Yarımadanın Arapları, 630 ve 660 yılları arasında Sasani İmparatorluğu’nu ve aynı zamanda Bizans’ın büyük bir bölümünü fethettiler. Sasani İmparatorluğu’nun başkentini ele geçirip sonraki için tehdit oluşturdular. Geçmişteki yönetim sistemini ortadan kaldırıp halifelikle birlikte tamamen yeni bir hükûmet anlayışı kurdular ve aristokrasi oluşturdular. Her ne kadar kısa süreli de olsa, ordu yalnızca Araplardan oluştu. Fethettikleri halklara kendi dillerini, politik ideolojilerini ve tabii ki dini felsefelerini benimsetme sürecine başladılar. Diğer bir deyişle, 630 ve 660 yılları arası, Araplar kendilerini, kendi kültürlerini, ve sürekli bir etkiyi kendilerine farklı ve yabancı bir çevreye tanıttılar.
1050 ve 1080 yılları arasında, Orta Asya Türkleri Abbasi İmparatorluğu’nu ve aynı zamanda Bizans’ın büyük bir bölümünü fethettiler. Abbasilerin başkentini ele geçirip Bizans için tehdit oluşturdular. Elbette önceki devlet sistemini değiştirmek için Salahattin’in Fatimi Hanedanlığı’nı yıkıp Mısır’da Abbasi Halifeliği’ni yeniden kurduğu zaman olan 1171 yılına ya da belki de Moğolların halifeliği bütünüyle ortadan kaldırdığı 1258 senesine kadar beklemek zorunda kaldılar. Türklerin çoğunlukta olduğu bir ordunun oluşturulmasının daha erken, El-Mutasım ve Memlüklerin hüküm sürdüğü bir devirde olduğu, doğrudur. Fakat fethedilen halkların Türk dili, politik ideolojisi ve dini felsefeleri ile kaynaşmaları konusundaki durumun, önceki Arap kültürü ile kaynaşmaları kadar etkili olduğu söylense de bu temelsiz ve eleştiriye açıktır. Diğer bir deyişle 833 ve 842 arası, 1050 ve 1080 arası, 1171 civarı ve sonra 1258’de Türkler kendilerini, kültürlerinin bir kısmını, ve nispeten daha az süren bir etkiyi kendilerine tamamiyle farklı bir çevreye tanıttılar. Bu, Türklerin Otradoğu’daki varlığı ve yönetimi sonuçsuzdur demek anlamına gelmez. Sadece, fethedenle fethedilen arasındaki ilişkinin belirsizliği kadar fetih tarihlerindeki zorluk, şu üç sorunun merkezini oluşturuyor: Türk fetihleri, Arap fetihlerinden nasıl farklıdır? Türk fetihleri, sonuç bakımından Arap fetihlerinden nasıl farklıdır? Ve de en önemlisi niçin farklıdır?
İlk iki sorunun cevabı az veya çok daha tanımlayıcı niteliktedir. Türk fetihleri, Araplarınkinden şöyle farklıdır: Sadece erkekler değil tüm aileleler fethedilen bölgelere yerleşiyorlardı. Türkler ve Araplar arasında fethedilen yerlerin sırası değişiyordu. Ve son olarak da fethin gerekçesi, Türkler için dini ve politik olmayıp ekonomikti. Sonuçlardaki en önemli fark ise şudur: Araplar kendi kültürlerini fethettikleri yere beraberlerinde getirirken, Türkler, fethettikleri yerlerin kültürünün bir parçası haline gelmekteydiler. Yukarıdaki konulardan çok daha önemlisi olan ‘niçin’ sorusu, tüm bu tanımlayıcı konuları biraraya getiren temadır: Türk ve Arap fetihleri birbirinden çok farklıdır, bu yüzden, esas olarak, Türk fetihleri süresince, ne Türkler, ne halifenin kulları, ne fatihler, ne de fethedilenler birbirlerine yabancılardı.
Askerli konular dışındaki etkileşimler, Arap yayılmasından hemen sonra başladı, daha da önemlisi, Türkler, yüzyıllardan beri halifelik içinde çeşitli kurumları işgal ve idare ediyorlardı. Aslında Türk fetihlerinin 9. yüzyılda başladığı ve gerçek anlamda asla durmadığı ileri sürülebilir. Bu iddiayı izlemeden önce, nitelik ve sonuç olarak aradaki farklara geri dönelim.
Bir kez daha vurgulanmasında fayda var; Türk ve Arap fetihleri arasındaki en açık iki fark: Türk fetihleri tüm aile ve kavimlerin hareketiyken, Arap fetihleri yalnızca erkekleri fethedilen bölgelere getirdi ve Türkler, doğudan batıya doğru ilerlerken, Araplar güneyden kuzeye doğru hareket ettiler. 11. yüzyıl Türk fetihlerinde tüm kabile ve ailelerin varlığı öncelikle Kuzey Moğolistan’daki 732 yılına ait Kültigin (Köl-tigin) Kitabesi’nde[1] tanımlanan Türk fetih özelliğinden çıkarılabilir. Bu kitabede, Kültigin, askeri kampını korurken saldırıya uğradığında, yalnızca kampın ardında kalan erkekleri değil, aynı zamanda, annesini, kızkardeşlerini ve kızlarını[2] da korumak zorundaydı. Bu durum aile üyelerinin de askerlere sefer sırasında eşlik ettiklerini göstermektedir. Önceki Türk örgütlerinin sonraki Selçuklu kurumlarından büyük oranda farklı olduğu şüphesizdir. Üstelik Dede Korkut Hikayeleri’nde -Selçuklu kaynakları çerçevesinde anlatılmıştır- çadırlar ve evler[3] arasında bir ayrım yapılmıştır ve aileler (eşler) hem önceki geçici hem de sonraki kalıcı ikametgahlarda bulunuyordu. Ayrıca, bu olayın anlatılmasında Türk kabilelerinin göçebe özelliğine işaret edilemez. Dört asır önceki Araplar, büyük oranda göçebeydiler. Ancak, ailelerini akın sırasında yanlarında getirmezlerdi. Hem, Mevali bir kadınla evlenen Arap adamın bilgeliğini tartışan geniş miktarda eski edebiyat, hem de I. Ömer’den[4] bu yana İranlı cariyelerin kullanımına ağıt tutan gelenek bu durumu açıklamaktadır. 11 .yüzyıl Türklerinin önceki Araplardan daha göçebe olduğu iddia edilebilirse de böyle bir iddia fetih biçimlerindeki farkı tam olarak açıklayamaz.
İki fetih arasındaki özellik açısından ikinci ve en açık fark, fetihlerin kendine has sonuçlarıdır. Araplar yarımada dışına çıktılar. Suriye ve Irak’ı yakın aralıklarla aldılar. Mısır’ı bir yıl sonra ele geçirdiler ve bu sırada İran için oldukça zaman harcadılar ve İran’ı asla tamamıyla bir asırdan fazla kontrol altında tutamadılar. Selçuklular, tam tersi, İran dışına çıktılar; Irak ve Suriye’yi aldılar ve sonra Mısır’a giderken Bizans baskısıyla karşılaşıp geri döndüler ve Anadolu’nun bir kısmını ele geçirdiler. Açıkçası Türkler doğudan geldiler, Araplar ise güneyden. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Arapların coğrafi benzerliğe göre hareket etmeleri -Suriye ve Mısır, yarımadanın iklimi ve karakterine en yakın, Mısır bir ölçüde benzer, İran ise tamamen farklı- fakat Selçukluların tam zıt bir şekilde ilerlemeleridir. Eğer Türkler, kendilerininkine benzer yer ve iklime göre hareket etselerdi, Irak’ı ve Mısır’ı alma çabasına girmeden, İran’dan, Anadolu’ya ve sonra da aşağıya doğru yüksek Suriye topraklarına seyahat ederlerdi. Abbasi Devleti’nin başkentinin Irak’ta olduğu doğrudur. Ancak Selçukluların Abbasi Devleti’ni sürdürme niyetinde olduğu gerçeği karşısında, başkenti kendi iyiliği için almalarının ardındaki amaç -sembolik etki- tamamen kayboldu. Ayrıca ilave edilmelidir ki Ctesiphon (şimdi Tak-i-Kesra) İran İmparatorluğu’nun başkenti olmadan dört asır önce Araplar ilk kez Şam’ı aldılar. Küfe ve Basra’yı kurmaları ise imparatorluğun başkentini fethetmenin göreli önemsizliğini ciddi biçimde zayıflattı. Bu noktadan hareketle şöyle bir soruyla karşı karşıya geliyoruz: Türkler niçin kendilerine coğrafi olarak tamamen yabancı bir bölgeye yönelip orayı istila ederken, Araplar, önce tanıdıkları bölgeye girip, ardından daha dağlık bölgeleri alma girişiminde bulundular?
İlk bakışta Türk ve Arap fetihleri arasındaki son fark, niçin sorusu için anlamlı görünüyor. Araplar, dini ve politik amaçlarla fetihler yaptılar. Türkler ise belirsiz biçimde tanımlanan ekonomik nedenlerle. Ortaya çıkan bu fark, hemen hiç bir ayrıntılı açıklamayı getirememektedir. Çok sayıda hadis, insanların yalnızca Allah’ın varlığını değil aynı anda Allah’ın varlığı ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğunu benimsetinceye kadar savaşmalarını ilan ediyor. Kur’an’ın birçok bölümü de inananlara tüm halkları İslamiyet’e devşiremeseler bile İslami devlet anlayışını tüm dünyada kurmalarını emrediyor.
Araplar, bölgelerinden, ekonomik ve politik nedenlerle atılmadıklarından meşruiyet sağlayan bir ideoloji geliştirmeye zorlandılar-ideoloji ortaya çıktı ve fikirlerini yaymak için bölgelerini gönüllü olarak terk ettiler. Tam tersine, Türklerin durumu, bu gerekçelerden çok farklı olamazdı. Selçuklular, onuncu yüzyıl sonlarında tarih sahnesine çıktıkları zaman, İslamiyet’i yeni kabul etmişlerdi. Kendi İslam anlayışlarını başka milletlere yayma konusunda çok az istekliydiler. Horasan’a gelmişlerdi, çünkü, yorucu bir savaşın ardından toprağa ve yiyeceğe ihtiyaçları vardı. Teklifleri Gazneliler tarafından geri çevrilince Selçuklular, tamamıyla Gazne yönetimine son vermek amacıyla olmasa da bir kez daha hücum ettiler.[5] Irak ve diğer Arap ülkelerinin sonraki tarihteki fetihleri daha geniş açıdan bir önceki yüzyılda başlayan batıya göçlerinin devamı olarak görülebilir.[6]
Görünürde bu tanımlayıcı farklar, açıklayıcı bulunabilir. Yakından incelendiğinde ise bağlantı kurmak zor, hatta imkansız hale gelir. Örneğin, fetihlerin dini ve politik ideolojisi olması, göçebe olarak Arapların niçin fetihler sırasında ailelerini yanlarında getirmediklerini açıklamaz. Üstelik iki düşünce tamamen ilgisiz görünüyor. Türkler için fetih sırasında ailelerin de bulunmasını ekonomik sebepler açıklıyor gibi görünse de bunlar, açlık tehdidi geçtikten sonra da Selçukluların niçin eşleri ve çocuklarıyla birlikte hareket etmeye devam ettiklerini ya da Araplar gibi doğrudan fethetmek yerine niçin fetihin göçebe tarzını kullandıklarını açıklamıyor.
Tamamen farklı ideolojiler, Selçukluların kendilerine yabancı iklim ve coğrafyaya intibak kabiliyetleri; eğer diğerlerine karşı belli bölgelere hareketin nedeni, ki bu yöneliş salt bir genellemeye tabi tutulamaz, yalnızca ekonomik olsaydı, nasıl yiyecek üreteceklerini bildikleri bölgelere girmeleri daha anlamlı olurdu. Oysa ki, onun yerine genelde ekonomik sebeplerle hareket ettikleri açık, ancak belli bölgelerde daha karmaşık fetih nedenleri var. Üstelik her üç farklılık ve şimdi kısa bir süreliğine tartışılacak olan bu farklılıkların sonucu da salt siyasi ideolojideki ayrımdan ziyade arka planda çok boyutlu bir durumun neticeleri olarak ortaya çıkıyor.
Türk ve Arap fetihlerindeki en önemli ayrılık, ikisi arasındaki farklı sonuçtur. Arap fetihleriyle, hemen hemen her fethedilen yerin halkları, fethedenin kültürünü benimsemiş, ve Araplar çıktıktan sonraki yüzyıllarda dahi, daimi şekilde bir değişim yaşamış da olsa bu kültürü benimsemeye devam etmişlerdir. Arapların orijinal dini olan İslam fethedilen halkların geniş bir çoğunluğunun dini olmuştur. Yine asıl Araplara ait olan halife ve imam gibi siyasi kavramlar yalnızca sonraki Ortadoğu imparatorluklarına model olmakla kalmamış, aynı zamanda bu imparatorluklara karşı ayaklanıp yeni devletler kuran gruplara da model olmuştur. Arapça, üst ve alt kültürün dili olmuş ve İran ve Fars dilleri bile Arapça etkisine girince, kalıcı olarak değişmişlerdir. Sonuç olarak, elbette, Kur’an’da belirtilen ilkeler tüm fethedilen bölgelerin yasal sistemi haline gelmiştir. Selçuklular, tam tersine, kendi dinlerini İslam uğruna terketmişler, politik yapılarını[7] tüketmişler ve bu yolda devletlerinin demokratik yapısı kısa sürede sona ermiştir. Sultan kavramı her ne kadar yenilik de olsa, bu, halife tarafından tanınan bir unvandı.[8] Zamanın bilginleri bunu henüz yerleşmemiş olan halifelik tanımıyla birleştirdiler. Türkçe, dil olarak, fethedilen halkların hiçbirinin dili haline gelmedi. Yüksek kültürün ifadesinde bile önden yerleşen Fars ve Arap estetik standartlarına uyma arzusunun bilinci her zaman sürmüştür. Sonuç olarak, bir imparatorluk kurulduğunda Türk kurumlarının ve-Kültigin Kitabesi’nde çok önemli olan- ataların kurallarının fethedilen yerlerin kanunlarıyla yer değiştirmesi İslam’a geçişin doğal sonucudur.[9]
Bu nedenle önemli soru: “Niçin?”dir. Niçin yalnız erkekler yerine aileler de bu fetih hamlelerine katıldılar? Niçin fetihler, coğrafi yönden bilinmeyen bölgeye doğru yöneldi? Niçin motive edici dini ve siyasi ideoloji eksikliği vardı? Ve son olarak istilacılar niçin, fethedilen halkları, kendilerine benzemeleri konusunda zorlamak, yani asimile etmek yerine kendileri bu halklarla kaynaştılar? Tüm bu soruların yanıtları, büyük Türk unsurunun fethedilen bölgelerde daha önceden zaten var olmasıdır. Sonuçta ne fetheden, ne de fethedilen birbirine yabancıydı. Ancak, bu durumu kanıtlamak için üç nokta açıklanmalıdır: İlk olarak, Selçukluların hilafet düzen ve kurumu içerisinde zaten yer alan Türkleri bildiklerini ve onları bazı açılardan aynı geçmişe sahip olarak değerlendirdiklerini göstermek zorunludur. İkinci olarak, durumun dört asır önceki Arap fetihleriyle aynı olmadığını göstermek zorunludur-fethedilen bölgelerin kurulu düzenleri içerisinde çalışan Araplar yoktu ve Araplar bu bölgeleri tamamiyle yabancı saymışlardı. Son olarak, tamamen farklı bu iki durum daha önceden anlatılan özel farklılıkların ardındaki esas sebep olarak gösterilmelidir.
11. yüzyıla gelindiğinde Türkler, halifeliğe girip bir çok büyük kurumda yer almışlardı. Elbette ki Türklerin askeri yönü bu olayın en açık deliliydi. Ancak açıkçası Türkler devletin diğer alanlarında da önemli yerler aldılar ya da en azından Cahız’ın şiirinde[10] halifenin gözdesi, el-Fatih b. Hakan’a açıkça övgüde bulunduğu gibi bu alanlardan etkilendiler.
Selçuklular bu durumun farkındaydılar ya da kendilerinin imparatorluk sınırlarında çalışan Türklerle ortaklığının kanıtlanmasının zor olduğuna inanıyorlardı. Şüphesiz Selçuklularca Halifelik ordusunda ve diğer kurumlardaki Türklerin varlığı biliniyordu. İlk olarak Halifelik’ten Orta Asya’yı[11] ziyaret eden çok sayıdaki seyyah aracılığıyla, ikinci olarak kölelik kurumlarını tam anlamıyla temin etmek üzere olan bölgede artan köle ticareti yoluyla haberliydiler.[12] Son olarak da kendileri Gazneliler için, 10. yüzyıl sonlarında Halifelik sınırlarında paralı asker olarak çalışmışlardı.[13] Sınırlardaki Türkler ile orada çalışan Türkler arasındaki ilişki, Kül Tigin Kitabesi’nden olduğu kadar Kaşgarlı’nın Divan-ü Lügat-it Türk’ündeki[14] birçok açıklamadan da çıkarılabilir. Kitabede, her ne kadar düşman ya da hain olarak görülselerde Çin ordusuna hizmet eden Türkler şüphesiz hâlâ Türk sayılıyor. Ve Çin sınırları[15] dışındaki Türklerle açıkça ilişkileri vardır. Aynı düşmanlık, güç farklılıkları çok büyük olmadığından, Selçuklu ve Abbasiler arasında görülmese de, Abbasi ordusuna hizmet eden Türkler ve sınır dışındakiler arasındaki ilişki, Kitabe’de ifade edilenle benzer biçimdedir. Daha inandırıcısı, Kaşgarlı’nın, Türklerin kendilerini nasıl tanımladıkları[16] tasvirinde olduğu gibi -Divan-ü Lügat-it-Türk’te geçen farklı Bulgar, Uygur ve Oğuzların[17] doğudaki Türklerden tamamen farklı lehçeleri olduğu sözleri- Türklerin sathi bir biçimde bölünmüş tek bir millet olduğunu açıklıyor.
Dönemin Türklerinin birbirlerini nasıl gördüklerinden daha da önemlisi, bu kimliği ve kendi topraklarıyla, kendilerine ait olmayan topraklar arasındaki bölünmeyi nasıl anladıklarıdır. Yine Kitabe’de ve Kaşgarlı’da görüldüğü gibi, Türk bölgeleri ile Türk olmayan bölgeler arasındaki sınır, Selçuklulara Abbasilerden daha az açık görünüyordu. Bu konuda kabul gören ve tekrar edilen bir görüş de Türklerin büyük sayılarda yerleştikleri her yerin, bir ölçüde Türk olduğudur.[18] Bu nedenle Selçukluların gelmesinden önce, Hilafet topraklarının çevresini dolaşan büyük göçebe grupları olmasa da, hem hilafette yerler tutan, hem de onun bölgesel bütünlüğünü tehdit eden büyük Oğuz Türkleri grubu vardı.[19] Babasının ölümünden sonra Horasan’daki Selçuklu toprağı Çağrı’ya geçtiğinde bu, Tuğrul için, Selçuklu kontrolünü batıya doğru genişletme konusunda özellikle -onun gittiği batı artan biçimde karışsa da-Horasan’ın ahlak ve kültür devamı açısından kusursuz bir anlam ifade ediyordu.[20] Açıkçası, Selçukluların Horasan’ın batısındaki topraklara girişi onlar açısından tamamıyla yabancı oldukları bir bölgeye yaptıkları yeni bir fetih olarak görülmüyordu. Fakat bunun yerine, Kültigin’in kardeşi ve Kaşgarlı tarafından da tanımlandığı gibi, Türk halklarının topraklarının parçası olan bir bölgeye asker amaçlı göçleri olarak algılanıyordu.
Araplar, dört asır önce, fethi üstlendiklerinde tamamen farklı bir durumla başa çıkmak zorunda kaldılar. İran ve Bizans İmparatorluğu ile hem ticaret hem de Hira gibi sınır krallıkları yoluyla bir anlaşmaları varsa da Arapların hiç bir şekilde herhangi bir İran veya Bizans kurumuna sızdığı söylenemez. Üstelik Suriye’deki bedevi kabileleri Bizans yönetiminden uzaklaşmışlardı ki Hz. Muhammed (s.a.s), fetih öncesi, onlarla anlaşma yapmada bir sorun yaşamadı.[21] Ve sadece onun yönlendirmesiyle, tüm İmparatorluk üzerinde etkiye sahip olabildiler. Ayrıca, Kültigin’in Kitabesi’nde Çinlilerle yaşananın aksine, bunu, yarımada dışındaki büyük güçlere şüphelerini ifade eden İslam öncesi Arap şiirleri, doğrudan davet ya da müracaat ederek değil, fakat Araplara bağlı devletlere doğrudan saldırarak yapıyordu.[22] Bu nedenle, Arapların fethettiği uygarlık, başlangıçta, onlara kurumlarını kapamakla kalmadı,[23] aynı zamanda onlar da bu uygarlık hakkında az bir bilgi ve iletişime sahip oldular. Sonuçta, birbirinden oldukça farklı olan fetihlerin çıkış noktaları, Arap ve Türk fetihlerinin izlediği farklı yönlerin asıl sebebidir.
Görülüyor ki, Türkler, fethettikleri yerlerle zaten bir ölçüde temas içindeydiler, buna karşılık Araplar, ele geçirecekleri yerlere tamamen yabancıydılar. Yapılan fetihlerin farklı sonuç ve niteliklere sahip olmasının sebebi olarak bu farklı bakış açılarını belirtmek gerekmektedir. Öncelikle, hem Türk,[24] hem de Arap[25] göçebeleri, sefer zamanında, ailelerini de yanlarında getirmeye eğilimlilerdi. Ancak, durum tehlikeli olduğunda, ya da ganimet gerektiğinde, erkekler savaşa girerken, kadınlar ve çocuklar kampın gerisinde kalırlardı. Ancak, fetihlerin başlangıcı her ne kadar bir benzerlik gösterse de, bir müddet sonra farklılıklar hasıl olurdu. Türkler, ele geçirdikleri toprakları tanıdık gördüklerinden, buraları, onlar için, tehdit edici ve bu nedenle de erkeklerin tek başına gitmek zorunda oldukları yerler değildi. Onların, batıya doğru göçleri bir anlamda savaş olarak görülebilir. Fakat, sonuçta ganimet toplamının aciliyeti yoktu ve kadınların da Türklerin hilafet topraklarına girişleri sırasında yanlarında bulunmaları bu bakımdan anlamlıdır. Diğer taraftan, Arap fetihleri sırasında kadınların olmayışı da aynı oranda anlamlıdır. Türklerden farklı olarak Araplar, girdikleri toprakları tanıdık değil, tamamen yabancı ve bu nedenle de tehdit edici görüyorlardı. Fetihlerinin ilk otuz yılını ganimet mantığı altında geçirdiler ve sonuçta ailelerini geride bırakmaları pek şaşırtıcı değildir.
Selçukluların Irak’a ve coğrafi olarak tanımadıkları bir bölgeye hareket etmeyi seçmeleri, yukarıda belirtilen fethettikleri topraklarla ilgili Türk ve Arap görüşlerinin içeriğinde daha anlamlı hale gelir. Coğrafya ve iklim bağlamında Selçukluların İran’dan Irak, Suriye ve Mısır yerine doğrudan Anadolu’ya hareketini beklemek doğrudur. Ancak, Türk halklarının önceki dağılımı dikkate alındığında, Selçuklu hareketi daha mantıklı görünmeye başlar.
Selçukluların İran’ı aldıktan sonrasına kadar Anadolu’da Türkler yoktu.[26] Bu nedenle, Anadolu, Büyük Selçuklulara coğrafi olarak tanıdık olsa da kültür olarak tamamen yabancıdır ve aynı zamanda -çok belirsiz de olsa- önceden tanımlanan Türk topraklarının bir parçası değildir. Bundan dolayı Selçuklular, Anadolu’ya hareket etselerdi, kendilerini Arap yarımadası dışına çıkıp Suriye, Irak ve İran’a hareket ediyor gibi düşünebilirlerdi -kendilerini daha fazla tehdit altında görüp göçebe taktiği yerine, ganimet stratejisi kullanmaya zorlanabilirlerdi- şeklinde bir varsayımda bulunulabilir. Selçukluların coğrafi olarak bilmedikleri bir alana hareketleri, bu sebeble, daha tehlikeli bir bölgeye alternatif olarak kültürel olarak bilmedikleri bir alana hareketleri olarak görülebilir.[27]
Fethedilen bölgeye iki farklı açıdan bakıldığında, Arap ve Türklerin dini ve politik ideolojilerinin farklılığı ortaya çıkar. Türkler, fetihleri için yeni bir din ve ideolojiye ihtiyaç duymuyorlardı. Çünkü, zaten fethettikleri alanın hem dini, hem politik sistemiyle bütünleşiyorlardı. Aslında Türkler ele geçirecekleri toprakların dinine aşinaydılar. Ve bunu sosyal ve politik amaçlı çıkarları[28] için kullanabiliyorlardı. Hatta Bağdat’a girdiklerinde[29] Abbasi halifeleri tarafından bir anlamda hoş bile karşılandılar. Ayrıca, fethedilecek halk, grup olarak Türklere benziyordu. Politik açıdan Türkler, devletin her kademesinde önemli roller oynamışlardı ve Selçuklular için yeni bir din ve politik ideoloji üstlenmek tamamiyle gereksizdi. Araplar, feth edecekleri alanın önceden oluşan sistemi içerisinde hiç bir yere sahip değillerdi. Mevcut devlet kurumlarına[30] ve fethettikleri halklara tamamen yabancıydılar. Sonuçta, Türkler’den farklı olarak, Araplar askeri fetihlerinde, kendilerine dini ve politik ideolojide yer bulacakları bir desteğe ihtiyaç duydular.[31]
Sonuç olarak, asimilasyon sorunu, Türk ve Arapların fethettikleri yerlere karşı farklı tavırları çerçevesinde daha tatmin edicidir. Arap fetihlerinin asimile edici yapısı yalnızca onların dini ve politik ideolojileri bağlamında açıklanamaz. Çünkü, fethedilen halkların kaynaştığı kültür, müslüman olmaktan çok, geniş anlamda Araptır. Sonuçta, Arapların politikası başka açıdan açıklanmak zorundadır. Arapların, fethettikleri halkları ve kültürleri kendilerine tamamen yabancı görmeleri gerçeği bizi bu açıklamaya doğru götürüyor. Araplar, hakim oldukları uygarlığı değiştirmek ve kendilerine benzetmek zorundaydılar, önceki sistemle uyuşmalarına imkan yoktu. Tek alternatif, onlara tamamen yabancı kalan halk arasında yeni bir yönetim varlığı bırakmaktı. Tam tersi, Türkler fetihlerden önce zaten o kültürle kaynaşmıştı. Bundan dolayı Selçuklular için, Arapların dört asır önce yaptıkları gibi kendi göçebe kültürlerini empoze etmeleri imkansızdı. Selçukluların, fethedecekleri halklarla, bu halkların da Selçuklularla ilgili bilgileri vardı-Selçuklular için medeniyette[32] oluşmuş bir yer vardı ve Selçuklular bu yeri Arapların hiç bir zaman elde edemeyecekleri biçimde aldılar.
Türk ve Arap fetihleri arasındaki farkı anlatmak için en uygun yol, Arap fetihlerini fetih olarak, Türklerinkini ise 9. yüzyıl başından beri devam eden göçün en son noktası olarak değerlendirmektir. Eğer, Türkler hilafet topraklarına düzenli olarak alınsalardı, nüfusla birlikte, yöneten sınıf değişirdi[33] – Yarı Türk Mutasım’ın Türkleri yerleşik mevkilere getirme eğilimi karşısında Arapların öfkeli sesleri buna kanıttır. Ayrıca, asırlarca süren bu göç ve askeri ayaklanmalar sonucu, Selçukluların istila ettikleri bölgeler zaten, çok önceleri halk olarak Türklere alışmıştı. Fethedenlerle edilen arasındaki yakınlıktan daha da önemlisi Selçukluların ticaret ve seyahatler vasıtasıyla Halifelik’teki Türk varlığının konumundan haberdar olmaları ve dolayısıyla içinde bulundukları topraklarla yöneldikleri bölge arasında eşit bir yakınlık hissetmeleriydi. Bu nedenle, 1050 ile 1080 yılları arası, Orta Asya Türkleri, Abbasi İmparatorluğu’nu fethetti. Ancak onların fetihleri daha çok, uzun ve biçimlenmemiş bir aşamaydı. Geçen bin yılın da gösterdiği gibi, bu, daha fazla değilse de en az fethettikleri yerlerdeki halk kadar, fethedilenleri de etkiledi.
Prınceton Üniversitesi / A.B.D.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 4 Sayfa: 388-393
Kaynaklar: