Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türklerin Tarih Boyunca Dermatoloji Ve Veneroloji Alanında Dünya Tıbbına Katkıları

0 11.927

Prof. Dr. Arslan TERZİOĞLU

I. Giriş

Türklerin eski vatanı Orta Asya’da geliştirdikleri tababetin bilhassa Çin ve Hind tababetinin tesirlerini taşıdığı, ama bu yörelerdeki tababetin gelişmesinde Türklerin büyük rol oynadığı son araştırmalar ışığında ortaya çıkmaya başlamıştır.[1]

Çin, Hint, Orta Asya gibi yörelerde lepra’ya karşı Chaulmoogra yağının geliştirildiği, bugün bunun Antileprol olarak lepraya karşı ilaç olarak kullanıldığı,[2] çiçeğe karşı ilk aşının yine Hind, Çin ve Orta Asya’da geliştirilip Türkler tarafından 17. ve 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya kadar yayılması[3] dermatoloji tarihi açısından önemli olup, Türklerin bu gelişmedeki rolünü aydınlığa kavuşturmak da Türk tababet tarihi araştırmalarının öncelikli konularından biridir.

Budistliği kabul eden Türklerin, Batı ve Çin-Türkistanı’nda, Horasan ve Kuzeybatı Hindistan’da kurdukları Vihara denilen Budist manastırları, aynı zamanda diğer ilimlerin yanı sıra tababet tahsilinin de yapıldığı tıp okulları ve hastane niteliği de taşımakta idiler.[4]

Gandara’da Taht-ı Bahai Budist Viharası’nda bulunan ve Hindistan’da Türk asıllı Kuşanlar devrinden beri çocukları, öldürücü ve ciltte çopurluk yapan çiçek hastalığına karşı koruyan tanrıça olarak bilinen Hariti’nin Gandara ekolünün tarzında, biraz da Orta Asya tiplerini andıran heykelleri de Budist Viharalarının tababetle olan ilişkilerini ispatlayıcı niteliktedir.[5]

Bilhassa Hint ve Orta Asya Türk-Budist tababetinin tesirinde kalan Tibet’teki manastırlarda[6] hâlâ diğer bilimlerin yanı sara tababet tahsil edildiği bilinen bir gerçektir.[7] Hatta Tibet’teki manastırlarda çiçek hastalarının tedavisi ile rahiplerin uğraştığı Turner’in 1790’da yayınlanan Seyahatnâmesi’nden bilinmektedir.[8] Lady Mary Montagu’nün 1717 yılında Türkiye’de gördüğü çiçek aşısına benzeyen Hint usulü çiçek aşısını, 1022 yılında Çin’in Tibet’e yakın bölgesinde, bir dağda yaşayan bir münzevi tarafından Çin Veziri Wang-Tan’ın küçük oğluna tatbik ettiği, Çin kaynaklarında[9] belirtildiğine göre, bu bölgede yaşayan Uygur Türklerinin Hint usülü çiçek aşısının yayılmasında rol oynadıkları, onların Hint’le Çin arasındaki sıkı ticaret ilişkilerini yönelttikleri düşünülebilir.

II. Uygurlarda Dermatoloji

Orta Asya’daki Türklerde, tababetin gelişmesine dair ilk yazılı vesika, 1890 yılında İngiliz üsteğmeni Bower’in, M. S. 400 yılında yazılmış, Türkistan’da tıbba dair Budist Türklerin bir yazma eserini bulması ile ortaya çıktı. Bilâhare Le Coq başkanlığında 1902-1914 yılları arasında Çin Türkistanı’nda Almanların yaptığı ilmi araştırmalarda ele geçen Uygur Türklerine ait Uygurca tıbbî yazma eserler, Reşit Rahmeti (Arat)’ın bunları 1930-32 de Almancaya ve sonra Türkiye Türkçesine çevirmesi ile, Orta Asya Türklerinin tababetinin özellikleri daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır.[10]

Reşit Rahmeti Arat’ın Almancaya tercüme ederek Prusya İlimler Akademisi tarafından “Zur Heilkunde der Uiguren I und II” adı altında 1930-32 yıllarında yayınlanan bu Uygur el yazma eserlerde dermatolojiye ait birçok ilaç reçetelerinin yer aldığı görülmektedir.[11]

Bu ilaç reçeteleri Uygurların dermatozları çok iyi gözlemleyerek tasnif ettiklerini de göstermektedir.[12]

III. Selçuklularda Dermatoloji

Selçuklu Türkleri Dönemi’nde, çeşitli dermatolojik hastalıkların er-Râzi, İbn Sina gibi, Türk İslâm hekimlerinin eserlerindeki gibi ya ayakta ya da o devir hastanelerinde ilâçla, bunun yanı sara o devirde Anadolu ve diğer Selçuklu bölgelerindeki çeşitli kaplıcalarda tedavi edildikleri, lepralı olanların ise Miskinler Tekkesi denilen leprosorilerde tecrid edilerek özel yöntemlerle tedavi edildikleri görülmektedir.

Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk’un Konya Şeriyye Sicillerinde yaptığı araştırmalarda bulduğu bir belgeye göre, Selçuklu Dönemi’nde tesis edilen Konya’daki Sıracalılar Sultan Tekkesi denilen leprosorinin şeyhi olan zat, Konya Mahkemesi’ne müracaatla, bu müesseseye girmek isteyen hastanın Sultan Alaeddin-i Selçukî Bimaristanının (Darüşşifasının), birinci, ikinci tabibleri tarafından muayene edilerek lepralı olup olmadığının tesbitini rica ediyor. Bunun üzerine bu Selçuklu hastanesi tabiblerinin, hastayı muayene ettikten sonra bu ekzemadır, lepra değildir teşhisini koyunca, bu hastanın leprosoriye alınmadığı bu belgede belirtilmektedir.[13] Bu belgede adı geçen leprosori ne yazık ki ortadan kalkmıştır. İbrahim Hakkı Konyalı’ya göre Konya’da Selçukluların Miskinler Tekkesi denilen leprosorileri var idi; “Konya’da eski At Pazarı yakınında bir Miskinler Tekkesi, eski Baruthane Mahallesi’nde bir miskinler kabristanı var idi”. Miskinler Tekkesi (denilen leprosoriyi) Selçuklu Devri hayırseverlerinden Sırçalı Mescid’i yaptıran zat yaptırmıştı.[14] Selçuklular Dönemi’nde, Kayseri, Sivas, Kastamonu ve Tokat’ta buna benzer leprosorilerin bulunduğu Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelerden anlaşılmaktadır. Anadolu Selçukluları Dönemi’nde, Hz. Mevlâna (Celâleddin-i Rûmî) ve ailesine ait geniş bilgiler veren Eflâkî’nin Menakibül Ârifin isimli eserinde cüzam ve bazı dermatolojik hastalıkların tedavisinde kaplıcalardan faydalanıldığı anlaşılmaktadır. Bu eserin bir bölümünde “Hamam, bütün cüzamlılar ve diğer hastalıklara yakalananlarla yine doldu” diye bahsedilmektedir.[15] Belki de müzmin yaraların da cüzam adı altında zikredilmiş olması mümkündür.

Selçuk Dönemi’nin tanınmış hekim ve astronomlarından Kutbeddin-i Şirâzi’nin lepra ve tedavisi hakkında Risale fil-Baras isimli bir eser yazması[16] ve Sultan Veled’in Kayseri hakkındaki bir şiirinden Kutbeddin-i Şirâzi’nin bir süre Kayseri’deki Gevher Nesibe Hastanesi ve Giyaseddin Keyhüsrev Tıp Okulu’nda çalışmış olabileceğinin anlaşılması,[17] dermatolojinin Selçuklular Dönemi’nde ulaştığı bilimsel düzeyi göstermesi açısından çok önemlidir.

Selçuklular Dönemi’nde Anadolu’da tesis edilerek lepra ve diğer dermatolojik hastalıklar ile, romatizma, nikris, böbrek, kalp hastalıklarının tedavisinde kullanılan kaplıcaların ve içmelerin sayısının 200’e ulaşması, kaplıca tedavisinin Selçuklu tababetinde önemli bir rol oynadığını göstermektedir.

Ilgın’da Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat (1220-1237) tarafından 1236’da tesis edilen ve Gıyaseddin Keyhüsrev II (1237-1266) Dönemi’nde onun veziri Sahip Ata tarafından 1257’de genişletildiği kitabelerinden anlaşılan Ilgın Kaplıcası’nın Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin eserlerinde çok kere ailesi ve çevresi ile ziyaret ettiği belirtilmektedir.[18] Bu Ilgın Kaplıcası’nın, lepra ve dermatolojik hastalıklar ile nikris, böbrek ve kalp hastalıklarının tedavisinde kullanıldığı, demir ve kükürtlü suyunun 38-42°C sıcaklığı ile bu hastalara şifa verdiği bilinmektedir.[19]

IV. Osmanlılarda Dermatoloji

Osmanlı tababeti, Selçuklu tababetinin bir devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde Arapça ve Farsça yerine Türkçe tıbbi eserler yazan o dönemin ünlü Osmanlı-Türk hekimlerinden bilhassa Ahmedî’nin Tarvih al-Ervah’ında (1403-1410), Şerefeddin Sabuncuoğlu’nun Cerrahiyet ül-Haniye’sinde (1465), Nidai’nin Menafiünnas’ında (16. yy. ), Emir Çelebi’nin Enmuzec- i’fit-tıb’ında (1625) lepra ve diğer dermatolojik hastalıkların ünlü İslâm hekimleri er-Razi, İbn Sina ve Abul’kasım Zahravi’nin eserlerinde zikredilen metodlarla yani ilaçla, kan almak, dağlamakla tedavi yöntemlerinin kendi tecrübelerini de ilave ederek anlatıldığı görülmektedir.

Ahmedî’nin Tarvih al-Ervah eseri bilhassa İbn Sina’nın Kanun’u esas alınarak Türkçe şiir şeklinde yazılmış olup, Topkapı Sarayı Revan Kütüphanesi nüshasında 329 ila 354. varaklarda, lepra ve diğer çeşitli dermatolojik hastalıkların tedavisinden bahsedilmektedir.[20] Şerafeddin Sabuncuoğlu’nun Amasya Darüşşifası’nda 14 yıl hekim olarak çalıştıktan sonra, Ebü’l-Kasım Zahravi’nin et-Tasrif eserinden faydalanarak kendi tecrübelerini de ilave ederek 1465’te Türkçe yazdığı Cerrahiyet ül-Haniye eserinde çeşitli dermatolojik hastalıkların ve bilhassa lepranın tedavisinden bahsetmektedir. Bu eserin Millet Kütüphanesi’ndeki müellifin kendi hattı ile olan nüshasının 47. faslında cüzam’ın (lepranın) ilaçla, iyi olmazsa dağlamakla tedavisinden bahsedilmekte olup, bu bahse ait tedaviyi gösterir mühim bir resim de ihtiva etmektedir. Böylece İslâm Tababetinde resimle, cüzam tedavisinden bahseden ilk eser olması bakımından da bu eser dermatoloji tarihinde büyük önem taşımaktadır.[21]

İslam tababetinde ilk defa frengiden bahseden eserlerden birisi Derviş Nidaî’nin Menafîü’n-nas adlı eseri olup, 16. yüzyıl başında yazılan bu eser, Avrupa’da ilk defa frengiden bahseden Girolamo Fracastor’un ünlü La Syphilis eseri gibi şiir şeklinde yazılmıştır.[22] Girolamo Fracastor’un bu eserinde bahsettiği gibi sifilis denen bu hastalık Christophe Columbus’un tayfaları ile yeni keşfedilen Amerika’dan Avrupa’ya getirilmiş, Fransız Kralı VII. Charles’ın 22 Şubat 1495’deki Napoli’yi kuşatması sırasında onun askerleri vasıtasıyla İtalya’da yayılmaya başlaması nedeni ile buna Fransız Hastalığı anlamına Le Mal Française denildiği anlaşılıyor. Bizde de sifilisin frengi adı altında tanınmasına da Fransızlara ve Avrupalılara Osmanlı döneminde frenk denilmesinin rol oynamış olması gerek.[23]

Osmanlı döneminde sifilisten ilk bahseden eserlerden biri olan, Cerrah İbrahim bin Abdullah’ın 1505 (911 H. ) yılında Yunanca Cendar isimli eserden Türkçeye çevirdiği “Alâim-i Cerrahîn” isimli eserinin XXII. bölümünde sifilisin semptomlarından ve civalı dört çeşit merhemle tedavisinden bahsettikten sonra kaynak göstermeden sifilisin Nuh Peygamber zamanından beri mevcut olan bir hastalık olduğunu belirtmesi oldukça garip ve tutarsız bir iddiadır.[24] İbn Sina’nın Kanun’unun IV. kitabının 7. fen, 3. makale, fasl 1’de zikredilen Asaphati (Sahafati, Sahafut) deyimine dayanarak İbn Sina’nın sifilis hastalığını tanıdığı ileri sürüldü ise de,[25] yeni bir hastalık olan sifilisin İbn Sina’dan çok sonra, Amerika kıtasının keşfini takip eden yıllarda oradan Avrupa’ya, 1498’de de Mısır’a ve diğer İslâm ülkelerine yayıldığını gerek Ivan Bloch gerekse Otto Spies’in kanıtlamaya çalıştıklarını burada belirtmekte yarar vardır.[26]

Avrupa tababetinin tesirlerinin başladığı 17. yüzyılda Paracelsus’un Paramirum ve Oswald Crollius’un Basilica Chymica’sına dayanarak yazdığı Gayetü’l-İtkan fî Tedbirü’l-bedenü’l İnsan başlıklı eserinde IV. Mehmed’in Hekimbaşı’sı Salih b. Nasrullah b. Sellum (ölümü 3 Tebiülevvel 1080 H. /1669), Avrupa’da yeni ortaya çıkan skorbut, sifilis ve plico polinica hastalıklarından ve tedavisinden bahsetmektedir.[27] Onun halefi olarak sarayda Hekimbaşı olan Hayatîzâde Mustafa Feyzi, dermatoloji ve veneroloji alanında 17. yüzyılda Osmanlı tababetinde öne çıkan diğer bir hekimdir. İbn Sina’nın Kanun’u gibi beş kitaptan oluşan “Hamse-i Hayatîzâde” isimli eserinin, 3. kitabında Sifilisi 25 bölümde incelemekte ve onun civayla tedâvisinden bahsetmektedir. Bu bölümde onun Girolamo Fracastor’u da zikrettiği görülmektedir.[28] 4. kitabında, Polonya’dan o sıralarda Avrupa’ya yayılan plica polinica isimli hastalık ve onun tedâvisinden bahsetmektedir.[29] Hayatâzâde’nin Şaban Şifaî tarafından tamamlanan Tedbir-i Mevlûd isimli eserinde çocuk hastalıklarından kızamık ve çiçek hastalıkları incelenmektedir.[30] Salih b. Nasrullah Gayetü’l-Beyan eserinde lepra tedavisinde ilaçla tedavinin mümkün olup olamayacağının tespitinden şöyle bahsediliyor: “Cüzam marazına müptelâ olan adamdan kan alırlar, kanı su içine akıtırlar, eğer kan suyun dibine inerse ilaç mümkündür. Eğer inmeyip suyun üstüne çıkarsa ilaç olunmaz”.[31] Cüzamın ilaçla tedavisi için de Şarab-ı Aftimon gibi şerbetlerle, çeşitli tiryakların aç karnına ceviz kadar büyüklükte verilmesinden bahseder.[32] 17. yüzyılda yaşayan Evliya Çelebi de Kahire’deki Kalavun Hastahanesi’nde imal edilen “Tiryak-ı Faruk”un lepra tedavisi için üne sahip olduğundan ve bunun Hindistan’a hatta Avrupa ülkelerine ihraç edildiğinden bahsetmektedir. Evliya Çelebi’ye göre içinde diğer maddelerin yanı sara beş vukıyye zeytinyağı ve beş vukıyye yılan eti bulunan Tiryak-ı Faruk, lepra hastalığını iyi edici bir özelliğe sahiptir.[33]

Sultan I. Ahmed Devri’nde, 1608’de (1017 H. ) Muhammed Ağa tarafından kaleme alınmaya başlanan ve 1767’ye (1181 H.) kadar Topkapı Sarayı’nda Helvahane’de yapılan 186 ilacın reçetesinin kaydedildiği Helvahane Defteri isimli reçete kitabında diğer ilaçların yanı sıra Tiryak-ı Faruk’un, uyuz hastalığı için Muğlab denilen ilacın, cüzam için dahi kullanılan Şarab-ı Aftimon’un reçetesi verilmektedir.[34] Tarafımızdan 1992 yılında yayımlanan bu Helvahane Defteri’nde ayrıca Topkapı Sarayı mensuplarının saç ve cild sağlıkları için imal edilen sabun, saç boyaları, saç şampuanlarının reçeteleri de verilmektedir. 17. yüzyılda 40. 000 kişinin yaşadığı Topkapı Sarayı’nda bu saray mensupları için 6 saray hastanesinin bulunması ve bunlara Helvahane’de saray hekimleri nezdinde yapılan ilaçlarla, diğerlerinin yanı sara dermatolojik hastalıklarının tedavisinin o devre göre mükemmel bir şekilde sağlandığı görülmektedir.[35]

Üç kıtaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Selçuklular ve Memluklar Dönemi’nden beri işletmede olan hastaneler, Kahire’deki Kalavun Hastanesi gibi, her çeşit hastanın bu arada lepralı ve diğer dermatolojik hastalıkların tedavisini o dönemin tıbbi yöntemleri ile üstlendiği gibi, lepralıların tecridi için ayrıca Miskinler Tekkesi denilen leprosoriler tesis etmişlerdir. Bağdat, Sivas, Kayseri, Tokat, Konya, Kastamonu’da Selçuklular Dönemi’nden kalan leprosoriler (cüzamhaneler) işletmede bırakılırken Osmanlılar, Edirne, Bursa, İstanbul gibi yeni fethettikleri şehirlerde hatta Girit, Kıbrıs (Lefkoşe), Sakız gibi adalarda bile leprosoriler tesis etmişlerdir. Carsten Niebuhr[36] gibi seyyahların belirttiğine göre 18. yüzyılda Bağdat’taki leprosoride, sadece lepralılar değil sifilisli hastalar da ayrı pavyonlarda tecrit edilmişlerdi. 18. yüzyılda Avrupa’daki bütün hastaneleri gezerek gören İngiliz hekimi John Howard da Sakız (Chios) adasındaki leprosoriyi, oradaki kadınlı erkekli lepralı hastaların durumunu tarif eder.[37]

Osmanlılar tarafından tesis edildiği bilinen Edirne’deki leprosori, Dr. Rıfat Osman ve Ord. Prof. Süheyl Ünver’in araştırmalarına göre Sultan II. Murad zamanında (1421-1451) Kirişhane Semti’nde tesis edilmişti. Yanında bir mezarlığı da vardı ve 1628 yıllarına kadar işletmede olduğu sonra ortadan kaybolduğu anlaşılıyor.[38]

Bursa Şeriye Sicillerindeki kayıtlara göre Bursa Leprosorisi Yıldırım semtinde, büyük bir ihtimalle Sultan Yıldırım Bayezid’in 1396’da yaptırdığı Darüşşifa’ya yakın bir yerde idi. Bursa’daki leprosorinin ne zaman tesis edildiğine dair şimdiye kadar bir belgeye rastlanamamıştır. Ama Bursa Şeriye Sicillerindeki 5 Muharrem 889/1484 tarihli kayıttan, lepralı (cüzamlı) olduğu zannedilen birinin, Bursa’daki tabiblerce muayene edildikten sonra bu zatın cüzam olmadığının tesbit edildiği anlaşılmaktadır.[39]

Halk arasında Miskinler Tekkesi diye anılan bir leprosori Üsküdar’da Yavuz Sultan Selim (1512-1520) zamanında ahşap olarak inşa edilmiş olup Sultan II. Mahmud’un hazine vekili Ali Ağa tarafından 1225 (1810) tamir ettirilerek bir kitabe konmuştur. Bu hususu bildiren tarihini Enderunlu Vasıf söylemiş olup:

“Oldu dârî meskeni miskinlere inşa cedid” tarih düşürülen mısradır. Önünden geçen yol kenarındaki çeşmesindeki kitabe’de Vasıf’ın düşürdüğü tarihe göre 1226’dir (1811). Çeşme’deki kitabenin yazısı hattat Mustafa Râkım Efendi’nindir. Leprosorinin bugün Türk İslam Eserleri Müzesi’ndeki kitabesinin ise imzasız olmasına rağmen, II. Mahmud’un çok sevdiği hocası hattat Râkım Efendi olsa gerek.[40] Yakın zamana kadar harabe şeklinde Üsküdar’da Karaca Ahmed Mezarlığı yakınında mevcud iken bir yol geçirilirken ortadan kalkan leprosorinin bu asrın başındaki durumunu gösteren resmi 1914 yılında ressam Ali Rıza Bey tarafından yapılmış olup, Ord. Prof. Dr.

Süheyl Ünver ve Prof. Dr. Arslan Terzioğlu tarafından eldeki verilere göre yapılmış planı, şimdiye kadar ulaşan yegane Türk-İslam leprosorisinin mimarisi hakkında bir fikir vermektedir.[41]

19. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’da “Berliner Tageblatt” gibi bazı Berlin gazetelerinin muhabiri olarak yaşayan Bernhard Stern’in yazarak 1903’te Berlin’de iki cilt halinde yayınlanan “Medizin, Aberglaube und Geschlechtsleben in der Türkei” isimli eserde, etraflı olarak tarif edilen Üsküdar’daki bu leprosorinin o zamanki durumu hakkında detaylı bilgiye sahibiz. Buna göre bu leprosori de 20 kadar oda bulunmakta kendi şeyhlerinin başkanlığında orada lepralılar yaşamakta olup, Dr. Zambaco Paşa’nın tıbbî denetimi altında idiler. Berlinli hekim Dr. Max Laehr de 19. yüzyıl sonunda İstanbul’a gelerek burada Lepra nervosa üzerine araştırmalar yaparak 1899’da Berlin’de yayınlamıştı.[42] Bu Üsküdar’daki leprosorinin 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yerli ve Avrupalı hekimlerin lepra araştırmalarının odak noktası olduğu görülmektedir. Zambaco Paşa’nın, 1907’de Fransızca olarak yayınlanan “La contagion de la lepre en l’etat de la science” eseri bunlardan biri olup o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nda 600.000 lepralı olduğundan bahsedilmektedir.

Bizde lepra, leprosoriler ve genelde dermatoloji ile ilk bilimsel araştırma yapan Dr. Hüseyin Hulki Bey olup, 4 Ağustos 1862’de doğup 19 Mayıs 1894’te 32 yaşında ölen bu değerli Türk hekimi, Mekteb-i Tıbbiye’den 18 Mayıs 1885’te 997 no.lu diploma ile mezun olduktan sonra Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’ye üye olup, 1889’da Paris’te tıbbi bir kongre’de Türkiye’yi temsil etmiş ve 1887’de Robert Koch’un tüberkülini hakkında incelemeler yapmak üzere bir heyetle birlikte Berlin’e giderek onunla görüşmüştür. Bu görüşmede Koch’a tüberkülin ile lepralılar üzerinde tecrübe yapıp yapmadığını sormuş ve bunun neticelerini öğrenmek istediğini bildirmiştir.[43]

“Hüseyin Hulki Bey, cild ve frengi hastalıklarında mütehassıs olduğundan 29 Mart 1894 de efrenci illetler ikinci muallimi oluyor. Sanayi madalyası alıyor ve mülkî rütbesi büyüyor. Burada mevzuu bahis etmek istediğimiz 29 Ağustos 1894’te Viyana’da Efrenci İlletler Kongresi’ne murahhas olarak gidiyor ve orada çok takdir olunuyor. Kongrede efrenci illetleri tahtelcild tedavi hususunda ibraz ettiği müşahade ve nazariyeler fevkalhat şayan kabul görülerek kendisine Avrupaca büyük bir mansabı ilmi olan profesörlük tavsiye olunuyor. Türkiye’deki cüzamhaneler hakkında Avrupa’ya ilk malûmatı veriyor ve sözleri alâka ile dinleniyordu.

… Avrupa’da ilk evvel cüzamhanenin bizde yapıldığını bahisle Avrupalıların bunu taklit ile müessesenin mevcudiyetinden haberdar olamayan garplılara Türklerin daha çok evvel bu hastalığı sâri telakki ederek, Avrupa’ya numune olmasını büyük bir telâkatle kongreye tebliğ ediyor. Ve fevkalâde takdir olunuyor. Hulki Beyin Türklüğe yaptığı bu hizmet doğrusu çok büyüktür.”[44]

1889’da İstanbul’da Askeri Tıbbiye’de (Tıbbiye-i Şahane) Cildiye ve Efrenciye hocası kehhal İlyas Paşa işlerinin çokluğundan derslerine muntazam gelemiyordu. Bu sebeple ve ayrıca 1879’da Rus orduları tarafından Türkiye’ye bulaştırılan frengi hastalığının önüne geçmek üzere Berlin’deki Osmanlı Elçisi Tevfik Paşa kanalı ile tanınmış Alman dermatoloji Profesörü Dr. Unna’dan uygun bir genç hekim tavsiye etmesi istenmiştir. O da hemen Dr. Ernst von Düring’i tavsiye etmiştir. Böylece 22.4.1889’da Türk Elçiliği’nde Dr. E. von Düring’le üç yıllık mukavele imzalanmıştır. Buna göre aylık 760, ayrıca yolluk gidiş-dönüş parası olarak 400 Frank kendisine Osmanlı Bankası’nca ödenecekti.[45] Hatta Dr. Düring, Tevfik Paşa’nın uyarısı ile Berlin’de Maarif Nazırı Böss’le görüşerek Türkiye’den dönüşünde bir Alman Üniversitesinde doçentlik imtihanı vereceğini bildirmiştir. Böylece Almanya’da devlet hizmetini bekleyenler sırasına girmek hakkını kazanmıştır.

Dr. E. v. Düring İstanbul’da işe başlamadan önce Fransa’daki dermatoloji gelişmelerini incelemek üzere üç ay Paris’te St. Louis Hastanesi’nde çalışmıştır. Daha sonra İstanbul’a gelen Düring 1889’dan 1902’ye kadar Türkiye’de 13 yıl görev yapmıştır. Bu arada Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de Cildiye ve Efrenciye Kliniği Direktörü olarak dersler vermiş, deri ve zührevi hastalıkları polikliniği yapmış ve askeri hekimlerin daha iyi yetişmesinde de büyük rol oynamıştır.

Berlin’de Osmanlı Sefaretinde Dr. E. von Düring’in 1889 Nisanı’nda imzaladığı mukavelesi 21 Haziran 1892’de üç yıl için yeni bir mukavele ile uzatılmış, bu da tekrar üç yıl uzatıldıktan sonra, 17 Eylül 1898’de kendisi ile 6 yıllık bir mukavele yapılmıştı. 1892 ve 1898’deki her iki mukavelenin orijinal nüshaları Prof. Dr. Arslan Terzioğlu’nun özel koleksiyonunda bulunmaktadır. 1898’deki mukavelesinde Prof. Dr. E. von Düring’e Paşa unvanı tevcih edilmişti. Bu mukavelesine göre Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nin başhekim yardımcılığı görevini de yürüten Dr. E. v. Düring’in önemli bir hizmeti de Ankara ve Kastamonu İlleri Sağlık Genel Müfettişliği titri ile yurdumuzda ilk frengi mücadele teşkilatını kurmasıdır.[46]

1896 ilkbaharında bir kafile ile frengi taramasına çıkan Dr. E. v. Düring 1902’ye kadar Türkiye’de 14 seyahat yaparak Kuzeybatı Anadolu’nun büyük bir bölgesini taramış, genç hekimleri bu dalda kurslara tâbi tutmuştur. Ortalama 50. 000 kadar deri, mukoza ve kemik lezyonu gösteren hastayı, çoğunlukla iyodür dö potasyum ile tedavi etmiş ve büyük bir başarı elde etmiştir.[47] Gerçi, 17 Şubat 1839’da Galatasaray’da açılan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de dördüncü yıl öğrencilerinin oskültasyon- perküsyon dersleri, cerrahi ameliye, göz hastalıklarında pratik derslerden başka cilt hastalıkları dersleri de gördükleri ve bunları Dr. Bernard’ın verdiği onun 20 Eylül 1843’te Sultan Abdülmecid’e sunduğu ve 26 Eylül 1843’te yayınlanan raporundan anlaşılmakta[48] ise de ve Bursa kaplıcaları hakkında bir kitap yazarak bu kaplıcaların dermatolojideki öneminden bahsetmiş olmasına rağmen bizde modern dermatolojinin hakiki anlamda kurucusu Prof. Dr. E. von Düring olmuştur. Kastamonu yöresinden getirdiği frengiden burnu düşenlere ilk defa rinoplasti ameliyatının Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde yapılması da Prof. Dr. von Düring’in başlattığı bir yeniliktir.[49]

Bütün bu çalışmaları dolayısı ile 1898’deki mukavelesinde görüldüğü üzere Sultan II. Abdülhamid tarafından kendisine sivil paşalık, mirimiranlık rütbesi tevcih edilmiştir.

Prof. Dr. E. von Düring Osmanlı Delegesi olarak iki defa Türkiye’yi Berlin’de temsil etmiştir. Bunlardan birincisi 1890-91’de Berlin’de Uluslararası Tıp Kongresi’nde olup, Osmanlı Devleti adına Tüberkülin aşısı hakkında Prof. Dr. R. Koch’la görüşmüştür. İkincisinde yine Berlin’de 1897’de düzenlenen Uluslararası Lepra Kongresi’nde Türkiye’yi temsil etmiştir.[50] 1902’de Kiel’de yeni tesis edilen Dermatoloji Kürsüsü’ne profesör olarak çağrılan E. v. Düring Osmanlı Hükümetinin her türlü terfi ve taltif vaadlerine rağmen Türkiye’den ayrılarak Kiel’e gitmiştir.[51]

1898 de Rieder Paşa tarafından İstanbul’da tesis edilen Gülhane Seririyat Hastanesi ve Tatbikat Mektebi’ne Osmanlı Hükümetinin davetlisi olarak gelen Dr. Georg Deycke, Gülhane’de Dahiliye ve Cildiye Klinikleri ile Polikliniklerini idare etmiştir. 1899’da Prusya Maarif Nezareti Dr. Deycke’ye profesör unvanını vermiştir. 1904’te de Rieder’in halefi olarak Gülhane’nin direktörlüğüne getirilmiştir.

Prof. Dr. G. Deycke Gülhane’de mikrobiyoloji ve dermatoloji alanında bilhassa lepra, verem ve dizanteri ile yakından ilgilenmiş ve bu alandaki yayınları ile dünya çapında ün kazanmıştır.[52] Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nde bulduğumuz 6 Mayıs 1907 tarihini taşıyan Berlin’de Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan ve Reichskanzler (İmparatorluk Şansölyesi) adına imzalanmış belgede Gülhane direktörü Prof. Dr. Deycke’nin 4 Şubat 1904’de gönderdiği mektubunda; ekinde sunulan Dr. Deycke ve Dr. Reşad (Rıza) Bey tarafından yazılmış bilimsel makalede belirtildiği üzere, leprayı iyileştirecek Nastin adlı yeni bir ilaç geliştirdiklerinden bahsetmişler ve arzuları üzerine bu hususta Berlin’deki Kaiserliche Gesundheitsamt’ın (İmparatorluk Sağlık Dairesi)’nin Deycke tarafından lepraya karşı geliştirilen bu iyileştirici maddeden bir miktarının denenmek için kendilerine gönderilmesini isteyen Alman İmparatorluk Sağlık Dairesi’nin yazısının sunulduğu belirtilerek bu hususun Prof. Dr. Deycke’ye bildirilmesi Almanya’nın İstanbul’daki Büyükelçisi’nden rica edilmektedir.[53]

Bu yazıya cevaben Prof. Deycke’nin kendi elyazısı ile Almanya’nın İstanbul’daki Büyükelçiliği’ne yazdığı 17 Mayıs 1907 tarihli mektupta, bu konuda kendisine ulaştırılan bu iki yazı gereği, kendisinin bizzat Alman İmparatorluk Sağlık Dairesi ile irtibata geçeceği belirtilmektedir.[54]

Difteri serumunu keşfiyle Nobel ödülü kazanan Prof. Dr. Emil von Behring 1907 yılında İstanbul’u ziyareti esnasında Gülhane’de lepra üzerinde âlaka uyandıran ilmi araştırmalar yapan G. Deycke’yi de görmek istemiştir. Berlin’deki Prusya Gizli Devlet Arşivi’nden Althof’un bıraktığı evraklar arasında, bu hususta E. von Behring’in Deycke’yi neden ziyaret etmek istediğini izah edebilecek şu satırlara tesadüf edilir.

Benim için büyük memnuniyet verici bir durumdur ki, Deycke benimle ilgisi olmadan kendi başına, tüberküloza çok yakın akraba addedilebilecek Lepra’da, benim Paris’te verdiğim konferansımda TC olarak karakterize ettiğim ve yayınlarımın ikinci kitabının son bölümünde etraflıca anlatılan aynı tedavi edici cisimcikler sınıfını keşfetmiştir”…[55]

1907’de kendi arzusu ile yurdumuzdan ayrılmış ve Almanya’ya dönmüş olan Prof. Deycke 1908’den 1909 yılına kadar İngiliz Guyana’sını ziyaret ederek lepra araştırmaları yapmıştır. 1913’te Lübeck Hastanesi başhekimi iken süt çocuklarına “Calmett” usulû ile yapılan kendi tüberküloz aşısı Almanya’da bir hayli ilmi münakaşalara yol açmıştır.[56]

Düring’in 1902’de Almanya’ya dönüşünden sonra Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de “Cildiye ve Efrenciye Kliniği”nin başına getirilen Dr. Celâl Muhtar (Özden), Paris’te Tıp Fakültesi’nin ünlü dermatoloji âlimlerinden Prof. Dr. Fournier yanında çalışırken 1890’da avuç içi ve ayak altında görülen Palmoplanter Trikofisi’yi keşfetmiştir. Mulajları hâlâ Paris’te St. Louis Hastanesi Müzesi’nde (Nr. 1657, 650 ve 1687) bulunmaktadır. Bu buluşuna dair 1892’de Paris’te Fransızca yaptığı yayınları[57] ile Dr. Celal Muhtar dünya literatürüne geçmiştir.

“Bu hastalık daha önce Dyshydrose’a benzetilirdi. Hatta frenginin deri belirtileri ile de karıştırılmıştı. İlk doğru ve ilmî tavsifini Dr. Celâl Muhtar vermiştir. Bunların hiçbiriyle ilişkisi olmadığını ortaya koydu. Bir heyet bu keşfin ona ait olduğunu kabul etmiştir”.[58] 1908 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ile Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye Haydarpaşa’da Darülfünunu Osmanî Tıp Fakültesi’nde birleştirildikten sonra Dr. Celâl Muhtar burdaki Cildiye ve Efrenciye Kürsüsünü 1923’te kendi arzusu ile ayrılıncaya kadar yönetmiştir. Dr. Celâl Muhtar’ın yanında Dr. Hasan Reşad (Sığındım) ve Dr. Hüseyinzâde Ali Bey’ler poliklinik yapıp yetişmişlerdir.[59]

V. Cumhuriyet Dönemi’nde Dermatoloji ve Zührevi Hastalıklar

Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım (1884-1971) Tıbbiye’den 1905 yılında mezun olmuş, aynı yıl Prof. Celâl Muhtar Bey’in asistanı olarak görev almış ve 1909’da Almanya’ya gitmiş, 1913’te yurda döndükten sonra 1916 yılında Tıp Fakültesi’nde deri hastalıkları dersleri vermeye başlayarak 1933 yılında Darülfünu’nun lağvına kadar kürsüde hocalık etmiştir.[60] 1932’de Kâbil’de kurulan Tıp Fakültesi Dekanlığı’nı kabul etmiş ve ilk mezunlara diplomalarını verdikten sonra yurda dönmüştür. 1941 de Haydarpaşa Numune Hastanesi ve 1953’de Denizcilik Bankası Hastanesi Cildiye Servisi Şefliği’nde bulunmuş, 1963 sonunda bu görevden arzusu ile ayrılmıştır. Hasan Reşat Sığındım, monositer lösemi bulgusu ile, adını dünya tıp literatürüne geçirmiş kıymetli bir dermatoloji hocamızdır.

Hasan Reşat, bu buluşunu 1913’de Hamburg St. Georg Hastanesi’nde Victor Schilling ile birlikte çalışırken yapmış ve aynı yıl Münchner Medizinische Wochenschrift’te yayınlamıştır.[61]

1933 yılında Deri Hastalıkları Kürsüsü’nün yönetimi Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet’e verilmiştir. Kürsüye Cevat Kerim İncedayı ve bir müddet sonra da Dr. Cemâl Pektaş öğretim üyesi olmuştur.

Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet (1889-1947) tıp öğrenimini 1910 yılında bitirmiş, 1914’e kadar Gülhane Cildiye Servisi’nde Eşref Ruşen, Talât Çamlı ve bakteriyolog Reşat Rıza hocaların yanında asistan olarak çalışmıştır. 1918’e kadar Edirne Askeri Hastanesi Cildiye Mütehassıslığını yapmıştır. 1923’te Hasköy Zührevi Hastanesi Başhekimliği’ne tâyin olmuş ve buradan da, Gureba Hastanesi Cildiye Mütehassıslığı’na tâyin edilmiştir. 1933’te Üniversite Reformu’nda İstanbul Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları ve Frengi Arşivi adındaki dergiyi yayınlamıştır. 1939’da Ord. Profesörlüğe terfi eden Hulusi Behçet “Trisemptom” hastalığını bir antite morbid olarak mütalâa etmiş ve bütün dünya dermatologları ile yaptığı bilimsel tartışma sonucu bu antitenin klasiklere “Morbus Behçet” olarak girmesini sağlamıştır.[62] Bugün bütün dünya dermatologları arasında müstesna bir yeri olan rahmetli hoca, özel hayatında mütevazi ve münzevi bir tarzda yaşardı. Behçet soyadı kendisine bizzat Atatürk tarafından verilmiştir. Buna dair Atatürk’ün kendi el yazısı hocanın kızı Bayan Güler Tunca’da bulunmaktadır. Ömrünü ilmî münakaşalarla, araştırmalarla ve bütün bunları tatbik edebileceği mevzu ve hastaları aramakla geçirmiştir.

Hulusi Behçet’in Türkçe, Almanca, Fransızca ve İngilizce olmak üzere 200’e yakın yayını mevcut olup, bunların içinde en önemlilerinden biri de, “Klinikte ve Pratikte Frengi Teşhisi ve Benzeri Hastalıkları” adlı kitabıdır.[63]

1947 yılında Hulusi Behçet’in ölümü üzerine kürsü yönetimini Ord. Prof. Dr. Cevat Kerim İncedayı ele almıştır. 1950 yılında Dr. Osman Yemni ve 1954’de Dr. Faruk Nemlioğlu kürsüye eylemli doçent olarak atanmışlardır.

1960 yılında Kürsü Profesörlüğüne Prof. Dr. Osman Yemni atanmıştır. 1967 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları Kürsüsü’nden yeni kurulan Cerrahpaşa Deri Hastalıkları Kürsüsü’ne Ord. Prof. Dr. Cevat Kerim İncedayı ve Prof. Dr. Faruk Nemlioğlu geçmişlerdir. Prof. Dr. C. K. İncedayı’nın Dr. Berta Ottenstein’le birlikte yaptıkları psoriasisin lipid metabolizması ilgili yayınları yabancı yayınlarda site edilerek takdir toplamıştır.[64]

O zaman İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki kürsünün öğretim kadrosunda, kürsü başkanı Prof. Dr. Osman Yemni’den başka, Prof. Dr. Nevzat Öke, Prof. Dr. Ahmet Murat, Doç. Dr. Oğuz Lav ve Doç. Dr. Türkân Saylan bulunmakta idi.

20. yüzyılda Türkiye’de lepra ile savaşı başlatan Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman’dır. Üsküdar’daki Miskinler Tekkesi’nin harap olması ile sahipsiz kalan 30-40 kadar lepralılar Toptaşı Akıl Hastanesi’nin bir koğuşuna yerleştirmiş olan Prof. Mazhar Osman, bu akıl hastanesinin 1919 yılında Bakırköy’e taşınmasından sonra, Bakırköy Akıl Hastanesi’nin bahçesinde barakalarda lepralılar da yerleştirilmişlerdir. Böylece İstanbul’daki Cüzam Hastanesi’nin tesisinde ilk adımları atan Mazhar Osman, lepra tedavisi için bulunan yeni ilacın getirilip bu hastaların tedavisini sağladığı gibi 1941’de Elazığ’da da bir cüzam hastanesinin kurulmasını sağlayarak Türkiye’de cüzamla savaşın öncülüğünü yapmıştır.[65]

1957 yılında idealist hekim Doç. Dr. Ethem Utku Ankara Tıp Fakültesi bahçesinde Dünya Sağlık Teşkilatı ve Sağlık Bakanlığı’nın yardımı ile Cüzam Savaş ve Araştırma Enstitüsü’nü kurmuş ve Cüzamla Savaş ve Araştırma Derneği’nin tesisinde de öncülük etmiştir.

İstanbul’daki Cüzam Hastanesi’nin gelişmesinde büyük rol oynayan ve hayatını lepra araştırmalarına atayan Prof. Dr. Türkan Saylan’a bu çalışmalarından dolayı ünlü lepracı Dr. Dhardmandra ile birlikte 1986’da Hindistan’ın Gandi ödülü verildiğini burada belirtmek gerekmektedir.[66]

Cüzamla Savaş’ın son yıllarda gösterdiği etkinlikler nedeni ile bugün 70 milyonluk Türkiye’de kayıtlı bulunan 3600 lepralı hastanın bulunması varılan olumlu neticenin bir göstergesidir.

Sonuç olarak, tarih boyunca Türklerin, dermatoloji ve veneroloji alanında uyguladıkları tedavi yöntemleri ve yaptıkları bilimsel buluşlarla dünya tababetine büyük çapta katkılarda bulundukları ortaya çıkmıştır.

Prof. Dr. Arslan TERZİOĞLU

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 348-355


Dipnotlar:
[1] Terzioğlu, Arslan: Orta Asya, Çin ve Hindistan’da Türk Tababeti ve Hastaneleri. Bifaskop, Yıl: 5, s. 13, 1984, s. 17-22, krş. Terzioğlu, Arslan: Die Bedeutung der chinesischen Pulslehre für die Krankheitsdiagnostik nach der persischen Handschift “Tansuqname-i il-Hon dar Funun-i Ulum-i Hitai” aus den 1313 n. chr. Medizinische Diagnostik in Geschichte und Gegenwart, hrsg. von Ch. Habrich, F. Marguth, J. H. Wolf, R. Wittern, München 1978, s. 71-80.
[2] Thorwald, Jürgen: Macht und Geheimnis der frühen Ärzte. München-Zürich (1967), s. 234.
[3] Bkz. Terzioğlu Arslan: Neuere Forschungsergebnisse über die Verbreitung der Pockeninokulation in Europa. ÖGGNW, 9. Jg. Nr. 1-2, 1989, s. 1-19.
[4] Barua, Dipak Kumar: Viharas in Ancient India. Calcutta 1969, s. 14, 15, 32, 44, 48, 49.
[5] Foucher, A. : L’Art Gréco-Bouddhique du Gandhâra. Tome II, Paris 1938, s. 123-131; Fischer, Klaus: Schöpfungen indischer Kunst. Köln (1959), s. 132, 133.
[6] Tibetteki manastırlardaki tıbbi elyazma eserlerde Kautarisation ile tedavi metodu hâlâ Hor yani Türk metodu olarak geçer. Bk. Laufer, Heinrich: Beiträge zur Kenntnis der tibetischen Medizin. Teil II. , Leipzig 1900, s. 48.
[7] Laufer, Heinrich: Beiträge zur Kenntnis der tibetischen Medizin. Teil I, Berlin 1900, s. 14, 15, 17-20.
[8] Turner, (-): An Account of an embassy etc., s. 469; Laufer, Heinrich: a. g. e. , s. 31.
[9] Hübotter, F. : Die Chinesische Medizin. Leipzig 1919, s. 95; Huard, Pierre ve Ming Wong: Chinesische Medizin. Frankfurt a. Main 1973, s. 114.
[10] Rachmati, G. R. : Zur Heilkunde der Uiguren I. Sitzungsberichte der preussichen Akademie der Wissenschaften. Jahrang 1930. Berling 1930, s. 451-473; Zur Heilkunde der Uiguren II. Sitzungsberichte der preussischen Akademie der Wissenschaftan. Jahrgang 1932. Berlin 1932, s. 399.
[11] Bkz. Ünver, Süheyl: Uygurlarda Tababet. İstanbul 1936, s. 34, 62.
[12] Terzioğlu, Arslan: Die frühislamischen, seldschukischen und osmanischen Leprosorien. Heilkunst, 91. Jg. , Heft 7, Juli 1978, s. 1.
[13] Konyalı, İbrahim Hakkı: Miskinler Tekkesini Yavuz Sultan Selim yaptırdı. Yeni Asya, 25. 8. 1979, s. 4.
[14] Eflaki: Manakıb al-Arifin. Nşr. Tahsin Yazıcı, Ankara 1959-1961, Metin I, s. 337; trc. I, s. 328.
[15] Ullmann, Manfred: Die Medizin in Islam. Leiden und Köln 1970, s. 147, 178; İssa Bey, Ahmed: Histoire des Bimaristan (Hôpitaux) a L’époque islamique. Kairo 1928, s. 109.
[16] Uzluk, Feridun Nafiz: Kayseri Şehri İçin Hatıralar. Ankara 1966, s. 4-6.
[17] Ünver, Süheyl: Selçuk Tababeti. Ankara 1940, s. 102.
[18] Ünver, Süheyl: Anadolu Selçuklularında Sağlık Hizmetleri. Malazgirt    Armağanı, Ankara 1972, s. 26.
[19] Ünver, Süheyl: Selçuk Tababeti. Ankara 1940, 102.
[20] Ünver, Süheyl ve Şehsuvaroğlu, Bedi N. : Türkiye’de Cüzam Tarihi Üzerine Araştırmalar. İstanbul 1961, s. 19-38.
[21] Şerefeddin Sabuncuoğlu: Kitab ül-Cerrahiyet-i Haniye. Handschriftenexemplar in der Bibliothek National Paris. Supp. Turcs 693, varak 46 a, b.
[22] Derviş Nidai: Esrar-ı Genci Mana. İstanbul Nuruosmani Kütüphanesi N: 2270’de kayıtlı bu elyazma eser 24×16 cm ebadında, her sayfada 13 satır, 170 varak (339 sayfa) tır.
[23] Bkz. Fracastor, Je’rôme: La Syphilis (1530). Golvalıların Hastalığı Üzerine Üç Kitap. Türkçe Çev. : Feridun Nafiz Uzluk. Ankara (1969), s. IV-V, 7, 8.
[24] Bkz. Adıvar, Adnan: Osmanlı Türklerinde İlim. 4. Baskı, İstanbul 1982, s. 61.
[25] Bkz. Renaud, H. P. J. : Abulcasis, Avicenne et les grands médecins Arabes ont-ils connu la syphilis. İn: Bull. Soc. Franç. Hist. Med. 28 (1934), s. 122.
[26] Bloch, İvan: Ursprung der Syphilis. Jena 1901, s. 64-95; Spies, Otto: Das erste Auftreten der Syphilis in Ägypten im Jahre 1498. Sudhoffs Archiv, Bd. 52, 21 (1969), s. 382-384.
[27] Terzioğlu, Arslan: Die Hofspitäler und andere Gesundheitseinrichtungen der osmanischen Palastbauten. München 1979, s. 222-223.
[28] Terzioğlu, Arslan: a. g. e., s. 227-228.
[29] Terzioğlu, Arslan: a. g. e., s. 228.
[30] Terzioğlu, Arslan: a. g. e., s. 229.
[31] Salih bin Nasrullah: Gayet ül-Beyan. İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Kütüphanesi. T. Y. 28, Varak 145a.
[32] Salih bin Nasrullah: a. g. e. , varak 145a, b.
[33] Evliya Çelebi: Seyahatname. Beşir Ağa Kütüphanesi. İstanbul, Nr. 452, Kitap 10, varak 46a, b; Seyahatname, Nşr. Zuhuri Danışman, cilt 14, İstanbul 1971, s. 214, 215, 217, 218.
[34] Terzioğlu, Arslan: Helvahane Defteri ve Topkapı Sarayı’nda Eczacılık. İstanbul 1992, s. 48, 69, varak 20a, 51a.
[35] Terzioğlu, Arslan: a. g. e. , 1992, s.
[36] Ünver, Süheyl ve Şehsuvaroğlu, Bedi N. : Türkiye’de Cüzam Tarihi Üzerine Araştırmalar. İstanbul 1961, s. 12, 13.
[37] Niebuhr, Carsten: Reisebeschreibung nach Arabien und den umliegenden Ländern, II. Kopenhagen 1778, s. 507.
[38] Howard, John: Nachrichten von dem vorzüglichen Krankenhäusern und Pesthäusern in Europa. Aus den englischen übersetzt von Ch. Friedrich Ludwig. Leipzig 1791, s. 162.
[39] Ünver, Süheyl: Türkiye’de Cüzam Tarihi Hakkında, Poliklinik, Bd. 1, 7 (1934), s. 218; Bolak, Orhan: Hastanelerimiz. İstanbul 1950, s. 32; Adıvar, A. Adnan: Osmanlı Türklerinde İlim. İstanbul 1970, s. 59.
[40] Ünver, Süheyl: Tıp Tarihi Yıllığımız I. İstanbul 1966, s. 17; Konyalı, İbrahim Hakkı: Abideleri ve Kitabeleri ile Üsküdar Tarihi. c. 1, İstanbul (1976), s. 235-237. Tarihi düşüren mısra için bkz. Vasıfı Enderuni: Divan-ı Gülşen-i Efkar-ı Enderuni. Bulak 1257 H. , s. 37, 38.
[41] Bkz. Terzioğlu, Arslan: Die frühislamischen, seldschukischen und osmanischen Leprosorien. Heilkunst, 91. Jg. , Heft 7, Juli 1978, s. 2.
[42] Stern, Bernhard: Medizin, Aberglaube und Gsechlechts-leben in der Türkei. Bd. 1, Berlin 1903, s. 112; Laehr, Max: Die nervösen Krankheitserscheinungen der Lepra mit besonderer Berücksichtigung ihrer Differential-Diagnose nach eignen auf einer Studienreise in Sarajevo und Constantinopel gesammelten. Erfahrungen, Berlin 1899, s. 17
[43] Bkz. Hüseyin Hulki: Berlin Hatıratı. Dersaadet H. 1308, 1890.
[44] Ünver, Süheyl ve Şehsuvaroğlu, Bedi N. : a. g. e. , s. 12-13. Bkz. Şehsuvaroğlu, Bedi N. : Yurdumuzda Deri Hastalıkları Tarihçesi ve Muallim Dr. Hüseyin Hulki Bey’den bir hatıra. Dermatoloji Dergisi, c. 3, Sayı 8, 1966, s. 474-475.
[45] Bkz. Terzioğlu, Arslan: Türk-Alman Tıbbi İlişkileri, Sempozyum Bildirileri, 18-19 Ekim 1976 İstanbul. İstanbul 1981, s. 156.
[46] Terzioğlu, Arslan: a. g. e. , s. 156.
[47] Stade Karl-Heinz: Die Bedeutung Ernst v. Dürings für die Dermatologie. Kiel 1952 (=Schriftenreihe der Nordwestdeutschen Dermatologischen Gesellschaft H. 3), s. 12.
[48] Bernard, K. A. : Rapport sur les truvaux de L’Ecole de Médecine de Galata-Séraï. Journal de Constantinople et des intéréts Orientaux. 26 Sept. 1843, s. 22.
[49] Terzioğlu, Arslan: Die deutschen Einflüsse bei der Entwicklung der Krankenhausmedizin in der Türkei im 19. Jhd. In: Krankenhausmedizin im 19. Jahrhundert. Hrsg. von H. Schadewaldt und J. H. Wolf, München 1983, s. 24.
[50] Winkelman, Otto: Bericht eines türkischen Delegierten über die detusche Medizin um 1890. Historia Hospitalium, Heft 15, 1983-1984, s. 168-173.
[51] Stade, Karl-Heinz: a. g. e. , s. 12; Bkz. Ayrıca Eulner, Hans-Heinz: Die Entwicklung der medizinischen Spezialfaecher an den Universitaeten des deutschen Sprachgebietes. Stuttgart 1970, s. 140f.
[52] Terzioğlu, Arslan: a. g. e. , s. 154.
[53] Acta der Kaiserlich Deutschen Botschaft zu Constantinopel pro 1907-1912, Abschrift zu II M 2423, Der Präsident des Kaiserlichen Gesundheitsamts, Berlin, den 2. April 1907.
[54] Acta der Kaiserlich Deutchen Botschaft zu Constantinopel, pro 1907-1912, Nr. 1364-XIV,5.
[55] Zeiss, H. und Bieling, R. : Gestalt und Werk. Berlin-Grünewald 1940, s. 42.
[56] Terzioğlu, Arslan: a. g. e. , 1976, s. 154.
[57] Ünver, Süheyl: Tıp Tarihimiz Yıllığı I. İstanbul 1966, s. 74.
[58] Ünver, Süheyl: a. g. e. , s. 74.
[59] Murat, Ahmet: Prof. Dr. Hulusi Behçet ve Gülhane’nin Dermatoloji’nin Gelişmesine Katkıları. Acta Turcica Historiae Medicinae VI. Yayınlıyanlar: Arslan Terzioğlu ve E. Lucius. İstanbul 1999, s. 133.
[60] Efe, Suat: Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım ve Monositer Lösemi’yi Keşfinin Öyküsü. Hipokrat, Sayı: 7, 2000, s. 582.
[61] Efe, Suat: a. g. m. , s. 583-584.
[62] Bkz. Murat, Ahmet: a. g. m. , s. 134-135.
[63] Murat, Ahmet: Atatürk Döneminin Büyük Tıp Adamı Prof. Dr. Hulusi Behçet ve Dermatolojiye Katkıları. Acta Turcica Historiae Medicinae IV. Yayınlıyanlar: Arslan Terzioğlu ve E. Lucius. İstanbul 1997, s. 68-71.
[64] Bkz. Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Tıp Fakültesi. Yayına Hazırlıyanlar: B. N. Şehsuvaroğlu, N. Gökhan, O. Neyzi, İstanbul 1974, s. 96-97.
[65] Uzman, Mazhar Osman: Tababet-i Ruhiye. İstanbul 1941, s. 52.
[66] Sütlaş, Mustafa: Cüzamla Savaş Derneği Tarihinden Kısa Notlar. Türkiye’de Cüzamla Savaşın Dünü Bugünü. Yayına Hazırlıyanlar: Türkan Saylan ve Mustafa Sütlaş. İstanbul 1998, s. 100.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.