Onyedinci yüzyıl Osmanlı toplumunda sosyal yaşamın ayrıntıları ancak görgü tanıklarının notlarından izlenebilir. XVII. yüzyılda görgü tanıklarının gözlemlerine göre Osmanlı toplumunda Türklerin Hıristiyan ve Musevi azınlıklar ve yabancılarla sosyal ilişkileri toplumun bir bütün olarak barış ve uyum içinde bulunması esasına dayanıyordu.
1610 yılında İstanbul’a gelen bir İngiliz aydını George Sandys hatıratına şöyle yazmıştı: “Türk toplumunda herkes kardeşlik içinde yaşamaktadır. Onlar (Türkler) kendi aralarında öyle bir uyum içinde yaşarlar ki aralarında kaldığım sürece içinde bir Müslümanın diğer bir Müslümana kötü bir söz söylediğini hiç görmedim.”[1]
1672’de İstanbul’a gelen ve iki yıl kalan bir Fransız aydını Guillaume Grelot bu konudaki gözlemlerini şöyle açıklıyor: “Türkler arasında kin ve nefret asla yoktur” ve Grelot bunun nedenini Türklerin İslam ahlakı ve onun sosyal davranış öğretisini çok iyi benimsemiş olmalarına bağlıyor. Grelot’nun yazdığına göre İslam dininde düşmanların affedilmesi emredilmişti ve Türkler sosyal ilişkilerinde bunu uygularlardı örneğin, Cuma günleri herkes düşmanın veya yabancı devletlerden din ve devlet düşmanlarının da Tanrı tarafından affı için dua ederlerdi. Böylelikle dua edenler kendi günahlarının af olunacağına inanırlardı.[2]
On yedinci yüzyıl başlarında bir Fransız görgü tanığı Michel Baudier’in Paris’te 1625 yılında yayınlanan kitabında şu satırlar okunuyor: Eğer bir Türk, bazı şeyler yiyerek yürürüyorsa, bir dostuna rastlarsa yediği şeyden bir parça ona verir, dostu da onu reddetmez. Aralarında karşılıklı dostluk ve sevgi vardır. İşte bunlar Müslümanların hayırseverliğidir. Her zaman görülen şeylerden biri de eğer sofralarında et varsa, yemeğe başlamadan önce bir parçasını fakirlere göndermeleridir.”[3]
Osmanlı toplumunda böylesine barış ve uyum içindeki bir ortamda sosyal ilişkiler geleneklere dayanıyordu. Osmanlı toplumunun en küçük bireyi olan aile anne ve baba ile çocuklar arasındaki ilişkinin temeli sevgi ve saygıydı. Dinen de emredilmiş olduğundan anne ve babaya büyük saygı duyulurdu. Çocuklara da ebeveynleri tarafından değer verilirdi. Bu davranış biçimi toplum içinde gençler ve yaşlılar arasındaki sosyal ilişkinin temeli olmuştu. Gençler yaşlılara saygı gösterir, yaşlılar da gençlere layık olduğu değeri verirlerdi.
Ailede kadınlar kocalarına saygı gösterirlerdi ve sosyal yaşamlarında buna göre hareket ederlerdi. Kadınlar pek seyrek sokağa çıkarlar ve genellikle anne ve babalarını ve akrabalarını ziyaret ederlerdi. Hamama, düğünlere, bedestene gitmeleri adettendi.[4]
Evli bir kadının anne ve babası kadının kocası istemese dahi her Cuma günü gelip kızları ile görüşme hakkına sahiptiler.[5]
Ailede kadınlardan ev işi beklenmezdi. Ev işleri satın alınmış kölelere yaptırılırdı. Genellikle köle efendisi tarafından satılmaz, ailenin bir üyesi olur ve ölünceye kadar o ailede kalırdı. Ev içinde hizmetkarlar yere kadar uzun beyaz kaftan giyerlerdi.
Ebussuud Efendi’nin fetvalarına göre bir kadına ev işleri için kocası tarafından cariye verilmediği takdirde kadın ev işlerini kesinlikle yapmamak hakkına sahipti.[6] Bu devir Türk ailelerinde hizmetkarların varlığı ailede yaşam seviyesinin yüksek olduğunu gösterir. Eseri iyi bir kaynak olan Cantacasın’ın verdiği bilgiden on altıncı yüzyılda da Türk ailelerinin yaşam seviyelerinin aynı düzeyde olduğu anlaşılır.[7]
Sosyal Ziyaretler
Osmanlı toplumunda sosyal görüşmeler genellikle düğünler, bayramlar ve mesire yerlerinde ve erkekler arasında kahvehanelerde olurdu.
Ev ziyaretleri pek seyrek yapılırdı. Bu adetin on yedinci yüzyıl boyunca hiç değişmediği anlaşılıyor. Bu yüzyıl başında İngiliz gözlemci George Sandys ve yüzyılın sonunda Fransız görgü tanığı Jean du Mont bu konuda aynı şeyleri yazmışlardır.[8]
Bununla beraber konukseverlik Osmanlı Türklerinin en iyi bilinen geleneklerinden biriydi. Eve gelen misafire iyi bir kabul gösterilir ve ikram yapılırdı. Misafire şekerleme, kahve şerbet ve güzel kokular ikram edilirdi. Bu ikramlar nezaket ve incelikle yapılırdı. Fakat şerbet ve koku her misafire verilmezdi, ancak yakın dostlara ikram edilirdi. Genellikle her misafire şeker ve kahve sunulurdu.
İngiliz aydın Aaron Hill’in 1702’deki gözlemlerine göre Osmanlı Türkleri arasında mevki sahibi birini veya hatırlı biri meslektaşını evinde ziyaret edeceği zaman geleceğini önceden haber vererek bildirirdi. Böyle bir kişi kendi evinden ziyaret edeceği kimsenin evine kadar ata binmiş olarak ve arkasında eşit aralıklarla ikişer ikişer yürüyen ve onu izleyen hizmetkarları ile gelirdi. Bu gibi kimselerin atları genellikle altın ve kıymetli taşlarla işlemeli bir kumaşla örtülü olurdu. Örtü eyerden ata binenin topuklarına kadar uzundu ve atın üzengileri gümüştendi. Misafir ziyaret edilecek kimsenin evine varınca atı ve hizmetkarlarını bahçede bıraktıktan sonra, evin giriş kapısındaki merdivenlerin alt basamağında bir kâhya veya görevli tarafından karşılanırdı. Çift sıra dizilmiş hizmetkarların arasından geçilerek evin efendisinin kabul odasına doğru götürülürdü. Ev sahibi misafirini kendi kabul odasına yakın bir mesafeden karşılardı.
Türk nezaketi ve inceliğinin güzel bir örneği olan bu gelenek, Avrupalı görgü tanıklarının ilgisini çekmiştir. Aaron Hill, bir Avrupalının misafirini kabul ederken odasından çıkmadığını ve oturduğu yerden dahi kalkmadığını yazar.[9] Osmanlı geleneğine göre ev sahibi misafirini karşıladıktan sonra her ikisi el göğüste hafifçe öne doğru eğilir, karşılıklı iltifatlar ederler ve kabul odasına alırdı. Bu da misafir kabulünde ayrı bir nezaketti. Çünkü, adete göre Türkler arasında sol taraf daha şerefli sayılırdı.
Kabul odasına girince döşemeden yüksekçe bir kısıma geçerlerdi. Buraya ‘sofa’ denilirdi. Burada işlemeli yastıklar üzerinde bağdaş kurup karşılıklı oturur ve eller dizler üzerinde olacak şekilde sohbete başlanırdı. Bu sırada misafire şeker, kahve, güzel kokular ve şerbet ikram edilirdi. Çok iyi giyinmiş birkaç uşak ipek veya muslinden işlemeli bir peşkir (peçete) getirir ve misafirin kucağına sererlerdi.
Diğer bir uşak gümüş kaşıklar içinde bir kaç çeşit şekerleme getirirdi. Misafir bunlardan bazılarını yedikten hemen sonra başka bir uşak bir fincan kahve sunardı. Misafir kahveyi içince kucağında peşkir alınırdı ve uşaklar odadan çıkarlardı. Misafir ve ev sahibi arasındaki sohbet uşakların tekrar diğer bir peşkirle gelip, bunu misafirin kucağına sermesiyle kesilirdi. Gümüş bir şişeden misafirin yüzüne tatlı bir su serpilir ve altın bir kapta (buhurdan) yanan bir koku (buhur) misafirin sakalı ve cepkenin iç kısmına doğru tutulurdu ve uşaklar tekrar odadan çıkarlardı. Bu iki ikram ev sahibi söylemeden belli bir süre içinde yapılırdı. Bundan sonra üçüncü bir ikram vardı ki ancak ev sahibi çağırınca getirilirdi. Bu şerbet ikramıydı. Türk evlerinde ikram edilen şerbetlerin çok hoş bir lezzeti olduğunu 1554’de Alman imparatorunun elçisi Busbecq’den 1702’de İngiliz aydın Aaron Hill’e kadar pek çok Avrupalı seyyahın notlarından öğreniyoruz.[10]
Şerbetin misafire sunulması eski bir Türk adetine bağlıydı. Buna göre, ev sahibi misafirin beraberliğinden veya sohbetinden kendini yorulmuş hissedince uşaklarına şerbet getirmelerini söyler ve bu anlamda misafir şerbeti içer içmez izin ister ve giderdi. Giderken geldiğinde nasıl karşılanmışsa aynı şekilde geçirilirdi.
Toplum İçinde Sosyal Görüşme ve Ortamları
Kahvehaneler ve Bozahaneler: Bu devir Osmanlı toplumunun sosyal yaşamında önemli, bir yeri olan kahvehaneler, meslek, uğraşı ve din ayrımı yapılmaksızın herkese açıktı.
1610’da İstanbul’da bulunan İngiliz seyyah George Sandys’in gözlemlerine göre, kahvehanelerde gençler müşterilere hizmet ederlerdi. Buralarda tanıdığına rastlayan biri ona kahve ikram edebilirdi. 1656’da Fransız görgü tanığı Thevenot’un yazdığına göre, bir nezaket kuralı olarak kahve getirildiği zaman kahveciye “caba” demek yeterliydi. Bu kahveciye tanıdık veya dosttan kahvenin karşılığı parayı almamasını söylemek anlamına gelirdi.[11]
Bu devirde bozanın yapılıp satıldığı bozahanelerde kahvehanelerde olduğu gibi yalnız erkek müşteriler tanıdıkları ile sohbet eder, santranç veya tavla oynarlardı. Ebussuud Efendi fetvalarına göre bu gibi yerlerde böyle sohbet ile vakit geçirmek dinen kabul edilemezdi. Buna rağmen bu gibi yerler ve bu yerlerin müdavimleri çoktu.[12]
Bayramlar
Dini bayramlar imparatorluğun bütün eyaletlerinde ve İstanbul’daki Türk evlerinde geleneklere göre şenlik içinde kutlanırdı.
İstanbul’da bayramın birinci günü sabahı Tophane ve Sarayburnu’ndaki top atışları ile bayramın başladığını ilan edilince şehirde şarkılar söylendiği, sazlar çalındığı duyulurdu. Bayramdan önce gerekli hazırlıklar yapılırdı. Evler ve dükkanlar işlemeli kumaşlar, halılar ve çiçeklerle süslenirdi. Bayram süresince yeni elbiseler giyilir ve sosyal ziyaretler yapılırdı. Ziyafetler, ziyaretler ve eğlencelerle süren bu kutlamalar Osmanlı toplumununun sosyal yaşamına renk katar, sosyal ilişkilerin sürekli ve canlı tutulmasını sağlardı.
Bütün bunlar Avrupalı görgü tanıklarının ilgisini çekmiştir. Fransa’nın İstanbul’daki Büyük elçisi Marquis de Nointel 9 Mayıs 1671 tarihli mektubunda Türklerin bayramın üç günü boyunca güzel elbiseler giyerek birbirlerini ziyaret ettiklerini yazar.[13]
Bayramda sokaklar insanlarla dolardı. 1678 yılında İstanbul’da bulunan Hollandalı seyyah Cornelius de Bruyn’un yazdığına göre, pek seyrek sokağa çıkan kadınların binlercesi bayramda ziyaretlere ve gezilere gidip geldiklerinden onları günün her saatinde sokakta görmek mümkündü.[14]
Bayramda İstanbul’un bütün sokaklarında salıncaklar kurulur, kadınlar ve erkekler salıncaklarda sallanarak eğlenirlerdi. İki kişilik olan bu salıncaklarda iki kadın ve iki erkek olarak sallanılırdı. 1615 yılında İstanbul’a gelen İtalyan düşünür Pietro Della Valle bu salıncaklarda Türklerle beraber nasıl eğlendiğini anlatır: “Çiçekler gelin telleri ile süslenmiş her salıncak iki adam tarafından itiliyordu. Eğer yıldızlara dokunmak istiyorsanız sekiz adama kadar kiralayabiliyordunuz. Bir sazendeler grubu ile şarkıcılar da durmadan çalıp söylüyorlardı. Bu hem seyredenler hem de sallananlar için delice bir eğlenceydi. Ben de denemeyi düşündüm ve çok hoşuma gitti. Benim için yeni bir şey olduğundan salıncakta düzgün hareket edemedim. Bu halim kadınları güldürdüğü için ve beni de eğlendirdiği için bilerek kötü kullandım, sonunda onlar beni, elbiselerimden tutarak durdurdular.[15] Pietro Della Valle, bayramda bindiği büyük tekerlekle de çok eğlendiğini, yanındaki Rum’un tekerleğin hızla dönmesine dayanamayarak dur yeter diye bağırdığını yazar. Pietro della Valle’nin bu gözlemlerinden bayramlarda Türklerin kadınlı, erkekli bayram yerlerinde Hıristiyan azınlıklar ve Avrupalı seyyahlarla birlikte eğlendiklerini anlıyoruz. Ayrıca Avrupa’da bu devirde salıncaklarda eğlenmenin pek bilinmediği gerçeği de ortaya çıkıyor.
Bayramda salıncak ve dönme dolapların yanı sıra, gençlerin cirit oynadıkları da olurdu. Bayram geceleri bütün minareler ışıklarla donatılır, havai fişekler atılırdı. Cornelius de Bruyn bayram geceleri İstanbul’da havai fişekler atıldığını kayık, gezintileri yapıldığını anlatır: “Boğaziçi’nin ortasında. Galata ve İstanbul önünde gezintiye çıkmış olanlarla dolu sayısız kayıklar görülür. Bu kayıkların her birinde ışık veren bir fener bulunması mecburidir. Fakat her birinde 4 veya 5 kadar fener vardır.”[16]
Geleneğe göre bayramda herkesin gönlü alınır ve sevindirilirdi. Bayramlaşmaya gelen hizmetkara, dar gelirlilere ve çocuklara bol para verilirdi. Bu adet 1573’te Fransız seyyah ve diplomat Philippe du Canaye’nin ilgisini çektiğinden bu konuya ilişkin olarak Türklerin bayramda çok para harcadıklarını, bayram tebriklerine gelenlere saymadan pek çok akçeler verdiklerini yazar.[17]
Adete göre bayramın birinci günü sabahı devlet adamları ve vezirler padişaha bayram tebriklerini sunarlardı. Bayramda yaşça ve rütbece büyüklerin elleri öpülürdü ve ziyaretlere gelenlere yemek verilirdi.
Bayram tebriği için gittikleri saraydan evlerine dönen paşalar aileleri ile bayramlaştıktan sonra, eve bayram tebriğine gelenlere ziyafet verirlerdi. Paşayı ziyarete gelen herkes rütbesi ve derecesi ne olura olsun bu ziyafette paşa ile yemek yerdi. Philippe du Fresne Canaye bu adeti övülmeye değer bulmuştur, ona göre böyle ziyafetler yüksek rütbeli kişilerle onların çevresindeki halkın arasında iyi geçim olduğunu gösteriyor ve bunun devamlılığını sağlıyordu.[18]
Düğünler
Osmanlı toplumunda Türklerin sosyal ilişkilerinde düğün törenleri önemli bir ortam oluştururdu. Düğün töreni, geleneğe göre düğünden bir gün önce gelinin annesinin evinde kadın davetlilerin toplanmaları ile başlardı. Kadınlar kendi aralarında sohbet ederler, eğlenir, şarkı söylerler ve oynarlardı.[19]
Bundan sonra düğün alayı yapılırdı. Bu damadın evinden gelen davetliler tarafından gelinin baba evinden alınarak çeyizi ve yakınları, davetlileri ile birlikte alayla damadın evine görürülmesidir.
Damadın davetlileri gelini almaya geldiklerinde gelinin babası davetlilere kızına hazırladığı çeyizi gösterirdi. Sonra da gelinin çeyizi sepetlere konur ve merkeplere yükletilirdi. Bir merkep iki sepet taşırdı.
Bu sırada damadın evinde düğün için yemekler hazırlanırdı. Bütün davetlilerin gelin alayı ile damadın evine gelmesiyle düğün eğlenceleri damadın evinde başlardı.[20]
Kadın-Erkek İlişkileri
Avrupalı görgü tanıklarına göre Osmanlı toplumunda Müslüman kadınların veya genç kızların tanıdık veya akrabadan bir erkek ile sokakta konuşmaları pek ender görülürdü. Kadınlar ve genç kızlar genellikle haremağalarının veya dadılarının refakatinde sokağa çıkabilirlerdi.[21]
Evlerde “harem” denilen kadınların dairesi “selamlık” denilen erkeklerin dairesinden ayrıydı. Eve gelen erkek misafirler selamlığa alınır, kadın misafirler de harem dairesine alınırdı. Bununla beraber bazı kayıtlara göre eve gelen erkek misafire evin erkekleri yanında kadınların da ev sahipliği yaptığı olurdu. 1658’de Danimarkalı seyyah M. des Hayes, Bosna Saray’da misafir olarak gittikleri evde kadınların onları ev sahibesi olarak karşıladıklarını yazar: “Erkekleri ile evlerine gittiğimizde kadınlar bizi görmek için misafir odasına gelirler. Onlar bizim Fransız ve Danimarka tarzı giysilerimize hayran oldular.”[22]
Ebussuud Efendi fetvalarında yazdığına göre bir erkek karısının yanına erkek misafirlerini getirirse ve onlarla birlikte içerse cezası hapisti.[23]
Bunun gibi bazı olasılıklar dışında genellikle harem kısmına evdeki erkek hizmetkarlar da giremezlerdi. Jean du Mont’un kendisine anlatılanlardan yazdığına göre, bu devirde aynı evde yaşayan erkek hizmetkarlar senelerce evin hanımının yüzünü görmeyebilirlerdi.
Evli kadınlardan kocaları ciddiyet ve dürüstlük bekler, herhangi bir erkekle herhangi bir vesile ile konuşmalarını katiyen affetmezlerdi. Bu yalnız evli kadınlar için değil cariyeler ve odalıklar için de hoş karşılanmayan bir davranıştı. 1691’de Jean du Mont buna benzer bir olaya tanık olmuştu: “Fransız Büyük Elçiliği sekreteri bir Osmanlı ağasına IV. Mehmed’in odalıklarından (bu odalık padişahın saltanatının son bulmasından sonra saraydan çıkarılmıştı) biri ile konuştuğunu anlatıyordu. Ağa bunu dinlerken sabırsızlanarak odalığın yabancı bir erkekle konuştuğu için çok aşağı bir kadın olduğunu ve önceki saygınlığının kalmadığını söylüyordu. Bunun üzerine sekreter bu kadının kötü bir niyeti olmadığını sadece Fransızların yaşayış biçimlerini, kadınlarını ve adetlerini merak ettiğini ve öğrenmek istediğini anlattı. Sekretere göre bu kadın dünyanın en faziletli kadınıydı. Bunlar ağanın fikrini değiştirmedi ve şöyle dedi: “Efendi söylediklerinizin hiçbiri bir şey ifade etmez eğer o kadın dürüst olsaydı sizin onu görmenize engel olurdu. Eğer bir adam ellerini sizin cebinize koyarsa onu merakından yapmış olduğu için affedecek miydiniz?”[24]
Bununla beraber kadınların sokağa çıktıklarında beğendikleri erkeğe bazı imalı seslerle duygularını açıkladıkları olurdu. Bunlar bazı anlamlara gelen küçük bir kağıt parçasına sarılı safran veya kül veyahut kırmızı bir kumaş parçasıydı.
Osmanlı toplumunda kadın ve erkek ilişkilerini kısıtlayan bazı kurallara rağmen kadınlar gezi ve mesire yerlerinde aile çevresindeki erkekler ile birlikte serbestçe eğlenirlerdi. On yedinci yüzyıl Osmanlı seyyahı Latifi’nin gözlemlerine göre o devrin en güzel mesire yerlerinden biri olan Kağıthane’de kadınlar ailelerinden erkekler ile salıncaklara biner lale ve sümbül toplayarak hoş vakit geçirirlerdi.[25]
Evliya Çelebi ise İstanbul’da Kadıköy tarafında Kalamış mesiresinde bütün güzellerin ve aşıkların kadınlı erkekli yüzdüklerini yazar.[26]
Bedestene alışverişe gelen kadınlar burada rastladıkları ve beğendikleri erkeklere ilgi gösterirlerdi. 1615 yılında İstanbul’da bulunan İtalyan aydın Pietro Della Valle bedestende gezerken alışveriş yapan kadınların kendisine kalabalıkta sanki itiliyormuş gibi yaparak dirsekleriyle dokunduklarından ve imalı bakışlarından bahseder.
Osmanlı toplumunda Hıristiyan bir erkeğin Müslüman bir kadınla ilişkisi kesin ve ciddi olarak yasaktı. Cezası ölümdü. İstanbul’da iki yıl kalan Fransız Doğu bilimci Antoine Galland’ın anıları arasında 6 Şubat 1673 Pazartesi gününe ait notunda yazdığına göre, Trablusgarb’dan İstanbul’a gelen haberde bir Messinalinin Müslüman bir kadınla ilişkisi ortaya çıkınca her ikisinin de boğularak öldürüldüğü bildiriliyordu.[27]
Ebusuud Efendi fetvalarına göre böyle bir durumda Hıristiyan erkek Müslüman olmayı kabul ederse ölüm cezasından kurtulurdu.[28] Buna rağmen büyük konaklarda cariyelerin veya odalıkların bulunduğu harem kısmına giren ve onlarla birlikte olan Avrupalılar da vardı. Buna benzer bir iki olay olmuşsa da bunların ancak cariyeler ve odalıklar tarafından çağrıldıkları ve gizlice harem kısmına alındıkları bilinir.
Türklerin Azınlıklarla Sosyal İlişkileri
Bu devir Osmanlı toplumunda Türkler Hıristiyan azınlıklarla özellikle Rumlarla dostluk ve beraberlik içinde yaşarlardı. 1672’de Fransız seyyah Grelot’un gözlemlerine göre Osmanlı Türklerinin yalnız İstanbul’da değil imparatorluğun diğer şehir ve kasabalarında da Rumlarla iyi sosyal ilişkileri olduğunu yazar. “İstanbul’dan uzaktaki yerlerde yaşayan Türkler Hıristiyan Rumlarla daha çok temas halindedir. Türkler onlara daima şefkat, sevgi ve övgü anlamlı iyi bir dille konuşurlar.”[29]
Türkler, Rumların inanç ve geleneklerine de saygı gösterirlerdi. Bununla da kalmayıp bir kısmını benimser ve aynen uygularlardı. 1554-1562 yılları arasında Türkiye’de bulunan Alman imparatorunun elçisi Busbecq böyle bir olaya tanık olmuştu: “Eski ve dini bir Rum adetine göre Rum denizciler ilkbaharda sular takdis olmadan denize açılmazlardı. Türkler de Rumlara suların takdis edilip edilmediğini sorarlar ve takdis olunmamış ise denize açılmazlardı.[30]
1547’de Fransız elçisi M. d’Aramon da Türklerin Hıristiyanların inancına saygı gösterdiklerini anlatır: “Santa Sava’ya (bugünkü Nis civarında) geldik. Buradaki ahali Rumdur. Geçenlere Santa Sava (azize)’nın heykelciğini gösterirler. Buradan geçen Türkler eğilir ve sadaka verirler.”[31]
Bu devirde Hıristiyan ve Musevi esnafın dükkanları önünde oturup, onlarla sohbet eden Türkler çoktu.[32] Bunlardan biri de Evliya Çelebi’dir. Evliya Çelebi Galata’daki meyhanelerin bütün esnafıyla sohbet ettiğini yazar. Fakat şarap ve diğer içkileri içmediğini sadece “mübeccel şerbeti” denilen (Atina balı) şerbetten içtiğini de belirtir.[33]
Dini bayramlarda Türklerin ve Hıristiyan komşuların birbirlerine hediye vermeleri Osmanlı toplumunda adet haline gelmişti. Türkler, dini bayramlarda Hıristiyan komşularına çiçek, Hıristiyan komşular da Paskalya zamanı Türklere kırmızı yumurtalı Paskalya çöreği hediye ederlerdi.[34]
Müslümanların sokakta Hıristiyanlara selam vermeleri adettendi. Ebusuud Efendi’ye göre bu dinen uygundu. Osmanlı toplumunda azınlıklarla Türklerin evlenmeleri olağandı. Bu devirde Müslüman erkeklerin Hıristiyan kadınlarla evlendiği belgelerden biliniyor. Hatta, Ebussuud Efendi’ye göre Müslüman olmayan bir kadının Müslüman kocası ölürse tekrar Müslüman olmayan bir erkekle evelenebilirdi. Fakat kadının Müslüman ile evliliğinden olan çocuğuna Hıristiyan azınlıktan olan ikinci kocası vasi olamazdı.[35]
Türklerin Yabancılarla Sosyal İlişkileri
Bu devirde Türkiye’ye gelen Avrupalı seyyahlar ve diplomatlar notlarında Türklerden gördükleri dostluk ve misafirperverlikten uzun uzun bahsederler.
1672’de Fransız seyyah Guilaume Grelot, Türk tacirlerin bütün yabancılara karşı çok nazik olduklarını dinleri ve dilleri ne olursa olsun onlara sevgi ve şefkat gösterdiklerini yazar. Çok ilginç bulduğu bir olayı da anlatır: “Bursa şehrinde bulunduğum bir gün Moniseurn Vaillant ile Monsieur Bellocier (de Saint Sauveur) ve birkaç Fransız seyyah ile beraberdim. Şehirde bir Türk tacirin kölesinin önünden geçerken köle bizim yabancı olduğumuzu anladı ve bizi efendisinin evine davet etti. Biz de bir Müslümanın evinde kölenin durumunu görmek için bu daveti kabul ettik. Köle ile birlikte efendisinin evine gelince köle efendisine bizim kendi memleketinden olduğumuzu söyledi. Efendisi bir Türk taciriydi ve bizi sevinçle kabul etti. Kölesine bizi ertesi gün yemeğe getirmesini emretti. Ertesi gün evinde bize yemek hazırlattı. Köle Fransız mutfağına dair hiçbir şey unutmamıştı. Sofrasında oturduğumuz tacir, bize güler yüz ve nezaket gösterdi. Diğer milletlerin barbar dediği bu milletten böyle muamele gördük. Bu Türk Müslümanlar içinde gördüğüm yegane kişi değildir.”
Grelot bununla ilgili diğer yaşantısını da anlatır: “Kervanlarla seyahat ettiğim zamanlar bana kervanda bulunan Türkler meyve, şerbet ve bazen bir fincan kahve ikram ederlerdi. Halep’ten Diyarbakır’a giden ve on beş gün süren yolda, kervanda yalnız tek Avrupalı bendim. Neşeli ve genç beş altı Türk taciri ile bu yolculukta arkadaşlık ettim ve hiç sıkılmadım.”[36]
1658 yılında Danimarkalı diplomat M. des Hayes, Bosna-Saray’daki Türkler için şöyle der: “Bu şehirde Türklerin iyiliklerini ve yakın ilgilerini gördüm. Bu bütün Türkiye için de böyledir.”[37]
1653-1672 yılları arasında ticari ve diplomatik görevlerle Türkiye’de bulunan Fransız aydın Ch. d’Arvieux, Türk dostları arasında Sayda’da Kadı Mahmut Efendi ile olan dostluğunu şöyle anlatır: “Kadı Mahmut Efendi’nin en candan ve yakın dostlarındandım. O, bana çok büyük iyilikler yaptı. Akşamları birlikte yemek yerdik. Herkes çekildikten sonra birkaç şişe şarap içerken tıp, astroloji, felsefe, coğrafya ve hatta din konularında sohbet ederdik.”[38]
İstanbul’da Fransız elçiliğinde yüksek rütbeli Türklerden bazıları elçinin misafiri olarak yemeğe davet edilirlerdi. Yemekten sonra likör içilir ve sohbet edilirdi.
1705’te Türkiye’de bulunan Paul Lucas’ın yazdığına göre Fransa kralının veliahdı Bretanya dükünün doğumu münasebetiyle Fransa elçiliğindeki ziyafet ve şenliklere İstanbul’daki Venedik elçisi ile birlikte kalabalık bir Türk grubu da katılmıştı.[39]
İstanbul’daki Hollandalıların evlerinde verilen ziyafetlere davet edilen Türkler vardı. Bu sosyal toplantılara dair gözlemlerini 1678-1683 yılları arasında Türkiye’de kalan Hollandalı seyyah C. de Bruyn anlatır: “Konsolos ve bazı Hollandalı tacirlerin evlerinde sohbet eder toplanırdık. Türkler bizi ziyarete geldiklerinde köpeğimin zeka inceliğini onlara gösterirdim: Türkler sofada çubukta tütün içerken iki mendilimden birini vererek onlara elbiselerinin altında bu mendili saklamalarını söylüyordum. Ve hemen köpeğime mendilimi bulmasını emrediyordum. Köpek mendilin kimde olduğunu bulunca köpeğin yaklaşmasını önlemek için (temizlik nedeniyle köpeği pis sayarlar) hemen mendili çıkarıp köpekten uzağa fırlatıyorlardı. Buna hep birlikte gülüyorduk.”[40]
Sonuç
Osmanlı toplumunda sosyal ilişkilere dair verilecek pek çok örnekler vardır. Bu yazıda bunlardan sadece bazılarına değinildi.
Hıristiyan azınlıklar ve yabancıların şimdiye kadar yapılan çalışmalarda Türklerden tamamen ayrı ve kendi toplumları içinde sosyal yaşamları olduğu düşünülmüştü. Burada sonuç olarak görülüyor ki sosyal ilişkileri bir muaşeret ve nezaket kuralı çerçevesinde karşılıklı erkek ilişkileri kurallarla sınırlanmış olmakla beraber yaşayan bir toplum içinde genellikle bu kurallara uyulmuş ama pek az da olsa bu gibi ilişkilerin kural dışı olanları da görülmüştü.
Mimar Sinan Üniversitesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 359-364