Başlangıçta sahip olduğu toprakları itibariyle bir kara devleti olan Osmanlı Devleti, denizlere ulaşmasıyla süratle donanma oluşturma ihtiyacını hissetmiştir. İlk Osmanlı donanması, daha çok Karesi Beyliği donanmasına dayalı olarak kurulmuştur. Kısa zamanda Karamürsel, Edincik ve İzmit gibi Marmara sahillerinde tersaneler kurularak, Osmanlı denizciliğinin temelleri atılmıştır. Bu dönemde Karamürsel Bey’in icadı olan ve onun adıyla anılan kadırga tipi küçük gemi, yüzyıllarca Osmanlı denizciliğinde kullanılmıştır.[1]
Osmanlılar, Rumeli’ye geçtikten sonra Gelibolu’da önemli bir tersane kurarak, burasını bir deniz üssü hâline getirmişlerdir. Bu husustaki ilk köklü faaliyetler, I. Bayezid döneminde (1389-1402) gerçekleştirilmiştir. Daha önce burada bulunan tersane ve havuzlar onarıldığı gibi, yeni bir kale ve limanı korumak için iki de kule yapılmıştır. Bunun ardından Gelibolu tersanesi ve limanı gemi inşa tezgahları, malzeme depoları, baruthane ve peksimet fırınlarıyla birlikte tam teşekküllü bir devlet tersanesi hâline getirilmiştir. Böylelikle gün geçtikçe güçlenen ve tecrübe kazanan Osmanlı denizciliği, XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Venedik ve Ceneviz gibi zamanın güçlü denizci devletleriyle mücadele edebilecek bir konuma gelmişti.[2]
Fatih Sultan Mehmed zamanı (1451-1481), Osmanlı denizciliğinin atılım yılları ve devletin ciddi deniz politikalarının üretildiği dönem olmuştur. Fatih, İstanbul’un fethine karar verdiği zaman, Gelibolu’da güçlü bir donanmanın oluşturulması için Derya beyi Baltaoğlu Süleyman Bey’e emir göndermişti. Nitekim, İstanbul’un fethi sırasında 350-400 parçalık bir donanma vücuda getirilmişti. Fetihten sonra donanma işine daha da önem veren padişah, bir müddet Kadırga Limanı’nı tersane olarak kullandıktan sonra, Haliç’in Aynalıkavak semtinde ilk tersanesini kurdurmuştur. Onun zamanı, Osmanlı Devleti’nin Doğu Akdeniz ve Karadeniz politikalarının oluşturulduğu ve büyük ölçüde başarılı olduğu, son yıllarında ise Osmanlı denizciliğinin Batı Akdeniz’e açılma teşebbüslerinin başladığı dönemdir.[3]
İstanbul’un fethini takip eden senelerde Doğu Akdeniz politikasını uygulamaya koyan Fatih Sultan Mehmed, Çanakkale Boğazı’na ve Türk sahillerine en yakın adalardan işe başlayarak adım adım Ege içlerine doğru ilerlemeye başladı. Bu deniz üzerinde iki istikamet takip edildi. Bunlardan birinci yolla, Anadolu sahilleri yakınındaki adaların bir kısmı doğrudan hakimiyet altına alınarak, bir kısmı da haraca bağlanarak Rodos’a kadar inildi. Bu maksatla Fatih, Enez, İmroz, Semadirek, Limni ve Midilli adalarını ele geçirerek, Türk sahillerine yapılacak korsanlık faaliyetlerini engellediği gibi bu sahadaki her türlü ticareti de Osmanlı Devleti’ne kazandırmış oluyordu. İkinci yol, onu İtalya’ya götürecektir. Bu yol üzerindeki adalar birer birer alınarak, nihayet İtalya topraklarına asker çıkarılmıştır.[4]
II. Bayezid döneminde (1481-1512) Osmanlı donanması, sayıca Akdeniz’in en üstün gücüne sahip olan Venedik donanmasını geçmişti. Bu dönemde Venedik ve müttefikleriyle yürütülen donanma savaşları, Osmanlı gemi inşa teknolojisinde bir takım değişiklikleri beraberinde getirdi. Venedik gemilerini yakından inceleyen Osmanlı denizcileri, bu devletin gemileri tarzında çektiri, kalyon ve göke denilen savaş gemileri inşa etmeye başladılar. İspanyol gemileri örnek alınarak yapılan iki katlı yelkenli bir gemi olan gökelerden iki tane yapılarak, Kemal ve Burak Reis’in emirlerine verildi. Giderek denizlerde güçlenen Osmanlılar, bu padişah zamanında 1499’da İnebahtı, 1500’de de Modon, Koron ve Navarin’i alarak Doğu Akdeniz’deki Venedik gücüne büyük darbe indirmişlerdir.[5]
Osmanlı denizciliğinin gelişip güçlenmesindeki en büyük amillerden birisi, Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) denizciliğe verdiği büyük önem ve gerçekleştirmiş olduğu faaliyetlerdir. Onun saltanatına kadar, Fatih’in Haliç’te yaptırdığı tersanede büyük bir değişiklik yapılmamıştı. Karadaki başarıları kadar denizlerde de güçlü olmayı isteyen Yavuz, Haliç’teki mevcut tersaneyi Galata’dan Kağıthane’ye kadar genişleterek, içerisinde 300 göz bulunan tersane binasını yaptırdı (1515). Bu büyük tersanenin inşası ile, Osmanlı donanmasının merkezi Gelibolu’dan Haliç’e nakledildi. Böylece, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar donanmanın merkezi olan Tersane-i Amire kurulmuş oldu. Bu güçlü donanma, o dönemde ele geçirilen Mısır ve Suriye sahilleri ile denizleri kontrol altında tutmada büyük görevler yerine getirmiştir.[6]
Kanunî Sultan Süleyman zamanındaki (1520-1566) Akdeniz faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin Orta Akdeniz’de hakimiyetini perçinlemesi ve Batı Akdeniz’de kendisini hissettirmeye başladığı dönem olarak değerlendirilebilir. Ünlü Osmanlı padişahı, saltanatının ikinci yılında Rodos’u ve ona bağlı adaları alarak, Suriye ve Mısır sahilleri ile Anadolu arasındaki deniz ulaşımını emniyet altına almış ve Anadolu sahillerine çok yakın olan bir düşmanı uzaklaştırmıştı. Bu fetihle, Doğu Akdeniz’deki Osmanlı üstünlüğü perçinlenirken, bu alandaki mücadele Orta ve Batı Akdeniz’e intikal etmiştir. Bu sıralarda bir başka Türk denizcisi, Kuzey Afrika’da İspanyollara karşı büyük bir mücadele veriyordu. Barbaros Hayrettin Paşa isimli bu denizcinin 1533’te Osmanlı hakimiyetine girişi ve kaptan-ı deryalığa getirilişi, Avrupa’da büyük yankı uyandırmıştı. Usta bir denizci olan Barbaros, tersaneye yeni bir düzen vererek gemi mühendisliği ve inşası hususundaki bir takım eksiklikleri giderdi. Barbaros ve beraberindeki denizciler, oluşturdukları donanmaları ile ilk imtihanlarını V. Karl ve müttefiklerine karşı 1538’de Preveze’de verdiler. Büyük bir zaferle sonuçlanan bu savaş, Osmanlıların Orta Akdeniz’de hakimiyet kurmalarının başlangıcı oldu. Bundan 13 yıl sonra Trablusgarp ele geçirilerek, Orta Akdeniz’e kesin bir surette yerleşildi. Bundan sonra Osmanlı donanması, Kuzey Afrika sahillerini takiben Batı Akdeniz’de de kendisini hissettirmeye başlamıştı. Türkleri Batı Akdeniz’den uzaklaştırmak gayesini güden II. Philippe ve müttefiklerinin oluşturduğu donanma, 1560’da Cerbe’de ağır bir mağlubiyete uğratıldı. Bu zaferden sonra Batı Akdeniz’de hakimiyetlerini tamamen tesis etmek isteyen Osmanlılar, Malta Adası’nı almaya karar vermişlerdi. Ancak bu teşebbüs başarıya ulaşamayacak ve Kanunî döneminde Batı Akdeniz’de hakimiyet kurma teşebbüsü, Malta önlerinde duraklayacaktı. Bu başarısızlık kolay kolay kabullenilecek bir şey değildi. Bu sebepledir ki, yeni bir sefer hazırlığı için Osmanlı tersanelerinde hummalı bir faaliyet başlamıştı.
Venedik’le mevcut dostane durum değişmediğine, Portekiz’le aradaki anlaşmazlık görüşmelerle hâlledilme yoluna gidildiğine göre, bu seferin doğrudan doğruya Malta veya Malta’yı kurtaran Sicilya ve Güney İtalya üzerine olacağından şüphe yoktu. Fakat Erdel meselesi yüzünden Avusturya’ya harp ilanı, plânlanan bu Akdeniz harekatının ikinci dereceye atılmasına sebep oldu. Bununla beraber Kaptan Piyale Paşa’ya verilen emirle donanmanın Akdeniz’e açılması, Osmanlı ülkelerini muhtemel bir düşman taarruzuna karşı koruması ve üç senedir vergisini ödemeyen Sakız adasının vergi meselesini hâlletmesi isteniliyordu. Bu emirle harekete geçen Piyale Paşa, donanma ile 14 Nisan 1566’da Sakız önlerine gelmiş ve hediye takdimine gelen ada ümerasını tevkif ederek, adayı zaptetmişti. Sakız’ın fethi haberi, padişahın Zigetvar seferine hareketinden birkaç gün önce İstanbul’a ulaştı. Böylece Doğu Akdeniz’deki son Ceneviz kolonisi de tarihe karışmış oluyordu.[7]
II. Selim devrinde (1566-1574), Mısır-Suriye limanları ile İstanbul arasındaki ulaşımı ve bu bölgedeki limanları tehdit eden Kıbrıs’ın alınmasıyla, Doğu Akdeniz’deki Osmanlı hakimiyeti kati surette tesis edilmiş oluyordu. Aynı zamanda Tunus’un zaptı ve bir eyâlet yapılması ile Batı Akdeniz hakimiyeti de kuvvetlendirilmişti.[8] Kıbrıs’ın fethinden sonra burayı kurtarmaya gelen müttefik donanmasının aynı yıl içerisindeki galibiyeti, Osmanlı deniz gücünde hiçbir kalıcı tesir meydana getirmedi. Ertesi yıl, daha güçlü bir donanma Akdeniz’e açılmıştır. III. Murad döneminde (1574-1595), Fas’ın Osmanlı hakimiyetine girmesi ile Osmanlı deniz gücünün Atlas Okyanusu’na dayanması gerçekleştiriliyordu. İnebahtı’dan sonra Osmanlı Devleti, 1645’te Girit adası seferleri dolayısıyla Venedik’e harp ilanına kadar, Akdeniz’de ciddi bir faaliyet içerisinde bulunmamıştır. Bu alandaki rakipleri de artık mücadeleden vazgeçmişlerdi. F. Braudel’e göre, bu barış dönemi Osmanlı denizciliğinin gerilemeye başladığı dönemdir. İnebahtı’nın gerçekleştiremediğini barış dönemi başarmıştır. Osmanlı donanmasında geri kalmışlığın nedeni hareketsizliktir. Donanma artık çalışmadığından, yenilenmediğinden ve bakımsızlıktan yok olacaktır.[9]
Gerçekten de yaklaşık 75 yıl devam eden barış sürecinin ardından, 1645’te Doğu Akdeniz’de Venedik ile başlayan mücadelelerde donanmadaki eksiklikler ortaya çıkmaya başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin XVI. Yüzyılda Akdeniz’deki en büyük güç olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu yüzyılda gerçekleştirilen fetihlerle, bölgedeki en büyük siyasî güç olmasının yanında ekonomik alanda da son derece iyi bir konumdadır. XVII. yüzyılın başlarında da durum aynıdır. Ancak bu yüzyılın ortalarından itibaren donanmada zayıflık belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Kâtip Çelebi, Tuhfetü’l- Kibâr fî Esfâri’l-Bihâr isimli eserini Girit seferleri dolayısıyla, donanmada ortaya çıkan aksaklıklar yüzünden kaleme almıştır. Eserde, Osmanlıların ilk dönemlerinden itibaren 1656 yılına kadar gelen deniz muharebeleri anlatıldıktan sonra, bilhassa Girit seferlerinde karşılaşılan yenilgiler ve buradaki hatalar gösterilerek, bunları önlemenin çareleri üzerinde durulmuştur.
Osmanlılar, bu savaşlarda gemi teknolojisinde birtakım değişiklikler yapmak lüzumunu hissettiler. Bu zamana kadar, deniz muharebeleri hep kürekli gemilerle gerçekleştirilmişti. Ancak bu seferler sırasında kürekli gemilerin, Venedik kalyonları karşısında başarı sağlayamadığı görülmüştü. Osmanlı donanmasında ıslahat yapma, yani yelkenli gemilere geçiş fikirleri, ilk defa 1648’de IV. Mehmed’in tahta geçmesiyle sadrazam olan Sofi Mehmed Paşa zamanında telaffuz edilmeye başlanmıştır. Sofi Mehmed Paşa, ilk iş olarak donanmanın durumuyla ilgilenmeye ve Çanakkale Boğazı’ndaki Venediklilerle başa çıkabilecek bir donanmanın oluşturulabilmesi çarelerini aramaya başlamıştır. Yapılan divan toplantılarında Venedik donanmasının yelkenli gemilerden oluştuğu, savaş esnasında rüzgarı da kullanarak daha hızlı hareket ettikleri, kürekli gemilerden oluşan Osmanlı donanmasının bunlara karşı başarı sağlayamadığı belirtilerek donanmada yelkenli gemilere geçme fikri dile getirilmiştir. Bunun üzerine Tersane-i Amire’de kalyonlar inşası için faaliyete geçilmiştir.[10]
Osmanlı tersanelerinde kalyonlar inşası için hummalı bir faaliyete, Kara Murad Paşa’nın sadareti zamanında (1649-1650) başlanmıştır. Baharda yapılacak donanma seferi için 22 Temmuz 1650’de bütün tersanelere fermanlar gönderilerek 30 kalyon yapılması emredilmiştir.[11]
Bundan çok kısa bir süre sonra sadrazam olan Melek Ahmed Paşa, tersanelerde inşa olunanlardan başka Bahçekapı’da çok büyük bir kalyon yaptırmaya başlamıştı. Uzunluğu 70 zira olan bu kalyonun yapımı tamamlandıktan sonra, 16 Mayıs 1651 günü denize indirilmesi için bütün devlet erkânı Bahçekapı’ya gelmişti. Kalyonun yapımında bazı mühendislik hataları olduğundan, denize indirilir indirilmez yanı üzerine devrildi. Yeniden düzeltilip yüzdürülmek istendi ise de mümkün olmadı. Bazı kısımları kesilip burunsuz ve kulaksız bir kalyon şeklinde Tersane-i Amire’ye çekildi.[12] Bu durum, Osmanlıların kalyon inşası ve kullanımı hususlarında henüz yeterli teknik donanıma sahip olmadıklarını göstermektedir. Nitekim, bu ilk senelerde donanmanın Venedik kalyonları ile yaptığı savaşlar, kalyoncuların acemilikleri yüzünden kaybedilmiştir.[13] Nihayet Bozcaada ve Limni’nin Venediklilerin eline geçmesiyle alınan Yalı Köşkü kararlarına göre, Osmanlı tersanelerinde kalyonlar inşası durdurularak yeniden kürekli gemilerin yapılmasına karar verilmiştir.[14] Böylece, Osmanlı donanmasında kürekli gemilerden yelkenli gemilere geçme teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmış oldu.
Girit savaşları boyunca devletin idare politikasını etkileyen iki büyük sebepten birisi, bu donanma savaşları olmuştur. Bu süre zarfında devletin padişahtan sonra en yüksek makamı olan sadarete tayin ve azillerin birçoğu donanma savaşlarındaki başarısızlıklar yüzünden olmuştur. IV. Mehmed’in ilk vezir-i azamı olan Sofi Mehmed Paşa, Voynuk Ahmed Paşa komutasındaki donanmanın Foça’da baskına uğramasından sonra azledilerek yerine Kara Murad Paşa tayin olunmuştur (7 Cemaziyelevvel 1069/19 Mayıs 1649).[15] Aynı şekilde IV. Mehmed’in beşinci sadrazamı olan Gürcü Mehmed Paşa, Kaptan-ı Derya Hüsamzâde Ali Paşa’nın üçüncü seferinde donanmanın Çanakkale Boğazı’ndan çıkamaması üzerine azlolunarak göreve Tarhuncu Ahmed Paşa getirilmiştir (13 Receb 1062/20 Haziran 1652).[16] Nihayet, Süleyman Paşa[17] ve Boynueğri Mehmed Paşa’nın sadaretten azilleri de donanma savaşlarındaki başarısızlıklar sebebiyle olmuştur.[18]
Bu savaşlar boyunca kaptan-ı deryalık makamına yapılan tayinlerde dikkat edilen tek husus, deniz savaşları olmuştur. Bu seferlerde pek başarı sağlayamayan donanmanın başına, hemen her seferden sonra yeni bir kaptan-ı derya atanmıştır. Mücadelenin en sık olduğu devre olan 1645-1657 yılları arasında geçen 12 yıllık süre zarfında bu makama 18 tayin yapılmıştır.[19]
Fetihler ve Doğu Akdeniz Adalarında Osmanlı Hakimiyetinin Tesisi
Doğu Akdeniz adalarının Osmanlı hakimiyetine girişi, Fatih Sultan Mehmed devrinden başlamak üzere IV. Mehmed dönemine kadar devam eden uzunca bir süreyi ve oldukça geniş bir sahayı kapsamaktadır. Böyle bir çalışmanın hacmi içerisinde, bütün Doğu Akdeniz adalarındaki Osmanlı hakimiyetinin ele alınması mümkün olmayacaktır. Bu sebeple ilk ve son fetihler üzerinde durulacaktır. Yani Fatih Sultan Mehmed döneminde alınan İmroz (Gökçeada), Bozcaada, Semadirek, Taşoz, Limni ve Midilli ile IV. Mehmed zamanında fethedilen Girit adasında Osmanlı hakimiyetinin yerleşmesi değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Osmanlılar, yeni fethettikleri memleketlerde tasarruf şekillerini tayin ve tespit etmek gayesi ile toprağı tahrîre tâbi tutarlardı.[20] Bu faaliyetin ne zamandan beri uygulandığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, kronikler ve mevcut defterlerdeki daha eskiye yapılan atıflardan, I. Murad devrinde tahrîrlerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Buna rağmen arşivlerimizdeki en eski defterler, II. Murad dönemine aittir.[21] Yapılan bu sayımların neticeleri, mufassal ve icmâl adıyla iki ana gruba ayrılan defterlere kaydedilirdi. Bunlardan mufassal defterlere sayımın ayrıntılı sonuçları yazılırken, icmâl defterlerde mîrî arazi rejimindeki gelirlerin dağılımı gösterilirdi.[22] Osmanlı sınırları içerisindeki herhangi bir bölgenin özellikle XVI-XVII. yüzyıllardaki sosyal ve ekonomik tarihini ortaya koymada bu tahrîr defterleri çok önemli bilgileri içerirler. Bu araştırmada, Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Tapu- Tahrîr Defterleri Tasnifi (TD) 25, 75, 307, 702, 724, 264, 598, 980 numaralarda kayıtlı mufassal defterler yardımıyla, incelenilen adalarda Osmanlı hakimiyetinin yerleşmesi ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bu defterlerden TD 25 ve 307, tamamen Limni adasına ait olup, ilki 2-12 Şubat 1490; ikincisi 20-30 Mart 1558 tarihlerinde düzenlenmişlerdir. Diğer defterlerden TD 75, 702 ve 724 Gelibolu sancağı mufassal defterleri olup, sancağa bağlı Limni, Taşoz, İmroz, Semadirek ve Bozcaada ile ilgili kayıtları da içermektedirler. Tahrîrler Kasım 1519 (TD 75), ve 5-15 Nisan 1601 (TD 702, 724) tarihlerinde gerçekleştirilmişlerdir.[23] Tamamı Midilli sancağına ait olan defterlerden TD 598, 11-21 Eylül 1532; TD 264 ise 11-21 Şubat 1548 yıllarında tertip olunmuşlardır. Girit adasının cizye defteri olan TD 980, 1670 tarihlidir.
A. Fetihler
İstanbul’un fethi sırasında İmroz, Taşoz ve Semadirek adaları Enez hakimi Cenevizli Palamade Gattilusio’nun hakimiyeti altında bulunuyordu. Aynı yıl içerisinde Palamade ölünce yerine geçen oğlu Dorino, idaredeki şeriklerini iş başından uzaklaştırmıştı. Bunların Fatih’e müracaatı, daha önceki antlaşmaya göre Dorino’nun Osmanlılara vermesi lazım gelen tuz hasılatından bir kısmını Enez Limanı’na gelen yabancı gemilere satması, Ferecik kadısının Enez ahalisinden şikayetçi olması üzerine Fatih karadan, kaptan Has Yunus Bey de denizden Enez’i muhasara etmişti (1454).[24] Bunun üzerine Dorino, Semadirek adasına kaçtı. Kaptan Yunus Paşa, onu getirtmek için adaya bir kadırga gönderirken, kendisi de İmroz’a giderek Kritovulos’u yanına çağırtıp adanın idaresini ona vermiştir. Dorino, Yunus Paşa’nın kendisini getirtmek için gönderdiği gemiye binmeye cesaret edemeyerek, kendisine ait bir gemiyle Enez’e oradan da Edirne’ye giderek Padişaha itaatini arz etmiş ve Semadirek, İmroz ve Limni adalarının idaresinin kendisine bırakılmasını sağlamıştı.
Ancak, Yunus Paşa’nın ikazı üzerine bundan vazgeçilmiş ve adaların Osmanlı idarecileri tarafından yönetilmesi uygun görülmüştür.[25] Bu hadiselerden bahseden Osmanlı kronikleri, aynı seferle Taşoz’un da Osmanlı hakimiyetine girdiğini yazmaktadırlar. Bu sefer sırasında aynı aileden olan idarecileri Nicolas Gattilusio’dan menmun olmayan Limni ahalisinin Osmanlılara müracaatla Türk idareci talepleri üzerine, Hamza Bey adanın idarecisi olarak atanmıştır. Böylece Limni de Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Osmanlıların Ege Denizi ve adalar üzerinde yürüttükleri bu faaliyetler üzerine, Papanın bölgeye gönderdiği donanma Limni ve Taşoz’u ele geçirmiş, İmroz idarecisi Kritovulos’un ustaca diplomasisi sayesinde kurtulmuştur. Kısa bir müddet sonra Limni ve Taşoz Gelibolu sancakbeyi Kaptan Hadım İsmail Bey tarafından geri alınmıştır. Daha sonraları Venedik’le süren uzun harp devresinde (1463-1479) İmroz ve Limni 1466 yılında Venediklilerin eline geçmiş, 1470’te İmroz, 1479’da da Limni geri alınmıştır.[26]
Midilli adası da Gattilusio ailesinin elinde bulunuyordu. Burası, Osmanlı sahillerini yağmalayan Katalan korsanlarının bir üssü konumuna gelmişti. Ada idarecileri, bu faaliyetlerden pay aldıkları gibi Papa tarafından Doğu Akdeniz adalarını nüfuzu altına almak için gönderilen donanmayı kabul etmiş ve Osmanlılar aleyhine bir de ittifak antlaşması imzalamışlardı. Bunun üzerine Edirne’de toplanılan divanda adanın alınmasına karar verilerek, 1462’de Vezir-i azam Mahmud Paşa 200 parçalık bir donanma ile Midilli üzerine gönderilmiştir. Padişah da karadan hareket ederek, Edremit Körfezi’ne gelmiş ve Ayazmend’de çadırını kurmuştu. Ada 15 günlük bir muhasaradan sonra fethedilmiştir.[27]
Fatih döneminde Osmanlı hakimiyetine alınan adalardan birisi de Bozcaada’dır. Bizans zamanında Venedik ve Cenevizlerin adayı ele geçirmek için mücadelelerinden dolayı, 1381’de kale surları yıkılarak boşaltılmıştı. Adanın Osmanlı hakimiyetine girmesi hususunda Aşık Paşazâde, Tursun Bey, Neşrî, Oruç Bey gibi çağdaş Osmanlı tarihçileri herhangi bir bilgi vermemektedirler.[28] Dukas 1455 yılında Rodos elçileri ile yapılan görüşmeleri zikrederken Limni, İmroz, Midilli ve diğer adaların Osmanlı hakimiyetini tanıdığını yazmaktadır. Bundan Bozcaada’nın da o sırada Osmanlı hakimiyeti altında olduğu anlaşılmaktadır.[29] Ancak ada yine metruk kalmıştır. Çünkü, 1463-1479 Osmanlı-Venedik savaşları sırasında Bozcaada ve civar adalar Venedikliler tarafından kullanılmıştı. Limni’de üslenmiş olan Venedik donanmasının Midilli üzerine gideceği haberinin alınması üzerine, Kaptan-ı derya Mehmed Paşa emrindeki donanma, Bozcaada üzerine gelerek adayı zaptetmiştir. Bundan sonra adanın boğaz emniyeti için önemi düşünülerek, 1479’da bir kale inşa edilerek iskanı kararlaştırılmıştır.[30]
Doğu Akdeniz fetihlerinin son halkasının Girit’in alınması oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti’nin Venedik’e savaş ilanı ve Girit üzerine sefer düzenlemesi H. 1054/M. 1644-1645 yılında gelişen Sünbül Ağa hadisesi yüzünden olmuştur. Gerçekte Osmanlılar, Kıbrıs’ın alınmasından sonra Mısır, Tunus, Cezayir ve Trablus deniz yolları üzerinde bulunan ve bu eyâletlerden İstanbul’a gelecek iaşeyi tehdit eden ayrıca Levant ticaretini kontrol altında tutan Girit adasını ele geçirmek için uygun zamanı kolluyorlardı.[31] İşte Sünbül Ağa hadisesi bu fırsatı vermişti. Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa komutasında düzenlenen ilk seferle birlikte 22 Ağustos 1645’te Hanya alınmış böylece Osmanlılarla Venedik arasında yaklaşık 25 yıl süren Girit savaşları başlamıştı.[32]
Yusuf Paşa’dan sonra Girit serdarı tayin edilen Deli Hüseyin Paşa’nın yürüttüğü faaliyetlerle, 16 Kasım 1646’da Resmo alınmış bundan sonra savaş, adanın idare merkezi ve en müstahkem şehri olan Kandiye üzerinde yoğunlaşmıştır.[33] Bu tarihten itibaren Fazıl Ahmed Paşa’nın 1669’da şehri almasına kadar lağım savaşlarıyla ve adaya gönderilmeye çalışılan zahire ve mühimmat için yürütülen donanma savaşlarıyla ünlü bir dönem yaşanmıştır. Uyvar seferinden dönen Fazıl Ahmed Paşa, uzun zamandır devleti uğraştıran Kandiye’nin alınması için 1666’da ordusunun başında sefere çıktı. Sadrazamın adaya geçmesinden itibaren 27 ay aralıksız devam eden muhasara sonunda 9 Rebiülahir 1080/6 Eylül 1669’da imzalanan 17 maddelik barış antlaşması ile Kandiye Osmanlı Devleti’ne teslim olundu.[34]
B. Osmanlı Hakimiyetinin Tesisi
Fatih Sultan Mehmed zamanında yürütülen faaliyetlerle ele geçirilen Limni, İmroz, Semadirek, Taşoz ve Bozcaada idarî olarak Gelibolu sancağına bağlanmışlardır. Midilli adası ayrı bir sancak olarak teşkilatlandırılarak, daha sonra oluşturulan Kaptan Paşa eyâletine bağlanmıştır. Girit adası ise, ayrı bir eyâlet olarak Osmanlı idarî teşkilatında yerini almıştır. Osmanlılar 1645’te Hanya’yı aldıktan sonra idarî olarak herhangi bir eyâlete bağlamamışlardı. Devam eden mücadelelerle 1647 yılına kadar, Kandiye Kalesi hariç ada hemen hemen Osmanlı hakimiyetine alınmıştı. İşte bu tarihte Hanya Beylerbeyliği kurularak, adada zaptedilen yerler buraya bağlandı. Merkezi Hanya olan eyâlet, Hanya, Resmo, Kandiye ve İstiye isimli dört sancaktan müteşekkildi. Kandiye’nin alınmasıyla eyâletin merkezi buraya naklolunmuş ve beylerbeyliğine de Ankebut Ahmed Paşa getirilmiştir.[35]
- İmroz (Gökçeada)
İmroz, 1470 yılındaki kesin hakimiyetinden sonra Gelibolu sancağına bağlanmış ve Limni kadısının hukukî yetki alanı içerisine alınmıştır. Adanın XVI. yüzyıl başlarındaki durumunu tasvir eden Pîrî Reis, İmroz ve İskinid adlarında iki kalesi olduğunu yazmaktadır.[36] Ada halkı 1463-1479 savaşları sırasında Venediklilerle mücadele ettikleri için bir kısım vergilerden muaf tutulmuşlardır. 1519 tarihli kanunnâmeden anlaşıldığına göre, ada halkı haraç ve ispençeden muaf tutuldukları gibi, Balyanbolu Kalesi tarafında olan bölgede yaşayanlar, öşür de vermeyecekler bunun yerine mukataa-i zemin ödeyeceklerdi. İskinid taraflarında yaşayanlar, ziraata elverişli arazisinin çok olmasından dolayı öşürlerini ödeyeceklerdi. Resm-i ağnâm koyun başına bir akçe olarak tahsil edilecekti. Ada halkı, kürekçi, bennâ, cerahor ve tüm avarız vergilerinden muaf olacaklardı.[37]
Reâyâsının hukukî durumları bu şekilde belirlenen adada, aynı tarihte iki kale ve iki köy yerleşmesi bulunuyordu. Adanın merkezi konumunda olan Balyanbolu Kalesi 13 mahalleden müteşekkildi. Fore, Gode, Lonca, Gode-i diğer, Aya Todor, Minyako, Ayasofya, Ayo Yani, Aya Yorgi Kilisesi, Fore-i diğer, Aya Kiryaki Kilisesi, Ayo Todor-ı diğer ve Panaye isimlerini taşıyan bu mahallelerde 244 hâne, 216 mücerred nüfus yaşamaktaydı. Ayo Yani mahallesindeki 2 hâne 5 mücerred Müslüman dışındaki ahali gayr-ı müslimdi. Mahallelerin her biri birer papazın kontrolü altındaydı. Defterde bu durum, mahalledeki nüfusun kaydedildiği sırada ilk isim olarak papazların yazılmasıyla ifade edilmiştir. Bazı mahallelerde daha belirgin bir şekilde gösterilerek, mahalle isminden sonra papazın adı da yazılmıştır.
Vergi mükellefi reâyâdan ayrı olarak, 73 kişilik bir gayr-ı müslim müsellem grubu kalede yaşamaktaydı. Kale ve sahillerin korunması görevini yürüten bu şahıslar, hizmetleri karşılığında tasarruf ettikleri arazinin vergisinden muaf tutulmuşlardı. Nöbetle hizmetlerini yerine getiren müsellemlerin her gün 6 kişisi, görev yerlerinde bulunurlardı. Müsellemlerin oğulları olarak da 77 kişi kayıtlıdır. Vergi muafiyeti tanınan bir başka grup, adanın âyânından oldukları belirtilen 7 hânedir. Muhtemelen eski idarecilerden oluşan bu şahıslar da, müsellemlik hizmeti ile görevlendirilmişlerdi. Bu tarihte İskinid Kalesi tek mahalle olarak kaydedilmiştir. Burada 1 müsellem, 62 hâne ve 52 mücerred nüfus yaşamaktaydı. Adada meskun köyler Ayo Todor ve Aya Virini isimlerini taşıyorlardı ve toplam 113 hâne, 101 mücerred nüfusu barındırıyorlardı. İmroz’dan 1519’da alınan vergi geliri 65.400 akçeydi ve mirliva hâssıydı.[38]
Balyanbolu Kalesi’nde 1530 yılına gelindiğinde, 260 hâne, 149 mücerred ve 108 biveden oluşan nüfus yaşamaktaydı. Görüldüğü gibi, 1519’a nazaran kale nüfusu hemen hemen aynı kalmıştır. Ancak kalede görevli müsellemlerin sayısında bir düşüşün olduğu gözlemlenmektedir. Bu tarihte 49 hâne müsellem ve 20 hâne 21 mücerred müsellem oğlu kayıtlıdır. Bu durum, devlette müsellemlerin giderek önemlerini yitirmeleriyle alakalı olmalıdır. Adanın diğer kalesi İskinid’de 74 hâne, 28 mücerred, 8 bive nüfusu kayıtlıdır. Burası 1569 yılına doğru daha da gelişerek 3 mahalleli bir kasaba hüviyetini kazanmıştır. Ada halkının asıl geçim kaynağını ziraat ve hayvancılık oluşturuyordu.[39]
- Semadirek
XVI-XVII. yüzyıllarda Semadirek adasındaki tek yerleşim yeri kaleydi. Kalenin 1519 yılında tek mahallesinde, 172 nefer gayr-ı müslim nüfus yaşamaktaydı. Temel geçim vasıtaları ziraaat ve hayvancılık olan ada halkının bu tarihte ödediği vergi 24.600 akçeydi ve sancakbeyi hâsları arasına dahildi.[40] Aradan geçen 80 yılda giderek büyüyen kale, 1601’de 4 mahalleli küçük bir kasaba durumuna gelmiştir. Bu tarihteki nüfus, 4 hâne, 3 mücerred Müslüman ile 735 nefer Hıristiyandan müteşekkildi. Halkın ödediği yıllık vergi 106.731 akçeydi ve Kanunî Sultan Süleyman evkafı için tahsis olunmuştu.[41]
- Taşoz
Taşoz’da yaşayan reâyânın hukukî statüsü 1519 tarihli kanunnâmede şöyle ifade olunmaktadır. Ada halkı, ürettiği hububat üzerinden öşür vermeyecek, bunun yerine 50 akçe çift resmi ödeyecekti. Bu vergi tasarruf edilen toprak miktarına göre değişmiyor, az ya da çok toprak tasarrufunda bulunan reâyâ aynı oranda vergisini ödüyordu. Bundan başka amil veya zabitlerine çift başına yarım kile de çavdar vermekteydiler. Çapa ile ziraat edilen bakla, mercimek, soğan, sarımsak ve keten üretimi öşre tâbiydi. Enar, incir, zeytin, badem ve ceviz yetiştiriciliğinden de öşür vermekteydiler. Ada reâyâsının ödeyeceği cizye 30, ispençe ise 25 akçe olarak tespit olunmuştu. Bivelerden 18 akçe cizye, 6 akçe ispençe tahsil olunacaktı. Sahip oldukları her koyun, kovan ve yeni yetiştirdikleri her domuz başına da 1 akçe vergi ödeyeceklerdi. Gelin olan her kız ya da dul için gerdek vergisi 30 akçe olarak belirlenmişti.[42] Bu hukukî statüye tâbi olarak, 1519 yılında adada 3 kale ve 2 köy yerleşmesi bulunuyordu. Kaleler Liman Hisar, Çakrah, Yeni Hisar; köyler ise Bulgar ve Sulugos isimlerini taşıyorlardı. Bütün bu yerleşim birimlerinde 404 hâne, 254 mücerred, 93 bive yaşamaktaydı. Tertip hususiyeti itibariyle defterde yerleşim birimlerinde yaşayan erkek nüfusun isimleri kaydedildikten sonra altına ödedikleri cizye miktarı siyakat rakamlarıyla yazılmıştır. Yerleşim birimlerindeki biveler, başlıkla en sonda gösterilerek bunların cizyeleri de isimlerinin altına kaydedilmiştir. Adadan bu tarihte toplanan senelik vergi 89.523 akçeydi ve padişah hâsları arasına dahil edilmişti.[43]
Adadaki yerleşim birimlerinin zamanla büyüyerek, birer kasaba hâline geldikleri görülmektedir. Nitekim, 1601 tarihine gelindiğinde Liman Hisar Kalesi’nin 3, Yeni Hisar Kalesi’nin 5 mahalleye ulaştığı görülmektedir. Bu tarihte 4 mahalleden müteşekkil olan Sulugos köyü de aynı şekilde bir gelişme göstermiştir. Ayrıca, bir köy de yeniden iskan edilmiştir. Bu gelişmeye paralel olarak adada yaşayan nüfusta da belirgin bir artış göze çarpmaktadır. Sulugos köyü Aya Todor Mahallesi’ndeki 6 hâne Müslüman dışındaki nüfusun tamamı Hıristiyan olup, 1646 neferdi. Bu tarihte adanın senelik vergisi, padişah hâslarının gelirleri arasındaydı. Bu defterde Bozbaba adası da Taşozla beraber tahrîr olunmuştur. Buna göre, adada 59 nefer Hıristiyan yaşıyordu ve senelik 5000 akçe vergi ödemekteydiler.[44]
- Bozcaada
XVII. yüzyılın başlarında, Bozcaada Kalesi’nde 37 nefer mustahfız görev yapmaktaydı. Defterde bu görevliler, tasarruf ettikleri arazilere göre, çiftlik ve zemin başlığıyla kaydedilmişlerdir. Bunlardan başka kalenin 5 mahallesinde 20 hâne, 1 mücerred Müslüman ile 242 nefer Hıristiyan nüfus yaşamaktaydı. Defterdeki yazılış sırasına göre mahalleler, Komino Papa, Dimitri, Köse Yorgi, Mihal Kalaton ve Milika isimlerini taşıyorlardı. Ada ahalisinin geçim vasıtalarını hububat üretimi, bağcılık ve hayvancılık faaliyetleri oluşturuyordu. Bozcaada’dan 1601 yılında tahsil olunan senelik vergi 45.557 akçeydi ve padişah hâslarına tahsis olunmuştu.[45]
- Limni
Limni adası Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra, Gelibolu sancağına bağlı bir kazâ merkezi olarak teşkilatlanmıştı. Arşivlerimizdeki en eski tarihli Limni adası tahrîr defterine göre, 1490 yılında Limni reâyâsının hukukî durumları şu şekilde izah edilmiştir. Adada yaşayan Hıristiyan reâyâ ekonomik durumlarına göre cizye ve ispençelerini ödemekteydiler. Bu ayrımla devlete zenginler 30’ar akçe cizye, 25’er akçe ispençe; orta hâlliler 25’er akçe cizye, 25’er akçe ispençe; fakirler 25’er akçe cizye, 15’er akçe ispençe ödeyeceklerdi. Bekar erkek çocukların ödedikleri bu vergiler ise, 5’er akçe olarak tespit olunmuştu. Adada devlet tarafından kendilerine çeşitli görevler verilen pâsbân, ases, müsellem ve keştîbânların yaptıkları hizmetlerin karşılığı olarak, cizye ve ispençe vergilerinde indirimler yapılmıştır. Pâsbânlar 15’er akçe cizye, 10’ar akce ispençe; asesler ve keştîbânlar 12’er akçe cizye, 10’ar akçe ispençe; müsellemler 15’er akçe cizye, 12’er akçe ispençe ödeyeceklerdi. Adada üretimi yapılan hububatın her türü, şıra, bostan, badem ve zeytin mahsulatı öşre tâbiydi. Ziraat edilen bağlar, dönüm esasına göre 4’er akçeyle vergilendirilmişti. Halkın geçim vasıtalarından koyun ve keçi yetiştiriciliğinden, kuzuları sayılmadan hayvan başına 1’er akçe tahsil olunacaktı. Bu vergilerini ödeyen ada halkı, fetihten beri deniz tarafındaki karakolları muhafaza etme hizmetlerine karşılık olarak avarız-ı divaniyeden muaf olacaklardı. Kanunnâmenin sonunda yer alan bir başka kayıttan, fetihten itibaren ada reâyâsına tarh olunan ispençenin miktarını tespit etmek mümkün olmaktadır. Bu kayda göre, fetihten sonra bütün halk 3’er akçe ispençe ödemekteydiler. Bu miktar 15 Receb 883/12 Ekim 1478 tarihinde 10’ar akçeye çıkarılmıştır. Buradan fetihle ada halkına tanınan bir kısım muafiyetlerin zamanla ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır.[46]
Bu tarihte adada meskun 2 kale yer alıyordu. Adanın merkezi hüviyetindeki Palu Kasrı Kalesi, Büyük Kapu, Lonca, Karakal ve Mavrohori isimli 4 mahalleden meydana geliyordu. Bu yerleşim birimlerinde toplam 52 hâne 9 mücerred reâyâ nüfusu yaşamaktaydı. Bundan başka adada görevli 42 nefer ases, 56 nefer pâsbân 42 nefer müsellem ve 44 nefer keştîbân kale sakinleri arasındadır. Adanın diğer kalesi Kasri’de ise reâyâ nüfusuna rastlanılmazken 21 nefer ases, 41 nefer pâsbân ve 15 nefer müsellemin burada yaşadıkları görülmektedir.[47] Adanın kırsal kesiminde meskun 77 köy ve 1 mezraanın tahrîri gerçekleştirilmiştir. Bu tarihte kaleler ve kırsal kesimde yaşayan halkın tamamı Hıristiyandı.[48]
Kalelerde ases, pâsbân, keştîbân ve müsellemlik hizmeti yapan görevlilerin ödedikleri cizye ve ispençe miktarları, 1519’da hiçbir değişiklik göstermezken reâyânın bu vergilerinin artırıldığı gözükmektedir. Bu tarihten itibaren reâyânın zenginleri 40’ar akçe cizye, 25’er akçe ispençe; orta hâllileri 35’er akçe cizye, 25’er akçe ispençe; fakirleri 30’ar akçe cizye, 15’er akçe ispençe ödeyeceklerdi. Bekar erkek çocukların ödedikleri bu vergiler ise, 15’er akçe cizye 10’ar akçe ispençe olarak tespit olunmuştu. Reâyânın üretimini yaptığı hububat, bakliyat, zeytincilik vs. faaliyetleri ile sahibi oldukları küçükbaş hayvan ve kovanların vergilendirilmesinde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.
Ancak bağcılık faaliyetlerinin vergilendirilmesinde %100’lük bir artış gerçekleştirilmiştir.[49] Palu Kasrı Kalesi’nde bu tarihte 5 mahallenin yer aldığı görülmektedir. Defterdeki yazım sırasına göre, Karakal, Midrepolid, Ayo Kostandin, Poryoz ve Büyük Kapu isimlerini taşıyan bu mahallelerde toplam 33 hâne, 126 mücerred reâyâ nüfusu yaşamaktaydı. Kalede ayrıca 50 nefer ases, 67 nefer pâsbân, 60 nefer müsellem, 60 nefer keştîbân ve 52 nefer binacı olmak üzere toplam 289 nefer görevlinin yaşadıkları görülmektedir. Kalenin reâyâ nüfusunda 1490 yılına nazaran bir miktar düşüşün sebebi, bu tarihte kalede devlet tarafından yukarıdaki hizmetlerle görevlendirilen kişilerin sayısındaki artıştır. Nitekim 1519’da ases, müsellem, keştîbân ve pâsbân sayısında 53 kişilik bir artışın gerçekleştiği gibi, bu tarihte 1490 yılında olmayan 52 nefer de binacının yazıldığı görülmektedir. Dolayısı ile bir önceki sayımda reâyâ olan şahısların bir kısmı 1519’da bu görevliler arasına dahil olmuşlardır.
Mahallelerin hepsi birer papaza bağlıydılar. Bu durum Ayo Kostandin mahallesinde başlık olarak kaydedilmiş, diğer mahallelerde ise nüfusun yazıldığı kısımda ilk isim olarak bunların yazılmasıyla ifade edilmiştir. Mahallelerde yaşayan reâyâ nüfusu hâne ve mücerred olarak yazıldıktan sonra cemâat-i hızmetkârân adıyla bir grubun daha kaydedildiği görülmektedir. Bunlar o mahallede yaşayan pâsbân, ases vs. görevlilerdi.[50] Adada bu tarihte toplam 83 köyün tahrîri yapılmıştır. Bunlardan 20’sinin geliri sancakbeyi hâssı, 61 ’inin geliri Palu Kasrı Kalesi’nde görevli mustahfızların tımârı, 2 köyün geliri ise, kadı Ruhullah Efendi’nin maaşı için tahsis olunmuştur. Adadaki cizye ve âdet-i ağnâm gibi maktû vergiler ise padişah hâsları arasındaydı.[51]
Palu Kasrı’nda görevli ases, pâsbân keştîbân, müsellem vs. görevlilere 1530 yılı tahrîrinde rastlanılmamaktadır. Bu durum, onların görevlerinin artık 1519 tahrîrinde gördüğümüz mustahfızlar tarafından yapılıyor olmasından kaynaklanmıştır. Kaleye 1519 gördüğümüz mustahfızların tayininden sonra, tedrici olarak bu görevliler ortadan kaldırılmışlardır. Adanın XVI. yüzyılın ortalarından XVII. yüzyılın başına kadar gerçekleştirilmiş olan sayımlarında, cizyenin yine eski usulde, halkın ekonomik durumlarına göre tahsil edildiği görülmektedir. Ancak ispençe artık bütün reâyâdan aynı oranda tahsil olunuyordu ve miktarı, evlilerden 25’er bekarlardan ise 20’şer akçe olarak belirlenmişti. Bu tarihlerdeki diğer vergilerin değişmediği görülmektedir.[52] Kalenin mahalle sayısı 1558’de 6’ya yükselmiştir. Bu tarihte 1530’da olmayan Küçük Poryoz mahallesi ortaya çıkmıştır. Mahalle sayısı 1601’de 3’e düşmüştür. Bu durum, herhangi bir şekilde kalede yaşayanların ayrılmaları sonucu değil de bir kısım küçük mahallelerin birleştirilmesi suretiyle meydana getirilmiştir. Nitekim, kalede 1558’de 350 hâne ve 13 bive yaşarken 1601’deki nüfus 606 nefer olarak tahrîr olunmuştur.[53] Adada tahrîr olunan köy sayısı 1558’de 76, 1601’de 80’dir.[54]
- Midilli
Ada reâyâsının devlete karşı yükümlülüklerinin belirlendiği 1532 ve 1548 tarihli kanunnâmeler, hemen hemen birbirinin aynıdır sadece hububat, bakliyat üretimi ile bağcılık, zeytincilik ve meyvecilik faaliyetleri üzerinden alınan öşür miktarında iki tarih arasında farklılıklar gözükmektedir. Bu vergi, 1532 tarihinde Müslüman ve gayr-ı müslimlerden aynı oranda (%10) tahsil olunurken, 1548 tarihinde Müslümanlardan yine aynı oranda alınıp, gayr-ı müslimlerden 1/8 oranında alınmaya başlanmıştır. Adada yaşayan her gayr-ı müslim erkek, büluğa erdikten sonra 25’er akçe ispençe ödemekle yükümlüydü. Biveler ise bu vergiyi 6 akçe olarak ödemek durumundaydılar. Bunun karşılığı olarak Müslümanlardan alınan çift resminin miktarı da, tam çiftlik tasarruf edenlerden 24’er, yarım çiftlik tasarruf edenlerden 12’şer akçe olarak tahsil olunacaktı. Topraksız ve evli Müslüman erkeklerden 12 akçe resm-i bennak, büluğa ermiş erkek çocuklardan da 6 akçe mücerred vergisi alınacaktı. Ada reâyâsı, sahibi olduğu kovan başına 1 akçe vergi ödemekteydi. Küçükbaş hayvan yetiştiriciliği ise 2 koyuna bir akçe olarak vergilendirilmişti. Her iki tarihte de adada 31 nefer Hıristiyan müsellemin olduğu kayıtlıdır. Bunlar kalede taşçılık ve zenberekçilik hizmetlerini görüyorlar ve hizmetleri karşılığı olarak cizyelerini ödedikten sonra müsellem oldukları tarihte ellerinde bulunan arazi, bağ, bahçe, değirmen, küçükbaş hayvanları için herhangi bir vergi ödemedikleri gibi bütün örfî vergiler ve avarızdan da muaf kaydolunmuşlardır. Müsellemlik hizmetlerini yürütürken bağ, bahçe ya da arazi alırlarsa bunun vergisini ödemek durumundaydılar. Müsellemlerin vefatıyla hizmetleri, varsa oğullarına devredilecekti. Şayet yerine geçecek oğlu yoksa veya oğluna herhangi bir sebeple bu görev verilmemişse topraklar reâyâ çiftliği statüsüne g etiril ecekti.[55]
XVI. yüzyılın ortalarında Midilli, oldukça gelişmiş bir şehir konumundadır. Merkezde 1548’de 15 mahalle bulunuyordu. Mahalleler defterde iki ayrı yerde kaydedilmiştir. Bu durum iki mahallenin gelirinin padişah hâssı, diğerlerinin gelirinin ise sancakbeyi hâssı olmasından kaynaklanmıştır. Çünkü defterin yazım tarzına göre yerleşim yerleri, geliri tahsis olunan birimlere göre tasnif edilmiştir. Şehrin 6 mahallesi Müslümanlarca, 8 mahallesi Hıristiyanlarca meskundu. Bir mahallede ise, Müslüman ve Hıristiyanlar beraber yaşamaktaydılar. Müslüman mahalleleri, Cami-i Şerif, Mahmud Bey Mescidi, Malkaralı Muslihiddin Mescidi, Mahmud Ağa Mescidi, Kal‘a-i Zir, Varoş isimlerini taşıyorlardı ve toplam 208 hâne nüfusu barındırıyorlardı. Bu mahallelerin dördü isimlerini burada bulunan mabetlerden almışlardır. Nitekim, defterin adadaki vakıfları gösteren kısmında Mahmud Ağa Mescidi, Malkaralı Muslihiddin Mescidi ve Mahmud Bey Muallimhânesi’nin vakıfları kaydedilmiştir. Müslüman nüfusun 90 hânesi Midilli Kalesi’nde görevli azaplardı. Bundan başka 40 hâne de müsellem olarak görevlendirilmişlerdi. Müsellemler bu hizmetlerinden ayrı olarak sarnıççılık vazifesini de yerine getiriyorlardı. Bu hizmet, defterde yağmur yağdığında sarnıcı ve sarnıca gelen su yollarını temizlemek ve sarnıcı su ile doldurmak olarak ifade edilmektedir. Bunlar, yaptıkları bu hizmetler karşılığında avarızdan muaf tutulmuşlardır.
Hıristiyan mahalleleri ise, Ahlad ve Kastro, Papa Mazari, Papa Nikola (Yukarı Hisar), Papa Dimitri, Papa Yani, Papa Hristoko, Papa Mihal ve Papa Dimitri (Mitre Polid) isimlerini taşıyorlardı. Bu mahallelerde toplam 535 hâne, 349 mücerred ve 184 bive yaşamaktaydı. Nüfusun 31 hânesi Hıristiyan müsellemlerden meydana gelmekteydi. Bunların 12 hânesi taşçı olarak yazılmıştı ki, yılda 1424 taşı üç aylık dilimler hâlinde kaleye teslim etmek durumundaydılar. Geriye kalan 19 hâne ise, zenberekçilik hizmeti görüyorlardı.
Defterde görevleri, kaleye düşman taarruzu olursa zenbereklerle hizmet edecekler şeklinde izah edilmektedir. Taşçılar ve zenberekçiler bu aslî görevlerinden başka, kalenin onarıma muhtaç yerlerinin tamiri, silah ve bazı edevatın bulunduğu damların bakımı, mîrî mallarının iskeleye indirilmesi ve gemilere yüklenmesi işlerinden de sorumluydular. Kalede Müslüman ve Hıristiyanların ortak yaşadığı mahalle, Epsini Karye adını taşıyordu. Burada 22 hâne, 4 mücerred Müslüman ile 212 hâne, 96 mücerred ve 80 bive Hıristiyan nüfus sakindi. Böylece Midilli şehrinde toplam 230 hâne, 4 mücerred Müslüman ile 747 hâne, 445 mücerred ve 264 bive Hıristiyan nüfus mütemekkindi. Hıristiyan mahalleleri birer papazın sorumluluğu altındaydı ve isimlerini de onlardan almışlardı. Mahallelerin isimleri yazıldıktan sonra kaydedilen ilk kişi bu papazlardır ve mahalle ismiyle aynıdır. Ayrıca papaz isimlerinin altına düşülen el-mezbûr tabirinden de mahallenin adının bu şahıslardan geldiği anlaşılmaktadır.[56]
- Girit
Kandiye’nin fethinden sonra adanın baştan sona sayımı yapılmıştır. Eminliğini Yeniçeri ocağı kâtiplerinden Mehmed Efendi’nin gerçekleştirdiği ve H. 1081/M. 1670-1671 tarihinde tamamlanan bu sayımın özelliğinden dolayı adada yaşayan Müslüman nüfusun tespitinde bir takım güçlükler bulunmaktadır. Bu yüzden 1670’te Girit şehirlerinde yaşayan gayr-ı müslim nüfusun değerlendirilmesiyle iktifa edilecektir. Bu tarihte Hanya’nın 30 mahallesinde cizye vermekle mükellef 347 hâne nüfusun yaşadığı görülmektedir. Bu hâne reislerinden 62’si demircilik, limancılık ve taş yontuculuk meslekleriyle uğraşırken 260’ı kentin varoşlarında yaşayan belli bir mesleği olmayan kimselerdi. Geriye kalan 25 hâne de şehirdeki Yahudilerdi.[57] Resmo şehrinde 1670’teki gayr-ı müslim nüfus, 272 hâneden müteşekkildi.[58] Uzun muhasaralar sonunda fethedilen Kandiye Kalesi, adeta terk edilmiş bir şehir konumundaydı. Nitekim, 1670’te şehrin kayıtlı 56 mahallesinde sadece 13 Hıristiyan 26 Yahudi hânesinin yaşadığı görülmektedir.[59]
Osmanlılar, gayr-ı müslim memleketlerinde gerçekleştirdikleri fetihlerden sonra, ilk iş olarak o yerin en meşhur kilisesini genellikle devrin padişahı adına camiye çevirterek ilk cuma namazını burada kılmayı âdet edinmişlerdi. Bundan başka orduda bulunan diğer vezir ve komutanlar da bölgedeki kiliseleri adlarına camiye çevirterek, vakıflar tayin ederlerdi. Girit Adası’nda da bu yolla Hanya’da 3, Resmo’da 2 ve Kandiye’de 13 caminin yapıldığı görülmektedir. Hanya’daki camiler Hünkar Camisi (Sultan İbrahim Camisi), Yusuf Paşa Camisi, Musa Paşa Camisi; Resmo’daki camiler ise, Sultan İbrahim Camisi ve Valide Turhan Sultan Camisi isimlerini taşıyorlardı. Kandiye’deki camiler ise, IV. Mehmed, Fazıl Ahmed Paşa, Defterdar Ahmed Paşa, Sultan İbrahim, Defterdar Mehmed Paşa, Valide Turhan Sultan, Sadaret Kethüdası Mahmud Ağa, Ankebut Ahmed Paşa, Reisülküttap Acemzâde Hüseyin Efendi, Zülfikar Ağa, Halep Valisi İbrahim Paşa, Yeniçeri Ağası Abdurrahman Ağa ve Kaplan Mustafa Paşa tarafından camiye dönüştürülmüşlerdir. Dolayısı ile onların isimlerini taşıyorlardı.[60]
Sonuç olarak, Fatih Sultan Mehmed devrinde ciddi bir biçimde Akdeniz politikasını oluşturan Osmanlı Devleti, onun zamanında Anadolu sahillerine yakın Doğu Akdeniz adalarının önemli kısmını hakimiyeti altına almıştır. Sonraki dönemlerde bu fetih siyaseti devam ettirilmiş ve XVI. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Doğu Akdeniz’deki hakimiyet perçinlenerek, Osmanlı nüfuzu Orta ve Batı Akdeniz’e de taşınmıştır. Osmanlıların Doğu Akdeniz’deki en büyük rakibi Venediklilerdi. Osmanlı hakimiyeti Kuzey Afrika sahilleri boyunca Batı Akdeniz’de yayılmaya başlayınca bu kez Habsburglarla mücadeleler başladı. XVI. yüzyıl içerisinde bu savaşların hemen hepsinden galibiyetle ayrılan Osmanlılar, bu asırda Akdeniz’deki tartışmasız en büyük güç konumuna geldiler. Bu durum XVII. yüzyılın başları için de geçerlidir. Ancak, XVII. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki gücü sarsılmaya başlamıştır. Girit seferleri dolayısı ile Venedik’le yürüttüğü donanma savaşlarında, eski başarılarından hayli uzak bir konumdadır. Hatta bu dönemde bir aralık Bozcaada ve Limni, Venedikliler tarafından işgal edilmiştir. Köprülü Mehmed Paşa’nın sadareti zamanında bu adalar, geri alınmışsa da Osmanlı donanması eski gücü ve ihtişamına bir türlü kavuşamamıştır.
Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 589-598