Varahşa, bugünkü Özbekistan’ın Buhara Şehrine bağlı bir arkeolojik yerleşim bölgesidir. 1937 yılında Rus arkeolog V. A. Şişkin tarafından arkeolojik kazıları yapılan Varahşa bölgesi Harita 1’de aynı arkeolog tarafından belirlenmiştir[1]. Varahşa Sarayı’nın bulunduğu bölge (Harita 2) Arap kaynaklarında Maveraünnehir olarak geçen Amuderya (Ceyhan) ve Sırderya (Seyhan) nehirleri arasında, Zerefşan Nehri’nin suladığı bereketli Zerefşan Vadisi’nde yer almaktadır. Zerefşan Vadisi; güneyinde yer alan Kaşkaderya Nehri ve Bakteria bölgesi, kuzey-batısında Aral Gölü’nün hemen altında Harezm bölgesi, doğusunda en eski Türk şehirlerinin bulunduğu Fergana bölgesi (Şaş, Ustruşana) ile çevrilmiştir. Semerkand ve Buhara gibi Batı Türkistan coğrafyası ve İpek Yolu’nun en önemli iki şehrinin bulunduğu Zerefşan Vadisi; batılı birçok kaynakta[2] “Sogdiana”, Gök-Türk Abidelerinde[3] “Sogdak, Kengeres” ili olarak geçmektedir. Zerefşan Nehri (Masaf[4]), suladığı ve taşıdığı çeşitli minerallerle Buhara’nın içinde olduğu vadiyi bereketli, yeşil ve cazip hale getirmiştir. Bu sebeple Zerefşan Vadisi’ne Türkistan’dan su ve bereketli topraklar için gelenler bölgenin etnik yapısını çok eski zamanlardan belirlemişlerdir.
Varahşa Sarayı’nın duvar resimlerini incelemeden önce bölgenin tarihine kısaca değinmek resimleri daha iyi değerlendirmek açısından son derece önemlidir. Narşahi’nin Buhara Tarihi adlı kitabında anlattığı gibi Buhara’yı kuran ve 22 nesil boyunca yöneten Buharhudah ailesinin ataları, bu bölgeye Türkistan (Doğu Türkistan’dan yani vahayı çevreleyen bozkırlardan)’dan gelmiş ve Zerefşan Nehri’nin suladığı vadiye çeşitli otağlar ve şehirler kurarak yerleşmişlerdir[5]. Buhara’yı ilk imar eden bu ailenin menşei hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür[6]. Makalemizin konusu olan Varahşa Sarayı’nın bulunduğu Varahşa yerleşim bölgesinin kuruluşu, Buhara Şehrinin kuruluşundan daha eskidir[7] ve birçok kaynakta bu sarayın Buharhudah ailesinin mülkü olduğu yazmaktadır[8]. Bu ailenin atalarının menşei Z. V. Togan ve diğer birçok tarihçi[9]tarafından şu şekilde açıklanmaktadır. Çinlilerce Gök-Türklerin Du-Lu olarak adlandırılan zümresinin çekirdeğini oluşturan Comuk (Cömük, Çömük, Camuk) adlı Türk kabilesidir. Comuk kabilesi Harezm’den, Hindistan, Çin, Doğu Avrupa’ya özellikle Gök-Türk döneminde ticaret ağı kurarak yayılmış tüccar bir kavimdir. Hatta bu kavmin adı Ukrayna dilinde “dükkanlarını arabalarına yerleştirerek ticaret yapan zümre” anlamına gelen Çumak kelimesiyle hâlâ korunarak zikredilmektedir.[10] İslâm kaynaklarında adı geçen ve Taberî’nin de “onlar Türk boylarındandır” diye bahsettiği Camuklar, çoğu araştırmacıya göre Pei-shih ve Sui Shu gibi Çin yıllıklarında M.Ö. II. yüzyıldan itibaren zikredilen, VI. yüzyıl sonralarında Batı Türkistan’ın ve dolayısıyla Buhara Şehrinin halkını meydana getiren Tchao-wu (Cao-Wu, Çao-Wu) adlı kabile ile aynıdır. Chiu T’ang-shu Çin yıllığında II. Gök-Türk döneminde Kapgan Kagan’ın küçük oğlu Bökey Kağan’ın Sağ (batı) Şad oluşunu “Ayrıca oğlu P ’o-chü yü kagan yaptı; onun mevkii diğer iki şadın üstünde idi…onu Ch-mu-k’un ve diğer On Okların 40.000’den fazla olan süvarilerinin başına geçirdi ve ona “Uç Kagan” unvanını verdi…” olarak açıklamaktadır.[11] Bütün bu bilgilere dayanarak Buharhudah ailesinin Gök-Türk sülalesinden gelen Türk asıllı bir aile olduğu söylenebilir.
Akhunlar 375-557 yıllarında Buhara’ya hakim olmuşlardır. 545 yılında Çin tarafından Buhara’ya Gök-Türklere gönderilen Sogdlu elçi An Nopanto, Gök-Türklerin demirle olan ticaret ve yeteneklerini keşfederek Türklerin bu özelliklerini değerlendirmiş ve ilişkileri demir ile kenetlenmiştir. Bu devirde gelişen Türk-Sogd ilişkileri zaman zaman yer değiştiren siyasi ve ekonomik hâkimiyetleri ile İslâmiyet’e kadar devam etmiştir[12]. Bu ilişki (yapılan evliliklerle) kimi zaman o kadar iç içe geçmiştir ki Sogdlular idarî unvanları ve isimlerini dahi Türklerden almışlardır. Bu nedenden dolayı iki milletin farkını ayırt etmek bu coğrafyada zordur. Ancak duvar resimlerindeki semboller o dönem ki kağanın kim olduğunu bize anlatmakta ve Sogd mu Türk mü olduğunu kısmen ayırt etmemize imkân vermektedir. 564 yılında Kuzey Çin’deki Sogd bölgesinden Buhara’ya gelen Sogdlu elçi sadece Gök-Türklerle görüşmüştür. Bu bilgiden bahsedilen yıldan itibaren Maveraünnehir bölgesinde Akhunların hâkimiyetinin bittiği anlaşılmaktadır.[13]
Gök-Türk Devleti’nin, Türk ikili devlet yönetim şekline göre batı kanadını yöneten İstemi Kağan (552-576), 557 yılında Buhara’daki Akhunlar hâkimiyetine son verir. Sogdlularla ticaret sebebiyle yüzyıllardır tanışan ve İpek Yolu boyunca birçok bölgede birlikte yaşayan Türkler, VI-VIII. yüzyıllar arasında Türkistan’ı tamamen fethedip tam bir hâkimiyet kurmuşlardır. İstemi Kağan’ın Sogdlu Maniakh’ın tavsiyesiyle İpek Yolu güzergâhını İran topraklarından geçirmeden Hazar ve Kafkaslardan Bizans topraklarına ulaştırması; Buhara’nın ve tüm ticaret yolunun 300 yıl boyunca İran’a vergi vermeden özgürce ticaret yapmasını sağlamıştır.[14]
630 yıllarında, Budist bir rahip olan Hsüen-Tsang aracılığıyla Türk Kağanı Tong Yagbu’ya gönderilmek üzere kağana bağlı bir başka (Gaoçang) hükümdar tarafından yazılan mektupta, hükümdarın kendisinden “Kağan ’ın kölesi’ olarak bahsetmesi Türk Kağanlığı’nın Türkistan coğrafyasında nasıl bir hakimiyet sahibi olduğunu açıkça anlatmaktadır. Ayrıca VI-VIII. yüzyıllarda Batı Türkistan yöneticileri arasında pek çok Türk isim ve unvanı olması, Maveraünnehir bölgesindeki ve diğer (Şaş, Fergana, Toharistan) şehir devletlerinin yöneticilerinin Türk soyundan olduğunu göstermektedir.[15]
VI-VIII. yüzyıldaki Buhara’nın etnik, politik ve kültürel yapısını birkaç örnekle daha iyi anlayabiliriz:
- G. Klaştorniy, Sogdian alfabesinin Türk diline adapdasyonun IV. ve V. yüzyıldan önce Doğu Türkistan’da gerçekleştiğini yazar.[16] Bu da arkeolojik kazılarda bulunan Sogd alfabesiyle yazılmış Türkçe paraları açıklamaktadır.
- Çin kaynakları, Datou (Tardu) Kağan (575/6-603)’ın kızı Suy-şu’nun, Sogdian yöneticisi Daisheby (Deşçi Vagi, Deşçi Ağa[17]) ile evlilikleri hakkında bilgi verir. “Yazı ve kanunlar Türklerinkiydi’ diye belirtir.[18] Yazı Sogd alfabesiyle yazılmış Türkçe metinler, kanunlar ise Türk töreleri olmalıdır.
- Mug Dağı’ndaki arkeolojik kazılarda ortaya çıkartılan Sogdça arşivlerde, bölgedeki sosyal sınıflanma prens (yönetici), yöneticilerin temsilcileri, toprak sahibi aristokratlar (ihşidler ve dihkanlar), mal sahipleri (azimler), üst düzey aristokratlar (vergiden muaf ve devamlı prensin hizmetinde), vergi veren sanatkâr ve köylüler (karikar), köle ve hizmetçiler olarak tasnif edilmiştir. Toprak satmanın yasaya uygun anlaşması ve tapusu vardı. Orduyu oluşturan Türk askerlerine maaş olarak verilen ipek kumaş, toprak satın almak için kat kat fazlaydı.[19] Bu sosyo-ekonomik sistemde anlaşılacağı gibi en zengin ve yüksek sınıftaki ihşidler bile yönetici ve çoğu askerden üstün olamıyordu.
Varahşa arkeolojik alanı kazıları yukarıda da zikredildiği gibi 1937 yılında Rus arkeolog Şişkin tarafından keşfedilmiş ve uzun yıllar bu kişi tarafından yapılmıştır. Varahşa bölgesindeki buluşlar 1937 yılında önemli sansasyona sebep olmuştur. Arkeolojik alan, Buhara’nın 30 km. kuzeybatısındaki hâlihazırda çöl olan batı Kızıl Kum’dadır. Arkeolojik araştırmalar göstermiştir ki; bölgenin tarihi eski zamanlara aittir ve 300 km2 alana yayılıdır. Zamanında yoğun bir nüfusa sahip olan bu bölge günümüzde terk edilmiştir.[20] Varahşa Sarayı ile ilgili araştırma yapan başka Rus kaynakları da mevcuttur.[21]
Varahşa arkeolojik bölgesinde Buharhudahların sarayı olarak bilinen Varahşa Saray kalıntıları ile yine aynı aileye ait olan şato-kale buluntuları tespit edilmiştir.[22] Bu yapıların VI. yüzyılda bir Gök-Türk beyi[23]tarafından yaptırılmış olması ihtimali büyüktür.[24] VI-VIII. yüzyıllara tarihlenen bu yapıların her ikisi de gerek ortaçağ şehirçilik tarihi gerekse Batı Gök-Türklerinin siyasî, kültür ve sanat tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Temsili çizimi A. Nil’sen tarafından yapılan şato-kale (Resim 1), yine Maveraünnehir bölgesinden çıkartılan ve St. Petersburg Hermitage Devlet Müzesi’nde sergilenmekte olan bir gümüş tabaktaki Ortaçağ şato-kalesi ile büyük benzerlik göstermektedir (Resim 2).
Bu saray ve şato-kale yapılarının sahibi olduğu düşünülen Buharhudah ailesinin son temsilcilerinden olan Hatun, VII. yüzyılın son 30 yılında hüküm sürmüştür. Narşahî’de bildirildiğine göre; Hatun, kendine biat etmiş olan dihkanlar, prensler ve 200 gençten oluşan adamları ki altın kemer kuşanarak ve kılıçlarını omuzlarına alarak iki sıra halinde dizilip, günde iki defa (güneş doğarken ve güneş batarken) bu şato-kalenin önüne gelerek tebasını selamlar, kalesinin önünde öğlene kadar oturur ve devlet işleri ile ilgili kararlarını açıklardı. Öğlede kaleye girer ve akşama doğru tekrar kalenin önünde bu sefer tahtında oturarak tebasını karşılardı. Gün batımından sonra atına binerek sarayına dönerdi.[25] Gün doğarken ve batarken devlet töreni eşliğinde tuğlarla ve davul çalarak Kaganın ve ordusunun günü (güneşi) selamlaması, yani “nevbet” kadim bir Türk geleneğidir.[26]
Varahşa Saray buluntularında ise dört farklı odada Belenitskya tarafından dönemin büyük keşfi olarak adlandırılan duvar resimleri bulunmuştur. Resimler; kızıl (kırmızı) oda, doğu oda ve batı oda olarak bilinen üç oda içinde bulunmuştur.
Kızıl Oda: Kızıl oda 11,89 metre uzunluğunda, 7,92 metre genişliğinde geniş bir odadır. Duvarlar bordürlerle bölünmüştür. Resimler duvarların en altındaki bordürlerin hemen üstünden başlar ve tavana kadar uzanır, ancak yaklaşık 2 metre yüksekliğindeki kısmı korunabilmiştir. Şekiller kırmızı zemin üzerine boyanmıştır. Korunmuş olan parçalarda resimler iki kısımdan oluşmaktadır. 1,22 metre yüksekliğindeki alt bölüm bir dizi avlanma sahnesiyle doludur. Sahneler birbirine eşit uzaklıkta resmedilmiştir (Resim 3).
Avcılar değişik renkteki filler üzerinde, her bir filde iki avcı olacak şekilde (sürücü ve ana figür ya da kahraman) resmedilmiştir. Bu iki karakter sahnelerin tümünde aynı gözükmektedir. Ancak bazı durumlarda resmin zarar görmesi nedeniyle bu bulguya kesinlik atfedilememektedir. Ana karakterin giyimi avlanmaya uygun gözükmemektedir. Omuzları bol ve rüzgarda uçuşan bir şalla kaplıdır ve başı zengin bir baş süslemesi olan sarık şeklinde başlıkla giydirilmiştir. Filler her iki taraftan büyük boyda leopar, arslan, pars ve kanatlı ejderbaşlı efsanevi yaratık tarafından saldırıya uğramaktadır ve avcıların her ikisi de bunları bertaraf etmekle meşgul gözükmektedir (Resim 4, 5).
Şişkin’e göre ressamlar fillerin nasıl göründüğü hakkında çok az fikir sahibidirler. Bu yüzden abartılı ve ölçüsüz sunumlar üretmişlerdir. Bunların mitolojiden alınmış ve kahramanın kötü güçlere karşı yaptığı savaşı tanımladığı görüşüne Belenitskya katılmamaktadır. Belenitskya’ya göre Varahşa sanatkârları asıl olarak dekoratif etkiye ulaşmaya odaklanmışlardır. Bu resimler sıcak renkleri ve aynı sahnenin dikkatle düzenlenmiş tekrarlarıyla tamamıyla dekoratif sanat izlenimi yaratmış, içerikten çok renk ve desenlere odaklanmışlardır.[27]
Kızıl odada bizim tespit ettiğimiz önemli bir husus bulunmaktadır. Kazılar 1937 yılında başlamış ve duvar resimlerinin ilk yayını 1963 yılında Şişkin tarafından yapılmıştır. Bu kitaptaki resimlerde kızıl odanın batı, doğu ve güney duvarlarındaki resimler yayınlanmıştır. Belenitskya’nın 1968 yılında yayınladığı kitabında ise sadece güney duvarındaki resimlere yer verilmiş ve anlatılmıştır. Günümüzde Hermitage Devlet Müzesi’nde de sadece güney duvarı resimleri sergilenmektedir. İki kitaptaki resimler karşılaştırıldığında, Şişkin’in resimlerinde doğu duvarında bir sahnede ana karakterin yüzü açıkça görülmektedir. Güney duvarındaki resimlerdeki ana karakterlerin ise yüzlerinin olduğu bölümler bozulmaya uğramış; fakat vücudlarının üst kısmındaki takılar ve kol bandları çok iyi şekilde görülmektedir (Resim 6).
Şişkin’in kitabında güney duvarındaki resimlerdeki yüzleri tamamen görülmeyen ana karakterin, Belenitksya’nın kitabında konservasyon sonucunda yüzleri çizilmeden fakat sarıklı bir şekilde tekrar restore edildiği görülmektedir. Ayrıca önceden çok iyi durumda görülen takılar ve fillerin koşum takımları, restorasyon sonrasında görülmemektedir (Resim 7, 8). Resim 6’da görülen ana karakterin yüzü ise ince uzun bıyıklı, arkada toplanmış saçları ile bölgedeki Pencikent Sarayı duvar resimlerindeki Sogd resim stiline uymaktadır.
Kızıl odanın saray planına göre konumu Şişkin tarafından belirtilmemiştir; ancak biz kızıl rengin Türk kültüründe güney yönünü temsil ettiğini, resimlerdeki fillerin ve sarıklı kişilerin Buhara’nın coğrafî konumuna göre güneyinde bulunan Hind kültür çevresini sembolize ettiğini düşünebiliriz.
Nitekim Kuzey Çin’de (Sian’da) bulunan Sogdlu bir devlet adamı An Tszy’nın mezar lahidinde ve tören salonu duvar resimlerinde de Gök-Türk, Akhun ve Sogdlar Buhara’ya göre coğrafî konumlar göz önüne alınarak (merkezde Sogd soylusu, doğuda Gök-Türkler ve güneyde Akhunlar) resmedilmişlerdir.[28] Tüm bu varsayımlar bu resimlerin Sogdlulara ait olduğu izlenimini verse de Resim 9’da yer alan boynuzlu efsanevi yaratığın (grifon) kanadında yazılı Türk Runik harfli yazı[29] bu saray ve resimlerini Gök-Türk sülalesinden Kara Çurin Türk Kaganın yaptırdığı[30] ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Büyük Doğu Odası: Doğu odası karşılama ve tören odasıdır. Duvar resimleri ve boyutları itibarıyla doğu odasının törensel karşılamalarda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Tüm duvarları resimlerle kaplıdır; fakat ciddi bir bozulma söz konusudur. Sadece güney ve batı duvarlarında birkaç parça resim iyi durumda korunabilmiştir. Batı duvarında zırh ve sivri uçlu miğfer giymiş bir grup savaşçı ata binmiş durumda soldan sağa at sürerken resmedilmiştir (Resim 10). Şüphesiz ki orijinalinde bu duvarda çok sayıda figürün yer aldığı büyük bir savaş sahneleniyordu.[31] Resim 10’daki sahne savaş sahnesi olarak adlandırılabilir.
Bu odanın güney duvarı ana duvardır. Büyük ve kalabalık bir resim sahnelenmektedir ki bu resim törensel devlet kabulünü (ant içme sahnesi) betimleyen sahnedir. Ne yazık ki resim kötü şekilde zarar görmüştür; fakat bulunan birkaç sahne olağanüstü ilgi çekicidir. Resmin merkezinde büyük kanatlı deve figürlerinden oluşan altın ayaklar üzerinde yükselen bir taht yer almaktadır (Resim 11). Tahtın arkasında halı olduğundan kuşku duyulmayan desenli bir kumaş asılıdır. İmparatorluk tahtı üzerinde oturan figürün sadece ayakları günümüze ulaşmış olup bunlar inci-altın plakalarla zengin bir şekilde süslenmiş, bol paçalı bir kaftan içindedir.[32] Varahşa duvar resimlerindeki kıyafetlerdeki desenler (incilerle çerçevelenmiş kuş veya kurt resimleri),[33] İpek Yolu üzerindeki Balalık-Tepe, Pençikent, Afrasiyap, Kızıl ve Doğu Türkistan gibi diğer ticaret merkezlerindeki duvar resimleriyle paralellik ve süreklilik göstermektedir. Ayrıca Pencikent, Afrasiyap, Balalık-Tepe ve Varahşa duvar resimleri Hindistan’daki Budist resimleri andırsa da (reminiscent), mezkur resimler Budist karakterler içermeyen, din dışı (secular) resimlerdir.[34]
Tahtın önünde hafif sol tarafta beş diz çökmüş erkek ve kadın figürü görülebilmektedir. Bunlardan ikisi (bir kadın ve bir erkek) parlak desenli kaftan giymiş durumdadır (Resim 12). Erkek, kabzalarında bars-evren[35] figürü olan bir kılıç (Resim 12’den detay) ve bir kama takmıştır. Her iki figür başlarında hare ile çevrilmiştir. Erkek figürü ateşi yakmakta, kadın figürü ise elinde bir kadeh tutmaktadır. Önlerinde tümüyle desenlerle bezeli bir bronz altar bulunmaktadır. Altarın desenlerinin işçiliği yüksek seviyededir. Altarın merkez süslemesinde bir kemerin altında kanatlı deve figüründen yapılmış bir tahtta oturan bir kadın figürü yer almaktadır. Yüzeyin kalan kısmı zengin bitki ve geometrik süslemelerle kaplıdır. Altarın diğer tarafında ise belinde bıçağıyla diz çökmüş, çok desenli bir kaftan giymiş erkek figürü yer almaktadır.[36]
Resim 12; Doğu Asyalı (Uygur tarzı) çehrelere sahip bu figürler, kıyafetleri, saygı göstergesi diz çökerek oturuş şekilleri,[37] alplerin bars-evren kabzalı kılıç kuşanması ve ilk ateşi yakan Gök-Türk atanın ruhuna saygıdan dolayı ateşin kutsallığı ile Türk kültürüne ait ögeleri açıkça sergilemektedir.[38]
Av Sahnesi: İç içe geçmiş salonlar arasında bir duvarda yer alan Resim 13, tipik bir avlanma sahnesini betimlemektedir. Bu resimdeki figür yine Doğu Türkistan veçheli, kıyafetli ve M. Kaşgarlı’nın da “Türk atışı” olarak tanımladığı gibi atın üstünde hareket halinde iken arkaya dönerek ok atan avcıyı temsil etmektedir.[39] Geriye dönerek atın üstünde giderken ok atan süvari sahnesi tipik Türk sanatı sahnesidir. Türk sanatının devamlılığı açısından bu sahneyi birçok Osmanlı minyatüründe de tespit etmemiz Türk sanatı açısından önemlidir.
Varahşa Sarayı’nda İslâm döneminde yapılmış muhteşem stuko (stucco work) süslemeler vardır. Bu süslemeler erken İslâmî döneme ait olan bazıları hayvan ve insan başları içermektedir.[40]
VIII. yüzyılın başlarında Buhara, şehir merkezinde pazarların kurulduğu, esnaf dükkanlarının yer aldığı bir çarşıya sahipti. Bu çarşı üst zaman içerisinde kapatılmış ve Kapalı Çarşı haline gelmiştir. Kapalı çarşının büyük bölümü 1220 yılındaki Moğol istilasında yıkılmış, bugün ayakta kalan küçük bölümü ise XVI. yüzyılda en son şeklini almıştır. Buhara’nın tarih boyunca ticaret merkezi olduğunun en canlı kanıtlarından olan ve ilki M.Ö. II. yüzyıla ait olan paralar bu çarşıda kullanılmıştır. Dönemin hükümdarı tarafından bakır ve gümüş olarak yapılan paraların üstünde hükümdarların adları, resimleri ve sembolleri bulunmaktadır. Ticaretin en parlak dönemi olan VI-VIII. yüzyıla ait paralar üzerinde Türk Kağanlarının sembolü buğra (erkek deve), ay-yıldız ve Türk kağan isimleri de bulunmaktadır.[41]
Makalemizin tarih kısmında anlatıldığı üzere Maveraünnehir bölgesi birçok kaynak tarafından Sogd bölgesi olarak tanınmıştır. Halbuki tarihlendirilmesi tam olarak Batı Gök-Türklerin bu bölgedeki hakimiyet dönemiyle (VI- VIII. yüzyıl) örtüşen bu saray ve şato-kale buluntularının bir de Türk kültür ve sanat unsurları açısından tekrar incelenmesi ve değerlendirilmesi önemli sonuçlara ulaşmamızı sağlayabilir. Bu nedenlerle incelediğimiz Varahşa Sarayı Doğu Odası duvar resimlerinde tespit ettiğimiz ocak kültü, ant içme töreni, buğra ongunu, bars-evren kabzalı kılıç, savaş sahnesi, “Türk atışı” ile ok atan avcı figürü, şato-kale önünde yapılan güneşin doğuşu ve batışını müzikle selamlama gibi kökleri Milat’tan önceki kadim Türk geleneklerine dayanan bulgular bize Varahşa bölgesinin bir Batı Gök-Türk yerleşim bölgesi olduğunu düşündürmektedir. Sogd, Akhun, Gök-Türklerin birbirlerini sürekli siyasî, ticarî ve kültürel olarak etkileyerek yaşadığı Batı Türkistan bölgesinde Türk kültür ve sanat tarihi açısından incelenmesi ve tespit edilmesi gereken daha birçok şehir, bölge ve sanat eseri bulunmaktadır.
Araştırmacı – gozdesazak@superonline.com.
Kaynakça