(Türk. Tarih Kurumu üyesi)
Türklerin, Anadolu’da -bugün Eti camiasından oldukları tahmin edilen- Troyalı’lardan çıkma bir millet oldukları hakkında, Orta çağda, hattâ 17 inci yüzyıla kadar yaşayan bir efsanenin mevcudiyeti yeni keşfedilmiş birşey değildir. Birbirinden naklederek birçok batı vaka yazarları bu efsaneyi birtakım değişikliklerle yüzyıllarca tekrar etmişler ve en son Macar yazarlarından Alexandre Eckhardt, Troyalı’larla Türklerin farazî karabeti hakkında milâdın yedinci yüzyılından beri Avrupa’da eski bir anane yaşadığını, bilhassa 13 ncü ve 17 inci yüzyıllar arasında meydana çıkan eserlere istinad ederek neşriyatta bulunmuştur. Eserine, Türk tarihi ve müverrihleri için münasebetsiz bazı mütalâalar karıştıran Macar profesörüne göre: Batı edebiyatında, (Türk) kelimesinin ilk geçtiği vesika, yedinci yüzyılda yaşamış bir Frenk rahibinin Hieronymus Scarpum denilen yazısıdır ki, buna benzer diğer bazı eserlerle beraber bilâhare Fredegaire mecmuası ismi altında neşredilmiştir.
Rahip Hieronymus’a göre, Troya’nın düşmesini müteakip dağılan Troyalı’lardan bir kısmı Trakya ve Makedonya cihetlerine geçmişler ve bunlar arasından bir kabile başına Torquotus isminde bir hükümdar intihap ederek bu hükümdara tâbi olanlar Torqui, Turqui, Torci adını almışlar.
Gregori Scarpum, Türklerin Troya aslından oldukları nazariyesini Hieronymus’dan naklen ve az çok aynen tekrar eder.
Orta çağı mütehassısları Alman alimlerinden Krusch ve W. Wilmans: Turqui, Torci ve Torcoth kelimelerinin üzerinde etymologique tetkik ve tenkidlere girişerek, Turci kelimesinin Bizans mehazlarından çıkmış olması neticesine varıyorlar. Diğer bir âlim, Th. Birt, 9 uncu yüzyıla ait (Sycamber francus et tenoruz) tâbirlerini havi bir vesikaya dayanarak Teucri’lerden bahsederken, Lâtinlerin Troyalı’lara ve bilâhare Türklere verdikleri isimler arasındaki müşabehet üzerine dikkati çekiyor.
Halbuki beşinci yüzyılın sonlarında Panonya’dan, yani bugünkü Avusturya ve Hırvatistan’dan inerek Yukarı İtalya’yı istilâ ile orada Türk türesi mucibince hükümet kuran ve arazi taksimi kanunları vazetmekle şöhret alan, Atila’nın soyundan ve maiyetinden Batı tarihlerinin ismini bazen Eddekun bazen İdku olarak kaydettikleri bir beyin oğlu Odoakr’ın kumandası altındaki, Tuna boyundan gelme kabileler arasında Turcilinguarum’ları tetkik ederken, bu kabile isminin yegâne izahının (Türk dilinden) mânâsından başka olamıyacağını; ve Batı müelliflerinin hiçbir esasa dayanmayarak German ırkından olduğunu söyledikleri Turcilinguarum’ların hem tarih, hem lisaniyat bakımlarından Türk’ten başka bir millete mensubiyetlerini isbat edecek tek bir delil bulunmadığını müsteşrik Blochet ile yazmıştık.
Memleketinin civarındaki Got, German, Burgund, İslav prenslikleriyle sıhriyet peyda ettiği malûm olan Atila ile, Odoakr’ın istilâlarına ait menkıbelerin ve efsanelerin Norveç ve İzlanda körfezlerine kadar nüfuz ile, bugün dahi Avrupa’nın yüzlerce yerinde folklor halinde ve bilhassa Avusturya, Macaristan, İsviçre ve İtalya’da bariz bir surette mevcut ve Venedik, Triyeste etrafında yaşamakta; hatta Venedig körfezinde Torcello adacığındaki kilisenin Önünde Atila’ya affolunup, Odoakr’ın Alpes Juliennes’lerden İtalya’ya inmesi tarihine aidiyeti tahmin edilen, taştan mamul bir taht bulunmakta olduğunu mahallerinde tetkik ve müşahede ettim.
Niebelungen ve Edda’lar gibi bir milletin az çok lehinde sayılacak efsaneler, o milletin büsbütün yabancısı sayılabilecek muhitlerde kolayca yayılamayacağı ve yaşayamayacağı aklen ve tarihen sabittir. Meselâ, Afrika efsanelerinin Avrupa zihniyetlerinde yer edinmiş olması ihtimali yoktur. Hint ve Mısır efsanelerinin, değişerek de olsa, Avrupa’ya geçmiş olmasını, âlimler bu memleketler medeniyetlerinin muhaceret ve kültür münasebetleri dolayısıyla izah ediyorlar. Beraber yaşamamış, birbirleriyle sıkı kültür temaslarında bulunmamış milletlerin yekdiğerinin efsanelerini karıştıramayacakları da tabiidir.
Türkoloji haricinde birçok indî, uydurma nazariyeler tecrübe edildikten ve iflâs ettikten sonra, Grousset ve Halphen gibi, taassuptan münezzeh en ciddî Batı mütetebiileri, bizzat Atila’nın ve devletinin Türk olduklarında bugün müttefik gibidirler.
Atila ve milâdın birinci yüzyılında bile Avrupa ortalarında göründükleri anlaşılan Hunlardan daha çok evvelki zamanlara çıkarsak, tetkiklerimi başka bakımlardan yaptığım halde, aynı neticeye vardığım, Mommsen gibi klâsik müverrihlerin, Asya’dan Karadeniz yukarı sahilleri üzerindeki bozkırlardan, yani Scythia kıt’asından Tuna yoluyla; ve ekseri Lâtin müverrihlerinin de Anadolu’dan Akdeniz yoluyla İtalya’ya geçtikleri iddia olunan Etrüsk’lerin, hanedanlarından birçoğunun isimleriyle Türk ve Turgut kelimelerinin ve İskit ve birinci devir Etrüsk sanatlarının pek göze çarpan yakınlıklarının Carra de Vaux’nun nazariyesini teyiden, – fakat fazla katiyetten çekinerek – hiç olmazsa tetkik mevzuu teşkil edebileceğini, İtalya’nın Toskana-Etruria eyaletinde yaptığım uzun araştırmalar neticesinde ileri sürmüştüm.
Avrupa’da bilhassa asilzadelerin ve eski hanedanın menşelerini Troya’ya bağlama ananesine gelince, bunu şu suretle izah edebiliriz:
Avrupa’nın, Asya’ya Karadeniz kuzey Bozkırlarıyla bağlı olduğu nispeten yakın tarihte öğrenilmiştir. Herodotos, iki kıt’a arasında hudut görmüyor ve Avrupa İskit veya Saka’larının hudutlarını İran’ın kuzeyine kadar götürüyor.
Kari Magnus devrinde siyaset ve ırk bakımından Asya hudutları Tuna, Linz ve Elb nehirleri idi.
Ilyada muharriri veya toplayıcısı tahmin olunan Homeros’un terennüm ettiği vak’aların geçtiği devirde, Avrupa-Asya mefhumu veya telâkkisi, Ege denizinin batı-doğu kıyılarına münhasır idi. Şu hâlde Troya menşei denilmekten maksat, Avrupa Helen’lerine karşı “Asya menşei” dir.
Esasen Ilyada’nın yazıldığı lisanın bile asyalaşmış ve Asya lisanlarıyla karışmış bir Helen lisanı olduğunu lisaniyatçılar iddia ediyorlar.
Homeros, Troyalı’ları aynı ırktan bir millet değil, Asya’nın birçok yerlerinden toplanmış, müteaddit milletlerinden teşekkül etmiş bir Asya müctemiası halinde tasvir eder; ve bu birleşik Asya milletlerinin birbirine az çok benzer yaşayışlarını toplu olarak “at terbiyecisi” “sert mızraklı” milletler unvanı altında ve Acheen’ler etrafında toplanan Helen’leri ise “sür’atli gemili” milletler tabiriyle ayırt eder.
Ilyada’yı tercüme eden Avni Candar, bu eserdeki yer ve şahıs isimleri üzerinde faydalı araştırmalar yapmıştır.
Troya harbinin bir Avrupa-Asya harbi şeklinde telâkkisi, tarihe geçmiş ve en mütebahhir müverrihler tarafından kabul edilmiştir.
Troya kalesinin düşmesini müteakip dağılan Asyalı kabilelerden birinin reisi olan Eneas, batıya muhaceret ettiği zaman, İtalya’da ilk yanaştığı limanın adını Turium koyduğu gibi, İtalya’ya götürdüğü din ve âdetlerin, Helen’lerin din ve âdetlerine zıt olduğunu ve ilk Etrüsk ananesinin de münhasıran Asyaî zihniyet ve ananeye muvafık olduğunu ilk Roma efsaneleri kaydeder. Ve bu takribi tarihten itibarendir ki, bu efsanelerin ilhamiyle, istilâcı, galip, hâkim İçtimaî sınıfın Asya’dan gelme adamlardan müteşekkil olduğu fikri Avrupa kıtasında yayılmaya başlar.
İsa’dan 250 yıl önce, Roma senatosu, Akarnya’lıların istiklâlini müdafaa ederken, bunların Romalıların ceddi olan Troyalı’larla eski münasebetlerinden bahsetmiştir.
Elli yıl sonra, Romalı’lar, Kibele’nin heykelini isterken yine Roma ve Troya milletlerinin karabetini, birliğini ileri sürmüşlerdir.
Afrikalı lâkabiyle anılan Scipion’lar, Antiochus’a hücum edecekleri sırada, Romalı’ların Troyalı ahfadı olduklarını iddia etmişler.
Varron, Roma aristokrasisinde, Troya menşeli meşhur kibar ailelere dair ayrıca bir eser yazmış; meşhur müverrih Halikarnassos’lu Denys, zamanında Roma’da Troya aslından 50 kibar ailesinin mevcudiyetini kaydeder.
Caesar ve Vergilius bu efsanevî akideyi, resmiyet haline koymuşlardır.
Orta çağda eli kalem tutanlar, Roma ananesinden ve kültüründen mülhem olarak, bu akideyi yeni Avrupa milletlerine ve bahusus türedi kıratlarına bir asalet tevcihi suretinde yaymışlardır. Fakat bu da pek boşuna değildir. Efsanelerde ekseriya derin hakikatler mündemiçtir.
Asya’dan, Scythia denilen Rusya güney yoluyla Tuna ağzından menbaına, yani Avrupa’nın göbeğine kadar, Herodotos zamanından evvel başlıyan İskit Türk akınları, fasılalarla ve başka başka isimlerle, uzun yıllar devam etmiştir.
Strabon’da da bu havalinin Kelt – İskit’lerle meskûn olduğu musarrahtır.
Lâakâl 2300 yıl, bir ırkın, bir milletin, seller halinde devamlı istilâsına uğrayan Avrupa memleketlerinde, ne olsa, istilâcıların an’anesinin ve kanının silinmiş olması ihtimali pek azdır. Bilhassa, bir kısım Frank’ları, Saka veya Sakson’ları, İslav’ları, hattâ Danimarka ve Iskandinavyalı’ları idaresi altına alacak ve Galyalı’ların istimdadını celbedecek derecede teşkilâta ve binnetice medeniyete mâlik olan Atila, ve ondan sonra kısmen Doğu ve Orta Avrupa dağlarına çekilip dayanan ve bilâhara Avar’ların getirdikleri taze kuvvetlerle tekrar hâkimliği ele alan Hun’lar, 8 inci yüzyıla kadar yine oldukça geniş beylikler kurmuşlar ve Frank imparatoru Kari Magnus, bunlara karşı üç defa haç seferi açmağa mecbur kalmış ve henüz putperest Türk hakanlarını yendiği zaman bile, murahhaslarını kurultaylarına kabul etmiş ve en vahşî zulümlerle hıristiyanlaştırmağa muvaffak olduğu Türk hakanlarına ve beyoğullarına, hıristiyan prenses ve kadınlar ile beraber yan muhtariyet ve kontluk unvanları vererek ve diğer Hunlara da devşirme usulü tatbik ederek bunları hıristiyan camiası içine alıp eritmiştir. Yukarı Tuna ve Ren nehrinin kıyıları sarp tepelerinde kale gibi kurulmuş birtakım manastırlar, bu (Neophyte’lerin) yeni Hristiyanların, nesilleri kurutulmak üzere rahip olarak ve hemcinsleri arasında Hristiyanlığı yaymak için yetiştirilmelerine tahsis edilmiştir. Meşhur Codex Cumanicus böyle bir maksatla vücudu getirilmiştir. Aynı maksatla, İtalya’nın kuzeyinde ve Venedik’te birçok “Catechumenes” mektepleri açılmıştır.
Mevcut Avrupa tarihlerinin çoğundan: Atila Han ile Bayan Han devirleri arasında, Orta Avrupa kıt’asının Hunlar tarafından tamamen boşaltılmış ve buraya bir iki yüzyıl fasıladan sonra Avar Hunlarının yeniden gelmiş oldukları fikri hasıl olur. Halbuki, biraz daha yakından tetkik edilirse, Atila’nın ölümünden Avarların inkırazına kadar, Orta ve Doğu Avrupa, müstemiren, öbe-öbe Türk hâkimiyeti altında kalmakta devam etmiştir. 488’de Atila’nın oğlunu Dalmaçya sahillerine ve Hırvatistan’ın bir kısmına hâkim olarak ve 532’de torunu Muncuk’u Hırvatistan’ın güney kısmı ve illirya beylerbeyi vaziyetinde buluruz. İki yüzyıl müddetçe Avar Hunları, Atila imparatorluğunu, aşağı yukarı aynı hudutlarla canlandırdıktan sonra, doğu ve batıdan gelen tazyiklere dayanamamışlar; fakat, en satvetli zamanlarında bile, Hristiyan beyzadeleriyle sıhriyetten geri kalmamışlardır.
782 de Paderborn’da ve 790 senesinde Worms şehrinde toplanan Kari Magnus’un imparatorluk meclislerinde foedere sıfatiyle hazır bulunan Avar hakanı Tudun, halefi Zodan; ve 810 senesinde torunu Abraham Han Avusturya’nın Passav kasabasında maiyetleriyle vaftiz edilmişler ve Hristiyan prens olarak Hristiyan adlariyle Hristiyan kadınlarına tezviç olunmuşlardır. Tebalarından bir kısmı da zulüm tazyiki altında hakanlarına imtisal etmişlerdir. Bu vak’aların az çok şuurlu nâkili olan, Kari Magnus’un müverrihlerinden Einhard ve Saint-Gall rahibi namile maruf müellifler, Avarlar’dan bahsettikleri zaman bunlara ekseriya Hun adını verirler.
Üç yüzyıl müddetçe Türk soy adlı ve Han unvanlı birçok Bulgar, Kuman, Macar beylerinin Fransa, Baviyera ve İtalya’ya kadar akınlarından sonra, Orta Avrupa Türklerinin evvelce mahkûm vaziyetinde bulunan milletler tarafından temsil olunmağa başladığı sıralarda, 1041’de, Hristiyan olmuş bir Peçenek Han’ının Samuel Arba ismiyle Macar tahtına çıktığını ve 1116 tarihinden itibaren doğudan kuzeye ve batıya sürülen Tork, Kuman, Peçenek ve sair Türk camialarının Ukranya, Volhynya, Besarabya, Galiçya, Lehistan, Litvanya, Estonya eyaletlerinde yerleşerek ve yavaş yavaş Bizans’tan gönderilen misyonerlerin ve Baltık sahillerinden Ordre Teutonique’in tesirleriyle Hristiyanlaşarak, diğer unsurlara karışarak, vatanları olan Ukranya, Lehistan ve Macaristan’ı Moğol akınlarına karşı müdafaaya çalıştıklarını ve yerlilerle beraber ezildiklerini; mamafih Macaristan’ın en batısında, Avusturya hududunda Şopron Peçeneklerinin 15 inci yüzyıla kadar, yani takriben Osmanlı’ların İstanbul’u aldıkları tarihe kadar, hususiyetlerini muhafazaya muvaffak olduklarını; bu meselelerde Avrupa’da en ziyade salahiyet sahibi olarak tanınmış Dr. Rassovsky, en muknî menbaları göstererek isbat etmiştir. Hun ve Avar bozgunluklarından sonra hıristiyanlaşmamakta taannüd eden birtakım kabile reislerinin İsveç, Norveç ve İzlanda’ya kadar çekildikleri, fakat vaktiyle onların da Hristiyanlığı kabule mecbur kaldıkları, oralarda yayılan efsanelerin tahlil ve tetkikinden meydana çıkar.
5 inci ve 16 ncı yüzyıllar arasında yazılmış vakayinameler Hristiyan azizlerinin hal tercümeleri bu bakımdan elenirse, Hristiyanlaşmak suretiyle, henüz dünyanın bir tarafında şuurlaşmamış olan milliyet bahasına, hayatlarını ve mevkilerini kurtaran birçok İskit, Hun, Avar, Peçenek, Bulgar, Macar, Uz, Uğur, Oğuz, hatta Selçuk Türklerinin Bizans, German, İslav hükümdarları ve asilzadeleri sınıfına büyük mikyasta karışmış olduklarını görürüz. Bizans’da, Rusya’da, Lehistan’da, Almanya’da, Macaristan’da, Hırvatistan’da, Bulgaristan’da ve belki sair memleketlerde hıristiyanlaşarak, Avrupa hâkim unsurlarını teşkilde devam etmiş olan Türklerin tarihlerini araştırmak, her halde Türklük için ehemmiyetli bir mevzudur.
Meselâ, hatıra gelirmi ki, hâlâ Sırbistan kral hanedanın soyadı olan Obrenoviç kelimesi, Islavca Ober, Obre kelimesinin Avar manasına geldiğine göre Avar – Oğulları demektir.
Macar devletinin ilk müessisi addolunan Arpad’la Tuna ile Tizsa nehirleri arasına gelen kabilelerden ekserisinin Türk olduğunda ve bunların yavaş yavaş Hristiyanlaşarak Macarlara karıştıklarında ciddî Macar müverrihleri müttehittirler.
İstanbul’un fethinden yüzyıl sonra, müslüman doğup tanassur eden Boris Godunof, Rusya Çarlığı tahtına kadar çıkmıştı.
Rus ve Diyadulevski gibi Lehistan Heraldist’leri, bu vâsi kıt’alarda en eski aristokrat sınıfının yarıdan fazlasının Türk ve Tatar soylarından geldiklerini esaslı surette iddia ederler.
Fransa’da halk, hiçbir zaman (noblesse)’i kendi soyundan addetmemiştir.
Avrupa’nın eski noblesse zümresinin Asya kökünden çıktığı hakkında, çok uzun ve geniş tetebbüatta bulunmuş olan, tanınmış Fransız muharrirlerinden Maurice Larrouy, bu hususta vardığı kat’i kanaati, onbeş sene kadar evvel neşrettiği La Race immortelle (Ölmez Irk) namında, ilim kisvesini takınmamakla beraber çok ciddî ve mühim olan bir eserinde izhar etmiştir.
Attila zamanından beri Hristiyanlaşarak ve herhangi bir suretle Avrupa kibar sınıfına giren pek çok sayıda Türk kanı ile diğer kanlar karışmış olan zümreye, müşterek ve muhtelit bir asalet menşei bulmak veya uydurmak icabetmiş ve o devirlerde İlmî araştırmalar yapmak imkânsızlığı karşısında, Romalılardan ve Lâtinlerden intikal eden, Troya efsanesi klişesinin kabul ve tatbik edilmiş olduğu nazariyesinden başka bir izah imkânı kalmıyor.
Birinci Haçlılar seferi tarihinde yaşamış olan Notre-Dame de Nogent-sur-Coucy rahibi, Guıbert de Nogent, 1108’de yazdığı (Historia que dicitur Gesta Dei per Francos) nam eserinde der ki:
“Dünyada, fikirlerinin inceliği ve savaşta bahadırlığı itibariyle Türk milletine kıyas olunacak millet yoktur… esasen Türkler, kendilerinin Frenklerle aynı asıldan ve kendileriyle Frenk milletinin askerlikçe bütün milletlerden üstün olduklarını söylerler”
Bu sözler, Türklerin Fransızlarla aynı asıldan olduklarına dair efsanenin, Türklere mal edilen ve o yüzyıllarda hiçbir Türk menbaından teyid olunmıyan ilk ifadesidir.
Vincent de Beauvais ve Jean Lemaire des Belges gibi muahhar müellifler ve birçok Alman ve Macar vaka yazarları bazı değişikliklerle aynı esaslar üzerine yazmışlardır.
Scipion Dupleix’in, 16. yüzyılda yazılarak birkaç defa basılmış “Memoires des Gaules” kitabında bu Troya efsanesi, eski müverrihlerden biraz daha reybî zihniyetle şu suretle telhis ediliyor[1]:
“Les Troyens estant eschappes du glaive des Grecs, de la ruine et embrasement de leur ville, errans et vagabonds, â gros essaims s’arresterent en fin en diverses contrees et fonderent les plus puissants estats et empires de la terre; celuy des Romains par le moyen d’Enee et de ses successeurs; celuy des Venitiens par le moyen d’Antenor ; celui des Anglais par le moyen de Brutus ; celui des Turcs par le moyen de Turchot; celui des Français par le moyen de la posterite de Francyon….. L’abbe Tritheme, allegant pour son auteur Hun- nibaud, qui vivait sous Clovis I et celuy-ci nommant pour ses garants, Dorak et Wasthald autres historiens scythes………………………………………………………………….. conduit
en Gaule, non pas Francion, mais ses neveux plusieurs siecles apres la destruction de Troie. Ainsi que temoigneraient Dares le Phrygien et Dietis le Candiot, Francyon fuyant Troie şerait arrete sur les frontieres de la Scythie et y aurait fonde la ville de Sycambrie Quelques autres romans donnent encore
pour compagnon â ce Francion un sien cousin germain quils nomment Torgot ou Turchot, fils de Troile, lequel s’etant separe de luy, avec une partie de sa troupe, fonda la colonie des Turcs en la Scythie….
……………….. Au demeurant, parce qu’il n’y a guere qui n’ait ete batie sur quelque fondement de verite, je ne veux pas absolument nier qu’aucuns Troyens ne se soient retires en Gaule apres la ruine de leur ville, veu mesmes qu’Ammien historien celebre en fait mention; mais il ne parle que de quelque coing et contree des Gaules sans marquer le temps. Lucain dit aussi que les Auvergnats s’imaginaient etre extraits des Troyens…”
Scipion Dupleix’in dediği gibi bu efsanelerin, ne kadar az da olsa, bir hakikat tarafı vardır ki, o da, bir zamanlar Anadolu’da, Kırım’da ve Balkanlar’da vakit geçirmiş olan Goller’in; ve Goller, Franklar memleketlerine müteaddit defalar birçok nam altında giden Türklerin, mütekabilen ve uzun müddet, dost, müttefik, düşman, herhalde komşu bulunmuş ve birbirlerini yakından tanımış olmalarıdır.
Aynı zamanda, 5. yüzyılın sonlarında ve 6. yüzyılın başında, yani Atila’nın ölümünden yirmi otuz yıl sonra, Fransa’da ilk Frank kralı Clovis’in devrinde (isminin de teyiden gösterdiği gibi) Scythe, veya Hun, yani Türk aslından, Hun nebaud adında bir kalem sahibinin yaşadığını, eserinin, yüzyılları aşacak kadar bir otoritesi olduğunu ve kendisinden evvel gelen diğer iki Scythe muharrir veya müverrihini istişhad ettiğini öğreniyoruz ki, bu malûmat aynı yüzyıllara ait bütün vekayi gibi İlmî bir kat’iyetle kontrol edilmemiş de olsa, böyle bir rivayetin, muahhar bir Katolik rahibi tarafından kabul edilerek kullanılması herhalde Hunların ve Hun medeniyetinin henüz Hristiyanlaşmamış Franklar üzerindeki tesir ve nüfuzunu göstermeğe kâfidir. Bu nüfuzu, Hristiyanlık sistematik bir surette sökmüş atmış ve izlerini bile silmiştir.
Milâdın 5’nci yüzyıldan 10’ncu yüzyılına kadar Avrupa’da yaşamış olan Türkler hakkında Türk menbaalarının Hristiyan papazları tarafından mahvedilmiş olduğunu yine Hristiyan menbaalarından öğreniyoruz. Zamanının vak’alarını ve muhaberelerini müteaddit dillerde kâtiplere yazdırdığı, Bizans elçisi Priscus’ca temin olunan, Atila’nın kendi kahramanlıklarını kendi lisanında yazdırmamış olması ihtimal haricinde kalır.
Birkaç İslâm müverrihinde, Türklerle diğer bazı unsurların karabeti hakkında sathi malûmat varsa da, Osmanlı tarihlerinde “Troya menşei” husususda bir ifadeye rastlamadım. Bahis mevzuu olan tez’e dair Türk menbaından fazla malûmat sahipleri meseleyi biraz daha aydınlatabilirler.
Bizde, meseleye sarahatle temas eden, yalnız Fatih’in emri veya izniyle, devrinin tarihini mufassal surette zapteden Kritovulos, der ki:
“Çanakkale mülhakatından eski Troya kıt’asının merkezi olan Ilyon şehrine vürud ettikte, mezkûr şehr-i kadîmin bakayay-ı enkazını ve sair mahasin-i asarını ve mevkiini seyir ve temaşa ve bahren ve berren haiz olduğu ehemmiyeti takdir etti. Fatih Hazretleri burada Achilleus ve Ehas ve sair kahramanların metfun bulundukları mahalleri taharri etmiş ve şair Homeros’un mazhar-ı sitayişi olan bu zevatı ve ifa ettikleri şayan tebcil hidematı yad ve tahatturla haklarındaki tahassüsat-ı takdir- kâranesini izhar ve kendilerini meth ü sena eylemiştir. ‘’Padişahın başını sallıyarak şu sözleri söylediği mervidir’. Cenabıhak beni bu şehrin ve sekenesinin müttefiki olarak bu ana kadar hıfz ve siyanet eyledi. Biz bu şehrin düşmanlarına galip geldik ve anların yurdlarını nehb ve garet ettik. Burasını Makedonyalı’lar ve Tesalyalılar ve Moralı’lar fetih etmişler idi; bunların, biz Asyalı’lara karşı biddef’at icra ettikleri suimuamelâtm intikamını, aradan birçok edvar ve senenin müruruna rağmen anların ahfadından aldık[2]”.
Mütercim Karolidi bu sözlere hemen şu haşiyeyi ilâve ediyor:
“Eski Yunanlı’larla eski Iranîler beyninde vuku bulan muhaberatı yazmış olan müverrih Herodotos, tarihinin mukaddemesinde öteden beri Avrupa ile Asya arasındaki münazaayı bu muharebatın bir lâhikası olduğunu serd ediyor. Müverrihimizin Troya kahramanları hakkında Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerine atfeylediği balâdaki ifadat, hakikat halde Iskender-i Rumî tarafından irad olunmuştur”.
Eski zamanlarda, müverrihlerin hükümdarlara hulûs için onlara büyük sözler mal ettikleri prensip itibariyle akla yakın olsa da, Fatih’e atfedilmekte oldukça mantık bulunan Asyalı Troyalı’ların lehine sözleri, Troya düşmanı olan milletlerin şefi Makedonyalı Büyük İskender’e yakıştırmak daha güçtür. İskender’in Asya seferinde, başına geçtiği Avrupalı milletlerden intikam almak isteyişi herhalde garip görülebilir.
İstanbul’un fethinden sonra, Rum ve Hristiyanları uzaklaştıran taassup muhitinin tazyikine kadar, Fatih gayet liberal, dahiyane geniş bir zihniyetle, etrafına Rum ve Venedikli âlimler, sanatkârlar toplayarak bunlara iş gördürdüğü, hattâ Patrik Gennadius ile Karaferya kadısı İbn Mahmud Çelebi Ahmed efendinin tercümanlığı ile, din mübaheseleri bile yaptığı tarihte musarrah olup, fütuhatını Batı ananesiyle de muhik gösteren Troya efsanesine, Lâtin’ler vasıtasıyla olsun, muttali olmuş olması büyük ihtimâl dahilinde iken, Fatih’in bir müddet yanında bulunmuş olan Kritovulos’un bu hikâyesinin sıhhatini külliyen red ederek, ondan yirmi yüzyıl evvel gelen Herodotos’un bu cihete mantıksız bir rivayetine inanmak bilmem ne derece doğru olur.
Pierre ve Laurent de Medecis zamanında, Florence şehrinde Yunan edebiyatı tedris eden Demetrius Chalcondylas, muasırı olduğu İstanbul fethinden dokuz yıl sonra, 1462 senesinde, neşrettiği (Chalcondyle-Blasie de Vigenere tercümesi 1577-Paris sahife 176) “Türk tarihinde”, Türklerin Troya’dan çıkma efsanesini ciddî telâkki etmemekle beraber, bu rivayeti kaydetmek lüzumunu duyarak, diyor ki:
“Vaktiyle Troya şehri Rumlar tarafından tahrip edilmiş olup İstanbul’un, bu Troya’lılardan indikleri söylenen yabancılar tarafından zaptı, birçoklarının ve bilhassa Lâtinlerin kanaatlerine göre, tedip ve intikam eseri olarak telâkki edilmiştir.”
Chalcondylas’ın çetrefil ifadesi de: İstanbul’un Türkler tarafından zaptını, tarihte adalet arayanlara meşru göstermek ve aynı zamanda Türklere hulus etmek için, Galata ve İtalya Lâtinlerince kanaate yakın bir hisse dayanan bu efsanenin kullanılmış ve yayılmış olduğunu müeyyittir.
Chalcondylas bu efsaneye inanamazdı; çünkü on yüzyıldır Bizans’la uğraşan Türklerin, Troya’dan değil, Orta Asya’dan Iran, Kafkas ve Tuna yolları ile geldiklerini, Bizanslılar, rahatları ve hayatları bahasına öğrenmişlerdi.
Nihayet, 16 inci yüzyılın en âlim ve reybî (sceptique) mütefekkirlerinden Michel de Montaigne: “Essais” namındaki meşhur kitabında (Essais-Collection des Universites de France: Livre Second, Chapitre XXXVI p. 220):
Gentillet’nin (Discours sur les moyens de bien gouverner) sinden aldığı farzedilen malûmata istinaden, ikinci Sultan Mehmed’in Papa ikinci Pius’a yazdığı mektuptan şu fıkrayı naklediyor:
“Je m’estonne, dit-il, comme les Italiens se bandent contre moy, attendu que nous avons nötre origine commune des Tro- yens et que j’ai comme eux interest de venger ie sang d’Hec- tor sur les Grecs, lesquels ils sont favorisant contre moy”
(Tercümesi);
“İtalyanlarla aynı asıldan olduğumuz, ve onlar gibi Rumlardan Hektor’un kanının intikamını almakta menfaatim olduğu halde, İtalyanların aleyhine kalkmalarına ve Rumları bana karşı himaye etmelerine hayret ediyorum”. Gentillet ve Michel de Montaigne’nin neşrettikleri, Fatih’e affolunan bu mektubun metni, Chalcondylas’ın ifadesini teyid eder mahiyettedir.
Aslı ele geçirilmedikçe, Fatih’in Papaya yazdığı rivayet edilen bu mektuba, tarihî vesika kıymeti verilmezse de, Fatih’in maiyetinde bulunduğu muhakkak olan Rum, Lâtin ve İtalyan lisanlarına vakıf müteaddit kâtiplere bu lisanlarda birçok mektup, irade ve muahedeler yazdırdığı, müverrihlerce kabul edilmiştir. 1585’de tabedilen ve en mühim vesikalardan addolunan Turco Grecia eserinde de bu hususta tafsilât vardır.
Bununla beraber apocryphe olmaları ihtimâlini de göz- önüne aldığım bu mektuplardan bazıları, Venedik’te 1563 senesinde basılmış, yedimde bulunan bir kitapta münderiçtir.
(Lettere del Gran Mahumeto imperatore de Turchi, şeritte a diversi Re, Prencipi, Signori e Republiche, con le Riposto Loro; nella volgar lıngua da M. Lodovico dölce.
Con privilegio-In Venegia Appresso Gabriel-Giolito de Ferrari-M. D. L. XII1).
Onyedinci yüzyılın en münevver addolunabilecek Fransız edibi ve mütefekkiri, Michel de Montaigne gibi geniş bir malûmat sahibinin dikkat ve alâkasını celbedecek kadar, o yüzyıl ve muhitte hâkim olan “Türklerle Lâtinlerin müşterek Troya menşei” efsanesinin, takribi de olsa, izah tecrübeleri, Türk tarihi için faydalı araştırmalara yol açabileceğinden bu meseleyi Türk bakımından ortaya koymağı düşündüm.
(Türk. Tarih Kurumu üyesi)
Alıntı Kaynak: III. Türk Tarih Kongresi
Troyadan ve troya savaşlarından bahs eden yazar, Troya halkı Luvilerden hiç bahs etmemiş hayret. Troya savaşlarının yapıldığı yıllarda Anadolu tamamen türk hakimiyetinde idi oysa. Örnek Hitit ler veya Hurriler. Sadece Türkler deyip geçiştirmiş, ama güzel bir yazı idi severek okudum. Yazarın eline sağlık.