İnancın geçmişi insanlık tarihi kadar eski olduğuna göre, geleceği de yine insanlık kadar uzun ömürlü olabilecektir. İnsanların gelecekte inançlarından vazgeçmeleri için görünürde hiç bir sebep mevcut değildir. Aksine yeryüzünde insan cemiyeti bulundukça dinin de, inancın da bulunacağı anlaşılıyor. İlim duyu organlarımızla kavrayabileceğimiz bilgilerin, din ise sezgi veya vahiy yoluyla edinilen bilgilerin kaynağıdır.
Tanrı, ebedi hayat, insanın bütün yaratılmışlara üstün olması gibi inançlar, ispatlanması veya çürütülmesi mümkün olmayan şeylerdir. Manevi inançlar olmadan toplum hayatı olmaz. Elbette ki ahlak normları elle tutulup gözle görülmeyen, sadece inanılan şeylerdir. Örneğin doğada eşitlik yoktur. Eşitlik insanlara ait bir ideal, bir sosyal ahlak ölçüsüdür. Bu ahlak ölçülerinin, kaidelerinin en büyük kaynağı ise dindir.
İnsanların sosyal hayatta değer verdikleri şeylerin fiziki temeli yoktur. Muhtaçlara yardım etmenin, vatan veya insanlık için fedakarlık yapmanın niçin gerektiğini kimse ispat etmiş değildir. İnançlar da yaşadığımız hayat içinde en az fizik kuralları kadar gerçekliğe sahiptir. Çünkü, insanların hayatını onların inançları idare etmektedir.
Telli Baba’nın genç evlilere mutluluk getirmesine, Eyüp Sultan’ın güreşçiye kuvvet vermesine, Beşiktaşlı Yahya Efendi’nin dargın eşleri barıştırmasına, Dumlupınar’daki askerimizin önünde Hüdavendigar’ın yeşil sancak açmasına (örnekler daha da çoğaltılabilir) maddeten imkan olmadığını ispat edebilsek bile, ispatımızın hiç bir zaman o inanç kadar güçlü olunamayacağı aşikardır. Aslında evliyadan yardım umanlar bizleri, buna inandırma endişesi veya ihtiyacı duyacaklarını da sanmıyorum.[1]
Toplumlarca ilkel kabul edilenlerden, beşeri ve vahye dayananlara kadar hemen hemen bütün dinlerin mensupları geçmişe ait birtakım hatıra eşyaya önem verirler. Bu çeşit eşyalar, farklı toplumlarda değişik anlam ve önem arz ederler. Bazı din mensupları bunlara tapınma derecesine varan bir saygı gösterirken bazıları bunların metafizik gücüne inanmakta, bir muska ve tılsım olarak kullanmakta, bazıları ise sahibine duyulan aşın bir sevginin ifadesi olarak korunmaktadır. Bu tür hatıra eşya Arapçada eser olarak tabir edilirken, Batı dillerinde ise relic, religue olarak kutsal eşya anlamında kullanılmaktadır.[2]
Kutsal olarak kabul edilen bu tür eşyalar, en ilkel toplumlardan gelişmiş toplumlara kadar bütün topluluklarda, değişik biçimlerde kendini göstermektedir. Örneğin, ilkel toplumlarda bazen kurbanın vücudundan bir parça, tılsımlı bir hatıra olarak saklanır; bazı kabilelerde dul kadınlar kocalarının kafatası kemiklerini üzerlerinde taşırlardı. Eski Yunan’da efsanevi veya gerçek kahramanlardan kalan hatıra eşyaya sahip olmak, bir şehrin korunmasında önemli sayılırdı. Mısır, Kelt, Çin ve Hint kültürlerinde bir aziz, kahraman veya ataya ait eşyalar büyük bir dini öneme sahipti. Budist toplumlarda Gautama Buddha’nın selefi Kasyapa’dan kalan hatıra eşyalar, stupalarda muhafaza edilir ve büyük hürmet görürdü. Budistler bizzat Buddha’nın, kendinden kalan hatıralara hürmeti, dini bir görev olarak emrettiğine inanırlardı. Buddha’nın dört dişi, iki köprücük kemiği ve bir alın kemiği “Yedi büyük emanet” olarak kabul edilirdi.[3]
Sri Lanka’da Adem dağında bulunan dev bir ayak izini hatırlatan çukur alan, budistlerce Buddha’ya, yerli müslüman halk tarafından ise Hz. Adem’e izafe edilerek ziyaret edilir. İbni Battuta bu izi görmüş ve seyahatnamesinde ondan söz etmiştir.[4]
Hıristiyanlıkta rölikler, diğer bütün dinlerden daha çok önem arz ederler. İlk dönem Hıristiyanlığında bir azizin ruhunun daima mezarı yakınında bulunduğuna inanılır ve ondan kalan eşya burada korunurdu. Hz. İsa’nın üzerinde can verdiğine inanılan ahşap çarmıhın miladi dördüncü asırda Kudüs’te bulunan parçaları, çok kutsal bir eşya olarak kiliselerde yerini almış ve bu olayın hatırasına “haç yortusu” olarak isimlendirilen bir bayram başlatılmıştır. Yeni kurulan kiliselere ilgiyi artırmak için de kutsal kabul edilen bu tür hatıra eşyalar oldukça etkili olmaktaydı. Bu eşyalardan biri veya birkaçının bulunmadığı kilise, hemen hemen yok gibiydi.
İslam Öncesi Dönem’de Araplar, Kabe’yi ziyaret ettikten sonra her zaman gelememe endişesi ile kabilelerine götürdükleri taş veya toprağı muhafaza edip, onlara büyük bir saygı gösterir ve etrafında tavaf ederlerdi. Ibn’ül Kelbi’nin rivayetine göre, Arap Yarımadası’nda putperestliğin yayılma nedenlerinden biri de, bu olmuştur. Esasen kutsal kabul edilen mekandan veya bir peygamberin ya da azizin mezarından toprak almak, çok eski bir gelenektir.
Mekke’de asırlardır korunan hatıra eşyaların başında Hacer-ül Esved taşı ve Makam-ı İbrahim gelir. Hacer-ül Esved taşı, Kabe’nin inşası sırasında tavafın başlangıç noktasını belirlemek için Ebu Kubeys Dağı’ndan getirilmiştir. Makam-ı İbrahim ise Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşa ederken veya insanları Hacca davet ederken üzerine çıktığı, üzerinde Hz. İbrahim’e izafe edilen fakat aslında sonradan oyulmuş bir çift ayak izi bulunan dört köşe mermer bir taştır.
Rivayete göre, Kabe’ye bitişik iken “Makam-ı İbrahim’den kendinize namazgah edinin” ayetini (Bakara Suresi 2/125) insanlar bu taşın yanında namaz kılmak olarak anladıklarından tavaf edenleri engelledikleri için, Hz. Ömer tarafından bugün bulunduğu yere kaldırılmıştır.
Kabe’de bulunan ve kutsal kabul edilen eşyalardan biri de, Hz. İsmail’e bedel olarak Allah tarafından Hz. İbrahim’e gönderilen kurbanlık koça ait olduğu tahmin edilen bir çift boynuzdu. Azraki’nin rivayetine göre, Mekke’nin fethi sırasında Hz. Muhammed Kabe’nin içine girdiğinde, duvarda asılmış olarak durmaktaydı. Söz konusu boynuzlar Haccac’ın Mekke’yi kuşatması sırasında kaybolmuştur.[5]
Hz. Muhammed daha hayatta iken etrafındakiler onun yaptığını yapmaya çalışmış, ondan hatıralar saklamaya başlamışlardı. Vefatından sonra ise, kutsal kabul edilen eşyalara rağbet daha da artmıştır. Hz. Muhammed’in bir tel saçına veya sakalına sahip olmayı bütün dünyaya sahip olmaya tercih edeceklerini söyleyenler vardı. Hilafet konusunda ihtilaf çıkınca, Emeviler insanları kendilerine bağlamak amacıyla Hz. Muhammed’e ait olan eşyalardan bazılarına sahip olmak istemiş ve Muaviye, sonradan hilafet sembollerinden biri haline gelen Hz. Peygamberin hırkasını, yirmibin dirheme satın almıştır. Hırka kutsal eşya içerisinde halifeler tarafından en fazla itibar edileni olmuştur. Muaviye’nin vefatından sonra halifeden halifeye miras kalan hırka, bayramlarda halifeler tarafından giyilirdi. Hırka, Emevilerin çöküşünden sonra ilk Abbasi halifesi Ebu’l – Abbas Seffah tarafından satın alındı.[6]
Emanat-ı Mukaddese (Kutsal Emanetler) denince akla gelen, büyük Türk Cihangiri Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethiyle (1517) Osmanlılara intikal eden ve günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilen kutsal emanetler; yüzyıllardır büyük bir hürmet ve itina ile korunmuşlardır. Bunlar Hz. Muhammed’e ait olması sebebiyle dini ve tarihi değeri olan eşyalar; diğer peygamberlere ve Hz. Muhammed’in yakınlarına ait olanlar; Kabe ile alakalı olanlar ve bunların naklinde kullanılan eşyalardır.[7]
Müstesna bir dini merasimle Yavuz Sultan Selim’e takdim edilen Mukaddes Emanetler, Cihan ordusunun bekçiliğinde Kur’an-ı Kerim okunarak İstanbul’a getirilmiş öncelikle Topkapı Sarayı’nın Harem, Hazine gibi bölümlerinde korunmuş daha sonra ise, bugün olduğu gibi Hırka-i Saadet Dairesi’ne yerleştirilmişlerdir. Böylece İstanbul, İslam aleminin hem dini hem siyasi merkezi hüviyetini kazanmıştır.[8]
Osmanlı sultanlarının her devre ait esere önem verdiklerini, onları İslamiyetin kutsal emanetleri ile birlikte hoşgörü ve itina ile muhafaza ederek günümüze kadar sağlam olarak ulaştırdıkları bilinen bir gerçektir. I453’te İstanbul’u fetheden ve İstanbul’un farklı farklı inançlardaki halkına “Herkes kendi inancı doğrultusunda yaşamakta hürdür” sözleri herkes tarafından bilinen Fatih Sultan Mehmed zamanında Topkapı Sarayı’nda olduğu anlaşılan ve halen Saray’ın Hazine Bölümü’nde teşhir edilen 2/2742 ve 2/2743 envanter numaralı Vaftizci Yahya’ya ait özel muhafaza içerisindeki el ve kafatası parçalarından oluşan rölikleri, bu duruma örnek olarak gösterebiliriz.
Rölikler Sarayın müze olduğu tarihlerde (1924) yapılan komisyon sayımı sırasında, diğer kutsal eşya ile beraber görülmüş ve “Emanet Hazinesine” ait olduğu belirtilmiştir. Vaftizci Yahya, Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’in amcazadesi olup, Zekeriya Peygamber’in oğludur. Tevrat’ın geleceğini haber verdiği Mesih’in (Hz. İsa) peygamberliğine inanmış ve etrafına yaymıştır. Hz. İsa’yı ve diğer inananları Ürdün’de Kutsal Şeria Irmağı’nda vaftiz etmiştir. Filistin’de Tanrı’ya yakın olabilmek için çölde tek başına ve sadece ölmeyecek kadar çekirge yiyerek yaşamıştır. Üvey kızı Salome ile evlenmesine karşı çıktığı için, Kral Herodes tarafından kafası kesilerek öldürülmüştür.[9]
Halen Hırka-i Saadet bölümünde teşhir edilen ve kayıtlarımızda mevcut bir çok peygambere izafe edilen Hz. Musa’nın asası, Hz. İbrahim’in tenceresi, Hz. Davut’un kılıcı ve üzerinde Ibranice yazı bulunan ahşaptan yapılmış Mescid-i Aksa’nın Kabartması gibi eserler de Osmanlı Sultanlarının kutsal emanetlere verdikleri değerin göstergesidir.
Bu önemli kutsal emanetler, 16. yüzyılın ilk yarısından 20. yüzyıl başlarına kadar çeşitli yollarla Saray’da toplanmışlardır, İstanbul’a kutsal emanet akışının 19. yüzyıl boyunca artarak devam ettiği bilinmektedir. Bunda şüphesiz Arabistan’da eşyaların kutsal sayılamayacağını iddia eden Vehhabilik akımının yayılması etkili olmuştur. Emanetleri Vehhabilerin tahribinden koruma düşüncesi onların büyük bir titizlik ve hürmetle korundukları İstanbul’a gönderilmelerine neden olmuştur.
Vehhabiler; Hz. Hüseyin’in kabrini,[10] 1803 yılında ise Mekke’yi işgal ederek bu mübarek yerleri yakıp yıkmış ve yağmalamışlardır.[11] Bütün güvenlik önlemlerine rağmen, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin kabirlerinin olduğu yerler olarak kabul edilen mekanlar da 1314 (1896) yılında soyulmuştur.[12] Hz. Muhammed’in Kabri’ndeki pek çok mücevheri de gasp ve tahrip etmişlerdir.[13] 1818 Kasım’ında Dir’iyye’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa kuvvetlerine teslim olan Abdullah bin Suud İstanbul’a gönderilerek mukaddes mekanlar üzerindeki Vehhabi tehlikesi önlenmiştir. Yakalanan Abdullah bin Suud, babasının Hz. Muhammed’in Kabri’nden gasp ettiği üç adet Kur’an-ı Kerim, üçyüz civarında zümrüt, inci parçaları ve bir altın şeridi kutu içerisinde Mehmet Ali’ye teslim etmiştir. Yapılan sorgulamada çalınanların bir kısmının Arapların ileri gelenleri, Medine ahalisi ve hatta Mekke Şerifi’nin elinde olduğu iddia edilmiştir.[14]
Mehmet Ali Paşa tarafından Saray’a gönderilen Emanetler tanzim edilen bir defterle Surre Emini’ne teslim edilmiştir. Abdullah bin Suud ve arkadaşlarının, babasının yağmaladığı Ravza-i Mutahhara (Hz. Muhammed’in kabri), Hz. Hüseyin’in Kabri ve diğer mekanlardan birçok kutsal ve değerli eşyayı çalmalarından dolayı sorgulandığı ve daha sonra idam edildikleri bilinmektedir.[15]
Hz. Muhammed’e (s.a.v) saygı, onun manevi varlığı ile bütünleşmeyi adeta bir gelenek haline getiren ve bu konuda Emeviler, Abbasiler de dahil hiç bir hanedanın kendisine yetişemediği, Osmanlı hanedanı, Mukaddes Emanetlerle birlikte Hz. Muhammed’in ruhaniyetini de kendi çevrelerinde hissetmiş ve öylece davranmışlardır. Onlar, Peygamberimizin şahsına olduğu kadar bu mübarek emanetlere de hürmet etmişler. Manevi saygılarının maddi kuvvet ve tezahürünü göstermek için kutsal emanetleri tezyin ve tezhip yarışına girmişlerdir. Günümüzde de Hırka-ı Saadet Dairesi’ni ziyaret edenler, gördükleri bu ihtişam karşısında Osmanlı’ya olan hayranlıklarını gizleyememektedirler. Osmanlı, bununla da yetinmemiş, taht ve baht şehrinin en güzel sesli hafızları buraya çağrılmış, Hırka-ı Saadet Dairesi’nde emanetlerin yanı başına oturtulmuşlardır. Bu davudi sesli hafızlar, günün her saatinde sanki Hz. Muhammed’in Medine-i Münevvere’deki kabri başında imişcesine huzur ve huşu içinde o güzel sesleriyle hasta gönüllere şifa veren Kur’an-ı Kerim’i okumuşlar ve Ruh-ı Nebi’yi hoşnut etmeye çalışmışlardır. Yeryüzünde, gökteki melekleri bile nerede ise kıskandıracak bu ihtişamlı manzara asırlarca sürmüş,günümüze kadar da bu şekilde devam ede gelmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Medine’nin boşaltılmasına karar verilince orada bulunan emanetlerin (Osmanlılar döneminde Surre Alaylarıyla gönderilen hediyeler de dahil) Topkapı Sarayı’na gönderilmeleri uygun görülmüştür. Zira maddi ve manevi değeri çok büyük olan bu emanetler, başkalarının eline geçebilirdi. Osmanlı Başkumandanlığı kararını 2 Mart 1917’ de Hicaz Kuvve-i Seferiye Kumandanı Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa’ya bildirdi. Emri alan Fahreddin Paşa’da Şeyhül’l Harem Ziver Bey ile görüşerek emanetlerin naklinin dini açıdan bir sakıncası olmadığını öğrenince bunları göndertip, Topkapı Sarayı’na koydurtmuştur. Bu Kutsal Emanetler Lozan’da gündeme getirilerek alındığı ülkeye iadeleri istendi ise de, Türk heyeti bunu kabul etmedi. Seksenbir parçadan oluşan emanetler; büyük elmas parçaları, şamdanlar, avizeler, kandiller, askılar, yelpazeler, nadir yazma eserler ve Kur’an-ı Kerim mahfazaları, Hırka-i Saadet Mahfazaları gibi maddi ve manevi bakımdan paha biçilmesi mümkün olmayan eserlerdir.
Osmanlı Sultanları, kutsal beldelere ve kutsal eşyalara son derece değer ve önem vermişlerdir. Ecdadımızın yaptığı ulvi hizmetlerden biri de 1022 (1613) yılında Sultan I. Ahmet Dönemi’nde (1603-1617) Ka’be-i Muazzama’da yapılan tamirattır. Tamirat öncesinde her türlü plan ve hazırlıklar yapılır. Hazırlanan kalıplar ve eritilen madenler, gemilere yükletilerek Mısır’a, oradan da develerle yerli yerine götürülür. Böylece Hadimü’l Harameyn olan sultan, görevini yerine getirirdi. Bu doğrultuda yüzyıllar içinde kutsal emanet kavramı içine giren eşya çoğalarak artmıştır. Osmanlı Padişahları ve diğer İslam Dünyası ileri gelenlerinin kutsal yerlere uğur sayarak hediye ettikleri nadide Kur’an-ı Kerim ve diğer değerli eşyalar, kutsal emanetler koleksiyonunu sayı ve nitelikçe artırmış ve zaman içerisinde Saraya nakledilmiştir. Günümüzde Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Envanter Defterine kayıtlı eser sayısı 765 adete ulaşmıştır. Bu kutsal emanetlerin tamamı, II. Mahmud döneminde yeniden düzenlenen Has Oda’da toplanmış ve Kırk Has Odalının korumasına bırakılmıştır.[16]
Kutsal Emanetlere asırlardır gösterilen hürmet ve özen, Cumhuriyetimizin başlangıcından günümüze kadar da aynı ihtimam ve hassasiyetle devam ettirilmektedir. Müze envanterlerinde her şey tespit edilmiştir. Has Oda’nın temizliğinde kullanılan süpürgeler, faraşlar, mumlar, tahta parçaları, sandal ve öd ağaçları, tesbihler, kaşıklar gibi gündelik kullanım eşyalarıda envanterlenerek günümüze kadar ulaşabilmeleri sağlanmıştır. Topkapı Sarayı 3 Nisan 1924’’te Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından müze haline dönüştürüldükten sonra, Hırka-i Saadet Dairesi ilk defa 31 Ağustos 1962 yılında modern müzecilik anlayışıyla halkımızın ziyaretine açılmıştır.
Hırka-i Saadet Ziyareti
Her yıl Ramazan ayının onbeşinde Hırka-i Saadet ziyaret edilir. Ziyaret gününden birgün önce vezirlere Kethüda Bey tarafından tezkireler yazılıp gönderilir. Şeyhülislamın gönderdiği defter gereğince İstanbul kadısına, ulemaya, nakibüleşrafa ve selatin şeyhlerine Mektubi Kalemi’nden tezkireler yazılır. Yeniçeri ağası, defterdar, sipahi ve silahdar ağaları, cebeci, topçu ve arabacıbaşı ağalara çavuşbaşı ağa tarafından tezkire yazılır. Bütün bu tezkireler Divan-ı Hümayun Çavuşları ile gönderilir, Harameyn müfettişi, muhasebecisi ve şehr-emini efendilere de haber verilir. Ziyaret günü sözü edilen devlet adamları öğle namazını eda ettikten sonra Babüs-saade önüne yani Kubbe-i Hümayun tarafına gelip,sağ tarafa vezirler ve bütün ulema, sol tarafa ocak ağalan ile diğer devlet adamları oturup sadrazamın gelmesini beklerler.
Reisülküttab’ın, Şeyhülislamı evinden alıp Ayasofya Camii’ne götürdüğü haberi geldiğinde sadrazam maiyetiyle birlikte camiye gider ve burada öğle namazını kılar. Bu sırada haberci çavuş, davetlilerin “Bab-ı Hümayun” denilen kapıdan girmeye başladıklarını bildirir. Bunun üzerine sadrazam, maiyetini ve Şeyhülislamı alarak Topkapı Sarayı’na gelir. Orta kapının dışında rikab ağaları karşılarlar. Sadrazam atından indiği zaman bostancıbaşı sağ tarafına ve birinci mirahur sol tarafına geçer ve koltuklarlar. Şeyhülislam ise kapıcılar kethüdası ile ikinci mirahur koltuğuna girip hep birlikte Babüs-saade’ye doğru yürürler. Buraya yaklaştıklarında Babüs-saade ağaları karşılar. Sadrazamın sağ koluna Babüs-saade ağası, sol koluna hazinedarbaşı, şeyhülislamın ise sağ koluna kilercibaşı, sol koluna saray-ı cedide-i amire ağası girip Babüs-saade önüne gelirler. Burada silahdar ağa karşılar ve sadrazamın sağ koluna girer. Sol koluna has odabaşı, şeyhülislamın ise; koltuklarına iki has odalı ağa girip Arz Odası’na doğru yürürler.
Diğer davetlilere de burada izin verilir. Önce vezirler sonra Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, ulema rütbesine göre; eğer kaptan paşa mir-i miran derecesinde ise önce o, arkasından yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttap, çavuşbaşı, birinci ve ikinci tezkireciler, mektubi efendiler, başkapıkulu ağa, maliye tezkirecisi, ocak ağalan, harameyn müfettişi ve muhasebecisi ve teşrifatçı hepsi birden Babüs-saade’den girerek Hırka-i Saadet odasına gelirler. Birinci ve ikinci imam efendiler Hırka-i Saadet’in konduğu sandığın önünde oturur ve bir miktar Kur’an-ı Kerim okurlar. Şeyhülislam hasta ise, padişahın izni ile oturması teşrifat defterlerinde yazılıdır.
Kur’an-ı Kerim tilavet edildikten sonra Padişah bizzat yanında taşıdığı altın anahtarla sandığı açar ve Hırka-i Saadet’e yüz sürülmesine izin verir. İlk kez sadrazam yüzünü sürer. Yüz sürme işlemi devlet adamlarının rütbelerine göre şu sırayı izler; Şeyhülislam, vezirler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, ulema, eğer mir-i miran derecesinde ise kaptan paşa, yeniçeri ağası, defterdar, reisül küttab, çavuşbaşı, birinci ve ikinci tezkireciler, mektubi efendiler, başkapıkulu, maliye tezkirecisi, hazine başkapıkulu ağası, çavuşlar katibi efendi, çavuşlar emini ağa, sipahi, silahdar, cebecibaşı, topçubaşı,arabacıbaşı, haremeyn müfettişi ve muhasebecisi, şehremini, yazıcı efendi, teşrifatçı, teşrifatçı halifesi ve kisedarı. Bütün bu devlet ileri gelenleri birbirlerinin peşi sıra Hırkaya yüz sürdükten sonra dönüp yerlerinde dururlar. Bu işlem tamamlandıktan sonra şeyhlerin her biri sandığın önüne gelir önce dua eder, yüz sürer ve yerlerine dönerler.Valide sultanın kethüdası ve rikab ağaları da sıralarını savdıktan sonra, padişah dönüş için izin verir. Herkes dışarı çıkar. Ancak içerdekilerden sadrazam, şeyhülislam ve vezirler, enderun hademesi de tamam oldukta kalkıp, önce vezirler, sonra şeyhülislam, arkasından sadrazam, padişah huzurundan çıkıp Enderun’a girildiği zamanki düzenle hareket ederler. Önce silahdar ve has odabaşı ağalar, sadrazamı koltuklayıp Babüs-saadeye kadar getirirler. Burada bu görevi kapı ağası ile hazinedarbaşı üzerine alırlar. Babüs, saade’den onbeş yirmi adım dışarı çıkılınca bostancıbaşı ile birinci mirahur koltuklama işine devam eder. Kapıcılar kethüdası ile ikinci mirahur, şeyhülislam için yukarıda anlatılan aynı görevi yerine getirirler. Orta kapıdan dışarı çıkıldığı zaman atlara binilir. Burada sadrazam, şeyhülislam için bir tören düzenler ve sarayına döner.
Hırka-i Saadet ziyareti gününde yeniçeri ve diğer ocak erlerine baklava vermek gelenek olmuştur.Yeniçeri ağalarının divan günlerinde oturdukları yere çekilen perdelerin sonu olan orta kapı tarafına mutfak emini aşçıbaşı ve diğer mutfak hademesi oturup,her ocağa defterde yazılı olduğu üzere baklavalarını dağıtırlar. Bunun nedeni tarihlerimizde şöyle bir cümle ile açıklanıyor; Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan savaşlarda galibiyetler ve zaferler kazanıldıkça askere pilav, zerde, yahni gibi iki üç türlü yemek ile ziyafet çekmek ve bu suretle onları savaşa teşvik etmek gelenek haline gelmişti. Kanuni’den sonra gelen padişahlardan bizzat savaşa gidenler dahi bu geleneği yaşatmışlardır. Kanuni’den, Dördüncü Sultan Mehmed’e kadar tahta geçmiş olan yedi padişahtan ancak üç tanesi ordu başında bulunmuşlardır. Bunlardan İkinci Sultan Osman “Hotin”, Üçüncü Sultan Mehmed “Eğri”, Dördüncü Sultan Murad’da “Bağdat” seferlerinde bizzat bulunmuşlardır. Bunlardan sonra savaş esnasında padişahın sefere çıkmaya niyetli olduğu ilan edilir, birkaç gün geçer geçmez sözün ardı kesilirdi.
Hırka-i Saadet’e yüz sürüldükçe sadrazam ve silahdar tülbent ile silip, yüz sürene bu tülbendi verirler.Yüz sürme işi bittikten sonra bu kısım altın maşrapa içinde yıkanır. Yıkanan yer nemli olduğundan öd ve anber yakılarak kurutulur.
Eğer sadrazam herhangi bir görevle başkent dışına gitmiş ise, yerine kaymakam paşa vekalet ediyorsa törende küçük bir iki değişiklik olur. Şöyle ki; ziyaret günü kaymakam paşa Ayasofya Camii’ne Şeyhülislam’dan önce gelir. Orta kapıdan içeri girildiğinde şeyhülislam önde gider ve önce yüzünü sürer. Sadrazam’ı koltuklayan görevliler, bu kez şeyhülislamı koltuklarlar. Şeyhülislamın koltukçuları ise kaymakam paşaya hizmet eder.
Fakat Hırka-i Saadet’in yüz sürülen yerini sadrazam gibi, kaymakam paşa tülbentle siler. Ziyaret sırasında bütün devlet adamları, destar-ı adi ve mevsim gereği bölükler samur kürk veya ferace ile bulunurlar.[17]
Bu ziyaretler, Tanzimat öncesi ve sonrası hatta Meşrutiyet dönemi dahil olmak üzere yüzyıllarca her Ramazan ayı gerçekleştirilmiştir. Dört defa bu ziyarete görevli olarak katılan Halit Ziya Uşaklıgil “Uzaktan gelmiş vezir, vüzera, avamdan insanların minarelerden duyulan ezan; huzurda okunan Kur’an-ı Kerim tilavetleri, arasında Hz. Muhammed’in hırkasını uzaktan gören, bir imkanını bulup, yüzünü hırkaya sürebilen gözü yaşlı gönlü huzur ve huşu dolan insanların manevi heyacanını gördüm. Kendimde fena duygulardan arındığımı, ruhani bir zevkle dolduğumu hissettim.” diyerek bu mukaddes emanetin her seviyeden insanımız üzerindeki etkisini gayet güzel ifade etmiştir.
1825’ten sonra hırkanın bir bölümünün ıslatılması ve hırkaya yüz sürülmesi adetleri bırakılarak üzerinde Hz. Muhammed’i öven beyitlerin yer aldığı yazılı tülbentlerin örtülmesi ile hırkanın daha fazla hırpalanması önlenmiş ve öpülen tülbentler de günün anısına ziyaretçilere dağıtılmaya başlanmıştır. Ziyaret günü, devlet protokolü saraydan ayrıldıktan sonra harem dairesindeki kadınların da başta Valide sultan olmak üzere Has Oda’ya gelmeleri ve yine padişahın yönetiminde Hırka-i Saadet’i ziyaret etmeleri gelenekti.
İstanbulluları en çok ilgilendiren husus ise hırkanın yeninin ıslatıldığı altın tastaki suyun, birer- ikişer damla dağıtıldığı tatlı su dolu küçük testilerden ve şişelerden edinmekti. “Ma-ı mübarek” denen bu suların kapışılmasına, neden, hastalıklara, korkulara iyi geldiğine inanılmasıydı. İstanbul aktarları da ağızları mühürlü, sözde ma-ı mübarek dolu küçük şişeleri sonraki günlerde yüksek fiyatlarla hastası olanlara satarlardı. Bu ananeyi Sultan II. Mahmut kaldırmıştı. Zira bazı açıkgözler, İstanbul halkına içine birkaç damla gülsuyu damlatılmış testiler dolusu çeşme sularını “Hırka-i Saadet Suyu” diye satmaya başlamış, sudan bir kazanç yolu tutmuşlardı.[18]
Hz. Muhammed’in Nalın-ı Saadetleri
Peygamber efendimizin potin giydikleri konusu, tarihi bir gerçektir. Kendilerine iki ayrı yerden potin hediye edilmiştir. Bunlardan birisi devrin Habeşistan Necaşisi tarafından gönderilmiştir. Diğeri de, ashabdan Dihyet’ül -Kelbi’nin hediyesidir. Resulullah efendimiz, her iki potini de eskiyinceye kadar giymişlerdir. Resulullah’a hediye gönderilen yerlere bakarak, potinin Hicaz bölgesinde imal edilmediğini ve ithal malı bir giyecek olduğunu söyleyebiliriz. Zira Habeş Necaşisi Ashame, hicretin altıncı senesinde, Resulullah’a oldukça zengin bir hediye göndermişti ki, bunlar arasında bir çift de siyah potin yer almakta idi. Diyhet’ül- Kelbi ise yine hicretin altıncı senesinde Bizans Hükümdarı Herakliyus’a yazılan mektubu Şam’a götüren elçidir. O Hazret-i Muhammed’e hediye ettiği potini Şam dönüşü getirmiş olmalıdır.[19]
Büreyde (r.a) anlatıyor; Necaşi (Devlet başkanı unvanı olup Habeşistan Hükümdarına verilen isimdir). “Peygamber Efendimiz’e bir çift sade nakışsız siyah mest (potin) hediye etmişlerdi.”
Muğire b. Şu’be (r.a) anlatıyor; “Dihyet’ül- Kelbi (r.a) Peygamber efendimize bir çift mest hediye etmiş, o da onları giymişti.”
Hz. Muhammed (s.a.v) iki tip ayakkabı giymişlerdir. Biri potin veya mest türü, diğeri pabuç türü ayakkabıdır. İkinci tür giydiği ayakkabılar “nalın” olarak ta anılır. Nalın takunya denen ağaçtan yapılmış, üstü tasmalı ve daha çok bina dışında abdest alırken kullanılan ayakkabıya verilen isimdir. Hz. Muhammed’in “Na’leyn” ismi verilen pabuçlarının modeli ise, sandal denilen tiptedir. Altı tek veya çift köseleden yapılmıştır. Ayağın üstüne gelecek şekilde köprü gibi bir tasması vardır. Şirak ismi verilen bu tasma,tek veya çift katlı deriden imal edilmiştir. Aynca biri baş parmakla yanındaki parmak, diğeri de orta parmakla onun yanındaki parmak arasından geçen iki tanede bağın (band) bulunması, pabuçlarının en bariz özelliğidir. Kibal (parmak atkısı) adı verilen bu bağlar, önde zemin köseleye tutturulmuş, üstte de tasmaya dikilmiş vaziyettedir. Kullanılan malzeme ise iyice tabaklanmış kösele ve deridir. Sandal tipi bu model pabuçlar, biraz daha geliştirilip stilize edilerek Mekke ve Medine halkı tarafında, iklim koşullarının da etkisiyle zamanımıza kadar giyilegelmişlerdir.
Aliyyu’l-Kari’nin el Gezeri’den nakline göre; “Resulullah’ın ayakkabısında iki sırım vardı. Birini baş parmağı ile onu takip eden parmağın arasına geçirirdi, diğerini de orta parmakla onu takip eden parmağın arasına geçirirdi. Bu iki sırımın birleşme yeri, ayağın üst yüzünün üzeri idi. Bu ayakkabının ‘Şırak’ denen bağlama takımını teşkil ediyordu.” Kıbal’ı, Cevheri şöyle açıklamıştır; “Ayakkabı atkısı, orta parmakla onu takip eden parmak arasında bulunan zimam (yular) dır.”
Hz. Enes (r.a) anlatıyor; “Resulullah aleyhissalatu vesselam’ın ayakkabısında parmak arasına geçen atkısı vardı.” Buhari, libas 41; Ebu Davud, libas 44; Tirmizi, libas 33; Nesai zinet 117. İbn Abbas (r.a); “Hazreti peygamberin pabuçlarının ikişer kibal’ı vardı. Tasmaları da çift katlı idi.” buyurmuşlardır.
Tarihi kaynaklardan ve Hadis-i Şeriflerden yola çıkarak Hz. Muhammed efendimize ait mes ve pabuçların tariflerini verdikten sonra Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Bölümünde yer alan ve bu tariflerle örtüşen mes ve pabuçlar envanter defterindeki yazılımlarıyla aynen şunlardır:
Nalın-ı Saadet; T.S.M. Env. No; 21 /190. Meşinden imal edilmiş ve yine meşinle dikilmiştir. Bir kat meşin topukludur. Üstü açık olup bir bağı vardır. Sol ayağa aittir. Gümüş işlemeli ve üzeri Kelime-i Tevhid yazılı yedi adet yeşil renkli bohçaya sarılıdır, İsmail Hami Danışmend “Naleyn-i Saadet” şeklinde. Ahmed Rasim ve Eyüp Sabri “İki Naleyn-i Saadet ki bir teki zaman-ı Abdülaziz Han’da vürud etmiştir” diye belirtmektedir.
Nalın-ı Saadet Mahfazası; T.S.M. Env. No; 21 / 191. Önceki Nalın-ı Saadet’in mahfazasıdır. Beyzi şekilde etrafı oymalı, üstünden kapaklı. İki kulpludur. Kilidinin yanında “Pertevniyal-1289” tarihi yazılıdır. İç kısmı atlas kaplıdır. Kapağın içinde “Seyyidel Mursel’in Sallallahu aleyhi vesselam Efendimiz Hazretleri’nin na’lını şerifleridir.” yazısı yer almaktadır.
Medas: T.S.M. Env. No; 21/528. Meşinden yapılmış olup, bağı da meşindendir. Etrafı dikişlidir.
Başmak: T.S.M. Env. No; 21/518. Siyah meşinden yapılmıştır. Sivri ve ökçe tarafı sökülmüştür. Bohçalara sarılıdır.
Başmak: T.S.M. Env. No; 21/508. Meşinden yapılmıştır. Tasma yeri kopuktur.[20]
Na’lı Resul’un birisi Abbasi soyundan Derviş Muhammed adlı bir şahısta idi. Derviş Bey, 1289 (1872)’ de elindeki emanetten devlet yetkililerini haberdar etmiş ve O’nun İstanbul’a götürülmesini istemiştir. Daha sonra Na’li Resul sahibinden alınmış ve uzun süren bir yolculuktan sonra İstanbul’a ulaştırılmıştır.[21] Na’li Resul’un Diyarbekir’den İstanbul’a kadar olan yolculuğu Şirin- zade Hafız Saded’din tarafından 235 beyitlik manzumeye de konu edilmiştir. Na’li Resul manzumesi halen İstanbul Millet Kütüphanesi Manzum Eserler bölümü I407 numaraya kayıtlı olarak muhafaza edilmektedir. Manzüme “Sahibü’t te’lifu ve’t tahrir Şirinzade Hafız Sadeddin gufıra lehu ve livalideyhi ecme’in sene 1289” ibareleriyle son bulmaktadır.
Hırka-i Şerif ve Hırka-i Şerif Camii
Hz. Muhammed’in Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Bölümü’nde muhafaza edilen Hırka-i Saadet’inden başka yine İstanbul’ da Hırka-i Şerif Camii’nde muhafaza edilen ikinci bir hırkası daha mevcuttur.
Hz. Muhammed’in vasiyeti üzerine Hz. Ömer ile Hz. Ali’nin Yemen’deki Karen köyüne giderek Veysel Karani Hazretlerine hediye ettiklerine inanılan bu hırka krem renginde yünlü bir kumaştan yapılmıştır. Yen ve yakalarında şemseli bordur motifleri bulunan hırka, geçmeli çark-ı felek deseni delikli dokuma şeklindedir. Yer yer yıpranmıştır. Hırka-i Şerif, bugün sakal-ı şerif ve Veysel Karani’ye ait kemer ve takke ile birlikte bir mahfaza içerisinde özel bir mekanda korunmaktadır.
Veysel Karani, < Hz. Ali’nin saflarında şehid olunca hiç evlenmediği ve çocuğu da olmadığı için Hırka-i Şerif kardeşi Şehabeddin el-üveysi’ye intikal etmiştir.
Daha sonraları Üveys ailesinin Irak ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde ikamet ettiği dönemlerde burada sık sık meydana gelen çarpışmalar yüzünden huzuru kaçmış ve Ziver el-Üveysi zamanında kesin olarak bilinmeyen bir tarihte Kuşadası’na göçüp yerleşmiş, uzun müddet tarımcılıkla meşgul olup aşiret halinde yaşamıştır. Ellerinde Hz. Muhammed’in hırkasının bulunması nedeniyle aileye karşı daima saygı gösterilmiştir. Daha sonra Sultan I. Ahmed’in isteği üzerine aile İstanbul’a gelmiş ve reisleri olan Şükrullah el-Üveysi’nin Fatih civarındaki Yavuzselim’de kiraladığı evde İstanbul halkının Hırka’yı ziyaret etmesi sağlanmıştır. Bu ziyaretlerin her yıl fazlalaşması üzerine önce Sultan I. Abdulhamid, Fatih semtinde tek odadan ibaret bir Hırka-i Şerif dairesi yaptırmış, arkasından Sultan Abdülmecid bir cami (Hırka-i Şerif Camii) inşa ettirerek (1851) Hırka-i Şerif burada muhafaza edilmeye başlanmıştır. Camide aşağıdaki satırları ihtiva eden bir levha yer almaktadır.
Cenabı Üveys ihsanı atayı Mustafadır bu…”
Özellikle Ramazan ayının ikinci yarısında Valide Sultan tarafından burada ziyarete açılan Hırka-i Şerif, Osmanlı devlet erkanının Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadeti ziyaret ettikten sonra bu camiye gelerek Hırka-i Şerifi de ziyaret etmeleri geleneğini başlatmıştır.
Ramazan ayının ilk haftasından başlanarak arefe gününe kadar halkın ziyaretine açık bulundurulan Hırka-i Şerif ziyaretleri için günümüzde herhangi bir resmi protokol mevcut değildir.
Kabe Kilit ve Anahtarları
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Mekke Şerifi Ebü’l Berekat, Harem-i Şerif’in anahtar ve kilidini İstanbul’a göndermişti. Bu durum sonradan gelenekselleşmiş ve yüzyıllar boyunca da sürüp gitmiştir. Bu son derece sanatkarane eserler, Miftah Alayı diye isimlendirilen alayla beraber özel kılıflar içinde İstanbul’a gönderilir, yerine göre bazen Davut Paşa’dan, bazen de Sarayburnu ‘ndan törenle karşılanırdı.
Altın ve gümüş kakmalı kilit ve anahtarların üzerinde padişahların isimleri, tarihler, Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve çeşitli mısralar yer alırdı.
Mukaddes emanetler, yüzyıllar içerisinde tarihin çeşitli cilveleri ile vücut bulmuş emanetlerdir. Emanetler imandan doğan teşebbüslerle ve tevafuklarla damla damla Türk elinde toplanmış maddi ve manevi hazinelerdir. Bu kutlu emanetler sadece dini bir inanç, sevgi yüzünden toplanmış ve korunmuş olmakla kalmamakta, sanat ve tarih açısından da Dünya ölçüsünde birer hazinedirler. Bu kutlu ve mübarek emanetlerin korunmasında, günümüze kadar gösterilen itina ve ananeye hürmet sonsuzdur. Türk milleti varoldukça bu mukaddes ve ulvi vazifeyi sevgi, saygı ve hürmetle yerine getirecektir.
AÇIKLAMALAR
Resim 1 – Has Oda ‘da Hırka-i Saadet Sandığı’nın içerisinde sergilendiği saltanat tahtı, gümüş şebeke ve II.Mahmud tuğralı şömine: Üzeri altın yaldızlı şebeke I6II -1681 tarihleri arasında yaşamış meşhur Türk Seyyahı Evliya Çelebi’nin babası Derviş Zilli Mehmed Efendi’nin eseridir. Zilli Mehmed Sultan IV.Murad zamanında Sarayın kuyumcu başısı idi.
Resim 2- Has Oda’ nın içerisinden görünüm. Oda ‘nın iç duvarları 16. yüzyılın sonlarına ait İznik Çini panolarıyla kaplıdır. Her karo ortasından çiviyle duvara çakılmış, çivi başlarına da altın varak yapılmıştır. Panoların üzerindeki çini yazı kuşağında “Kaside-i Burde” yazılıdır. Bu kasidenin burada yer alması Hz. Muhammed (s.a.v)’ in Hırka-i Saadetleri’nin burada yer almasından dolayıdır.
Resim 3- Yüzyıllardır Kutsal Emanetlerin içerisinde muhafaza edildiği Has Oda’nın kubbesinin içten görünümü.Kubbenin tam ortasında Nur Suresi’nden (24) iki ayet yazılıdır. Kubbe eteğinde ise Fetih Suresi’nden (48) ilk sekiz ayet yer almaktadır.
Resim 4- Hz. Muhammed’ in ayak izi. (Env.No: 2I / 466).Yeşil somaki bir taş üzerine Hz. Muhammed’in sol ayağının basılmış şeklidir. Etrafında renkli boyalar görülmektedir.
Resim 5- Hz. Musa’nın asası (Env.No: 21 / 65). 122 cm uzunluğunda, hurma ağacındandır. Kısas-el Enbiya ‘ya göre asa cennetten gelmiştir. Taberi’ ye göre, asayı bir melek getirerek Hz.Musa’nın hanımına vermiştir.
Resim 6- Hz. Osman’ın kılıcı (Env.No: 21 / 136). 98 cm uzunluğundadır. Kabzası siyah taştan, balçağı altın ve savatlı kabartma süslemelidir.Tabam “Zülfikar” denilen tarzda, ince oluklu ve iki uçludur.Tabanı’nın her iki yüzünde de çeşitli yazılar yer almaktadır. Kını 88 cm uzunluğundadır. Ağızlığı, çamurluğu ile iki tokası altından ve kabartma süslemelidir.
Resim 7- Hümeze Suresi (IO4) (Env.No: 21 / 395). Kur’ an-ı Kerim’ in vahiy katipleri tarafından yazılmış nüshalarından olduğu tahmin edilen surelerindendir.
Resim 8- Hilye -i Saadet (Env.No: 2I / IO2). Yükseklik 49 cm, çap 32 cm. Altından yapılmıştır. Ön yüzünde Arapça yazılmış yirmi sekiz satır vardır. Hilye’nin göbek kısmındaki yazının alt bölümünde daha küçük harflerle Osmanlıca Hz. Muhammed ‘in fiziksel özellikleri anlatılmıştır. Arka yüzü tamamen düzdür.
Resim 9- Veysel Karani Hazretlerinin külahı (Env.No: 2I / 477). Beyaz keçedendir. Kenarı yeşil bezle çevrilmiştir.Sonradan yapıldığı anlaşılan yeşil renkli mahfazasının üzerine Kelime-i -Tevhid ve “Veysel Karani Hazretleri”nindir”, yazıları işlenmiştir.
Resim l0- Kabede yer alan Tövbe Kapısı (Env.No: 2I / I28).Üzerindeki etikette “Dahil-i Beytullahül Haramda tevbe kapısıdır.Kabe-i Şerif hedm olup tamir olunduğu zamanda Hicretin binbir tarihinde bu mahalle vaz’ olunmuştur” yazıları yer almaktadır.
Resim 11- Üzerinde Ayet-i Kerimeler ve Kelime-i Tevhid yazılı altından yapılmış Kabe’nin su oluklan.
Resim I2- Kutsal Emanetler Dairesinde teşhir edilen Hz.Muhammed ‘in kabrinin (Mescid-i Nebevi) maketi. II/II6. makette Mescid-i Nebevinin Sultan Abdulmecid dönemindeki durumu görülmektedir. Makette Babüsselam, Babürrahme, Mecidiye, Süleymaniye, ve Reisi’ye minareleri, Ortadaki bahçe içinde Hz. Fatıma ‘ya ait olduğu söylenen hurma bahçesi yer almaktadır.
Resulullah üzerinde yeşil kubbenin göründüğü oda da medfundur. Hz. Muhammed zamanındaki asıl mescit ise bu kubbenin yanında küçük kubbeler ile kaplı kısma denk geliyor.
Resim 13- Kubbet-üs Sahra’nın Sedefli maketi. II / 114. Kudüs Patriği tarafından Sultan II. Abdulhamid’e 25. Saltanat yılı armağanı olarak gönderilmiştir.
Resim 14- Kabe Kilidi ve Anahtarı. I7. yüzyıl başlarında Sultan I.Ahmed adına yapılmıştır.
Resim 15- Kabe Anahtarları. Abbasi Dönemi, 12. yüzyıl.
Resim 16- Kabe Kilidi.Sultan II. Beyazıd adına Yapılmıştır. H.9I5/I5O9 Tarihli
Resim 17- Kabe Kilit ve Anahtarı. Sultan Abdulaziz adına H.I287/187O tarihlerinde yapılmıştır.
Resim 18- Osmanlı Kabe Anahtarları 16-17. yüzyıl.
Resim 19- Kur-an’ı Kerim’in ilk vahiy Nüshalarından Tekasür Suresi. 21/393.
Resim 20- Name-i Saadet, Hz. Muhammed tarafından El Munzir bin. Sava’ya gönderilen mektup.21/397.
Resim 21- Nalın-ı Saadet.21/19O.
Resim 22- Hacer-ül Esved’in altın mahfazası. 2/3521
70 cm yüksekliğindedir. El sürülmesinden dolayı aşınmıştır. Hacerü’l Esved, Kabe’nin doğu köşesinde yerden 1,5 metre kadar yüksekte siyah bir taştır. Cennet ‘ten geldiği rivayet olunur. Hazreti İbrahim, Kabe’yi inşa ederken Ebû Kubeys Dağı’ndan getirip tavafa başlama işareti olarak binanın köşesine yerleştirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v) henüz 35 yaşında iken peygamberlik devrinden 5 yıl önce Kabe ile ilgili bir meselede hakemlik yapmıştır. O tarihlerde Kabe’de yangın çıkmıştı. Esasen yağan yağmurlardan, dağlardan gelen sellerden, binanın ana temelleri de yerinden oynamıştı. Yıkılan Kabe binası yeniden yapılırken Hacerü’l Esved ‘i yerine oturtma işi çok önemli bir sorun halini almıştı. Kureyş’in bütün ileri gelenleri bu şerefli işi yapmak isteyince, aralarındaki anlaşmazlık giderek büyümüş ve kan dökülme derecesine gelmişti. Bunun halli için Huzeyfe’nin teklifi üzerine Harem-i Şerife ilk girecek şahsın hakemliğini kabul ettiler. O sırada “Muhammedü’l Emîn (s.a.v)” çıkageldi. Herkes O (s.a.v)’ nun doğruluğunda birleştiği için ittifakla O (s.a.v)’ nu hakem yaptılar. Hz. Muhammed (s.a.v.) sırtından çıkardığı ridasını yere serdi. Hacerü’l Esved ‘i ortasına koydu, uçlarından 4 büyük kabilenin reislerine tutturarak taşıttı. Tam yerine gelince taşı bizzat kendisi alarak yerine koydu ve böylece sorun halledildi. 756 senesinde Emevilerin Mekke kuşatmasında mancınıkla atılan taşlardan biri isabet ettiği için Hacerü’ l Esved parçalandı. Abdullah bin Zübeyr, kınlan parçalan gümüş bir çerçeve ile birleştirdi. Osmanlılar devrinde, hacıların el ve yüz sürmeler i sonucu aşınan çerçeveler altın ya da gümüşten mamul yenileriyle değiştirildikçe eskileri Mukaddes Emanetler arasında muhafazaya alındı.
Resim 23- Hz. Muhammed’in (s.a.v) Kılıcı
99 cm uzunluğundaki kılıcın kabzası altındandır. Yukarı doğru hafif kıvrıktır. Kabza ve balçak üzeri kendinden kabartma çiçekli olup, altın yuvalar içine yakut ve firuzeler yerleştirilmiştir. Düz ve sivri uçlu tabanının üzerinde oldukça silinmiş “Resulullah” yazısı okunabilmektedir. Tamamen altından 85 cm uzunluğundaki kınının bir yüzü kabartma çiçeklidir. Yuvalar içinde yine yakut ve firuzeler yer almaktadır.
T.S.M. 21/129
Resim 24- Hz. Muhammed’in (s.a.v) kılıcı 21/130
100 cm uzunluğundaki bu kılıç siyah deri kabzalı olup, kabza, tepesi ve balçağı altından kabartma çiçeklidir. Tabanı bir ağızlı ve demirdendir. Üzerinde gümüş kakma olarak “Muhammedurresullullah Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalib” yazısı okunabilmektedir. Deri kaplı kınının ağızlığı, çamurluğu ve süslemeli iki tokası altındandır
Topkapı Sarayı Müzesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 887-895