Atsız Ata ne güzel söylemiş: “Bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü” diye. Türklüğün öksüz kaldığı, öksüz bırakıldığı toprakların insanlarıydı onlar. “Bir kere yükselen bayrak, bir daha inmez” diyen M. Emin Resulzade’nin, bin bir türlü emekle, elinde nazlı bir çiçek misali büyüttüğü Azadistan’ın akıbetiyle dertlenip, uçmağa varan Muhammed Hiyabani’nin izinden yürüyenlerdi. “Bir Türk Beyi” Ebulfez Elçibey işte böyle bir neslin temsilcisiydi. Veli Nerimanoğlu’nun dediği gibi: “Elçibey’in hayatını anlatmak, Azerbaycan’ın azadlığını anlatmak gibi bir şeydi” aslında. Zira o bütün hayatı boyunca tek bir hayalin, tek bir ülkünün peşinden koştu: “Türklüğün Azaldığı”. Azerbaycan Türklüğünün ortasına kanlı bir hançer gibi sokulmuş olan suni sınırlar, onun fikriyatında ve ülküsünde hiçbir değer taşımıyordu. Ne yetiştiği dönemin siyasi ve sosyal baskıları, ne de Sovyet rejiminin asimilasyon politikaları, Elçibey’in Türklüğe ve bağımsızlığa olan tutkusunu dizginleyemedi.
Bugün bakıldığında Türk gençliğinin onun hayatından çıkaracağı çok fazla ders bulunmaktadır. Her şeyden önce, daha dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren türlü zorluklara göğüs geren, inandığı değerler uğruna tutsaklık çeken ve tüm hayatı mücadele içinde geçen Elçibey’in yaşam öyküsü, bizlere milli değerlerimizin muhafaza ve müdafaası hususunda ilham vermektedir. Onun bir Anadolu Türküsünü dinlerken gözlerinden damlayan iki katre gözyaşındaki vatan ve millet aşkını derinden hissetmek gerekmektedir. Bu büyük fikir adamını ve onun şerefli yaşam öyküsünü, bu sınırlı satırlarda anlatmak elbette ki çok zor. Ancak, onun düşüncelerini anlamak, dertleriyle dertlenmek, hissettikleriyle hislenmek, uğruna ömrünü vakfettiği Türklüğü ve bağımsızlığı sahiplenmek ve belki de en önemlisi, geçmişten gelen ince bir sitem misali kulaklarımızda yankılanan “öksüz Türklüğümüzü bir daha öksüz bırakmamak” adına son nefesimize kadar mücadele etmek, Elçibey’in hatırasına karşı gösterilecek en büyük hürmet olacaktır.
1. AİLESİ VE KÖKENİ
Nahçıvan Muhtar Cumhuriyeti sınırları içindeki Ordubad ilçesinin Keleki köyünde[1] 24 Haziran 1938’de dünyaya gelen Ebulfez Elçibey’in[2] babası Güney Azerbaycan Türklerinden Aliyev Kadirkulu Merdanoğlu’dur. Baba tarafından kökü Safevi Devleti’nde önemli görevler üstlenen seyid bir aileye dayanmaktadır.[3] Annesi, Aliyeva Mihrinisa Caferkızı ise Anadolu’dan göç ederek Keleki’ye gelen “Kasımlılar” ailesine mensuptur. Piravdan’da dünyaya gelen Mihrinisa Hanım ve ailesi, Ermeni saldırıları nedeniyle Nahçıvan’a göç etmek zorunda kalmıştır. Oldukça zor şartlarda gerçekleşen bu göç sırasında, donma tehlikesi atlatan Mihrinisa Aliyeva’nın soğuktan donmak suretiyle kangren olan parmaklarını balta ile keserek hayatta kalmış olması, Ermeni mezalimi neticesinde göç eden Türklerin ne şartlar altında hayatta kaldıklarını gösteren elim bir olaydır.[4]
Keleki’de Bünyad adında bir akrabası ile evlenen Mihrinisa Aliyeva’nın bu evlilikten İbrahim ve Murat adında iki oğlu olmuştur. Daha sonra ilk eşinin vefatı ardından amcasının isteğiyle Aliyev Kadirkulu Merdanoğlu ile evlenen Mihrinisa Hanım’ın bu evlilikten de Almurad ve Ebulfez adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. Mihrinisa Aliyeva’nın anlattığına göre; Elçibey’in doğumu sırasında bir kurt köye gelerek ulumaya başlamış, köylülerin kurdu vurmak istemesi üzerine de babası, “dokunmayın bu bir elçidir” diyerek onları engellemiştir. Uluyan kurt Elçibey’in doğumu sonrasında köyden uzaklaşmıştır.[5] Elçibey’in babası Aliyev Kadirkulu, 1943 yılında İkinci Dünya Savaşı’na katılmak için memleketinden ayrılmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştır.[6]
2. EĞİTİM HAYATI
Babası Aliyev Kadirkulu’nu yitirdiğinde henüz beş yaşında olan Ebulfez Elçibey, oldukça zor şartlar altında eğitim hayatına atılmıştır. Önceleri kolhoz işçisi olan dayısının yanına yerleşen Elçibey, sekiz yaşına geldiğinde Keleki’de ilkokul bulunmadığı için yedi yıl boyunca Unuskend okuluna devam etmiştir.[7] 1955 yılında bu okuldan mezun olan Elçibey’in artık köyüne 25 km mesafede bulunan Ordabad’da eğitim görmesi gerekiyordu. Ancak maddi imkânsızlıklar ve ilçe merkezinde tanıdık kimsesinin bulunmuyor olması, Elçibey’in eğitim hayatını zora sokmuştur. Birçok akranı gibi eğitimine nihayet vermekten son anda kurtulan Elçibey, akrabalarının desteği ve özellikle de annesi Mihrinisa Hanım’ın çabalarıyla Ordubad’da bulunan 1 Nolu Lise’ye devam etmiştir.[8]
Bu başlangıç milliyetçi bir Türk aydını ve Azerbaycan siyasi tarihinin önemli figürlerinden birisi olma yolunda onun adına kritik bir aşamadır. Çünkü 1955-1957 yılları arasında devam etmiş olduğu 1 Nolu Lise, gerçekten de Nahçıvan Muhtar Cumhuriyeti’nin en iyi eğitim veren kuramlarından birisi durumundadır.[9] Ancak komünist rejimin baskıları ve propagandist tutumu nedeniyle Sovyet işgali altında yetişen her Türk genci gibi, Elçibey’in düşünce dünyasına ve fikriyatına da ket vurulmak istenmiştir. Onun kimlik arayışı ve Türklük şuurunun farkına varması ise etrafındaki bir avuç Türkçü aydın sayesinde olmuştur. Elçibey, genç yaşta olmasına rağmen fikriyatında beliren Türklük ve Türkçülük bilincini 24 Aralık 1994 tarihinde Azadlık gazetesinde yayımlanan “Azerbaycan Aydınları” adlı yazısında şöyle dile getirmektedir:
“…Üçüncü sınıfa kadar atalarımızı Medyalı, kendimizi ise Azerbaycanlı sanıyordum. Türk olduğumuzu bilmiyordum. Sınıf ve yurttan arkadaşlarım Malik Mahmudov ile Zakir Memmedov’la ayrı görüşteydik. Ben Türk değil Azerbaycanlıyım diyordum. Onlar ise ‘Türk’sün, Türk’üz ancak bu tarih kitapları seni kandırmış’ diyorlardı. Aldandığımı bu kişilerin de yardımıyla üçüncü sınıfta anladım.”[10]
Elçibey’in Marksist ideolojiden sıyrılarak milliyetçi bir Türk genci olarak yetişmesinde yakın çevresinin çok büyük etkisi olmuştur. Gerek mensup olduğu ailenin dini bütün kimselerden oluşması, gerekse de fikir alışverişinde bulunduğu dostlarının telkinleri sayesinde bir büyük dava adamının yetişmesi için uygun bir ortam meydana gelmiştir. Annesi Mihrinisa Hanım ve halasından çocukken dinlediği Dede Korkut Hikâyeleri onun hayal dünyasını zenginleştiriyor ve Türklüğe olan muhabbetini perçinliyordu. O bu hikâyeler arasında özellikle Melik Mehmet Destanı’nı dinlemeyi seviyordu.[11] Ayrıca Elçibey’in doğduğu köyde Oğuz geleneği olan “aşık musikisi” çok yaygındı ve Elçibey bu kültür ile yetişmişti.[12] Gençliğinde zorla eline tutuşturulan Marksist safsatalara[13], söndürülmek istenen Türklük ateşine ve unutturulmaya çalışılan geçmişine rağmen, kader onu kaçınılmaz bir şekilde Türklüğe ve bağımsızlığa giden o kutlu yola doğru sevk etmiştir. Elçibey, Marksist ideolojinin kıskacından nasıl kurtulduğunu “Azerbaycan Aydınları” adlı yazısında şu şekilde dile getirmektedir:
“…Bazı öğrenci arkadaşlarımızla ikinci sınıftayken Stalin’in alçak, işe yaramaz, gaddar bir manyak olduğunu görmüş ve ondan nefret etmiştik. Üçüncü sınıfta ise Lenin’in gerçek yüzünü görmüş; eserlerini okuyup tahlil etmiş ve resimlerini duvardan söküp çıkarmıştık. Bir zamanlar Lenin ve Stalin’i tenkit edenlerle tartışan bizler, Lenin ve Stalin’i kendi aramızda reddetmiş ve Marksizm ile sosyalizmin boş bir ideoloji olduğunun farkına varmıştık.”[14]
Liseden 1957 yılında mezun olan Elçibey, artık kariyeri adına önemli bir yol ayrımına gelmişti. Ya tahsiline burada nokta koyup memleketine dönecekti, ya da başladığı işi sonuna kadar sürdürüp üniversite öğrenimine başlayacaktı. Annesi ve kardeşlerinin desteğiyle ikinci yolu tercih eden Elçibey bu amaç için Bakü’ye doğru hareket etti.[15] Elçibey ortaokula devam ederken, Azerbaycan Devlet Üniversitesinde Şarkşinaslık Fakültesi daha henüz kuruluş aşamasındaydı. Elçibey bunu öğrenir öğrenmez bu fakülteye girmeyi hedeflemiş ve planlarını bu doğrultuda yapmıştır. Kontenjanı on bir kişi ile sınırlı olan bu fakülteye doksan kişi başvurmuştur.[16] Elçibey bu kişiler arasından seçilerek 1957 yılında Baku Devlet Üniversitesi Şarkiyat (Doğu Bilimleri) Fakültesi, Arap Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur.[17] Bu tercihinde daha Ordubad’da iken manevi dünyasına tesir etmeye başlayan Türk milli kültür mirasının bir dönem Arap dili ile yazılmış olan kaynaklarına inme arzusu etkili olmuştur.[18] Diğer yandan aynı üniversitenin Türkoloji bölümüne neden kayıt yaptırmadığını da en yakınında bulunan kişilerden Hanım Halilova şöyle dile getirmektedir:
“Elçibey’in kayıt yaptırdığı üniversitede Türkoloji bölümü vardı. Ancak Sovyet döneminde bu bölümü bitiren herkesi Türkiye’ye yollamıyorlardı. Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirenleri ise Arap ülkelerine mütercim olarak gönderiyorlardı. Elçibey’in esas amacı ise yurt dışına çıkıp Türkiye ve 1918 yılında bağımsızlığını kazanan Azerbaycan hakkında bilgi toplamaktı. İşte bu nedenle bilinçli olarak Arap Dili bölümünü tercih etti”.[19]
Elçibey’in üniversite yılları hem ilmi yönden hem de siyasi yönden yetkinlik kazanıp, bu yönde kendini geliştirdiği yıllar olmuştur. Aynı zamanda bu dönemde Y. Z. Şirvani, Z. Bünyadov ve E. Mehmedov gibi Türkçülük davasına kendini adamış olan âlimlerle tanışmış, bu sayede Türkçülüğün tarihini, ilmini sağlam bir şekilde öğrenmiştir.[20] Kendisi ile aynı kaderi paylaşan, babaları II. Dünya savaşına gidip bir daha geri dönmeyen bu aydınlarla öğrenci yurdunda aynı odada kalmış, bu 41 numaralı odanın ışıkları hiç sönmemiştir. En önemlisi Azerbaycan’ın bağımsızlık tohumları bu odada atılmıştır.[21]
Azerbaycan Devlet Üniversitesi son derece yetenekli ve seçkin kadrosuyla 1960’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nde önemli bir yere sahipti. Bu seneler üniversiteye girişlerde paranın değil, yeteneğin ön planda tutulduğu yıllardı. Bu da Ebulfez gibi maddi gücü yetersiz olan kimselerin de eğitimine olanak sağlıyordu. Üniversitenin Arap dili ve edebiyatı konularında ders veren Ord. Prof. Dr. Mehmet Cafer Caferov, Ord. Prof. Dr. Alevsat Abdullayev gibi alanında çok yetkin hocalar vardı. Ancak Elçibey daha sonraları en çok Elesger Mehmedov’dan istifade ettiğini dile getirmiştir. Elçibey’in anlattıklarına göre Elesger Mehmedov Arap dilinin öğretimi konusunda iyi bir uzmandı ve Azerbaycan’da Arapşinaslık Mektebi’ni kuran kişi de Elesger Mehmedov’du. Elçibey zamanında öğrencilerin büyük çoğunluğu taşradan geldiği için yurtta kalıyorlardı ve devletin onlara ödediği bursla hayatlarını idame ettiriyorlardı. Elçibey üniversite yıllarında da zamanının çoğunu kütüphanelerde geçirirdi. İlmi konularda tartışmaları ise en çok Malik Mahmudov ile yapardı. Bu yüzden sonraki zamanlarda Azerbaycan’daki siyasi hareketin ve ardından bağımsızlığın temellerini atarken yine yanında Prof. Dr. Malik Mahmudov’un bulunması tesadüf olmadığını göstermektedir.[22]
Elçibey’in üniversite yılları Kruşçev dönemine denk gelmişti. Bu yıllar o zamanki Sovyet rejiminde yumuşamanın meydana geldiği yıllardı. Üniversitede ders veren hocalar olsun öğrenciler olsun ülke ve toplumlarının geleceği hakkında rahatça konuşup tartışma ortamlarında bulunabiliyorlardı. Elçibey de bunu fırsat bilmiş, bu yıllarda yurt arkadaşları olan Rafik İsmayılov, Zakir Memmedov, Malik Mahmudov ve Alim Hasayev gibi kimselerle gizli dernekler kurup, üniversite öğrencileri arasında -Azerbaycan halkının azadlığı ile ilgili ilerideki ideallerini gerçekleştirmek adına- faaliyet göstermeğe başlamıştır.[23]
Elçibey 1962 yılında, Azerbaycan Devlet Üniversitesi, Arap Dili ve Edebiyatı Bölümünden iyi bir derece ile mezun olmuştur.[24] Elçibey’in ve arkadaşlarının mezun olduğu Şark Dilleri ve Enstitüsü o yıllarda doğu ülkelerinde çalıştırılmak üzere Farsça ve Arapça bilen uzmanlar yetiştiriyordu. Bu doğu ülkeleri, Sovyet rejimi ile aynı politikaya sahip ülkelerdi ve Sovyetlerin özellikle Arap dilini konuşan ülkeler ile arası daha iyiydi. Bu yüzden sadece Arapça bilen uzmanlarını yurt dışına gönderiyordu. Ebulfez Elçibey’in gönderileceği yer olan Mısır’da ise yönetimde bulunan kişi Cemal Abdunnasir idi. Bu kişinin Sovyetlere yakın bir kimse olduğu biliniyordu ve bu nedenle Sovyet rejimi tarafından destek görüyordu.[25] 1963 yılında Ruslar Mısır’da bulunan Asvan Barajı’nı inşa ederlerken, dil konusunda yardımcı olunması amacı ile Arapça bilen uzmanları Mısır’da görevlendirdi. Görevlendirilenler arasında Elçibey ve yakın arkadaşları da bulunmaktaydı.[26]
Elçibey’in Assuan Barajı’ndaki görevi Sovyet uzmanların, Arap işçileriyle olan diyalogunu sağlamaktı. Elçibey bu görevi esnasında, inşaatla ilgilenen üst düzey Sovyet ve Arap yetkilileriyle yakın temaslarda bulunmuştur. Ancak Elçibey kendi tavırlarından hiçbir zaman ödün vermemiş, tanık olduğu yanlış bir durum olduğunda kim olursa olsun gereken eleştirmeyi de yapmasını bilmiştir.[27] Bu görevi sırasında, bir ara Sovyet Komünist Partisi Başkanı Kruşçev, ziyaret için Mısır’da bulunmuştur. Tarihler 1964’ü göstermektedir ve bu dönemde Kıbrıs Meselesi gündemdedir ve Kruşçev’in Kıbrıs Meselesinde Yunanların tarafında olduğu bilinmektedir. Bu yüzden ziyarette Elçibey, Kruşçev ile tokalaşmayı kabul etmez. Bunun üzerine Sovyetler tarafından Elçibey’e yurtdışı yasağı konur ve bu tarihten itibaren Elçibey KGB’nin yakın takibine alınır.[28] Elçibey Mısır’daki görevinin tamamlanmasının ardından Bakü’ye geri döner. Mısır’da ya da diğer ülkelerdeki görevini tamamlayıp dönenler, cebinde tonlarca para, altında arabaları varken, Elçibey’in bavulunda sayısız kitap, aklında ise milletinin bağımsızlığı konusundaki sayısız düşünceler bulunmaktadır.[29]
Elçibey ülkesine döndükten sonra 1965 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesinde Asya ve Afrika Ülkeleri Tarihi sahasında yüksek lisansa başlamış, hocası olan Zeki Bünyadov ile Tolunoğulları Devleti üzerine araştırmalar yapmıştır. Elçibey, 1 Ocak 1968 tarihinde ise Azerbaycan Devlet Üniversitesinde Asya ve Afrika Ülkeleri Tarihi Kürsüsü’nde öğretim görevlisi oldu ve 1969 yılında “Tulunoğulları Devleti” adlı doktora tezini Azerbaycan Baku Devlet Üniversitesinde ünlü tarihçi Zeki Bünyodov önderliğinde tamamladı.[30]
3. SİYASİ YAŞAMI
Üniversite öğrenimi ve iş hayatının ilk yıllarından itibaren milli şuuru benimsemiş bir Türk aydını profili çizen Ebulfez Elçibey, yakın çevresindeki davâ arkadaşlarının da teşvikiyle günden güne aktif siyasete doğru sürüklenmiştir. Ancak bu yönelim, başarılı bir akademisyeni çalışmalarından koparacak, buna mukabil, genelde Türk siyasi tarihinin, özelde de Azerbaycan Türklerinin tarihinde mümtaz bir yere sahip bir büyük liderin ortaya çıkışına vesile olacaktır. Elçibey, politikaya atılmasını kişisel bir tercih olmaktan ziyade, bir zorunluluk olduğunu dile getirmektedir.[31] Dönemin siyasi yapısı göz önüne alınırsa Sovyet rejimi ve İran arasında paylaşılmış topraklar üzerinde milli bir devlet inşa etmek iddiasıyla ortaya çıkan Elçibey’in canından başka ileri süreceği bir sermayesi bulunmuyordu. Ancak onun kalbinde yatan Türklük ve bağımsızlık aşkı, bütün bu tehlikeleri görmezden gelerek uğruna can vermeye değer bir ülkünün peşinden gitmesini sağlamıştır. O, tüm zorluklara rağmen hümanist ve demokrat kişiliği ile dünya siyasetine damga vurmuş bir şahsiyettir.[32]
Elçibey, 1964 yılında Mısır’dan Bakü’ye döndüğü sıralar Sovyet rejimi konusundaki muhalif fikirleri dolayısıyla KGB tarafından yakın takibe alınmıştı. Bu nedenle bir kez daha yurtdışı görevine gönderilmesi pek mümkün görünmeyen Elçibey, siyasi fikirleri ve ilmi çalışmalarını aynı anda yürütmenin çarelerini arıyordu. Ancak bunların bir arada yürütülmesi mümkün olmadığından önceliği ilmi çalışmalara verdi. Evvela siyasi fikirlerini sağlam bir tarihsel zemine oturtması gerekiyordu. Aksi takdirde yetersiz bilgiler neticesinde yanlış mecralara sürüklenebilirdi.[33] Halkı kendi tarihine döndürmek, bağımsızlığa giden yolun başlangıcıydı. Elçibey’e göre bu millet kendi tarihini ve kökenini bilmeliydi ve uzun geceler kafasını meşgul eden bütün meselelerin çözümü için mücadeleye atılmaya karar verdi. İlk iş olarak da halka Türklüğün tebliğini yapacaktı.[34]
Ebulfez Elçibey’in politik bir figür olarak ortaya çıkması ve Azerbaycan gençliğini etkilemeye başlaması, 1968 yılında Tarih Fakültesi’ndeki Asya ve Afrika Ülkeleri Bölümündeki öğretim üyeliği zamanına rastlamaktadır. Elçibey, bu dönemde öğrencilerine tarih öğretmeyi, o günün vaziyetini anlatmayı, milletine ve vatanına karşı sevgi aşılamayı bir hoca olarak vicdani bir yükümlülük addetmekteydi. Nitekim Tarih Fakültesi’ndeki derslerde ders programının dışına çıkarak öğrencilerine milli bilinci aşılamaya yönelik konuşmalar yapıyordu.[35] Henüz daha 30 yaşında olan bu gözü pek hocanın sınıfta talebeleri huzurunda anlattıklarını, değil ifade etmek, düşünmek bile Sovyet Azerbaycanı’nda cesaret isteyen bir şeydi. Kendisine duyulan saygı günden güne artan Ebulfez Hoca, büyük sevgi ve saygısını kazandığı talebelerinin bitmek tükenmek bilmeyen sorularına muhatap oluyor, içten bir kaynaşmaya ve sevgi yumağına dönüşen derslerinde onlara; “sizler büyük bir milletin evlatlarısınız” diye sesleniyordu.[36]
Elçibey’in akademisyenlik yıllarındaki söylemi üç temel noktaya temas ediyordu. Bunlardan ilki; habis bir hastalık gibi Azerbaycan gençliğini zehirleyen komünist rejimin hakiki yüzünü ortaya koyan gerçeklikler üzerineydi ve bunu fırsat bulduğu her mecrada korkusuzca dile getiriyordu. İkinci mesele ise; Azerbaycan’ın adeta bir sömürge gibi idare ediliyor oluşuydu. Elçibey’e göre Arap ülkelerinde şahit olduğu İngiliz ve Fransız sömürgeciliği ile Rusların Türk kökenli halklar üzerinde yürüttükleri politikaların hiçbir farkı yoktu. Üçüncü temel konuyu ise; Türkçenin bu topraklardaki geleceği teşkil ediyordu. Ona göre böyle giderse toplumun Rusça konuşmaya özendirilmesi ve resmi kurumlarda Türkçe yazışmaların yasaklanması neticesinde Türkler büyük bir asimilasyona uğrayacak, bu nedenle de Azerbaycan’daki Türk milli varlığı tehlikeye girecekti.[37]
Bu meseleler doğrultusunda Elçibey’in 4 temel umdesi bulunuyordu:
- Azerbaycan’ın tamamen bağımsız hâle gelmesi,
- Karabağ’ın kurtarılması,
- İran Azerbaycanı ile bütünleşme,
- Türkiye ile bir konfederasyon kurarak buradan Türk birliğine geçme.
Bu fikirler emperyalizm ve sömürge yanlıları için son derece ürkütücü fikirlerdi.[38]
Elçibey’in üniversite gençliğini örgütlemesi ve Türkçülük fikirleri kısa zaman sonra Sovyet rejiminin karanlık yüzü olan KGB’nin dikkatini çekmişti. Zaten Elçibey’in fikriyatından ziyadesiyle rahatsız olan KGB, ruhunu ve benliğini kiraya vermiş bir öğrencinin mektupla durumu Sovyet ajanlarına jurnallemesi neticesinde Elçibey’e odaklandı.[39] 1974 yılının şubat ayında üst üste dört defa KGB’ye ifade vermeye çağrıldı. Her defasında rejim aleyhtarı konuşmalar yapmakla ve milliyetçi fikirler yaymakla itham ediliyordu. Ancak kimseye yalan söylememeyi şiar edinmiş bu genç üniversite hocası, KGB ajanlarına da açıkça yaptığı şeylerin doğruluğunu ve kimseden çekinecek bir durumu olmadığını anlatıyordu.[40]
Görünen o ki KGB ajanları Elçibey’in örgütlediği gizli teşkilatın varlığından haberdar olarak bu oluşumun izlerini sürmekteydiler. Ancak ortada çok fazla delil bulamadıklarından olsa gerek, Elçibey’in şahsına yönelik baskılara giriştiler. Komünist Parti tarafından görüşmeye çağırılan Elçibey’e para ve çeşitli imkânlar teklif edilerek mücadelesinden vazgeçmesi istendi.[41] Sovyet rejimi olayı daha da ileri götürerek tarih, hukuk, felsefe ve bilimsel komünizm derslerine giren bütün akademisyenlerin komünist olduğunu beyan eden bir belgeye imza atmaları istendi.[42] Elçibey’in göstermelik bir şekilde bunu kabul etmiş gibi görünmesi ardından istediği sonucu alamayan KGB ajanları kirli bir komplo tertip ettiler.
Yakın-doğu Halk Edebiyatı Bölümü’nden gönderilen bir mektupta “Azerbaycan’ın proleter beynelmilelciliği sayesinde anne babalarının yani komünistlerin sözlerinden çıkmayan Azerbaycan gençlerinin her ne kadar Elçibey’in propagandasından etkilenmeseler bile, bu şahsın talebe önündeki tebligatına derhal son verilmesi” gerektiği belirtiliyordu. Bu ihbarlar neticesinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ihtar verilmek suretiyle uyarılan Elçibey, buna rağmen Türkçülük ve bağımsızlık söylemlerine devam edince, 13 Kasım 1974 tarihinde kendisi hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. 12 yıla kadar hapsi istenen Elçibey, üniversite kürsüsü de dâhil olmak üzere her mecrada bağımsızlığı ve Sovyet rejimi tarafından yok edilmek istenen Türkçülüğü, milli bilincin Azerbaycan gençleri üzerinde uyanması için canını yok pahasına sayarak tebliğ ettiği için 20 Kasım 1974 günü tutuklandı.[43]
Elçibey, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ceza kanununun 57. maddesine göre milliyetçilik yapmak, 188. Maddenin 2. bendine göre ise “Sovyet rejimine karşı gelen” tutumlar sergilemek suçundan bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldı. O ise bu yaptığının suç değil, aslında bir gereklilik olduğunu savunuyordu. Karar gereği tüm akademik unvanları elinden alınarak taş ocaklarında çalıştırılmak üzere Bakü’nün 30 km uzağında bulunan Karabağ kasabasına gönderildi.[44]
Esaretten 17 Temmuz 1976 tarihinde kurtulan Elçibey’in hayatı zor bir dönemece girmişti. Artık bağımsızlık mücadelesi yanında bir de geçim sıkıntısı ile mücadele etmek zorundaydı. Üniversitedeki görevine geri dönmesi yönetim tarafından engellenmiş[45], çaldığı tüm kapılar yüzüne kapanmıştı.[46] 5-6 ay işsiz kaldıktan sonra eski hocası Cihangir Bey’in yardımlarıyla 7 Aralık 1976 tarihinden itibaren Azerbaycan Salman Mümtaz El-yazmaları Enstitüsü’nde bir memur rütbesinde çalışmaya başladı.[47] Hocası Cihangir Bey, kendisini; “burası üniversite değil, elyazmaları enstitüsü, burada sadece elyazmaları ile ilgileneceksin” diyerek uyarmasına rağmen, Elçibey’in inandığı ülküden kolay kolay vazgeçmeye niyeti yoktu. Gizlice eski öğrencileriyle buluşarak toplantılar tertip etmeye ve bağımsızlık mücadelesinin bir sonraki aşamasının nasıl olması gerektiği hususunda kafa yormaya başlamıştı.[48] Bu sayede ilmi çalışmalarına da yeniden dönme şansı yakalayan Elçibey, 1981 yılında şube müdürü olarak terfi etmiş, daha sonra Azerbaycan cumhurbaşkanı oluncaya dek bu görevini sürdürmüştür.[49]
Ebulfez Elçibey 1980’li yıllardan itibaren aktif siyasete tekrar dönmeye başlayacaktır. Bakü Üniversitesi’nde hocalık yaptığı dönemde genç dimağlara ektiği Türkçülük ve bağımsızlık tohumları, artık yavaş yavaş filizlenmiş ve meyve vermeye başlamıştı. Bu üniversitenin bağrından çıkan teşkilatlardan biri olan “Yurt Birliği” adeta onun üniversite yıllarındaki faaliyetlerinin bir devamı niteliği taşımaktaydı. Birlik üyeleri Elçibey’in fikri önderliğine son derece önem vermekteydi. Onun bazı etkinliklere bizzat katılması genç üyeler üzerinde büyük bir heyecan yaratıyordu.[50] Azerbaycan gençliği arasında filizlenen bu tür oluşumların nihai hedefi ise “Bağımsız Azerbaycan” ülküsünü hayata geçirmekti. Ancak dönemin şartları henüz buna müsait değildi. Sovyet-Rus emperyalizmi yine Türklük adına kanlı ve alçakça bir senaryoyu sahneye koymaya çalışıyordu. 1987-1988 yıllarında arkalarına Sovyet desteğini alan Ermeniler, Azerbaycan Türklüğünün öz toprağı olan Karabağ bölgesine kendi bayraklarını dikerek bölgede yaşayan Türklere eziyet etmeye başladılar. Ermenileri bununla da yetinmeyerek özerk bölgenin Ermenistan’la birleştiğini açıklaması ise adeta Azerbaycan bağımsızlık hareketinin fitilini ateşledi.[51]
Ermenistan’da başlatılan anti-Türk propagandalar ve Türklerin zorla göçe tabi tutulması ardından Azerbaycan’da derin bir milli uyanış meydana gelmiş, Türkler 17 Kasım 1988’den başlayarak, 5 Aralık 1988’e kadar eski adı Lenin olan, yani Azadlık Meydanına akın etmişlerdir:
“1988 ekiminde ilk defa binlerce insan Lenin meydanında gösteri yapmakta, gece gündüz, günlerce meydandan ayrılmamaktadır. Azerbaycan’ın her tarafından insanlar bu nümayişçilere yemek taşımaktadır. Tanklar kalabalığın etrafını sarmıştır. Askerlere ‘hücum’ emri verir ve Lenin meydanında bir ‘azadlık’ kavgası başlar. O günden sonra meydanın adı ‘Azadlık Meydanı’dır. Coplar, değnekler, göz yaşartıcı bombalar… İnsanlar kan revan içinde… Ebulfez, bir lider olarak, ön saftadır ve yaralıdır. Askerlerin ilk hedefi odur. Fakat yıllarca çile çekerek yetiştirdiği üniversite talebeleri Ebulfez’in etrafını çevirirler ve böylece Ebulfez ölmekten kurtulur”.[52]
Bu meydan hareketi 5 Aralık günü sert bir müdahale ile sonlandırılmış içlerinde Elçibey’in de bulunduğu fikir önderleri tutuklanarak hapse atılmıştır. Bir ay boyunca hapis yatan Elçibey 5 Ocak günü tekrar özgürlüğüne kavuştu.[53] Bu ikinci tutukluluğunu Elçibey şöyle anlatmaktadır: “1988’de 4 Aralığı 5 Aralığa bağlayan gece askerler bizi kuşatıp otobüslere doldurdular ve hapishaneye götürdüler. Bayıl Hapishanesi’nde 30 gün gözaltında kaldım”.[54]
Bayıl’dan bırakıldıktan sonra mücadeleye atılmak için fazla bir zamanının kalmadığını anlayan Elçibey, vakit geçirmeksizin faaliyetlerine başladı. Zira milli bağımsızlık hareketini daha fazla erteleyemezdi. Karabağ’daki Ermeni tahribatı her geçen gün artmaktaydı ve Moskova güdümündeki politikacılar Türklerin Karabağ’dan tamamen kovulması senaryosunu hayata geçirmeye hazırlanıyorlardı. Azerbaycan komünist yönetiminin pasif lideri Bağırov’un azledilip yerine uzun zamanlardan beri Azerbaycan’dan uzak bulunan Vezirov’un getirilmesi de kötü gidişata tuz biber ekti. Azerbaycan’ın bütün yurtseverlerini aynı safta mücadele etmeye çağıracak milli bir oluşuma ihtiyaç artık had safhaya ulaşmıştı.[55] Zira, Ermeni saldırıları ve Karabağ sorununun çözümüyle örgütsüz bir biçimde mücadele etmenin beyhude bir iş olduğu, daha organize bir mücadele modelinin benimsenmesi gerektiği inancı hasıl olmuştu.[56]
Azerbaycan’ın bağımsızlığına giden çileli yolu şüphesiz kan ve gözyaşı ile yıkanmıştı. Elçibey’in Azerbaycan Halk Cephesi’nin (AHC) başına geçerek bu mücadeleyi bir başka safhaya taşıması ise tam anlamıyla bir dönüm noktası oldu. Elçibey uzun yıllardan beri söylemlerinde Azerbaycan bağımsızlık hareketinin resmi bir zemine oturtulması ve mücadelenin siyasî alana taşınması gerektiğini dile getiriyordu. Zira Sovyet rejiminde Türklerin hakkını savunması gereken vekillerin bir kısmı baskı ve zorlamayla pasif hale getirilmekte, bir kısmı ise kendi çıkarlarını milletin istikbalinden önde tutarak yanlış işlere tevessül etmekteydi. Gorbaçov döneminin yarattığı göreceli fikir hürriyeti ile Baltık ülkeleri başta olmak üzere muhtelif bölgelerdeki milli uyanışlar Azerbaycan’da da kendisini hissettiriyordu.[57]
Bu dönemde bağımsızlık fikrini benimseyen ve mücadeleye koyulan çok sayıda müstakil dernek ve teşkilatın varlığı halk arasında bilinmekte, her geçen gün artan Ermeni ve Rus baskısı halkı bu cemiyetler etrafında toplanmaya sevk etmekteydi. Çenlibel Birliği, Varlık Cemiyeti ve Yurt Birliği bunlardan sadece bir kaçıydı. Elçibey bu kuruluşların birçoğunda aktif olarak görev almıştı. Ancak bu oluşumların daha kuşatıcı bir platformda birleştirilmesi fikri her geçen gün ağırlık kazanıyordu.[58] Elçibey ise bir takım ön çalışmalar yapmadan, böyle bir girişimin başarısızlıkla sonuçlanabileceğini düşünüyordu. Her şeyden önce, bu tür bir teşebbüsün, aydınların geniş onayını almış olması gerekiyordu. Halkın problemlerini çözmek için kurulacak bir teşkilat uzun soluklu olmalıydı ve bunun için de mevcut bütün siyasi örgütlerin müşterek bir amaç istikametinde bu oluşumda yer almaları şarttı. Bu görüşler kabul gördü ve Halk Cephesi’nin teşkil edilmesi hedefine yönelik hazırlık çalışmalarının başlatılmasına karar verildi.[59]
AHC İnisiyatif Grubu ve Varlık Birliği arasında mart ayının ilk günlerine kadar süren görüşmeler sonucu varılan mutabakata göre, AHC Geçici İnisiyatif Merkezi (AHC-GİM) ve iki tarafın beşer kişi ile katılacağı koordinasyon kurulu oluşturuldu. 13 martta AHC-GİM’e Çenlibel, Bakü Alimler Kulübü gibi diğer bazı örgütler de katıldı. Aynı gün AHC-GİM resmi izin almak için Azerbaycan Yüksek Sovyeti’ne talepte bulundu. Ülke halkından binlerce kişi de AHC’yi desteklemek üzere Azerbaycan Komünist Parti Birinci Sekreteri Ebdürrahman Vezirov’a yazılı başvuruda bulundu. Ardından ünlü Azerbaycan yazar ve şairleri İsmail Şıhlı, Yusif Semedoğlu, Memmed Araz ve Sabir Rüstemhanlı, Azerbaycan halkına çağrıda bulunarak demokratikleşme mücadelesi için AHC’de birleşmeyi önerdiler. Ülkede oluşan bu kamuoyunun baskısı sonucunda AHC-GİM Koordinasyon Kurulu ile görüşmeyi kabul eden Azerbaycan Komünist Parti Birinci Sekreteri Vezirov, ilke olarak AHC’yi kurma fikrine karşı olmadığı düşüncesini belirttikten sonra demokratik halk hareketi liderlerini dikkatli olmaları ve CIA ile bağlantılı olduğu için Özgürlük Radyosuna çıkmamaları konusunda uyardı.[60]
1988 kasımında yaşanan Ermeni olayları neticesinde bu eğilim daha da güçlü hale gelmeye başladı. Azerbaycan topraklarının Rus ve Ermeni işgalinden kurtarılması için silahlı mücadeleye başlanması halkın bağımsızlık uğruna her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduğunun kanıtıydı adeta. Gönüllü birlikler cepheye otobüslerle akın ederek, Ermeni işgalcilere karşı canla başla mücadele etmeye başladılar. Zaten bağımsızlık uğruna M. Emin Resulzade ve Elçibey gibi önderler gereken her şeyi yapmıştı. Artık bu ateşi eline alacak ve bir yangına dönüştürecek olan halkın ta kendisiydi.
AHC’nin halk arasında giderek güçlenmesinden rahatsız olan Kızıl Ordu, Azadlık Hareketi’nin Azerbaycan’dan yayılarak tüm Türkleri kucaklayan milli bir harekete dönüşmesinden korkup, Bakü’ye girdi. Amaçları AHC hareketini başlamadan susturmak ve yok etmekti. Ancak Hanım Halilova önderliğinde 5 bin Türk kadını kendisini Rus tanklarına siper ederek, bu teşebbüsü bertaraf etti. Ruslar sadece AHC binasını yerle-bir etmekle yetinerek gerisin geriye döndüler. Nihayet 16 Temmuz 1989’da Ebulfez Elçibey, AHC’nin 196 üyesinin katılımıyla hareketin başkanı olarak seçildi.[61] Azerbaycan halkına bağımsızlığa giden yolda öncülük etmesi maksadıyla kurulan AHC’nin halktan gördüğü büyük desteğin ardından, Sovyet yönetimi bu oluşumu 3 Ekim 1989 tarihinde resmen tanımak zorunda kalmıştır.[62]
Azerbaycan Komünist Partisi, AHC’nin talebi doğrultusunda hareket ederek Karabağ’ın özerklik statüsünü kaldırıp, Azerbaycan’a bağlandığını açıkladı. Moskova bu haberi alınca 19 Ocak 1990 tarihinde Bakü’de olağanüstü hâl ilan eder. Bunun Bakü televizyonunda duyulduğu hâlde halkın dağılmadığı ileri sürülerek istenmeyen olayların zemini hazırlandı. Oysaki durum böyle değildir. KGB tarafından kasti olarak Bakü televizyon binası bombalanmıştır ve halkın bundan haberi yoktu. Devamında Kızıl Ordu birlikleri, halkın dağılmadığı bahanesiyle, gece yarısı birçok kişiyi öldürdü, yaralılar ve sayısız kişi tutuklandı. Ancak bu alçak plan da Azeri halkını yıldıramadı. Bilakis AHC’nin etrafında daha sıkı bir şekilde kenetlenmelerine neden oldu. 22 ocakta Şehitler Parkı’nda yapılan cenaze merasimine iki milyonu aşkın kişi katıldı. Kırk gün boyunca grev ilan edilerek, daha önce zorla kayıt altına alınan halk Komünist Parti’den istifa etmeye başladı. Moskova, artık her geçen saniye Bakü’deki iktidarını ve denetimini kaybetmeye başlamıştı. Hatta Azerbaycan Komünist Partisi Genel Sekreteri Ayaz Muttalibov bile halkı sakinleştiremedi. Artık bağımsızlık fikrinin fitili tamamen ateşlenmişti. 1991’in ağustos ayında halk askerlere rağmen Azadlık Meydanı’na girdi ve Lenin heykelini yerle-bir etti. Bunun neticesinde, Azerbaycan Parlamentosu, Azerbaycan’ın bağımsızlığını kabul etti. Böylelikle Azerbaycan Sovyetlerden ayrılıyor ve kendi bağımsızlığını ilan ediyordu.[63]
Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilk başkanı Ayaz Muttalibov oldu. Ancak Ermenilerin 26 Şubat 1992 tarihinde gerçekleştirmiş oldukları Hocalı Katliamı sonrası, Muttalibov’un sessiz kalışı halkın desteğini kaybetmesine neden oldu. Bunun üzerine devlet başkanlığı seçimi yenilenmek zorunda kalındı. 7 Haziran 1992 tarihinde yapılan seçimlerde yüzde altmış oy alan Elçibey, Azerbaycan’ın ikinci cumhurbaşkanı oldu.[64] Elçibey, 17 Haziran 1992 tarihinde de milyonlarca kişinin katıldığı coşkulu bir törenle Kuranı Kerim’e el basıp, Azerbaycan Türk halkına şu şekilde and içti:
“Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı yetkilerini vicdanla hayata geçireceğime, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin anayasasına ve kanunlarına dönmeden amel edeceğime, vatanımızın istiklalini ve arazi bütünlüğünü göz bebeği gibi koruyacağıma, Azerbaycan vatandaşlarının hak ve hürriyetlerinin bekçiliğinde olacağıma, halkın yüksek itimadını doğrultacağıma yemin ederim.”[65]
Bilindiği üzere Elçibey, ilk ziyaretini Ankara’ya Anıtkabir’e yaptı ve bu sırada yakasında bir Atatürk rozeti vardı. Anıtkabir ziyareti sırasında anı defterine yazdığı “senin askerin” cümlesi Atatürk’ün Elçibey üzerindeki etkisini gözler önüne sermektedir.
Elçibey döneminin dış politikası, Rusya’ya karşı Azerbaycan’ın bağımsızlığını sürdürme, Karabağ’da yaşanan sorunun ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü çerçevesinde çözülmesi, İran’la iyi ilişkiler geliştirme, Türkiye ile stratejik ortaklık kurma ve Batılı devletler ile Rusya faktörü göz ardı edilmeden dengeli bir şekilde ilişkiler kurmaktı.[66] Ancak Rusya’nın Azerbaycan gibi stratejik konuma sahip bir ülkeyi yalnız bırakmayacağı da maalesef bilinen bir gerçekti. Özellikle Elçibey gibi sağlam bir cumhurbaşkanının yönetimde olması Rusya’yı endişelendiriyordu. Çünkü Elçibey, Türklüğün yaşatılması ve yüceltilmesi için sadece Azerbaycan Türklerinin uyanışını değil, bütün Türk cumhuriyetlerinde yaşayan Türklerin uyanışını sağlamıştı.[67] Bu durum elbette Rusya’nın hoşuna gitmemiş, sahnede kirli oyunlar oynatılmaya başlanmıştı bile.
Elçibey yönetimde iken birçok kere suikast ve darbe girişiminde bulunuldu. 4 Haziran 1993 yılında Suret Hüseyinov tarafından Gence’de başlatılan ayaklanma bunların dördüncüsüydü ve bu kez darbeciler daha planlı ve güçlü olarak hareket ettiler. Azerbaycan’daki sükûnet ve demokrasi ortamı bu darbeyle son buldu. Elçibey, cumhurbaşkanlığı yemininden tam bir yıl sonra görevini terk ederek doğduğu köy olan Keleki’ye döndü.[68] Yerine de görev süresi sona erene kadar Nahçıvan meclis başkanı Haydar Aliyev vekalet etmiştir.[69] Elçibey’in, Keleki’ye dönmesinden kısa bir süre sonra sağlık durumu kötüleşmeye başladı. Tedavi için o dönemin MHP Milletvekili Mehmet Ceylan’ın uğraşları sonucu Elçibey, Ankara Hastanesi’ne getirildi. Ancak geç kalınmıştı. Elçibey için yapılan uğraşlar netice vermedi. Ne yazık ki 22 Ağustos 2000 tarihinde Ankara’da hayata gözlerini kapadı.[70]
Elçibey siyaseti sevmeyen bir insandı, siyaset onun ruhuna hitap etmiyordu. Ancak kısa süren hayatında milletinin bağımsızlığını ve hukukunu korumak adına politikadan başka bir yolun olmadığını bilmiş ve zorunluluk neticesinde siyasete girmiştir. Elçibey bir âlim, tam bir kültür adamı idi. Siyaset bu tür insanlar için risk teşkil eder, ancak Elçibey’in ideallerini gerçekleştirmek için başka bir çaresi yoktu.[71]
EBULFEZ ELÇİBEY’İN ESERLERİ
- Azadlık ve Demokratiya, İstanbul 1992
- Bu Menim Taleyimdir, Bakı 1992
- Bütöv Azerbaycan Yolunda, Ankara, 1997
- Deyirdim Ki Bu Kuruluş Dağılacak, Bakı 1993
- Tolunoğulları Devleti, Bakı 1969
Alıntı Kaynak: Azerbaycan Türk Cumhuriyetinin Kuruluşunun 100. Yılında Er Kişi EBULFEZ ELÇİBEY’E ARMAĞAN Ankara-2018