Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

XIX. Yüzyıl Osmanlı Reformlarını Nasıl İncelemeliyiz?: Mevcut Literatür Ve Bakış Açıları Üzerine Bazı Düşünceler

0 9.027

Yrd. Doç. Dr. Bülent ÖZDEMİR

Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı Tarihi ile uğraşan akademisyenlerin çoğu, bu yüzyıldaki Osmanlı reformlarının “Batı medeniyetinin etkisi ile yapıldığı” şeklinde yaygın bir fikre atıfta bulunmaktadırlar. Avrupa aydınlanması ve Fransız İhtilali sonrası meydana gelen ihtilal hareketlerinin, Osmanlı Devleti’nin modernleşmesi ve sekülerleşmesinde çok önemli bir rol oynadıkları, hiç yadsınmadan kabul edilmektedir.[1] Buna göre erken dönemde Avrupa ile olan diplomatik ilişkiler ve daha sonra imparatorluk yönetiminde gücü ve etkisi sürekli artan bürokratların 18. yüzyıl Avrupa medeniyetinin etkisi altındaki aydınlanmacı düşünceleriyle, yeni açılım ve değişmeler sürekli olarak desteklendi. Bu hazırlayıcı etkenler sayesinde 19. yüzyılda daha geniş ve radikal reformların yapılması mümkün oldu. Şerif Mardin’e göre 18. yüzyılda bir Avrupalı görevli tarafından bir reform paketinde kullanılıncaya kadar Osmanlılara “nizam” kelimesi bile oldukça yabancıydı.[2] Osmanlı reformları için itici gücün hiçbir şüpheye yer bırakmadan Avrupa’nın üstünlüğüne verilmesi gerektiği ve bu üstünlüğün, Avrupa medeniyeti ile yakın ilişkiler kurabilmiş olan Osmanlı bürokratları tarafından en iyi şekilde anlaşılmış olduğu düşüncesi mevcut literatürde derin bir etkiye sahiptir. Yukarıdaki bu iddiaya karşılık biz bu yazıda, Osmanlı reformlarının sebep ve sonuçlarının farklı tarihi verilerde aranması gerektiğini teklif ediyoruz. Eğer 19. yüzyıl Osmanlı toplum yapısında olduğu gibi büyük değişmelerden bahsediyorsak sosyal ve ekonomik değişmelerin hiçbir şekilde göz ardı edilmemesi gerektiğini başta belirtmeliyiz.

19. yüzyıl Osmanlı reformlarına, reformları “Osmanlı toplumunun gelişmesi için amaçlı bir değişim fikrinin”[3] sonucu olarak gören bir bakış açısından bakıldığında, pek çok tarihçiye olduğu gibi, bizi açık bir şekilde bir tek sonuca; reformların Osmanlı toplumu üzerine yine bu topluma yabancı bir yöntemle zorla uygulandığı sonucuna götürür. Bu başlangıç noktası bizi, her bir reformu dış dünyanın (ki burada bu Batı’dır) etkisi altında yönetici zümre tarafından yapılmış bir yenilik olarak düşünmeye yöneltir. Batının dinamik karşıtlığı ve “geleneksellik”in durağan ve olumsuz etkisi karşısındaki meydan okuması Tanzimat konusundaki tarih yazımlarında sıkça gördüğümüz bir retorik olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer biz reformcuları “değişim”in resmi görevlileri ve uygulayıcıları olarak kabul edersek, ki bu Berkes’in ifadesiyle” insanları değişmek istemeye razı etmek ve değişimin arzulanabilir ve mümkün olduğuna inandırmak”[4] demek olur ve her ne kadar sosyolojinin temel prensipleriyle çakışırsa da, bunun ancak aydın fikirli bürokratların öncülüğünde oluşabileceğini kabul etmiş oluruz. 19. yüzyıl reformları için kabul edilen ve tepeden inme bir ilham ile oluşturulan bu tabloyu tamamlamak için, 19. yüzyılda da yaşayan geleneksel Osmanlı toplumu için, Sultan aniden ve yarı mucizevi bir şekilde, fakat modern Batı ile kurduğu özel ve ayrıcalıklı ilişkiler sayesinde, “aydın bir monark”, “popüler bir şahsiyet” ve “tanıdık olmayanın bir sembolü” oluverir.[5] Bu bağlamda Berkes şöyle bir iddiada bulunuyor:” Türk siyasal hayatındaki değişimin en zayıf noktası yeni yönetim olgusunun, yükselen orta sınıf istek ve arzularının bir ürünü olmaktan çok, geleneksel siyasi otoritenin kendi varlığının devamı niteliğinde verdiği uğraşın bir sonucu olmasıdır.”[6]

Yukarıdaki ifadeler Berkes’e göre 19. yüzyıl Osmanlı Devleti’ndeki değişim surecinin açıklanması anlamına gelmektedir. Şimdiye kadar gördüğümüz gibi, bu anlatım, artık gelenekselleşmiş olan Oryantalist yaklaşımın bütün özelliklerini taşımaktadır. Ortada geleneksel yapıya sahip bir toplum vardır. Bu aynı zamanda onun durağan, kendi iç dinamikleri ile değişemez ve dolayısıyla Batı toplumlarından farklı olduğu anlamına gelmektedir. Eğer bu toplum, gelişmeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç hissederse, hiçbir ayırt edici koşul tanımaksızın Batılı olan her şeyi kabul ederek öncelikle kendi engellerinden kurtulmalıdır. Daha üstün olan toplumdan (ki burada “Batı”dır) gelen her şeyi basit bir taklit ve tepeden inmeci bir yaklaşımla algılayan ve uygulamaya koyan birileri olmalıdır. Bu reformcular halkı değişimin kendileri için yararlı olacağına inandırmalıdırlar. Hiç şüphe yok ki bu tepeden inme değişim sürecine toplumun çeşitli kesimlerinden bazı itirazlar ve direnmeler olacaktır. Fakat kendi içerisinde tutarlı bazı maddi motiflere sahip ve statükonun devam etmesini isteyen bu reform karşıtları, kolayca ve uygun bir şekilde “geleneksel” ve “gerici” olarak etiketlenecektir. Daha da önemlisi bu reform karşıtlığı, topluma, yapılmaya çalışılan reformların ne kadar gerekli ve hayati olduğunu ispatlamak için bir delil olarak sunulacaktır.[7] İşte yukarıdaki bu yargılar 19. yüzyıl Osmanlı reformları konusunda oluşmuş literatürde yaygın bir şekilde seslendirmektedir.

Eğer toplumdaki değişmelerin dış etkenlerle meydana geldiği şeklinde bir bakış açısına sahipsek, bir reform uygulamasının ardındaki sebepleri de, dış politik ve diplomatik olaylarla açıklamaya çalışır ve değişen toplum içerisindeki iç dinamikleri görmezden gelerek toplumu bir “bağımlı değişken” olarak görürüz.[8] Örneğin, Müslim ve gayrimüslimlerin kanun önünde eşit olmaları yönünde yapılan Osmanlı reformları, tipik bir şekilde uluslararası politika ve onun değişen boyutlarıyla ilişkilendirilmiştir. Bunu etkileyen faktörlerden Avrupalı Büyük Güçlerin Osmanlı Devleti üzerindeki çıkarları, Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan “milliyetçilik”, Osmanlı Devleti’ndeki dini azınlık grupların Avrupalı devletler tarafından himaye edilmesi, İngiltere’nin değişen Orta Doğu politikası ve Rusya’nın Balkanlar’daki Pan-Slavist hareketleri gibi temel hususların konuların “millet” problemiyle ilgilenen hemen hemen her kitapta not edildiğini görürüz.[9] Halbuki, son yıllarda yapılan çalışmalar da açık bir şekilde, iç sosyal değişmeler ve önceliklerin bu yönde yapılan reform hareketlerinde çok önemli bir rol oynadığını göstermiştir. Özellikle, ekonomik faktörlerin gayrimüslimler üzerine çok önemli olumlu etkilerinin olduğu konusu ciddi şekilde ele alınmalıdır. Osmanlı Devleti’nin en erken dönemlerinden başlayarak Osmanlı’nın gayrimüslim vatandaşları, tüccarlar, esnaflar ve bankerler olarak ekonomik konularda hep ön sıralarda olmuşlardır. Gayrimüslimlerin Osmanlı ekonomik faaliyetlerindeki ağırlığı, zaman içerisinde sürekli artarak 19. yüzyılda Avrupa kapitalist genişlemesiyle birlikte, daha ayrıcalıklı ekonomik sonuçlar doğurmuştur. Böylece, bu zümre ekonomik olarak daha güçlü bir hale gelirken gittikçe artan bir şekilde de bağımsızlaşmıştır. Bu durum, azınlıkların, grup bilincine ulaşmalarına, daha iyi bir eğitim anlayışına sahip olmalarına, Avrupalı devletlerle daha yakın ilişkilere girmelerine ve daha da önemlisi, Osmanlı Devleti’ni meydana gelen bu toplumsal değişmelere uyum sağlamaya zorlayan bir iç faktör olmasına yol açmıştır. Sonuç olarak, 19. yüzyılda azınlıklarla ilgili bazı reformların, Osmanlı Devleti’nin değişen sosyal koşullara uymak için yaptığı uygun zamanlı tepki ve cevaplarından öte bir şey olmadığı ileri sürülebilir.[10]

Bu noktada, Osmanlı reformcularının uyguladığı reform paketlerini o günkü Batılı reform örneklerinden ödünç aldıklarını kabul etsek bile, bu onların başka seçenekleri olmadığı ya da gerçekten Osmanlı toplumu için iyi sonuçlar vereceğine inandıklarından Batı’nın daha “üstün” gördükleri kurumlarını ve uygulamalarını aynen kopya ettikleri anlamına gelmez. Aslında, Osmanlı Devleti’nin her zaman Batı ile ilişki içerisinde bulunması bir tarafa, kapalı bir toplum özelliği göstermediğinden reform olgusu hep vardı. Reformlar zamanın şartlarına uygun bir şekilde yapılmaktaydı. Osmanlılar toplum ve müesseseler için yararlı olacak olan ve gerekli görülen yeni uygulamalar ve teknolojileri almakta hiçbir zaman tereddüt etmemişlerdi.[11] Osmanlı Devleti ve toplumu zaman içerisinde sürekli bir değişim geçirdiğini de unutmamalıyız. Osmanlı Devleti kurumları ve sosyal uygulamaları bazen evrimsel hareketlerle, bazen de daha radikal görünümlerle zaman içerisinde sürekli bir şekilde değişen şartlara cevap ve tepkiler vermekteydi.

Mesela, II. Mahmut uygulayacağı yeni reformlar için desteği kendi halkından bulmuştu, çünkü halk günlük hayatta bu reformlara ihtiyaç hissetmeye başlamıştı. Diğer bir deyişle, bu dönemde hem dışta hem de içteki şartların hızlı bir şekilde kötüleşmesi, Osmanlı toplumunun bir bütün olarak değişimi kabul etmesine neden olmuştu. Burada, uygulanan reformları, Osmanlı Devleti’nin bu sosyal değişmelere verdiği doğal tepkiler olarak algılamalıyız. Sultan II. Mahmut Dönemi reformlarını bir hükümdar kaprisi ya da arzusu olarak görmek, bizi, başarılı olmak için bu reform düşüncelerinin nereden esinlendiği ve kimleri taklit ettiği şeklinde düşünmeye iter. Böylece, arayışımızı bir belirgin, olası, üstün ve en elverişli faktörle sınırlandırırız ve bu da doğal olarak “Batı”dır. Eğer 19. yüzyıl Osmanlı reformlarının yapılmasına neden olan alternatif faktörleri arayacak olursak, Osmanlı devlet kurumlarının bozulması ve yeni, değişen sosyal ve ekonomik şartlara cevapsız kalması ile toplum anlayışında ortaya çıkan belli şekillerdeki özgürlük düşüncesi, hesaba katılacak ilk faktörler olacaktır.

Biz bu makalede reformların genel karakterini etkileyen birincil faktörlerin iç faktörler olduğu savından yola çıkarak bir sorgulamada bulunacağız.

Şüphesiz, bu iç (dahili) faktörlerin incelenmesindeki en temel problem Osmanlı toplum yapısındaki değişmeleri gösteren orijinal bilgi ve verilere ulaşmaktır. Çağdaş yabancı kaynakların genel olarak taraflı olduğu ve Osmanlı toplumuna ve reformlara önyargıyla ve kendi çıkarları açısından baktıkları bilinen bir gerçektir. Örneğin misyonerlerin tuttukları kayıtlar ve reformlarla ilgili olarak verdikleri bilgiler hep gayrimüslim reayanın eşitliği üzerine yoğunlaşmaktadır.[12] Yabancı seyahatname literatürünün ve yazılan günlüklerin incelenmesi, Osmanlı toplumu hakkında bilgi edinmenin bir diğer yoludur. Fakat çağdaş yabancı gözlemcilerin ne kadar doğru ve isabetli bilgi verdikleri sorusu, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.

Sultan II. Mahmut, eski kurumların bakanlıklar gibi yeni oluşumlarla yer değiştirdiği yeniden yapılanan devlet kurumunda, danışma meclislerini, yapacağı reformlar için planlar ve raporlar hazırlamak amacıyla oluşturmuştu.[13] Bu danışma meclisleri büyük oranda yüksek mevkilerdeki devlet adamlarından oluşturulmuş olsa da, hiç şüphesiz bunlar iç bölgelerden gelen raporlardan imparatorluğun içinde bulunduğu gerçek şartları görebilmişlerdir. Yerel yönetimler, tarım ve vergiler hakkında yapılan reform uygulamalarının incelenmesi, açıkça, yapılan reformların toplumun problemlerine cevap arar nitelikte olduğunu göstermektedir. Yapılan reformların faaliyet alanını, İstanbul’da “Batılı” anlamda merkezi bir devlet aygıtının oluşturulması amacına yönelik olduğu ile sınırlandırmak, oldukça dar bir bakış açısı olacaktır. Bu şekilde yapılmış kısmi bir değerlendirme reformların gerçek amacını yanlış anlamamıza neden olmaktadır.[14]

Bir başka yanıltıcı yaklaşım ise reformların Osmanlı toplumu üzerindeki etkisini görmezden gelmektir. Reformların etkilerinin Osmanlı toplumu üzerindeki derinliği ve toplumun nasıl ve hangi oranda bu Batılı reformlara olumlu ya da olumsuz tepkiler verdiği konusu, önemli bir sorunsal olmasına rağmen, şu ana kadar tarihçiler tarafından çok yüzeysel olarak ele alınmıştır. Şüphesiz, 19. yüzyılın ilk yarısında İstanbul ve özellikle de taşrada yaşayan Osmanlı toplumunun sosyo-kültürel ve ekonomik durumunu gösteren doğrudan belgelere ulaşmadaki zorluk en büyük problemi oluşturmaktadır. Fakat, genel olarak araştırmacılar, bu konudan uygun bir şekilde kaçınarak, daha çok tarihi olayları, önceden belirlenmiş acendalarına adapte etmekle meşgul olmayı seçmişlerdir. Örneğin, Sultan II. Mahmut Dönemi’nde, bizce sadece etikete yönelik, Avrupavari müziğin, pantolonun, başlığın vb. kabul edilmesi gibi sosyal uygulamaların başlaması, çoğu zaman 19. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı toplumunda, önemli sosyal değişimlerin başladığına dair ciddi bir işaret olarak görülmüştür. Avrupa’dan alıntılanan bu uygulamalar sayesinde Osmanlı geleneksel yapısı ve alışkanlıklarının değişmeye başladığı şeklindeki her türlü genellemeye karşı çok temkinli olunmalıdır. Özellikle bu tür tepeden inme tabir edilecek değişmeler genellikle şehir ve şehirli hayata yani entelektüellere, ordu mensuplarına ve devlet görevlilerine yönelik bir değişim meydana getirmiştir. Bu değişmeleri gözlemleyen ve bize bilgi veren en önemli çağdaş kaynakların Avrupalı gezginlerin notları olması, bu konularda yazan pek çok tarihçinin çalışmaları için, gezginlerin, reformların Osmanlı toplumu üzerindeki etkileri hakkındaki gözlemlerini, geçerli kaynak olarak kabul etmesine neden olmuştur. Pek çok tarihçi, tezlerini ispatlamak noktasında Avrupalı gezginlerin yazdıklarını, onların geçmiş hayatları, entelektüel seviyeleri, önyargıları, ülke ve ülke insanı veya eserlerinde bahsettikleri konular hakkındaki bilgi seviyeleri açısından, neredeyse hiçbir ciddi ön yargılamaya tabi tutmadan kullanmışlardır. Buna örnek verecek olursak, II. Mahmut Dönemi yüzeysel reformları hakkında Adolphus Slade şunları yazıyor:

“…Mahmut Dönemi reformlarının en önemli özelliği, peygamberlerinin faziletli kanunlarının aşağılanmasıdır ki halkın, padişahı ve onun bakanlarını kafirlere çok yaklaşmış olarak görmelerini haklı gösterdi.”[15] Aşağı yukarı on yıl sonra MacFarlane şunları yazıyor: “.Reformların etkisiyle, Türkler, Batı hakkında çok bilgi sahibi oldular ve ayrıca aynı şekilde Padişahın mağrur tavrından korkacak ve onun saldırgan ve küstah yönetiminden rahatsız olacak kadar da modernleştiler.”[16] Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, iki ayrı Avrupalı gezgin aynı konuyu farklı şekillerde yorumlamışlardır. Aslında, Sultan II. Mahmut’un reformları ne Müslümanların dinlerini önemsememelerine ne de Osmanlı toplumunun Batı hakkında çok bilgili ve modern olmasına yol açmıştır. Bu yöndeki tarih yazımları geleneğinde bir başka ilginç örnek daha var. S. J. Shaw ve E. K. Shaw’un 19. yüzyıl Osmanlı tarihiyle ilgili klasikleşmiş kitaplarında “Osmanlı Toplumunun Uyanışı”[17] başlıklı bir bölüm vardır. Bu bölümde yazarlar Osmanlı toplumunun modernleşmesi ve uyanışını, İstanbul’da yaşayan elit tabakanın yaşam tarzındaki, Avrupavari giyim, müzik, saraylar, operalar ve hatta masa sandalye kullanımı gibi, değişiklikleri örnek göstererek betimlemişlerdir. Ne yazık ki, Osmanlı toplumunun uyanışını betimleyen bu bölümü okuyan birinin Osmanlı modernleşmesini yanlış yorumlaması daha da önemlisi yapacağı bir akademik çalışmaya bu yanlış yönlendirmeden hareketle bir temel hazırlaması kaçınılmaz olmaktadır.

Pek çok tarih yazımındaki bir başka iddia ise, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ndeki değişme ve ilerlemenin en önemli etmeni olarak, Osmanlı yönetim aygıtının sürekli artan sorumluluğunun gösterilmesidir. Reformlar bir modern toplum oluşturmak için gerekli olduğundan, bunu yapacak, yani reformları topluma enjekte edecek yegane güç de merkezi hükümet olmalıdır. Bu tarz düşünen tarihçiler için devlet, yönetim, yasalaştırma, eğitim ve diğer sosyal ve kültürel reformların yapılmasında üzerine düşen görevi yerine getirmiş fakat, özellikle ekonomik konulardaki reformlarda, Osmanlı toplumunun “geleneksel” yapısının özelliklerinden ve tarihsel gelişim içerisindeki uygun olmayan şartlardan kaynaklanan pek çok faktör devleti’n reform çabalarını engellemiştir.[18] Bazı uzmanlara göre bu şu anlama gelmektedir: ekonomik reformlardaki başarısızlık, reformların uygun olmayan bir şekilde alınması ve uygulanmasından değil, 19. yüzyılın şartlarından ve Osmanlı Devleti’nin müzmin geri kalmışlığından kaynaklanmaktadır. Bu noktada, reformların, özellikle ekonomi alanında başarısız olduğunu kabul etmek uzmanlara çok zor gelmektedir. Pek çok Avrupalı devletinin milliyetçi ve korumacı ekonomik politikalar takip ettiği bir dönemde, tam bir laissez-faire uygulaması örneği gösteren 1838 ticaret anlaşması gibi bir ekonomik macerayı kim savunabilir? Özellikle 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde, Avrupalı devletlerin kendi ülkelerindeki endüstriyel gelişmeyi desteklemek için birbirlerine karşı bile ticaret duvarlarını yükselttikleri bilinen bir gerçektir.[19] Fransa tekstil ithalatını yasaklarken, Almanya yabancı ürünlere vergiler getirmiştir.[20] 1838 ticaret anlaşmasının kaçınılmazlığını, İngiltere’nin Osmanlı’ya yönelik politikasının tersine dönmesinin sonuçlarıyla haklı göstermeye çalışmak[21] ya da Osmanlı Devleti’nin uluslararası arenada, Mısır’daki Mehmet Ali Paşa’ya karşı, bir dosta ihtiyacı olduğunu ve bu anlaşmayla Mehmet Ali Paşa’nın ekonomik olarak daha fazla zarar göreceği iddiasını öne sürerek Osmanlı Devleti’nin bu dönemdeki ekonomik politikasının başarısızlığını örtemeyiz.[22] Diğer taraftan, şunu da vurgulamak gerekir ki: 1838 ticaret anlaşması ne Osmanlı Devleti’nin başarısızlığının ne de bu tarz bir politika takip etmeyen Avrupalı devletlerin başarısının esas nedeniydi. Osmanlı ekonomik tarihi üzerine yapılan bazı çalışmalarda,[23] çok açık bir şekilde belirtildiği gibi, Avrupa ekonomik yayılması ve bunun etkileri 1838’den çok daha önce başlamıştı. Ayrıca, arşiv belgeleri, 1850’ye kadar İngiltere’nin Osmanlıyla yaptığı ticarette ciddi bir artış olmadığı yönündedir.[24] Bizim buradaki argümanımız 1838 ticaret anlaşmasının, diğer reform uygulamalarının açıklanmasında olduğu gibi, sadece Batı ile olan diplomatik ve politik ilişkilerin bir sonucu olarak ele alınmasının yanlış olacağıdır. 1838 ticaret anlaşmasının yapılmasını etkileyen faktörleri incelerken, dış diplomatik ve politik faktörlerden daha çok Osmanlı Devleti’nin iç toplumsal ve ekonomik şartlarının etkili olduğunu ön plana çıkarmanın, konuyu açıklığa kavuşturmada yararlı olacağını ve yanlış anlamaları gidereceğini düşünüyoruz.[25]

Berkes’in iddiasına göre, Batı’nın 19. yüzyıl Osmanlı reformlarına politik olarak etkisi ve bunu adeta bir hak olarak görmesi, şartların uygun ve daha önceden oluşmuş olmasındandır. Bu noktada, Osmanlı devleti’ndeki Avrupa ekonomik yayılması, özellikle ticaret ve bankacılık işleriyle uğraşan gayrimüslimlerin bundan en iyi şekilde yararlanmasını sağlayarak çok önemli bir rol oynamıştır.[26] Sonuç olarak, 19. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Batı ve gayrimüslim tebaa arasında karşılıklı ekonomik ve politik çıkar ilişkileri ortaya çıkmıştır. Ekonomik olarak, gayrimüslimler, Avrupa ekonomik güçlerinin ortakları ya da iç bileşenleri olarak çok basit bir şekilde bu gücü tamamlayan unsurlar olmuşlardır. Politik olarak ise, bu ilişki Batı’nın, kendi ekonomik ve siyasal politikalarını takip edebilmek için gayrimüslim dini grupların himayesi, adı altında geliştirdiği politikaya birer araç olmaktan öte geçmemiştir. Bu gelişmeler, 1839’dan sonraki dönemde, Osmanlı Devleti’ni, toplumun içinde bulunduğu şartlarla ilgili olarak daha karmaşık ve farklı reform politikaları takip etmeye zorlamıştır.[27]

Osmanlı Devleti’nin reform politikaları üzerindeki Batı etkisini, modernleşmenin neredeyse en önemli pozitif yönü olarak ele almak, bizi yeniden, Osmanlı Devleti’ne karşı zamanın Batılı tutumunun zıtlık içeren doğasıyla karşı karşıya bırakır. Avrupalı güçlerin ekonomik çıkarları, bir taraftan, Osmanlı Devleti’nin ekonomik politikalarının daha açık ve liberal bir sistem içerisinde işlemesini talep ederken; diğer taraftan, gayrimüslim tebaanın yasal, politik ve eğitim alanındaki farklılığının devam etmesini arzulamaktadır.[28] Gayrimüslim cemaatlerin Avrupalı hamileri ne zaman kanun önünde eşitlikten bahsetseler, bu, Osmanlı adı altında birleşmiş bir ulusun kanun önünde eşitliği anlamına gelmemektedir. Batı daha çok sadece gayrimüslimlerin daha fazla özgürlük ve daha iyi bir yönetim altında yaşamalarıyla ilgilenmektedir. Bu sayede, Batı, Osmanlı Devleti’nin, değişmekte olan zamanın iç ve dış koşullarına uyum sağlamak için verdiği çabayı çok iyi değerlendirerek, neyin Osmanlı için daha iyi olacağı konusundaki tavsiyelerini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmiştir. Her ne zaman Osmanlı Devleti’nin yapması gerektiğini iddia ettikleri bir kısım reform tavsiyelerinde bulunsalar, bunların kendi politik ve ekonomik çıkarları doğrultusunda düşünülmüş olduğunu anlamak için, “modern” devlet yapıları içerisinde, aynı konularla ilgili olarak kendi çağdaş kurum ve uygulamalarına bakmak yeterlidir. Burada görünen, Osmanlı Devleti’ne tavsiye ettiklerini kendilerinin uygulamadıklarıdır.

Bu noktada, Ezel Kural Shaw’un karşılaştırmalı bir metot kullandığı iki makalesine dikkat çekmek istiyorum, “Integrity and Integration: Assumptions and Expectations behind Nineteenth Century Decision Making”,[29] ve “Tanzimat’s Provincial Reforms as Compared with European Models.”[30] Buradaki temel argüman 19. yüzyıl Osmanlı reform uygulamaları sırasında “Avrupa, Osmanlı’ya örnek olarak gösterebileceği neye sahipti?” sorusudur. 19. yüzyılın ilk yıllarında Avrupa, istikrarlı, ideolojik ve politik olarak kendi içinde tutarlı ve oturmuş bir yapı göstermemekteydi. Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı özgürlük düşüncesi orta sınıf entelektüelleri arasında büyük kabul görürken ve geleneksel Avrupa devlet yapısını temellerinden sarsmaya başlamışken, Fransa dışındaki bütün Avrupalı devletler, 1815 Viyana Kongresi sonrasında, muhafazakar devlet yönetimi anlayışına eskisinden çok daha sıkı sarılıyorlardı. Bu şartlar altında, ki Avrupa, liberal düşünceye ve neredeyse her görünüşteki değişime direniş gösterirken, 19. yüzyıl Osmanlı reformlarının ardında, tamamen Batılı örneklerin etkisinin olduğu nasıl iddia edilebilir? Yunan bağımsızlık savaşına verilen destek gibi, çoğu Osmanlı Devleti’yle ilgili olan bazı istisnalar hariç, Avrupalı muhafazakar güçler, hiçbir milliyetçi ve liberal hareketlere izin vermedikleri gibi, kendi ülkeleri içinde meydana gelen her türlü başkaldırıyı çok sert bir şekilde bastırmışlardır. Aynı yıllarda, içindeki birkaç maddenin açıkça İnsan Hakları Beyannamesi’ne gönderme yaptığı 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti tarafından sürpriz bir şekilde ilan ediliyordu.[31] Ayrıca, eğer biz, Tanzimat Fermanı ile Avrupalı monarkların 1830’lu yıllarda orta sınıf halk kesiminin daha fazla özgürlük ve anayasal haklar gibi taleplerini karşılamak amacıyla yayınladıkları beyannameleri karşılaştıracak olursak, Tanzimat Fermanı’nın vizyon itibariyle daha özgürlükçü olduğunu görürüz. Ezel Kural Shaw Osmanlı reform sürecinde İngiltere’nin bir ilham kaynağı olarak rolünü şöyle tartışıyor:

İngiltere neye sahipti ki teklif etsin? O dönemde tolerans ve eşitlik var mıydı İngiltere’de? İrlanda’daki karışıklıklar ve başka bir ayaklanma olma ihtimaline karşı bir cevap olarak Katolik Bağımsızlık Kanunu ancak 1829’da kabul edildi. 1832’deki Büyük Reform Yasası, ihtilal fikirlerinin yayılması korkusuna ve endüstriyel gelişmeye bir cevap olarak, daha sonra yapılacak olan bir dizi parlamento reformlarının başlangıcını oluşturmaktaydı. 1833 Fabrika Yasası ve bunu takip eden benzer düzenlemeler hızlı sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, insanlık dışı çalışma şartlarını iyileştirmek için atılmış adımladı. Aristokratik sosyal yapısı ve Benjamin Disraeli’nin The Two Nations adlı kitabında sembolize edildiği gibi zengin ve fakir arasındaki farkın giderek açılması ile İngiltere, sosyal, politik ve ekonomik eşitliğin olmadığı bir ülke haline gelmişti. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilan edildiği 1839’da, İngiltere kendi içinde pek çok probleme sahipti ve örnek olarak Osmanlı’ya gösterebileceği ya da teklif edebileceği çok az şey vardı.[32]

1838’de Osmanlı Devleti’nin bütün imparatorluk sınırları içerisinde karantina uygulamasını başlatması ve bu gelişme karşısında İngiltere’nin oldukça çarpıcı olan tepkisi, Batı’nın sadece kendi çıkarını düşündüğünü gösteren güzel bir örnektir. Daniel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850) isimli kitabında bu durumu çok güzel bir şekilde naklediyor. 1838’de bütün ülkede karantina uygulaması başlatıldı ve bazı Avrupalı doktorlar karantina ofislerinde görevlendirildi. Panzac’ın belirttiğine göre, tahmin edilenin tam tersine, 19. yüzyıl ya da daha öncesinde, Avrupa, Osmanlı hükümetinin karantina uygulamasını başlatması için hiçbir baskı yapmamıştı.[33] Bu Avrupalı doktorların pek çoğu Avrupalı devletlerin çıkarlarına hizmet etmek için Osmanlı Devleti’ne gelmişlerdi. İngiltere daha 1837’de, tıpkı diğer Akdeniz ülkelerinin yaptığı gibi, Osmanlı Devleti’nin de kendisinin ticari faaliyetlerini etkileyecek bazı korumacı tedbirleri uygulamaya koyma aşamasında olduğunu fark etmişti.[34] Böylece, İngiltere dışişleri bakanlığı bu konuyla ilgili olarak İngiltere’nin İstanbul büyükelçiliği ile görüşmelere başladı. 1838 ticaret anlaşmasının getirdiği olumlu şartların nasıl etkileneceğini ve bundan kurtulmak için ne gibi tedbirlerin alınması gerektiğini açıklayan bir yazı, İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Lord Ponsonby’e gönderildi.[35] Başı çeken İngiliz büyükelçisi diğer Avrupalı devletlerin de İstanbul’daki büyükelçilerinin desteğini alarak, Osmanlı yönetimine bu uygulamanın uzun bir deneme süreci gerektirdiğini ve bunun için zamanın pek uygun olmadığını bildirdi. Ama, her nasılsa, karantina uygulaması 1840 yılına kadar ertelendi.[36] Bu noktada şu tespiti yapmalıyız: Osmanlı Devleti 19. yüzyıldaki bazı reform uygulamalarını, bu konuda olduğu gibi, milyonlarca insanın hayatını tehlikeye atmaktan çekinmeyen ve her zaman kendi çıkarlarını ön plana alma anlayışıyla beslenen Avrupa’nın etkisi ya da isteğiyle değil Avrupa’ya rağmen yapmıştır.

Ne zaman Bailey Sultan II. Mahmut zamanından itibaren başlayan reformlardan bahsetse, bu reformların nedenlerinin Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu büyük problemlerde aranması gerektiğini ifade eder. O’na göre Sultan Mahmut bunun farkındaydı, fakat kendi içinde tutarlı bir Batılılaşma programı başlatmak ya da dışarıdan gerekli desteği almak konularında başarısız oldu.[37] Aynı şekilde 1834’te yazan McCulloch da şöyle diyor: “… bütün ülkede düzenin sağlanması, Osmanlı yönetiminin kabiliyetinin ötesinde bir şey. İmparatorluğu bu duruma düşüren yanlış uygulamalar öyle görünüyor ki Türk toplum yapısında var ve Türk halkının önyargıları, tutum ve davranışlarıyla bir uyum içerisindedir. Eğer durum bundan ibaretse, çok arzulanan reform içeriden değil dışarıdan gelecektir.”[38] Buna ek olarak, imparatorluğun değişik yerlerindeki pek çok İngiltere konsolosu da Londra’ya yazdıkları raporlarda aynı konulardan bahsederek, yerel yönetim sisteminin değiştirilmesinin bir gereklilik olduğunu vurgulamaktaydılar.[39]

Buraya kadar, temel problem olarak işaret edilenler doğru fakat çözüm olarak önerilenler yanlış görünüyor. Çağdaş gözlemcilerin görüp işaret ettikleri şey, değişim ihtiyacının, Osmanlı toplumunun iç dinamiklerinden kaynaklandığıdır. Çözüm olarak getirip öneride bulundukları ise modern ve çağdaş bir sistem olduğuna kesinlikle inandıkları kendi maddi ve manevi değerlerinin, Osmanlı toplumuna empoze edilmesi ya da toplumun bu yönde değişiminin sağlanmasıdır. Fakat, yaptıkları gözlemlere baktığımızda düşüncelerinde, biri, üstün Avrupalılık duygusu ve diğeri de, kapitalist bakış açısı olmak üzere iki faktörün etkili olduğunu görürüz. İkincisi zaten hep oradaydı, özellikle Osmanlı Devleti’nin o günkü şartlarından en iyi şekilde yararlanarak İngiltere için maksimum çıkar sağlama düşüncesi, konsolos raporlarında açıkça görülmektedir. Birincisi ise, onlara Osmanlı Devleti’ni kendi tavsiyeleri noktasında değişmeye zorlamak için bir hak tanıyordu. Bu nedenleri göz önüne alırsak, Osmanlı reformları ile ilgili Avrupalı gözlemleri ve tavsiyelerini objektif birer yargı olarak kabul edemeyiz. Madem ki temel problemlerin Osmanlı Devleti’nin kendi içsel şartlarından kaynaklandığını kabul ediyoruz, bütün reform uygulamalarını, Osmanlı yönetiminin bu problemlere verdiği, kendi içinden çıkan orijinal tepkiler olarak değerlendirmeliyiz. Bazı Tanzimat reform uygulamalarının kısa incelemesi açık bir şekilde gösterecektir ki, Osmanlı reformcuları öncelikli olarak sistemin zayıflıklarını ortadan kaldırmakla meşgul olmuşlardır. Bazı tarih yazımlarında ifade edildiği gibi Osmanlı reformcuları, ne, dış güçlerin isteklerini yerine getirmek ya da onlara en az Avrupalılar kadar medeni olmaya başladıklarını göstermek, ne de kurtuluşun yegane yolu olarak Batılı kurum ve uygulamaları olduğu gibi kabul etmek şeklinde bir uğraş içerisindeydiler.

Hiç şüphesiz, bu dönemde Osmanlı Devleti’nin en büyük problemi özellikle eyaletlerdeki yerel yönetim ve devlet kurumlarındaki bozulmaydı. Rüşvet ve adam kayırma devlet memurları arasında çok yaygındı.[40] Tanzimat’a kadar Osmanlı yönetimi, yerel yönetimlerdeki bu problemleri, yoğunlaşan genel şikayetler üzerine adaletname adıyla fermanlar çıkartıp bütün eyaletlerdeki yöneticilere bu konularda nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirerek çözmeye çalışmıştır. Bazı uzmanlara göre, Tanzimat Fermanı da bu adaletname geleneğine uygun olarak hazırlanmıştır ve çok güzel bir örnek oluşturmaktadır.[41] Fakat bu noktada, o döneme ait çağdaş kaynaklara baktığımızda problemleri doğru tespit etmelerine rağmen çözüm önerisi olarak dışarıdan gelecek olan yardım ya da müdahalelerin gerekliliğini savunduklarını görürüz. Örneğin, Fransız askeri yetkilisi Marshal Marmont’a göre öncelikle Osmanlı Devleti can ve mal güvenliği getiren sivil bir yönetim şeklini kabul etmeli ve tarım ile ticareti desteklemeliydi. Bütün bunlar için öncelikle “yönetim zekası ile birlikte gerekli karakter enerjisine sahip olan” ve ayrıca “aydın fikirli ve kabiliyetli olup, sadece toplumun ihtiyaçlarını bilmekle kalmayıp onların neler yapabileceğinin de farkında olan devlet adamlarına ihtiyaç vardır.” Marmont sözlerini şöyle sonlamaktadır: “bu gerekli şartlar şu anda mevcut olmadığı gibi oluşturulması da mümkün değildir.”[42] Bu kısaca, Osmanlı Devleti’nin iç dinamiklerinin kendi içerisindeki problemlerle baş edecek kadar güçlü olmadığı ve tek ümit ışığının dış müdahale ve yardımlarda olduğu anlamına gelmektedir.

Tarih yazımlarındaki diğer bir yanlış algılama, bizi, Osmanlı reformlarının, İngiltere’nin 19. yüzyıldaki Osmanlı Devleti’ne yönelik politikasının bir sonucu olduğunu düşünmeye sevk etmektedir. Bir noktadan bakıldığında, İngiltere’nin, 19. yüzyıldaki Osmanlı’ya yönelik dış politikasına yoğunlaşmış bazı yazarların, Osmanlı’daki değişmeleri doğal olarak bu yönde bir vurgulamalarından anlaşılabilir.[43] Fakat, bu bakış açısı, Osmanlı Devleti’nin reformlara olan ihtiyacının ardındaki nedenleri ve zamanın şartlarını anlamaya çalıştığımızda genel bir algılama olmamalıdır. İngiltere’nin, 19. yüzyılın ilk yıllarında, Rusya’nın Osmanlı’ya yönelik müdahaleleri neticesinde, Orta Doğu siyasetini devam ettirebilmesinin yegane yolunun Osmanlı Devleti’ne kendisini reforme etmesi için yardım etmek olduğunu görmüş olması, bilinen bir gerçektir.[44] Böylece, İngiltere’nin Osmanlı siyaseti, daha çok Osmanlı Devleti’nin daha iyi askeri, sivil ve mali kurumlara sahip olmasının sağlanması yönünde gelişmeye başlamıştır. İngiltere, Padişaha ve zamanın Osmanlı yöneticilerine tamamen kendi çıkar ve amaçlarını güden bazı tavsiyelerde bulunmuştur. İngiltere dışişleri bakanlığı belgelerinde, hem dönemin İngiltere dışişleri bakanı olarak Palmeston’un hem de onun İstanbul’daki büyükelçisinin, Osmanlı’daki reform hareketleriyle ne kadar yakından ilgilendiklerini görmek oldukça şaşırtıcıdır.[45] İngiltere, uluslararası arenada ortaya çıkan, Mısır sorunu gibi, her fırsatı çok başarılı bir şekilde değerlendirerek, Osmanlı Devleti’ne olan yakınlığını ve dostluğunu reform tavsiyeleri şeklinde göstermiştir.[46] Sanırım işte bu nedenle, biz, gerçek durumu yanlış bir şekilde algılıyoruz. Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı yönetiminin askeri, mali, yönetim vb. alanlardaki reform düşüncelerinin Osmanlı’nın iç sosyal ve ekonomik değişmelerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını bir alternatif düşünce olarak kabul etmeliyiz. Örneğin, Sultan Mahmut, vergi sistemindeki problemleri erken dönemde fark etmesi ve vergi toplamadaki bu rahatsızlıkların ve bütçe açığının daha çok iltizam uygulamasından kaynaklandığını görmesi sonucu olarak, vergilerin devlet memurları tarafından toplanmaya başlanması gibi bazı mali reformları uygulamaya koymuştur. Şimdi, bu reform uygulamasındaki İngiltere’nin müdahalesi, herhalde, Osmanlı Devleti’nin “yeterli düzeyde bir askeri güç bulundurabilmesi”[47] için mali konularda daha fazla reform yapması gerektiği tavsiyesinden öte geçmez. Diğer bir örnek ise, Osmanlı yerel yönetim geleneğinde radikal bir değişimin gerekliliği ortaya çıkınca, “nasıl” sorusunun Osmanlı yönetimi tarafından ciddi bir şekilde ele alınmasıdır. Avrupa kurumlarının basit bir şekilde taklit edilmesi bu sorunun cevabı değildi; tam aksine, daha 1834’te Osmanlı merkez yönetimi reform konularını tartışacak bir meclis oluşturmak için imparatorluğun her yerinden ileri gelenleri İstanbul’a davet etmişti.[48]

İngiltere’nin 19. yüzyıl Osmanlı reformları üzerinde büyük etkisi olduğu tezini sorgulamaya devam edersek farklı sorular sormamız gerekir. Örneğin, bazı çalışmalarda ileri sürüldüğü gibi, eğer biz İngiltere dışişleri bakanı Palmeston’u ve onun Osmanlı’ya yönelik siyasetini Osmanlı reformlarının ardındaki güç olarak görecek olursak, onun bütün Avrupa’da anayasacılığın savunucusu olarak tanınmasına rağmen neden Osmanlı Devleti için anayasal bir rejim düşüncesini destekleme noktasında çekimser kaldığını sorgulamak gerekir. Aynı şekilde, diğer bir deyişle, 19. yüzyıl Osmanlı reformlarının dış güçlerin ve özellikle İngiltere’nin etkisiyle yapıldığını kabul edersek, İngiltere’nin neden açık bir şekilde Osmanlı Devleti’ndeki anayasal rejim arayışlarını desteklemediğini de rahatça sorabiliriz.[49] Fakat, yukarıdaki tek taraflı bakış açısının, bizi, Osmanlı reformlarının anlaşılması noktasında yanılttığını gözden kaçırmamalıyız. Yani bu soruyu sormamız öncelikle Osmanlı reformlarının İngiltere’nin etkisiyle yapıldığı iddiasını kabul etmemize bağlıdır. Eğer bu noktada bir şey söylemek istersek, Palmeston’un, emperyalist düşünceye sahip 19. yüzyıl Avrupalı devlet adamlarına çok güzel bir örnek olduğunu söyleyerek, bu tartışmaya bir katkıda bulunmuş oluruz. Çünkü, pragmatizm emperyalist düşünceyi harekete geçiren en birincil faktördür. Palmeston, İngiltere’nin çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe, Osmanlı Devleti’nin her açıdan iyi bir durumda olmasını arzu etmekteydi. Ayrıca, Osmanlı Devleti’ne yönelik bu emperyalist tutumun genel bir politika olarak bütün İngiltere dışişleri bakanları tarafından 1908’e kadar sürdürüldüğünü de burada belirtmek gerekir.[50] Kitabının dördüncü bölümünün sonunda, Bailey, bizim buradaki iddialarımızı da destekleyen şöyle bir tespit yapıyor: “İngiltere olabilecek her durumda yardıma hazır olarak beklemesine rağmen, 1830’lu yılların reformları kesinlikle Mahmut’un reformlarıydı.”[51]

Tanzimat reformlarının doğasını anlamaya çalışırken bu gerçeğin görülmesi, hayati bir öneme sahiptir. Çünkü, Tanzimat 19. yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlayan reform sürecinin devamından başka bir şey değildi. İlk olarak, Sultan II. Mahmut, toplumun değişimi ve ihtiyaçları noktasında reformun gerekli ve mümkün olduğu düşünce ve ruh halini başlatan kişi olmuştur.[52] İkinci olarak, Sultan II. Mahmut, toplumdaki problemlerle sadece teorik olarak değil pratik uygulamalarla mücadele ederek, 19. yüzyılın daha sonraki yıllarında önemli değişikler yapılabilmesi için uygun bir zemin hazırlamıştır.[53] Üçüncü olarak, Sultan Mahmut Dönemi reformları, sadece gösterişe yönelik bazı yüzeysel reformlar hariç tutulursa, dışarıdan ithal olmadıklarını, daha çok iç dinamiklerin bir sonucu olduklarını açık bir şekilde seslendirmektedirler. Yukarıdaki bu tespitleri hesaba katacak olursak, Tanzimat reformlarının Batılı devletleri memnun etmek ve onların desteğini kazanmak için yapıldığı iddiasını ileri sürmek oldukça zor olacaktır.

Baştan beri tartıştığımız bakış açısını kabul etmek, bazı uzmanların, Osmanlı reformları konusunda, dış güçlerin ve özellikle İngiltere’nin Osmanlı yönetiminden bile daha fazla imparatorluğun iyi olması için çaba harcadığını düşünmelerine neden olmuştur. Hatta bazıları, reformların ne kadar gerekli olduğunun, padişaha ve Osmanlı yöneticilerine Avrupalı devletler tarafından zor kullanılarak kabul ettirildiğini yazmışlardır.[54] Bu düşünce yapısı bütün Tanzimat sürecini de buna uygun olarak şöyle açıklıyor: Öncelikle birisi olmalı, Osmanlı Devleti için reformun gerekli olduğunu düşünebilen her yönüyle tam bir kahraman. Fakat o, devleti kurtarmanın tek çaresinin, toplumun gerçek ihtiyaç ve kendi iç dinamiklerine bakmaktansa, Avrupa kurum ve uygulamalarını aynen almak olduğunu düşünmeli. Kahramanımız, bazı reform düşünceleri yüzünden muhafazakar devlet adamları tarafından tehdit edilir fakat bu noktada Avrupa’dan yardım ister. Güç kazanıp devletin başına geçince de can ve mal güvenliği, kanun önünde eşitlik, müsadere sisteminin kaldırılması, mahkemelerin halka açık yapılması gibi reformları acil olarak yapılması gerektiği için değil, Avrupalı kurumları taklit etmek amacıyla yapar.

Böylece sorumlu kişi ya da kişileri bulduktan sonra, İngiliz devlet adamları hangi oranda reformların yapılmasında etkili oldu, sorusuna cevap aranmalıdır. Bailey kitabında zamanın üç önemli İngiliz devlet adamını inceliyor. Bunlar: Stratford Canning, Lord Ponsonby, Palmeston’dur. O’na göre Canning orijinal reform düşüncelerinin ardındaki kişi değildir, her ne kadar Canning’in tartışmalı biyografisinde tam tersi iddia ediliyorsa da.[55] Arşiv belgelerine göre, Lord Ponsonby’nin Tanzimat Fermanı’nın ilanında hiçbir şekilde şahsi etkisi olmadığı ortaya çıkıyor.[56] Tanzimat Fermanı ile Reşid Paşa’nın Palmeston’a yazdığı bilgilendirme yazısındaki benzerliklerin önemine işaret eden Bailey, büyük olasılıkla, reform düşüncelerinin sponsoru ve destekleyicisinin Palmeston olduğunu düşünüyor. “Hiç şüphe yok ki her iki devlet adamının da problemlerin çözümü konusundaki mutabakatı, Palmeston’un Reşid Paşa’nın akıl hocası olduğu anlamına gelmez. Palmeston’un Reşid Paşa’ya plan ve projeleri konusunda moral destek sağladığı iddiasına kimsenin itirazı olmaz. Fakat, belgelerde, bunun haricinde Tanzimat Fermanı’nın içeriği ve ilanı konusunda, Palmeston’un başkaca pozitif bir etkisinin olduğu ortaya çıkmıyor.”[57]

Yukarıdaki açıklamalar aynı tarz düşüncenin bir başka boyutunu gösteriyor. Perde arkasındaki gerçek faillerin kimler olduğunu aramaktan hareket eden bu düşünce, Osmanlı toplumunu tipik bir geri kalmış “Doğu” toplumu olarak, kendi faydası için bile olsa dinamiklerini harekete geçiremeyen bir yapıda olduğunu başlangıç noktası kabul ediyor. Canning’in bu düşünce yapısını tamamlar nitelikteki sözleri şöyledir: “Osmanlı yönetiminin kendi çıkarları noktasında en iyi hakim olduğunu düşünmek yanlış olur.”[58] Dolayısıyla, Tanzimat reformlarına bazı Avrupa elleri karışmış olmalıdır. Eğer birisi çıkıp reformlarda Avrupa’nın hiçbir doğrudan etkisinin olmadığını ispat edecek olsa, o zaman dönüp, Avrupalıların, reformlar konusunda en azından danışmanlık yaptığı ya da Osmanlı reformcularının Avrupa eğitimi aldıkları veya Avrupa medeniyetini çok yakından tanıdıkları ve bu sebeple de reforma duyulan ihtiyacı çok iyi tespit edebildikleri ileri sürülmektedir. Bu düşünce yapısında, Osmanlı toplumunun kendi iç dinamikleriyle topluma yararlı olacak bir gelişme vücuda getirebileceğine hiçbir şekilde yer yoktur.

Aynı zamanda şunu da unutmamalıyız ki, Tanzimat Fermanı’yla uygulamaya konulan reformlar yeni ortaya çıkan fikirler değildi. Düzenli bir süreklilik içerisinde gelişmekte olan 19. yüzyıl reformlarının çağdaş uzantılarıydı. Bilindiği gibi, Tanzimat reformları, onun daha önce yaptığı reformları tamamlar nitelikte, Sultan II. Mahmut zamanında kararlaştırılmıştı.[59] Osmanlı devlet adamlarının Tanzimat reformlarının hazırlanışı sırasındaki tartışmalara katılımı, Tanzimat Fermanı’nın orijinal olarak Osmanlı’ya ait olduğunun ve iç değişim ve ihtiyaçların etkisiyle ortaya çıktığının bir delili olarak görülmelidir.

Sonuç olarak, son 70 yıl içerisinde, Tanzimat ile ilgili olarak yapılmış olan çalışmaların genel perspektifi, sadece Batı’nın üstünlüğü değil, Osmanlı entelektüel, kültürel ve düşünce yapılarına Batı’nın ciddi bir etki bıraktığı savından hareket etmek olmuştur. Bu bakış açısı, pek çok problemi ve yanlış değerlendirmeleri beraberinde getirdiği gibi bu konudaki oluşan literatürü de etkisi altına almıştır. Biz bu makalede, bu bakış açısının bazı handikaplarını göstermeye çalışırken bir alternatif olarak, Osmanlı reformlarının incelenmesinde, şimdiye kadar olduğu gibi, İstanbul ya da Avrupa merkezli bakış açılarıyla, daha çok Osmanlı yönetiminin politikalarının ele alınması tarzından kurtulup, vurgunun iç sosyal ve ekonomik değişmelere yapıldığı kozmopolitan, giderek şehirleşen ve sanayileşen Osmanlı toplumu üzerinde durulması gerektiğini savunduk. Şunu da ayrıca belirtmek gerekir ki, son yıllarda hem Türkiye’de hem de yurtdışında, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik tarih yazımının gelişmesi sonucu yapılan çalışmalar, mevcut literatüre büyük bir katkı sağlamış olmasına rağmen, henüz pek çok üniversitelerimiz dahil olmak üzere okullarımızda okutulan tarih kitaplarında ve derslerinde etkisini gösterememiştir.

Yrd. Doç. Dr. Bülent ÖZDEMİR

Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 572-580


Dipnotlar:

[1] Fransız ihtilalinin etkisi ve özellikle ihtilal fikirleri şeklinde kendini gösteren diğer sonuçlarının, genel itibarıyla imparatorluğun gayrimüslim entelektüel elit tabakası (ki diplomasi ve ticaret sayesinde Avrupa ile doğal bir yakınlık içerisindeydiler) arasında kendini göstermesine rağmen Müslümanlar için çok büyük bir öneme sahip değildi. Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan Pek çok ihtilal fikri Osmanlı toplumu için henüz (özellikle III. Selim Dönemi için) oldukça yabancıydı. Bu konuda karşılaştır, Berkes, Development of Secularism, ile Lewis, The Muslim Discovery, s. 51, 52.
[2] Şerif Mardin, “The Influence of the French Revolution on the Ottoman Empire”, International Social Science Journal, v. 41, (1989), s. 17.
[3] Niyazi Berkes, The Development of Secularism s. 93.
[4] Aynı eser, s. 93.
[5] Aynı eser, s. 94.
[6] Aynı eser, s. 133.
[7] Osmanlı örneğinde “gericiliği” ve “gelenekselliği” temsil eden bu toplum grubu ulema idi.
[8] Bazı açılardan “world-system perspective” olarak bilinen tarih ekolü burada örnek olarak verilebilir.
[9] Bakınız, Niyazi Berkes, The Development of Secularism, s. 96.
[10] Bu konuların daha geniş bir şekilde Selanik örneğinde ele alınarak gerekli yerel verilerle desteklenmiş versiyonu için bakınız, Bülent Özdemir, Ottoman Reforms and Social Life: Reflections from Salonica, 1830-1850, unpublished PhD thesis, (The University of Birmingham, 2000). (Osmanlı Reformları ve Sosyal Hayat: Selanik’ten Yansımalar, 1830-1850, yayınlanmamış doktora tezi, University of Birmingham 2000.).
[11] Rhoads Murphey, “The Ottoman Attitude Towards the Adoption of Western Technology: The Role of the Efrenci Technicians in Civil and Military Applications” Turcica, Collection III, 1980, s. 287-298.
[12] Frank E. Bailey, British Policy and the Turkish Reform Movement, 1826-1853 (London: Oxford University Press, 1942), s. 221.
[13] Bailey, British Policy, s. 221.
[14] Berkes’in bu konuya bakışı için, bkz. Niyazi Berkes, The Development of Secularism. Berkes’e göre reformlar, merkezi Osmanlı devlet aygıtının sekülerleşmesini sağlayan girişimlerden başka birşey değildir.
[15] Berkes, aynı eser, s. 126. Adolphus Slade, Records of Travels in Turkey, Greece, etc. …in the years 1829, 1830 and 1831, (London, 1832).
[16] Berkes, aynı eser, s. 126.
[17] S. J. Shaw and E. K. Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, (London: Cambridge Univ. Press, 1977) II, s. 49.
[18] Berkes, The Development, s. 134. Roderic Davison, Reform in the Ottoman Empire 1856-1876 (Princeton: Princeton University Press, 1963), s. 64.
[19] A. L. Bowley, Short Account of England’s Foreign Trade in the 19th Century (London, 1905) s. 39.
[20] Frank E. Bailey, British Policy, s. 73.
[21] Bu iddialar için bakınız, aynı eser, s. 139.
[22] Bu bakış açısı daha çok Türk uzmanlar tarafından kabul görmüştür. Örnek olarak bakınız, Yusuf K. Tengirşenk, “Tanzimat Devri’nde Osmanlı Devleti’nin Harici Siyaseti” Tanzimat I içinde, (İstanbul: Maarif Matbaası, 1940) s. 289-320. Reşat Kaynar, Mustafa Reşid Paşa ve Tanzimat, (Ankara: T. T. K. Yayınları, 1991).
[23] İslamoğlu and Keyder, “Agenda for Ottoman History”, Huri İslamoglu İnan, (Ed.), The Ottoman Empire and the World Economy (Cambridge: Cambridge University Press, 1987), s. 61, Reşat Kasaba, The Ottoman Empire and the World Economy, the 19th Century (Albany: State University of New York Press, 1988), Beshara Doumani, Rediscovering Palestine: Merchants and Peasants in Jabal Nablus, 1700-1900 (Los Angeles: University of California Press, 1995) s. 4.
[24] Sevim Ünal, Anglo-Turkish Relations in 1838-1841: Commercial and Political Aspects, Unpublished PhD Thesis, (Southampton University, 1972).
[25] Bu iddiaların daha geniş incelemesi için bakınız, Bülent Özdemir, “A Reassessment of 1838 Trade Convention” in Kemal Çiçek (Ed. ) The Great Ottoman-Turkish Civilisation, 4 vols., (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2000) C. II, ss. 230-241.
[26] Berkes, Development of Secularism, s. 142.
[27] Aynı eser, s. 144.
[28] Aynı eser, s. 147.
[29] Ezel Kural Shaw, “Integrity and Integration: Assumptions and Expectations behind Nineteenth Century Decision Making” in E. Farah Caesar, (Ed. ) Decision Making and Change in the Ottoman Empire (Missouri: Thomas Jefferson University Press, 1993).
[30] Aynı yazar, “Tanzimat’s Provincial Reforms as Compared with European Models” in Hakkı Dursun Yıldız, (Ed., ) 150. Yılında Tanzimat, (Ankara: T. T. K., 1992) s. 51-67.
[31] İnsan Hakları Beyannemesi ile Tanzimat Fermanı’nın karşılaştırılması için bakınız, aynı eser, s. 67.
[32] Aynı eser, s. 54.
[33] Daniel Panzac, (Trans. ) Serap Yılmaz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba, 1700-1850, (La peste dans l’Empire Ottoman, 1700-1850) (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997), s. 221.
[34] Özellikle, Avusturya’nın liman şehirlerinde sıkı karantina uygulamasına başlaması, İngiltere’nin Akdeniz’deki çıkarlarını ciddi şekilde etkilediği görülmüştü. Bakınız, Ronald E. Coons, “Austrian Maritime Quarantine Reforms during the First Half of the 19th Century” in A. E. Vacalopoulos, (Ed. ) Southeast European Maritime Commerce and Naval Policies from the Mid-Eighteenth Century to 1914, (Thessaloniki: Institute for Balkan Studies, 1988) s. 321-343.
[35] Palmeston’un notu için bakınız, PRO, FO 412/1 Palmeston to Ponsonby, 5 July 1838.
[36] Daniel Panzac, (çeviri) Serap Yılmaz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba, s. 225.
[37] Bailey, British Policy, s. 138.
[38] Aynı eser, s. 138.
[39] İngiltere’nin Selanik Konsolosu Charles Blunt’ın raporları için bakınız, PRO FO 195-240.
[40] David Urquhart, Turkey and Its Resources, (London, 1833) s. 117.
[41] Halil İnalcık, “Adaletnameler”, Türk Tarih Belgeleri Dergisi, II, (1955), s. 49-145.
[42] M. Marmont, The Present State of the Turkish Empire Translated by Sir Frederick Smith (London, 1839) s. 333.
[43] Bazı çalışmaları bu bakış açısına örnek olarak verebiliriz. Bakınız, Harold Temperley, “British Policy Towards Parliamentary Rule and Constitutionalism in Turkey (1830-1914)”, The Cambridge Historical Journal, C. 4, n. 2, s. 156-191, Maria Todorova, “British and Russian Policy Towards the Reform Movement in the Ottoman Empire”, Etudes Balkaniques, n. 3, 1977, s. 17-41, G. H. Bolsover, “David Urquhart and the Eastern Question, 1833-37: A Study in Publicity and Diplomacy”, The Journal of Modern History, n. 8, (1936), s. 444-467.
[44] Harold Temperley, “British Policy”, s. 157.
[45] İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçisi Ponsonby’nin bu konuyla ilgili olarak Londra’dan aldığı emirler için bakınız, Bailey, British Policy, s. 145.
[46] Aynı eser, s. 146.
[47] PRO FO 78/234, Palmeston to Ponsonby, 1 June 1834.
[48] Bailey’ye göre bu toplantıda çok sayıda bilgi toplanmasına rağmen sonuca gidilememiştir. Bakınız, Bailey, British Policy, s. 152.
[49] Harold Temperley, “British Policy”, s. 158, 165.
[50] Bailey, British Policy, s. 156.
[51] Aynı eser, s. 177.
[52] Aynı eser, s. 174.
[53] Aynı eser, s. 175.
[54] Aynı eser, s. 180.
[55] Aynı eser, s. 186.
[56] Aynı eser, s. 187
[57] Aynı eser, s. 189.
[58] Aynı eser, s. 210.
[59] M. A. Ubicini, Letters on Turkey, (Trans. ) Lady Easthope, 2 Cilt. (London, 1856) C. I, s. 27. Ayrıca bakınız, Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, s. 110-111.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.