Ulusal Bilinç
Atatürk’ün üzerinde sıklıkla durduğu sorunlarımız vardır; her biri hakkında bizi uyarır, öğrenmeye, önlem almaya davet eder. İşte bu sorunlardan biri de toplumdaki ulusal bilinç eksikliğidir, Türk milletine kendi benliğinin unutturulmuş, ulusal bilincin oluşmasının engellenmiş olmasıdır. 1924’de Bursa’da halkla yaptığı bir konuşmada şöyle vurgular bu sorunumuzu: Bugüne kadar halkımız kendi ülkesini, kendi yaşamını, kendi çıkarlarını düşünmek konusunda serbest bırakılmamıştır. Milletimiz kendi benliği kendisine unutturularak şunun ve bunun herhangi bir keyif ve emelini karşılamakla çağları geçirme zorunda bırakılmıştır. Ancak bundan sonra kuşku yok ki, millet kendi benliğini idrak edecek ve yaşamsal yeteneğini en yüksek derecede geliştirecektir.
I) KENDİNİ TANIMAK
Ulusal bilincin oluşmasının ilk gereği; milletin kendini tanıması, bu yoldan yürüyerek ulusal benliğini bulmasıdır. Bu, o milletin, varlığını sürdürmesi, dünyada saygı görmesi için kesinlikle gereklidir. Bir millet büyük olabilir, ancak kendini tanımakla daha büyük olur.
Atatürk, Türk milletini kendi özünü tanımaktan alıkoyan neden ve engellerin üzerine yürümüş, onları olabildiğince yıkmış, çoğunu yok etmiştir. Durmadan da bu engellerin yıkılmasını, imha edilmesini istemiştir. Şöyle demiştir: Dünyanın size saygı göstermesini mi istiyorsunuz? Öyleyse önce siz kendinize, kendi benliğinize saygı gösterin, kendi milliyetinize saygı gösterin; duygu olarak, düşünce ve eylem olarak, her işinizle ve her hareketinizle! Çünkü ulusal benliğini bulmayan bir millet başka milletlerin avı olur. Öyleyse prensip şudur: Türk milletinin benliği, ulusal dili ile birlikte bütün hayatında egemen olacak, esas olacaktır.
Geçmişte Arap kültürü, Türk ulusal bilincinin gelişmemesinde başlıca rolü oynamıştır. Gerçi Osmanlı döneminde hemen bütün Arap ülkeleri Osmanlı egemenliği altındaydı, siyasal bakımdan Osmanlı’ya bağlıydı. Ne var ki, bu, bir boyunduruk olmaktan uzaktı. Türkler değil, Araplar ayrıcalıklı idi. Baştanbaşa bütün bir Araplık “Peygamber nesli” sayılırdı. Arap denmez, “kavmi necibi Arap” (soylu Arap kavmi) denirdi. Gerçekte, boyunduruk altında olan “Arap” değil, “Türk”tü. Yüzyıllar boyu Arap’ın kültür boyunduruğu altında yaşadık. Dilimizde, yazımızda, davranışlarımızda, hatta adlarımızda, birbirimize selam verişimizde Araplık hâkimdi. Millet olduğumuzu anlamadık, hep “ümmet” olarak kaldık.
Zamanla Arap etkisine bir diğer faktör daha eklenmiştir: O da Avrupa ulusları karşısında, Tanzimat’la başlayan aşağılık duygusudur.
II) UYANIŞ
a) Bilinç Aşılama
Türk Milleti içine düşürüldüğü bu hakir durumdan nasıl kurtulacaktı? Tek bir yolu vardı bunun: Ona ulusal bilinç aşılamak, bu bilinci sürekli geliştirmek… Atatürk işte bu gerçeği görmüş, işleyip anlatmış, çözümü için harekete geçmiştir.
Öncelikle, Türk ulusunun bir üyesi olmaktan gurur ve övünç duymuştur. Türk insanına ulusal bilinç aşılamak için çalışmış, didinmiş, bunu da önemli ölçüde başarmıştır. Türk ulusunu Avrupalı emperyalistler karşısındaki aşağılık kompleksinden kurtarmış, Arap etkisinden önemli ölçüde uzaklaştırmış, kendi kendisine inandırmış, sonuç olarak toplumda ulusal bilinci yerleştirmiştir. Ulusal bilincin ayrılmaz parçası ve amacı olan ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlık üzerinde her zaman ısrarla ve kıskançlıkla durmuştur.
Atatürk’ün bu çabaları geri bıraktırılmış diğer toplumlara da örnek olmuş, o ülkelerde “ulus olmak” yolunda, ilk bilinçlenme ateşlerini tutuşturmuştur.
b) Millî Uyanış: Faktörler
Şimdi akla şu soru geliyor: Milletimiz fiilen nasıl uyandı, ulusal benliğini nasıl fark etmeye başladı? Daha doğrusu nasıl uyandırıldı, kendine özgü bir benliği olduğu nasıl fark ettirildi? Yukarda belirttim, tarihte ilk kez olarak, Atatürk sayesinde oldu bu, onun düşünce ve eylemiyle gerçekleşti bu uyanış. Atatürk Türk milletinin bilinçlenmesine çok büyük önem vermiş, bu amaçla bizzat kendisi incelemeler yapmış, bilimsel araştırmalar yaptırmış, kurumlar kurdurmuştur. Bununla beraber bu uyanışta bazı dış etmenler de rol oynamıştır. Atatürk bu kapsamda başlıca iki sebep üzerinde duruyor.
– Birinci sebep, geçmişte ulusça karşılaşılan felaketlerdir. Gerçekten öyle felâketler, elemler, yenilgiler vardır ki, milletler üzerinde önemli etkiler yapar. Bu etkilerin başlıcası, öyle kara günlerden sonra milletlerde bir uyanış olması, kendi benliğini hissetmeye, fark etmeye başlamasıdır. Bu etki, biz Türkler için de geçerlidir. Yıl 1923… Atatürk şöyle diyor: Uzun yüzyılların elemli sonuçları sonunda bizim milletimizde de böyle bir etki doğurdu. Tam bir güvenle söyleyebilirim ki, milletimiz baştanbaşa böyle bir uyanışa erişmiş olan, tam ve yetkin bir millet halindedir. Açıklıkla ve büyük bir övünçle ilan ederim ki, milletimiz ulusal benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat etmiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu özellikleri, bu idraki sayesinde kazanmıştır.
– İkinci sebep intikam duygusudur. Yine Atatürk’ün ifadesiyle “milletlerin kalbinde intikam duygusu olmalıdır. Bu basit bir intikam değildir; milletin hayatına, ikbaline, gönencine düşman olanların verdiği zararları gidermeye yönelik bir intikamdır. Böyle bir düşman affedilmez. Ona merhamet acizlik ve zayıflıktır. İnsanlık göstermek değil, insanlık özelliğinin bitişidir.”
Bu duygu da insanları birbirine yaklaştırır, birleştirir, millî bilinci pekiştirir.
III) ÜMMETÇİLİĞİN DİRİLİŞİ
Günümüze bakarsak, ulusal bilinç bakımından ülkemizin görünümü hiç de iç açıcı değildir. Atatürk’ün aramızdan ayrılışından hemen sonra geri dönüşler başlamış, ihanetler görülmüş, bunlar günümüzde doruk noktasına ulaşmıştır. Öyle ki, bugün Türkiye’de Türk ulusal bilincine karşı bir savaş açılmıştır desek, doğruyu söylemiş oluruz. Bu bilinç yok edilmek ve yerine, son üç yüzyıldır İslam uluslarını zayıf düşüren, sömürgeleştiren ve köleleştiren “ümmet bilinci” konulmak istenmektedir.
Bu, neden böyle olmuştur? Başlıca iki kaynaktan dolayı diyebiliriz. Bir yandan Mustafa Kemal Paşa’nın savaşarak ve önderlik ederek ulusumuzu pençesinden kurtardığı emperyalizm canavarının sinsi çalışmaları; diğer yandan, bu canavarın sözüm ona Türk olan, aramızdaki ortakları… Kısacası, Nutuk’ta bizi uyardığı iç ve dış düşmanlar… Bugün Türklük bilinci, işte bu odakların çıkarları uğruna yok edilmek istenmektedir. Oysa Atatürk ülkemizde ulusal ruhu ve ulusal bilinci uyandırmak ve yaşatmak için, hemen her zaman “Türk’ten, Türk’ün yüceliğinden söz etmiş, Türk’ün bağımsızlığını vurgulamıştır.
Bugün bütün yurdu kaplamış bulunan ümmetçilik propagandası her yerde eyleme geçmiş, hilafeti geri getirmek isteyenler bile düşüncelerini açıkça söylemekten çekinmez duruma gelmişlerdir. Bütün bunlar Atatürk’ün Türk ulusunda uyandırdığı ulusal ruh ve bilinci yok etmek, onun yerine ümmet bilincini koymak için yapıldı ve yapılıyor.
IV) ATATÜRKÇÜLER NE YAPMALI?
Yurttaşlarımızda ulusal bilincin zayıflamaması, daha pekiştirilmesi, geliştirilmesi ve güçlendirilmesi için ne yapmalıdır? Şimdi sıra bu soruyu yanıtlamaya geldi.
a) Laiklik
Laiklik kesinlikle korunmalıdır. Çünkü Laiklik, Türklük bilincinin kökleşmesinin birinci teminatıdır. Ölümsüz Mustafa Kemal’in dediği gibi: Mezhepsel farklılıkların siyasallaştırılması Türk ulusçuluğu önündeki en önemli engellerden biridir. Hedefimiz tıpkı etnik farklılıklar gibi mezhepsel farklılıkları da, üst kültür kimliği olan Türklük bilinci içinde kaynaştırmak olmalıdır.
b) Milletimizi Tanımak
İkinci olarak, milletimizi iyi tanımak gerekir. Onun ruhu, tarihi, sanatı, gelenekleri gözlemlenmeli, doğru, sağlam bir bakışla görmeli, yazılmalı, anlatılmalıdır. Bu yoldaki çalışmalar sürdürülmeli, artırılmalıdır. Ulusal bilincin varlığı öncelikle bunu gerektirir. Atatürk’ün deyişiyle “bir cevherdir Türk milleti, her gün yeniden ve dikkatle araştırılmaya değer bir cevher… Başı yüksekte olan, alnı özgürlük ve uygarlık güneşiyle parlayan Türk milletinin, değer ve önemini görmek istemeyenler olabilir. Ancak yakın bir gelecekte gerçeği, yadsınmaz şekilde onlar da kabullenecektir.”
c) Bir Karakter Kazandırmak
Ulus bireylerinde, özellikle gençlerde millî bir karakter yaratmak şarttır. Atatürk bu hususu daha ordu saflarında bir komutan iken, askerlerimiz hakkında ifade etmiş, şöyle demiştir: Askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev olduğu gibi, önce onlarda bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak da Allah’dan ve Cenab-ı Peygamber’den sonra bize düşüyor. Şüphe yok ki, bizim milletimizin karakteri de bütün karakterler gibi yükselmeye, istenen şekle dönüşmeye elverişlidir. Fakat kendi kendine olması koşuluyla… Eğer bizim karakterimize, dışarıdan, bizimkinden başka karakterlerdeki etkenler tarafından bir şekil verilmek istenirse, bundan sağlam ve belirli hiçbir şekil, hiçbir sonuç ortaya çıkmaz.
d) Mücadele Gereği
Çocuklarımızı ve gençleri yetiştirirken, onlara özellikle kendi hakları ile, varlık ve birliği ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele gereği aşılanmalıdır. Ulusal fikirleri büyük bir olgunlukla ve mukabil düşünceye karşı şiddetle ve özveriyle savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Bu nitelik ve yetenekleri onların ruh kuvvetlerine aşılamak çok önemlidir. Milletlerin yaşamı sürekli ve müthiş bir mücadele şeklinde kendini gösterir. Bu hayatın felsefesi, bağımsız ve mutlu olup öyle kalmak isteyen her millet için, vurguladığım nitelikleri büyük bir şiddetle gerektirir.
e) Asıl Temel İçimizden
Milletimize gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü biliminden, bütün buluşlarından, ilerlemelerinden faydalanmalıdır, ancak asıl temeli içimizden, mutlaka kendi içimizden çıkarmalıdır. Çünkü bir millet için mutluluk olan bir şey, başka bir millet için felaket olabilir. Aynı sebep ve koşullar birini mutlu ederken, diğerini mutsuz kılabilir.
f) Türklük Gururu
Çocuklarımıza, gençlerimize öyle bir millî bilinç aşılamalıyız ki, Türk olmaktan gurur duymalılar. Atatürk’e ait olan şu sözler bu duygunun nasıl bir şey olduğunu gayet açık bir şekilde gösteriyor:
– Ben, Atatürk… Benim hayatta tek bir övünç kaynağım oldu, tek bir servetim oldu, o da Türklüğümdür. Milletimin sinesini en büyük korunma yerim, şefaat kaynağı olarak gördüm. Ey Türk milliyetçisi! Dinle: Anasının ve babasının soyluluğu ile övünen Teodoz, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Attila’ya barış görüşmesinden önce sormuş: “Siz hangi soylu ailedensiniz?” Attila da ona şu yanıtı vermiş: “Ben soylu bir milletin evladıyım.” İşte benim yanıtım da budur. Seninki de bu olsun.
– 11 Ekim 1925, İzmir’deyim. Gece fener alayını izledim. Onbinleri bulan halkım, toplanmış tezahüratta bulunuyordu. Bu vesileyle irat ettiğim nutkumda Türklük övüncümü şöyle ifade ettim: Arkadaşlar! Sizin gibi bir milletin, Türk milletinin âciz bir bireyi olduğumdan dolayı ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz. Kendimi kutluyorum, çünkü size mensubum.