Mısır’ın Müslümanlar tarafından fethinden itibaren Mısır’da kurulan devletler Hicaz bölgesine gereken ilgiyi göstermişler ve buranın ihtiyaçlarını karşılamışlardı. Osmanlılar da Mısır’da hakimiyet kurmalarından itibaren bu geleneği devam ettirmişler ve Mekke emirlerini (şeriflerini) Memlûk Devleti zamanından beri devam eden teamül üzerine vazifelerinde devam ettirmeyi uygun görmüşler ve bunların kendi bölgeleri dahilindeki yetkilerini kabul etmişlerdi.
Osmanlı Devleti, Mısır’da hakimiyeti tesis etmekle daha önceden Memlûklu Devleti’ne tâbi ve stratejik ehemmiyeti olan Orta Doğu ülkeleriyle, mukaddes beldelerin hakimi ve İslam dünyasının maddî ve manevî nüfuza sahip devleti haline gelmişti. Ancak bu yeni fethedilen bölgeler Osmanlı Devleti’nin merkezinden uzak olduğundan buralarda ortaya çıkan meselelerin çözümü Mısır Beylerbeyliği’ne havale olunmuş,[1] böylelikle merkez ve bölge ile olan ilişkilerini sağlamada, devletin bu bölgelerdeki hakimiyetini tesis etmede vezir rütbesinde olan Mısır beylerbeyi birinci derecede sorumlu tutulmuştur.[2] Mısır beylerbeyliği Haremeyn, Kuzey Afrika, Yemen, Habeş ile ilgili konularda önemli rol oynamaktaydı. Bu rolü daha çok kontrol ve yardım noktasında idi.[3] Mevkii icabı Mısır beylerbeyi eyaletin asayişini, asker ve idarecilerin uyumlu görev yapmalarını temin etmek, merkezin siyasetine uygun olarak bölgenin idaresini sağlamak ve çevre vilayetlerle yakından ilgilenmek durumundaydı. Özellikle hac yolunun emniyet altında tutulması için Cidde, Yenbu, Süveyş gibi limanların güvenliğini ve buraların işlerliğinin temini önemliydi. Mısır’ın coğrafî mevkii açısından Arap dünyasının doğu ve batısı arasında orta yerde bulunması, Afrika’dan ve Mağrib taraflarından gelen hac kafileleri için merkezî bir konum teşkil etmekteydi.[4]
Mekke Emirliği’nin imtiyazlı statüsünün korunmasında ve Osmanlıların buna müdahale etmemelerinde Osmanlıların mukaddes yerlere ve Hz. Peygamber sülâlesinden gelen Emir ailesine duyulan hürmetin büyük rolü olmuştur. Bu bakımdan Haremeyn’in raiyeti mesuliyeti Osmanlı sultanlarına intikal edince, Osmanlı merkezî idaresi bölgedeki idarecileri vasıtasıyla burada çıkabilecek menfî hadiselere meydan vermemek için hassas bir siyaset takip ettiler. Zira ortaya çıkabilecek olumsuz bir durum Osmanlı sultanlarının “gazi” sıfatları yanında İslâm’ın koruyucusu olma vasıflarına, ilahî mesuliyetlerine ve âdil bir idare kurma anlayış ve iddialarına ters bir durum teşkil etmekteydi.[5] Hatta Osmanlılar bu bölgelerin sadece idaresiyle değil aynı zamanda da buranın iaşesiyle de yakından ilgilenmişlerdi. Bu noktada Osmanlılar mevcut vakıfları ıslah etmekle iktifa etmedikleri gibi yeni vakıflar da kurarak genişletmişlerdi.[6]
Diğer taraftan Haremeyn bölgesinin Mısır ile olan ilişkisinin sürdürülmesi birkaç yönden kaçınılmaz görünmekteydi. Her şeyden önce coğrafî olarak Hicaz özellikle de uzun kıyı şeridi doğuda Necd’den çok batıda Kızıldeniz’e bakıyordu ve denize egemen herhangi bir güç tarafından kolaylıkla kontrol altına alınabilirdi. İktisadî bakımdan da Hicaz iaşe kaynağının büyük bir bölümü için Mısır’dan gelen tahıla bağımlı bulunmaktaydı. Bu da Mısır’daki idarecilere herhangi bir başkaldırı durumunda güçlü bir avantaj sağlıyordu. Ayrıca Suriye ve Mısır’dan Mekke ve Medine’ye giden büyük hac yollarının askerî bir kuvvet tarafından güvenliğinin sağlanması zorunluydu. Nihaî olarak da Mekke ve Medine Şeriflerinin bölgelerindeki otoritelerini aralarındaki anlaşmazlıklar etkiliyor ve hatta engelleyebiliyordu. Bu bakımdan konumlarını Mısır’ın onayı olduğu sürece koruyabilmekteydiler.[7] Osmanlı döneminde Mısır eyaletine bağlı olan Haremeyn Osmanlılara bağlılığını bildiren Mekke emirleri tarafından idare edilegelmiştir. Osmanlılar Haremeyn bölgesinde oturanların vergilerden muaf tutulması ve geçimlerinin devlet hazinesinden veya vakıflardan karşılanması cihetine gitmişlerdi.[8]
Osmanlılar öteden beri Haremeyn şeriflerine büyük saygı ve halkına riayet ettikleri gibi, Hicaz’a giden hacıların ahvallerini takip etmekten de geri kalmamışlardı. Mısır’ın fethini müteakip Haremeyn emiri tabiiyetini arz etmekle de Hicaz’ın idaresi Osmanlı Devleti adına fiilen Mısır beylerbeyleri eline geçmiş oldu. Mısır’a tayin olunan beylerbeyinin tevcih beratlarında görevleri sıralanırken en başta Haremeyn bölgesindeki görevler yer alırdı.[9] Ayrıca gelen beylerbeyi ilk divanını Divan-ı Kayıtbay’da icra eder ve ilk iş olarak da Hadimü’l-Haremeyn-i Şerifeyn olan padişahın vekili sıfatıyla Haremeyn meselesi görüşülürdü.[10]
Mısır ile Haremeyn arasındaki ilişki, bu bölgeye Kuzey Afrika ve Suriye üzerinden hac için giden kafilelerin emniyeti, Haremeyn’in bütün ihtiyaçlarının Mısır’dan karşılanması sebebiyle organik mahiyet arz etmekteydi.[11] Özellikle Mısır’ın hükümdar ve önde gelen idarecileri zamanla Haremeyn’e tahsis edilmiş pek çok vakıflar vücuda getirdiklerinden bu münasebet daha da ehemmiyet kazanmıştı. Coğrafî konumu itibariyle Batı Arabistan’da nüfuz ve hakimiyetlerini tesis eden Osmanlılar, uzun bir müddet Mekke-Medine, Cidde ve Yenbu’ havalisinin Mısır Beylerbeyliği’ne bağlı olarak idare etmişler, Hicaz bölgesinin işlerini Mısır beylerbeyleri kanalıyla yürütmüşlerdi.[12] Osmanlılar Hicaz’ı nüfuz ve idareleri altına aldıktan sonra Mekke emirlerini Memlûk Devleti zamanından beri devam edegelen görevlerini sürdürmeleri uygun görülmekle birlikte Mekke ve Medine’de Mısır’dan gönderilen kuvvetler bulundurma yoluna gittiler.[13] Osmanlı Devleti, Hicaz’da Mekke emirlerinin hakimiyetini tasdik etmekle beraber oranın kontrolünü de ihmal etmeyerek önceleri Mısır Beylerbeyliği’ne bağlı olarak Cidde’de bir sancak beyliği ihdas etmiştir. Böylelikle emirlere görünüşte bağımsız bir hükümdar gibi yaşama izni verilmekle birlikte, yetkileri son derece nüfuzlu bir memur olan Cidde’deki Osmanlı beyi tarafından dengelenmekteydi.[14] Cidde, Hicaz’ın mühim ticaret iskelesi olup birçok tüccar gemileri buraya uğradıkları için ehemmiyeti büyüktü. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin zayıf düşmeye başladığı tarihlerde Cidde’de yavaş yavaş ecnebi nüfuzu artmaya başlayınca devlet burayı beylerbeylik yaparak işi daha ciddi tuttu.[15] Cidde’nin muhafazası için Mısır’dan asker sevk edilmekteydi.[16] Zira gerek Hicaz işlerini daha yakından takip edebilmek gerekse Mekke emirlerini kontrol altında tutabilmek ve merkezî otoriteyi Hicaz’da hissettirmek için buranın yakından denetimi önemli idi. Cidde XVII. yüzyılda Hicaz bölgesinin idaresi için Cidde’nin müstakil veya Habeş Beylerbeyliği ile birlikte tek bir idareciye verilmesi yoluna gidildi. XVIII. yüzyılın başından itibaren ise Habeş eyaleti de Cidde idarî birimi altına alınarak bölgeye tayin edilen vali, Cidde Eyaleti valiliği, Habeş valiliği ve Mekke Şeyhü’l-haremi unvanı ile tayin edilmeye başlanmıştı.[17]
Osmanlılar zamanında, Emirlerin nüfuzu azalmış, bölgenin bütün idarî ve malî işleri Mısır beylerbeyine havale edilmekle beraber bu işleri yakından idare ve takip etmek üzere devlet tarafından Mekke ve Medine’ye Kadılar, Nazır-ı emvaller ve Şeyhü’l-haremler tayin edilmişti.[18] Bunlar aracılığıyla buralarda ortaya çıkan meseleler beylerbeyinin de bilgisi dahilinde neticelendirilirdi.[19]
Mısır’dan Haremeyn ahalisine tahsis edilen surre, cerâya, alîk ve saireye mutasarrıf olanların muameleleri Mekke emiri ile Mısır beylerbeyi tarafından takip edilirdi.[20] Böylelikle tahsisatların Haremeyn’deki hak sahiplerine ulaşması ve denetimi sağlandığı gibi diğer taraftan da Mısır hazinesinin de harcamalarının kontrollü yapılması sağlanmış olurdu. Zira malî yardımların yerine ulaştırılması ancak yakından denetlendiği ölçüde etkili olabilmekteydi
Mekke emiri olan kimse vefat etmesi, azil veya istifa ile makamı boşaldığı zaman yerine tayin olunacak yeni emir, Mekke kadısı ile Mısır, Şam, Cidde beylerbeylerinin arz ve inhaları üzerine padişah tarafından tayin edilirdi.[21] Mısır beylerbeyi Mekke emirlerinin tayin ve azil karalarında, Mısır Emirü’l-haccın vermiş oldukları raporlardan istifade ederlerdi.[22]
Ayrıca Emir ailesine mensup olanlar Mekke’den çıkıp, Kahire’ye veya İstanbul’a gitmek istemeleri halinde dönemin Emirinden izin temessükü almak durumunda idiler. Şayet izin temessükleri yoksa geri iade edilmeleri esas idi.[23] Bu uygulama daha ziyade bölgede emirlerin hareketlerini kontrol etmeye ve ileride herhangi bir huzursuzluk çıkmasını önlemeye yönelik idarî bir tedbir idi.
Haremeyn bölgesinin muhafazası Mısır askerleri tarafından sağlanırdı. Bu askerler burada nöbet usulüyle tayin edilirlerdi. Buraya tayin edilen askerlerin tahsisatları Mısır hazinesinden karşılanmakta ve Haremeyn bölgesine gönderilen mirî gılalden tahsisatları bulunmaktaydı.[24] Mekke’nin muhafazası için nöbet usulüyle 500 Mısır neferi bir yıllığına görevlendirilirdi. Burada muhafaza ve vaki olacak başka hizmetlerde istihdam edilirlerdi. Mısır askerlerinin denetimi ve vazifelerini yerine getirip getirmedikleri, Mekke emiri tarafından denetlenir, bunlarla ilgili ortaya çıkacak meselelerin çözümü merkezî hükümetin kararları doğrultusunda Mısır beylerbeyi ve Mekke emiri tarafından yerine getirilirdi.[25]
Mekke emirlerine Cidde gümrüğü hasılatının yarısı varidat olarak tahsis edilmişti.[26] Bu varidatı tahsil için emirler Cidde’de “Emin” isimli bir memur bulundururdu. Ayrıca Mısır’da bulunan bazı karyelerin gelirleri de Mekke emirlerine tahsis edilirdi. Mekke şerifleri bu karyeleri icara vermek suretiyle işletirlerdi.[27] Mısır hazinesinden de nakdî olarak kendilerine yılda 4000 şerifî altın tahsisat bağlanırdı.[28] Bunlara ilâve olarak Mısır hazinesinden de zahire bahası verilirdi.[29]
Haremeyn’de vazife gören idarecilerin tayini, Mısır beylerbeyi ve defterdarı tarafından Asitane’ye inha olunurdu. Mekke emiri, Haremeyn’in bütün işlerini Mısır beylerbeyine arz eder, onun tetkik ve tasvibiyle durumu Asitane’ye bildirilirdi. Haremeyn’in bütün masraf ve ihtiyaçları Mısır hazinesinden ve Cidde gelirinden karşılanırdı.[30] Ayrıca Haremeyn’de yapılması gereken inşaat ve tamirlerin masrafları da Mısır hazinesinden verilirdi.[31] XVII. yüzyılın sonlarına doğru Haremeyn bölgesinde ihtiyaç duyulan tamir ve benzeri harcamalarda kullanılmak üzere sürekli bir gelir kaynağı tahsis edilmesi yoluna gidildi.[32]
Mısır’dan Haremeyn’e aynî tahsisat kabilinden her sene Mısır’dan Haremeyn’deki muhtaçlara gönderilen ve gılal denilen zahire ve deşişe,[33] sultanlar tarafından tesis edilen Deşişe-i Kübra,[34] Hasekiye-i Kübra,[35] Hasekiye-i Suğra,[36] Muradiye (Deşişe-i Suğra)[37] Deşişe-i Mehmediye[38] ve Ahmediyye[39] gibi vakıflar aracılığıyla gönderilirdi. Haremeyn vakfına ait olan Mısır’daki köylere deşişe köyleri denilirdi. Bu köyler vergiden muaf idiler.[40]
Kurulan bu vakıflar nazırları tarafından idare edilmekte ve bunların da geniş bir yardımcı kadroları bulunmaktaydı. Bu vakıflar çoğunlukla aynî yardımı esas aldığından Mısır’da önemli iktisadî müesseseler halinde kendilerini göstermişlerdir. Zira bu vakıflar Haremeyn bölgesinde önemli malî hizmetler gördükleri gibi, Mısır’da da birçok kişiye istihdam alanı oluşturmalarıyla Mısır’ın ekonomisine olumlu katkıları olmuştur.
XVII. yüzyılın başlarında, Mısır’da bulunan Sultan Mehmed Han, Sultan Murad Han, Gavriye, Kayıtbay, Eşrefiyye ve Haremeyn evkafı nezaretleri tek bir nazırın nezaretinde olmak üzere Darü’s saâde ağasına bağlanmıştı.[41] Ancak bu şekildeki uygulamanın vakıfların şartlarına aykırı olduğu gerekçesiyle kısa bir süre sonra yeniden eski düzene geçilerek beylerbeyinin uygun göreceği Nazırlar tarafından idare edilmesi esasına dönülmüştü.[42] Bu vakıflar İstanbul’dan gelen Darüssaâde ağaları tarafından idare edilirdi. Ancak bu uygulama değiştirilerek Mısır Beylerbeyi İbrahim Paşa’nın 1081 (1670)’de ıslahatları sırasında Deşişe-i Kübra nezaretine Yeniçeri ağası, Haremeyn Vakfına Yeniçeri başçavuşu ve Hasekiye Vakfına Azaban kethüdasının tayin edilmesi yoluna gidildi.[43] Ancak bu tevliyetler bu ocaklar tarafından da iyi idare edilemediğinden[44] dolayı 1101 (1690) senesinden itibaren tevliyetler bu ocaklardan alınarak itimat edilir mütevellilere verilmişti.[45]
Haremeyn bölgesine Mısır’dan gerek mirî ve gerekse vakıflar kanalıyla tahsis edilen gılallerin hak sahiplerine ulaştırmasını sağlamak başta Mısır beylerbeyi olmak üzere Haremeyn evkafı nazırlarına ait idi.[46] Haremeyn bölgesine gönderilen mirî buğdayın büyük ölçüde kaynağı Mısır’ın Said bölgesi idi.[47] Bu bölgeden elde edilen buğdaylar Nil nehrinin kenarında bulunan mirî ambarlara konulur ve daha sonra Süveyş’e kara yoluyla nakledilirdi.[48] Ayrıca Mısır’dan Haremeyn’e mirî gılalın nakledilmesi için Süveyş’te yeterli miktarda gemi hazır bulundurulur ve bu konuyla Sefayin Nezareti ilgilenirdi.[49] Bu yüzyılın sonlarında Mısır defterdarı olanlar aynı zamanda Sefayin nazırlığı görevini de yürütmeye başlamışlardı.[50] Gemilerin tamiri, yenilenmesi gibi çeşitli ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik tahsisatları bulunmaktaydı.[51] Süveyş’in ve daha geniş anlamda Kızıldeniz ve limanlarının güvenliğinin sağlanması gerek içerden ve gerekse dışardan gelebilecek tehlikelere karşı koyulması açısından önemliydi. Bu görev öncelikli olarak Süveyş kaptanının uhdesinde idi. Kızıldeniz’in güvenliğinin önemi, Avrupa kafilelerinin bu bölgelerde bulunmalarından dolayı gerekli olduğu gibi Haremeyn’deki emirlerin, şeriflerin isyanları durumunda da kendini hissettirmekteydi.[52]
Mekke’ye gılalın ulaşması ile Mekke’deki mahkemede bir meclis icra edilir ve Mekke kadısı, Mekke şerifi, Şeyhü’l-harem ve Cerâya katibi hazır bulunur ve müstahak olanlara tevzi edilmesi sağlanırdı. Aynı şekilde Medine gılali de Yenbu İskelesi’ne ulaştıktan sonra Beni Harb kabilesi tarafından develerle Medine’ye nakledilir ve burada da Medine kadısı, Şeyhü’l-harem ve Cerâya Katibi ile tevzi işlemi gerçekleştirilirdi. Diğer taraftan Mısır beylerbeyi gılallerin müstahak olanlara ulaşıp ulaşmadığını kontrol için müfettişler gönderirdi.[53] Haremeyn fukarasına tahsis edilen gılalin muayyen miktarda ve kalitede gönderilmesine azamî ölçüde dikkat edilmesi, tayin edilen tahsisat hangi cinsten ise aynısının değiştirilmeden verilmesi aynî takdir edilmiş ise aynî olarak verilmesi gerekmekteydi.[54] Ayrıca, Haremeyn ahalisine tayin edilen tahsisatların hak sahipleri tarafından tasarruf ettirilmesi ve bu konuda gereken tedbirlerin alınmasına beylerbeyi nezaret etmek durumundaydı.[55]
XVII. yüzyılda Mısır’dan Haremeyn’e gönderilegelen gılallerin Nil nehrinin taşmasına bağlı olarak ortaya çıkan kıtlık durumlarında aksamalar baş gösterdiği gibi, denetimlerin yetersizliği ve deşişe vakıflarının ihmalleri gibi çeşitli sebeplerle meydana gelen gecikmeler merkezin gündemine de gelmekteydi.
Haccın tahıl ve fonlar açısından temel kaynağı Mısır’dı. Mekke’deki tahıl fiyatları Mısır’dakinden daha yüksek olduğu için tahılın yerine daha fazla para gönderilmesi Hicaz’daki alıcıların aleyhine oluyordu.[56] Haremeyn, Mısır’dan gelen yiyeceğe bağımlı olduğu gibi Memlûk gelenekleri halkın yaşamının birçok yönünde önem taşımayı sürdürmekteydi. Bu bakımdan Hicaz ve Kahire arasındaki ilişkiler özellikle yakındı ve Mısır beylerbeyinin Mekke ve Medine’deki gelişmelerden haberdar olması ve bu bilgileri İstanbul’a iletmesi gerekmekteydi. Bununla birlikte aradaki mesafenin uzaklığı ve Mekke emirinin nispî bağımsız konumu Mısır beylerbeyinin Hicaz’ın günlük olaylarında etkili bir rol oynamasını engellemekteydi. Osmanlı padişahları sık sık Mısır beylerbeyinden Haremeyn ahalisine tahsis ettikleri aynî ve nakdî tahsisatın zamanında ulaştırması istenmekteydi. Mısır beylerbeyinin bu meselede en hassasiyet arz eden durumu Haremeyn’in geçimine katkısı olan ve Mısır’da bulunan köylerin yönetiminin denetlenmesinde idi. Bu denetlemede beylerbeyinin başarısız olması durumunda Haremeyn’in iaşe durumu derinden etkilemekteydi.[57]
Mısır’dan Haremeyn’e nakdî olarak da Surre-i nakdiye olarak Haremeyn ve Kudüs ahalisine her sene nakit para gönderirlerdi.[58] Yavuz Sultan Selim Mısır’dan Haremeyn’e yapılan bütün vakıfları ipka ettiği gibi Memlûklerin Mısır’dan Haremeyn’in muhtaçlarına göndermiş oldukları surreyi iki katına çıkarmıştı.[59]
Önceleri Mısır’dan gönderilen surre Şam Emirü’l-hacı vasıtasıyla ulaştırılırdı. Daha sonra değişikliğe gidilerek Mısır’dan gönderilegelen surre[60] 1099 (1688)’dan itibaren[61] Şam üzerinden gönderilmeyip doğrudan Mısır Emirü’l-haccı[62] vasıtasıyla Haremeyn’e gönderilmeye başlandı. XVII. yüzyılda Mısır’dan tahsis edilen surrenin miktarı ise 60.228 kı’ta altın idi.[63] Diğer taraftan Şam’dan hacılar kalkmadan evvel Surre eminleri tarafından Şam’dan Kudüs’e götürülüp, Surre defterleri gereğince ve kadıların marifetiyle eda ederlerken bu kaideden vazgeçilerek, surrelerin hacıların dönüşü esnasında verilmesi şeklinde bir uygulama getirilmişti. Böylelikle Mısır’dan Mekke’ye götürülmeye ve orada Emirü’l-hac aracılığıyla Surre eminine teslim edilmesi esası getirilmiş oldu. Ancak Emirü’l-hac olanların parayı çeşitli işlerde kullanmalarıyla, surre hazineden çıktığı halde sahiplerine tevzi edilmemiş oluyordu. Bu durum üzerine Kudüs ahalisine ait surrelerin Mekke’ye götürülmesine son verilip, müstakil bir hazine olarak gönderilmesi ve kadıya teslim ve hüccet ettirilip, kalede muhafaza edilmesi ve surre defterleri ulaştığı zaman defterlere göre tevzi edilmesi esası getirildi.[64] Surre alayının yolu aynı zamanda hac yoluydu.[65]
Ayrıca Mısır’da Sadakat-i Cevâlî ismi altında gayrimüslimlerden alınan cizyenin çoğu Kanunî Sultan Süleyman zamanından itibaren Haremeyn ahalisine tahsis olunmuştu.[66] Cizye aynı zamanda mukataa olarak Emin-i Cevâlî’ye verilmişti. Cevâlî gelirleri iki kısımda taksim ediliyordu. Bir kısmı maaş, mükâfat olarak din adamlarına ulemaya veriliyor, diğer kısmı da Mısır İrsaliye hazinesine dahil ediliyordu.[67]
Haremeyn evkafından verilen tahsisatların ulaştırılması, Mısır Emirü’l-haccının Hac kafilesi ile birlikte götürmesi şeklinde olurdu. Haremeyn ahalisine tahsis edilen vakıf gelirlerinin vakıf şartlarında belirtildiği üzere yerine getirilmesi hususuna azami derecede dikkat edilmesi istenirdi. Merkezî hükümet Mekke ve Medine halkına ödenek sağlamada aksaklığa imkân verilmemesi gerektiğini bilmekte ve buna göre gerekli tedbirlerin alınmasını bölgedeki idarecileri vasıtasıyla sağlamaya çalışmaktaydı. Çünkü herhangi bir aksama, bizzat padişahın meşruiyetini zedeleyebilirdi. Bu nedenle yolsuzlukları engellemek ve ödeneğin belirlenen alıcılara ulaşmasını sağlamak için sık sık fermanlar gönderilmekteydi.[68]
Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim’den itibaren Haremeyn örtülerini de Mısır’da yaptırarak göndermişlerdi.[69] Mısır’da dokunan,[70] ya padişah cüluslarında veya her sene Mekke’ye gönderilen sitare yani Kâbe örtüsünden başka, Hadimü’l-Haremeynü’ş-Şerifeyn olan Osmanlı hükümdarlarının I. Ahmed’den itibaren hükümdarlık tahtına oturduktan sonra Kâbe-i Mükerreme ile Ravza-i Mutahhara’nın kisvelerinin İstanbul’da dokutturulması adet oldu. Sitare-i şerife 1018 Cemaziyelevvel sonlarında (Ağustos 1609) deniz yoluyla Mısır’a ve oradan da Kâbe’ye yollanmıştı.[71] Padişah cüluslarındaki Kâbe örtülerinin bu tarihten itibaren İstanbul’da dokutturulması kaide oldu. Yalnız her sene gönderilecek örtüler ise vakıfları gereğince Mısır’da işlettiriliyordu.[72]
Osmanlı memleketlerinden her sene devletçe birinci derecede ehemmiyet verilen iki kafilenin hacca gitmesi adetti. Bunlardan Şam mahmili denilen mahmil Şam’dan ve Mısır mahmili de Kahire’den hareket ederdi.[73] Mısır mahmilinde Fas’tan itibaren Güney Afrika hacı namzetleri bulunurdu. Mağribli hac kafilesi Fas’tan çıktıktan sonra Ramazan ayının ikinci yarısına doğru üç aylık bir yolculuktan sonra Kahire’ye varırlardı. Deniz yoluyla gelenler daha erken varırlardı. Kara yoluyla gelenler Urban tehlikesiyle karşı karşıya iken deniz yoluyla gelenler de korsan tehlikesiyle karşı karşıya idiler.[74] Her yıl Mağrib’den ve Afrika içlerinden gelmiş 30-40 bin hacı adayını toparlayan Mısır kervanının başında Emirü’l-hac bulunurdu.[75] Kervanın finansmanı eyalet bütçesinin temel kalemlerinden birini oluşturuyordu.[76] Cezayir-i Garb’tan Tunus’tan hac farizası için gelen hacılarla ilgili olarak ortaya çıkan meselelerin halledilmesinden ve bunların emniyet içinde gidiş gelişlerinin sağlanmasından Mısır beylerbeyi sorumlu idi.[77]
Hac kafilesinin yola çıkmak için toplanmaya başlamaları Şevval ayının ortalarından itibaren başlardı. Kisve-i şerifenin yapıldığı Kahire’deki Kal’atü’l-Cebel’de bulunan Yusuf Kasrı’ndan[78] çıkarılıp Rumeyle Meydanı’na[79] getirilmesiyle burada Mısır beylerbeyinin de katıldığı resmi tören icra edilirdi. Mısır beylerbeyi, Mısır Hac Kervanı’nın yola çıkarken uğurlama töreninin icra edilmesine de padişahın temsilcisi olarak katılırdı. Zira Yavuz Sultan Selim’den itibaren “Hadimü’l-Haremeyn-i Şerifeyn” olan Osmanlı sultanlarını temsil eden Mısır beylerbeyi idi. Bu bakımdan bu tören hem dinî hem de siyasî açıdan önem ifade etmekteydi.
Hac kafilesinin yola çıkma töreninin en önemli anı, Emirü’l-haccın genellikle askerî eğitim ve resmî geçitler için kullanılan kalenin hemen altındaki Rumeyle Meydanı’na gelmesi esnasında olurdu. Kervan kumandanı Emirü’l-hac, Mısır valisini bu meydanda çadırında ziyaret eder, Emirü’l-haccın beraberinde götüreceği toplar meydana getirilir daha sonra da sancak-ı şerifle birlikte, Mahmil-i şerif meydanda dolaştırılır. Kahire’nin tüm ileri gelenlerinin katıldığı bu törende Mısır beylerbeyi, Emirü’l- hacca yolculukta kendisine gerekecek parayı, yani çöl güzergahındaki Bedevî şeyhleriyle Mekke şerifinin tahsisatlarını, Mekke ve Medine halkına yapılan bağışları ve kervanın diğer ihtiyaçları için ayrılan miktarı alıp almadığını sorardı. Emirü’l-hac teslim alındığını resmen bildirince durum sicile kaydedilirdi. Mısır beylerbeyi daha sonra deveyi gümüş yularıyla Meydan’da dolaştırır ve sonra mahmili kervan kumandanı olan Emirü’l-hacca teslim eder ve paşa çadırına dönerdi. Daha sonra Emirü’l-hac’da mahmili dolaştırıp kervan yola koyulurdu. Bundan sonra kafilenin Kahire’nin dışına doğru çıkışı başlar ve Babu’n-Nasr’dan çıkıp, Birketü’l-hac’a gelinir ve burada yapılan divan toplantısıyla surre teslim edilir sonra Acrud, Süveyş, Nahl, Akabe, Mevlih, Ezlem, el-Vech ve buradan da Yenbu’a ulaşılırdı.[80]
Osmanlı merkezî yönetimi bazıları Hac güzergahının[81] civarında yaşayan Bedevilerin desteğini sağlamayı amaçlayan birtakım önlemler aldı.[82] Alınan bu önlemlerin etkisini göstermesi her şeyden önce bölgede bulunan Osmanlı idarecilerinin yakından takip etmelerine bağlı idi. Bu bakımdan başta Mısır beylerbeyi olmak üzere Mısır Emirü’l-haccı birinci derecede Hac organizasyonunun başarılı şekilde icrasında sorumlu kimselerdi.
Hacıları sükûnet içinde Mekke’ye götürüp getirmek Emirü’l-haccın sorumluluğundaydı. Bu aynı zamanda Urbanın muhtemel taarruzuna karşı korumayı da gündeme gerektirmekteydi. Gerektiğinde harp etmek durumunda kalınabilmekteydi. Emirü’l-Hac hac kafilesi ile beraberinde götürülen Surrenin de muhafazasından sorumlu idi. Gönderilen bu surrenin Haremeyn eşrafına ve Haremeyn fukarasına tevzi ettirmek, uğranılan menzillerde gerekli levazımı hazır bulundurmak ve en önemlisi de dinî bir vecibe olmasından dolayı haccın süresi içinde ifa edilmesini sağlamak gibi oldukça önemli rolleri üstlenmekteydi.[83] Bundan başka, Bedevîlere ve hac kervanına eşlik eden muhafız birliğinin kumandanına ödeneklerini dağıtmaktan sorumluydu. Kervanın farklı mola yerlerinde ne kadar süre kalacağına karar veren oydu.[84] Padişahın ihsanlarının Haremeyn’e güvenle ulaşmasını sağlamak da onun sorumluluğundaydı.[85]
Mısır hac kafilesinin güvenliğini sağlamak üzere Mısır Emirü’l-haccın kumandasında gönderilecek askerlerin seçimi ve bunların hac süresince gerek hac kafilesinin güvenliğini sağlama hususunda ve gerekse vardıkları yerlerde huzursuzluğa sebebiyet vermemeleri noktasında gereken titizliğin gösterilmesi önem arz etmekteydi.[86] Emirü’l-haccın emrine hac serdarının komutasında Mısır askerlerinden seçilen 500 nefer yardımcı olurlardı.[87]
Hac kervanının en başında aşılacak çöl menziline aşina ve genellikle Bedevî olan çöl kılavuzları yol alırdı. Onları sakalar ve ileri gelenler izlerdi. Ardından kervanın taşıdığı surre ve hacı adaylarına çeşitli hizmetler veren Bedevilere yapılacak ödemeleri içeren nakit para gelirdi. Parayı askerler korurdu ve kervanın topçuları paranın hemen yakınında yol alırdı.[88] Kahire kervanına eşlik eden sayısız memur arasında[89] Emirü’l-haccın kethüdası kilit mevkii işgal ederdi. Her önemli kararın alınmasında kendisine danışılması zorunluydu. Kervanla birlikte yolculuk ederek kervanın güvenliğini sağlayan Bedevilere yapılacak ödemelerden sorumluydu. Bu ödemelerin herhangi bir sebeple yerine getirilmemesi halinde Bedeviler hac adaylarına saldırmak ve tahsisatlarını askeri yollardan almak hakkını kendilerinde görüyorlardı. Bu nedenle surre yalnızca alınan hizmetlerin ücreti değil, kervanı Bedevi saldırılardan korumanın bir yolu olarak da görünmekteydi.[90] Ayrıca Mısır ve Suriye eyaletleri arasındaki çekişmeler çöl kabilelerinden alınacak desteği engellerse hacı adaylarının güvenlikleri meselesi ortaya çıkabilirdi.[91]
Osmanlılar, Emirü’l-haccın bu önemli görevleri yerine getirmesi için ihtiyaç duyduğu malların bol bir şekilde temin edilmesi için hazineden tahsisat yapılırdı. Hac kafilesine infak edilmek üzere Emirü’l- hacca irat olmak üzere tahsis edilmiş iltizamlar vardı. Başlangıçtan beri Emirü’l-hacca Şarkıyye ve Kalyubiyye vilayetlerinden gelirler tahsis edildiği gibi ayrıca kahve vergisinden elde edilen gelirlerde tahsis edilmişti. İhtiyaç duyulduğunda da Mısır İrsaliye hazinesinden yardım yapılmaktaydı.[92]
Sonuç olarak Osmanlıların Haremeyn bölgesindeki bu malî yardımları ve buralarda imar faaliyetlerinde bulunmaları dinî bir vecibe olmasının yanında siyasî açıdan da önem arz etmekteydi. Zira Osmanlı sultanlarının bu tür faaliyetleri Hac’ın koruyucusu olarak Osmanlı Devleti’nin meşrulaşmasında belirli bir rol oynamaktaydı. Bu işlerin en bariz örneğini Mekke ve Medine’ye yapılan çeşitli kamu yapıları teşkil etmekteydi.[93] Diğer taraftan Hicaz’daki kutsal yerler ile Hac, her yıl Osmanlı İmparatorluğu içindeki en büyük ödeme ve değerli maden akışına neden olmaktaydı. Hac kervanlarının iaşesi yol üzerindeki aşiretlere güvenlik için yapılan ödemeler, kervanlara katılan ve sayıları on binleri ve kimi yıllar yüz binleri bulan hacı adayının yanlarında taşıdıkları fonlar her yıl Mısır, Suriye ve Anadolu’dan Hicaz’a büyük miktarlarda altın ve gümüş akışına da yol açmaktaydı.[94] Özellikle de Mısır Eyaleti’nin, Haremeyn’e yapılan yardımın büyük bir kısmının gerek kaynağı durumunda olması ve gerekse organizasyonunu yürütmesi bakımından, Osmanlı Devleti’nin Haremeyn ile olan münasebetlerinde ve buradaki siyasetini icrasında aktif rol aldığı görülmektedir.
Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 936-942