V. Bölüm: Türkçülük Dâvâsının Bazı Sonuçları
Türkçülük Dâvâsının birtakım siyasî, toplumsal ve dâvânın sanıkları olan veya olmayan Türkçüleri ilgilendiren sonuçları oldu. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
Siyasî sonuçlar
Türkçülük ve Öner-Yücel dâvâlarında sıkça dile getirilen işkenceler ve özellikle tabutluklar konusu, 14 Mayıs 1950 seçiminde muhalefetin başlıca propaganda malzemelerinden idi. Bu, İnönü’nün yönetimindeki[1] Cumhuriyet Halk Partisi’nin o seçimi kaybetmesinin başlıca etkenlerinden biri oldu. Özellikle seçimi kazanan Demokrat Parti, bütün propaganda etkinliklerinde bu konuyu sömürürcesine kullandı. Büyük gürültü ve suçlamalarla açılan, akla aykırı işkencelerle sürdürülen bu dâvâ, İsmet İnönü’nün bütün istek ve çabalarına rağmen, Türkçülerce kazanılmış; onlara karşı devlet terörü estirenler için, tam bir hezimet olmuştu. Bu sonuçla İnönü, büyük bir zevkle kullana geldiği “Millî Şef” sıfatını ebediyen yitirdi. Partisi de bir daha “tek başına” iktidara gelemedi. Kendi yetiştirdiği bir partilinin (Bülent Ecevit’in) Parti Kurultayında kendisini yenmesi üzerine, kurucularından olduğu CHP’den de ayrılmak zorunda kaldı. 03 Mayıs 1944 ve Türkçülük dâvâsı sürecinin baş rol oyuncusu Hasan-Âli Yücel ise, 1946 yılında Maarif Vekilliğinden, 1950’de de milletvekilliğinden ayrılma acısını tattı. 1950 seçimlerinde milletvekili adayı olan, Türkçülere yönelik devlet terörünün öteki uygulayıcılarından Falih Rıfkı Atay, Sait Koçak gibi kişiler de seçimi kaybettiler. Buna karşılık seçim, dâvânın sanıklarından Sait Bilgiç ile Prof. Remzi Oğuz Arık, Ârif Nihat Asya, Dr. Cezmi Türk gibi birçok milliyetçi adayın milletvekili seçilmeleri ile sonuçlandı (Tanyu, 1950: 20., Sefercioğlu, 2001: 43/19). O arada, 03 Mayıs 1944 sonrası devlet terörünün baş uygulayıcılarından olup adı bir casusluk olayına karışmış bulunan ünlü Ankara valisi Nevzat Tandoğan da intihar etmiş veya öldürülmüştü (Müftüoğlu, 1977: 263-264.)
Toplumsal sonuçlar
Türkçülük dâvâsının ilk soruşturma ve I. Sıkıyönetim yargılaması sürecinde ortaya çıkan en önemli toplumsal sonuç, “yargı güvenirliği” sorunudur. Bu sürecin başlangıcında, Üç Mayıs olayı Ankara’da yaşandığı ve ilk gözaltılar orada yapıldığına göre, buna yönelik dâvâya hukuken Ankara mahkemelerinden birinin bakması ve dâvâ konusunun “izinsiz yürüyüş ve gösteri” olması gerekirdi. Oysa dâvâ, hukuk ve yasa kuralları gözetilmeden, Istanbul’daki Sıkıyönetim Mahkemelerine aktarılmış; “Irkçılık ve Turancılık” yaftası ile bir rejim dâvâsına dönüştürülmüştü.
Türkçülük dâvâsının sonuçlarından biri de, önemli bir toplum sorunu olan ve özellikle emniyet ve yargı kurumlarında yaygın bulunan “işkence” sorununun kamuoyunun malı konumuna gelmesidir. Türkçülük ve ardından gelen Öner-Yücel dâvâlarının görülmesi sürecinde sık sık dile getirilen bu toplum sorunu, basının da ilgi göstermesi ile, kamuoyunca da benimsendi. Sonraki yıllarda, milletlerarası telkinlerin de zorlaması ile, işkenceyi engelleyici toplumsal ve yasal önlemler alındı. Böylece, bu insanlık dışı, insan haklarına aykırı uygulamalar, büyük ölçüde sona erdi (Sefercioğlu, 2001: 17.)
Türkçülük dâvâsına yol açan Atsız’ın “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye açık mektup”ları, o mektupların yayımlandığı Orhun dergisinin kapatılmasına sebep olmadı. O sırada çıkmakta olan Reha Oğuz Türkkan’ın Gökbörü’sü, Fethi Tevetoğlu’nun Kopuz’u, Remzi Oğuz Arık’ın Millet’i, Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük doğu’su gibi birtakım Türkçü-milliyetçi dergilerin yayınlarına son verilmesine de yol açtı. Orhan Seyfi Orhon’un çıkardığı, yayımını zengin bir Türkçü içerikle sürdüren Çınaraltı dergisi de, bir tedbir olarak, 03 Mayıs 1944’den sonra magazin ağırlıklı biçime dönüştürüldü ise de, 15.07. 1944’de kapatılmak zorunda kaldı. Bundan sonra, bir süre hiçbir Türkçü dernek kurulamadı, hiçbir Türkçü dergi çıkarılamadı Bu durum o tarihlerde basın özgürlüğü diye bir kavramın tanınmadığının kanıtı olma yanında, milletin bir kesimini istediğini okumaktan yoksun bırakmaya yönelik olan bir toplum sorunu idi.
Kişilere Yönelik Sonuçlar
Türkçülük dâvâsı aklanma (beraat) ile sonuçlanmış olmasına rağmen, özellikle Millî Eğitim Bakanlığı’nda görevli olan Türkçüler, Türkçü olmanın bedelini ödemeyi sürdürdüler. Bu bedeller, görevlerine başlatılmama, öğrenim ve/ya hizmet kıdemlerinin çok altındaki, ülkenin çok uzak yerlerindeki görevlere atanma, vb. gibi uygulamalardı. Bunların belirgin olanlarını şöyle özetleyebiliriz:
Bu tür uygulamaların en zorlusunu Atsız yaşadı. Kendisine 1949’a kadar görev verilmedi. O tarihte verilen görev ise, öğrenim durumuna ve mesleğine uygun olan lise öğretmenliği değil, kütüphane memurluğu idi. Bunun ereği, kuşkusuz, onu öğrencilerden uzak tutmaktı. 1950 yılındaki iktidar değişikliğinden sonra Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine atandı ise de, orada ancak bir buçuk öğretim yılı çalışabildi. Ankara’da 04.05.1952 günü verdiği “Devletimizin kuruluşu” konulu konferans bahane edilerek, Süleymaniye Kütüphanesindeki sürgünlük görevine yeniden gönderildi ve emekli olduğu 1969’a kadar orada tutuldu (Sefercioğlu, 2005: 88-102.).
Nejdet Sançar da bu tür bir uygulamadan nasibini aldı. Birkaç yıl Zonguldak Kömür İşletmesi’nde işçi-memur olarak çalıştı. M. Çelikel Lisesi edebiyat öğretmenliğine, ağabeyi Atsız gibi, ancak 1949’da verildi; 1950 yılında da Edirne Lisesi’ne gönderildi. Fakat orada çok kalamadı. Millî Kütüphane’de çalışmak kaydı ile, Ankara Gazi Lisesi edebiyat öğretmenliğine atandı ve emekliliğine iki yıl kalıncaya kadar orada çalıştı. Sonra da Gazi Lisesindeki asıl görevine geçti. Ancak, ağabeysininkinden farklı olarak, Millî Kütüphanede görevli iken, Polis Koleji’nde ve Gazi Lisesi’nde dersler verme fırsatını bulabildi.
Siyasal Bilgiler Okulu İktisat Bölümünü bitirmiş olan M. Zeki Sofuoğlu tutuklandığında, yedek asteğmen olarak askerlik hizmetini yapıyordu. Cezaevinden kurtuluşunun ardından, yurt hizmetini tamamlamak için Bitlis’teki kıt’asına gitti. Terhisinden sonra da birkaç yıl geçici işlerde çalıştı. Öğretmenlik yapmak istediği için 1949 yılında Düziçi Köy Enstitüsünde görev aldı. Kısa süre sonra bir ilkokulun, ardından da Mersin Ticaret Lisesinin öğretmenliğine atandı. Başarılı bir öğretmenlik ve yöneticilik hayatı yaşadı ve Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığından emekli oldu.
Hikmet Tanyu, tutuklandığı sırada D.T.C.F.’de Felsefe Bölümü öğrencisi idi; bir yandan da memurluk yaparak geçimini sağlamaya çalışıyordu. Aklanıp özgürlüğe kavuştuktan sonra hem birtakım geçici işlerle uğraştı, hem de öğrenimini sürdürdü. 1948’de Fakültesini bitirdi ve lise felsefe öğretmeni oldu. Fakat ona öğrenim durumuna uygun bir görev verilmedi. Pınarbaşı ve Kayseri’de ilk okul sınıf, Osmaniye Ortaokulunda Türkçe, Ârifiye İlköğretmen Okulu’nda meslek dersleri öğretmenlikleri yaptı. 1955 yılında, türlü engelleri aşarak, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine asistan oldu. Orada, akademik yükselme basamaklarını kısa zamanda çıkarak profesörlüğe ve dekanlığa yükseldi.
Öte yandan, 03 Mayıs 1944 sonrasının sıkıntılarına ve üzüntülerine, Türkçülük dâvâsı sanıklarınınkiler yanında, o şerefe erişemeyen bütün Türkçülerin kendileri, aileleri ve yakınları da katlanmak durumunda oldular. Toplumdan soyutlanma, dışlanma, kuşkulu davranışlarla karşılaşma onların kaderi oldu. Bunların etkilerini silmek de kolay olmadı. Bu türden bakış ve davranışlar uzun yıllar boyunca sürdü.
Kaynak:
Necmettin SEFERCİOĞLU
3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Dâvâsı
TÜRK OCAKLARI ANAKARA ŞUBESİ
[1] O yıllarda Cumhurbaşkanları, partilerindeki görevlerini sürdürebilmekte idi.