehmet Han, Ankara 1953, s. 231-238.
[49] Uzunçarşılı’ya göre şeyhülislam ancak 17. yüzyıldan itibaren ulemanın başı olmaya başlamıştır (Uzunçarşılı, İ. Hakkı: Osmanlı Devleti’nde İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988, s. 173 vd). Danişment’e göre ise Fatih’in babası II. Murat zamanından itibaren şeyhülislâm ünvanı kullanılmaya başlanmış ve o tarihten itibaren de ulemanın başı olarak kabul edilmiştir (Danişment, V/109). Dolayısıyla bu kavramların da sonradan eklenmiş olma ihtimali tartışmalıdır.
[50] Viyana Kraliyet Kütüphanesi, No: 554, A. F. s. 95 vd.
[51] Mehmet Arif Bey: Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, Dersaadet 1330, İlave, s. 2-32.
[52] Karakoç Serkiz: Külliyât-ı Kavânîn, Dosya No: 1, Fatih Kanunnâmesi.
[53] Özcan, Abdülkadir: Fatih’in Teşkilat kanunnâmesi ve Nizam-ı Alem İçin Kardeş Katli Meselesi, Tarih Dergisi, S. XXXIII, İstanbul 1982, s. 7-56; Akgündüz, Kanunnâmeler, I/312.
[54] Akgündüz, Kanunnâmeler, I/312.
[55] Hezarfen Hüseyin Efendi: Telhisü’l-Beyan, Paris Bib. Nat. Mss. Fonds. Turc. Anc No: 40, Vrd. 191/a-198/b. Bu nüsha eksik ve düzensiz olduğundan itibar görmemiştir. Örneğin kardeş katli ile ilgili madde bu nüshada mevcut değildir (Akgündüz, Kanunnâmeler, I/312).
[56] Misal kabilinden bkz. von Hammer: Osmanlı Devleti Tarihi (Atabey tercümesini esas alarak terc. Mümin Çevik-Erol Kılıç), C. III, İstanbul 1984, s. 822; Ayrıca bu konuda geniş bilgi için bkz. Özcan, 8; Akgündüz, Kanunnâmeler, I/312-313.
[57] Erdoğan, Anayasal, 52.
[58] Akgündüz, Kanunnâmeler, I/317.
[59] Gözler, Kemal: Anayasa Hukukuna Giriş, Bursa 2001, s. 18.
[60] Erdoğan, Anayasal, 50.
[61] Şeyhülislam, Divan-ı Hümayun’un üyesi değildi. Bununla birlikte ihtiyaç hissedildiğinde divana çağrılır ve kendisine danışılırdı (Uzunçarşılı, İlmiye, 178 vd. ). Ayrıca zaman zaman kimlerin padişah olacağına ilişkin olarak kendisinin fikrine müracaat edildiği de olurdu (Peçevi İbrahim Efendi: Tarih, C. II, İstanbul 1281, s. 361). Keza padişahların hal’ edilmelerinde şeyhülislamdan fetva alınması vb birçok sebep Osmanlı devletinin dinî bir devlet olduğunu gösteren hususlar olarak kaydedilebilir.
[62] Erdoğan, Anayasal, 50.
[63] Alderson, A. D.: The Structure of the Ottoman Dynasty, Oxford 1956, s. 26.
[64] Solakzâde, 700.
[65] Schacht, J: An Introduction to Islamic, Oxford 1964, s. 90; Norton, J. D: The Turk and Islam, Roudledge 1990, s. 88.
[66] İbn Sa’d: et-Tabakat’ül-Kübra, C. VII, Beyrut tsz. s. 124; Maverdi, Ebu’l-Hasan: el- Ahkâmü’s-Sultâniyye, Beyrut 1990, s. 54; Ferra, Ebu Ya’lâ: Ahkâmü’s-Sultaniyye, Beyrut 1983, s. 20; Şehristani, Abdülkerim: Kitab’ül-Milel ve’n-Nihal, (İbn-i Hazm’ın el-Fasl’ının kenarında), C. II, Beyrut 1317, s. 85; Eş’ari, Ali b. İsmail: Makaletü’l-İslâmiyyîn, C. I, Beyrut 1990, s. 204.
[67] Gazali, İktisâd, 50; İbn Hazm, IV/171-172; Ebu Zehra, Muhammed: Tarihu’l-Mezahibü’l- İslâmiyye, C. I, Kahire, tz, s. 71; Udeh, Abdülkadir: İslâm ve Siyasi Durumumuz (Çev. (Ter. Beşir Eryarsoy), İstanbul 1982, s. 183-185.
[68] Orhonlu, Cengiz: II. Mustafa, İA, C. VIII, s. 699; Öztuna, Yılmaz: Osmanlı Devleti Tarihi, C. I, İstanbul 1986, s. 397, 423.
[69] Öztuna, I/476-478; Baysun, Cavit: IV. Mustafa, İA, C. VIII, s. 713; Aydın, Hal’, 221.
[70] Danişment, İ. Hami: İzahlı Osmanl Tarihi Kronolojisi,   C. IV, İstanbul 1955, s. 260.
[71] Düstur, II. Tertib, C. I, s. 166.
[72] Mumcu, Divan, 35-37.
[73] İnalcık, Halil: Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisi ile İlgisi, AÜSBFD, C. XIV, S. I, s. 81.
[74] Uzunçarşılı, İ. Hakkı: Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 40-41.
[75] İnalcık, Saltanat Veraseti, 93.
[76] Solakzâde’nin naklettiğine göre, bir gün divan toplantıda iken bir kişinin içeri girip “Devletlü Hünkar kangınızdır, şikayetim var” demesi ile padişahın emniyetinin olmadığını ileri sürerek devrin Vezir-i azamı Gedik Ahmet Paşa’nın arzı üzerine Fatih, divana başkanlık etmekten vazgeçmiş ve bunu kanun haline getirmiştir (Solakzâde: Solakzade Tarihi, İstanbul 1298, s. 268). Ancak Mumcu’nun da haklı olarak belirttiği gibi (Mumcu, Divan, 40) Fatih gibi otoriter bir padişahın bu kadar basit bir gerekçe ile divana başkanlık etmekten vazgeçmesi söz konusu olamaz. Böyle bir olay gerçekleşmiş olsaydı sorumluların cezalandırılması söz konusu olurdu ki bundan hiç bahsedilmemesi dikkat çekicidir. Dolayısıyla kanunnâmedeki bu hükmün padişahın otoritesi güçlendikçe yavaş           yavaş gerçekleşmiş bir durum olduğunu kabul etmek gerekir.
[77] İnalcık, Osmanlı Hukuku, 110; Yücel, Yaşar: Reformcu Bir Hükümdar Fatih Sultan Mehmet, Belleten, C. LV, Nisan 1991, S. 212, s. 81.
[78] Fatihten önceki dönemle ilgili düzenlemeler için bkz. Akgündüz, Kanunnâmeler, I/255-260.
[79] Shaw, Stanford: Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiyenin Doğuşu (Türkçesi: Mehmet Harmancı),  C. I, İstanbul 1994, s. 98.
[80] Köprülü, 34 vd.
[81] İnalcık, Halil: Mehmet II, İA, C. VII, s. 511.
[82] İnalcık, Osmanlı Hukuku, 116.
[83] Köprülü, 198; İnalcık, Osmanlı Hukuku, 116.
[84] Teziç, 144; Erdoğal, Anayasal, 49.
[85] Bu konuda geniş bilgi için bkz. İnalcık, Saltanat Veraseti, 89 vd; Mumcu, Ahmet: Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl, Ankara 1963, s. 183 vd; Özcan, 17 vd; Akgündüz, Kanunnâme, I/114 vd; Aydın, M. Akif: Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1999, s. 130 vd; Akman, Mehmet: Osmanlı Devleti’nde Kardeş Katli, İstanbul 1997.
[86] İnalcık, Saltanat Veraseti, 89 vd; Mumcu, Siyaseten Katl, 189.
[87] Kafesoğlu, İbrahim: Selçuklu Tarihi, İstanbul 1972, s. 140.
[88] Naima: Tarih-i Naima, C. V, İstanbul 1281, s. 16.
[89] İnalcık, Halil: Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi, AÜSBFD, C. XIV, S. I, 1959, s. 91.
[90] Udeh, I/688; Mumcu, Siyaseten Katl, 47.
[91] Bilmen, III/309, 314-315.
[92] Mumcu, Siyaseten Katl, 194.
[93] Tevkiî, Abdurahman Paşa Kanunnâmesi, Milli Tetebbular Mecmuası, C. 1, 1331, s 499-500. Bununla birlikte İkinci Mustafa 1107 senesinde emir ve yazışmalarda sadece “şeriat” kelimesinin kullanılmasının yeterli olduğunu, “kanun” kelimesinin kullanılması durumunda şeriat kelimesi ile birlikte kullanılmamasını emretmiştir (Ergin, O. Nuri: Mecelle-i Umur-ı Belediye, C. 1, İstanbul 1922, s. 567).
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.