Türklerin Afrika ile ilişkileri aslında Osmanlı Devleti ile başlamamıştır. İlk önce, Türklerin kurduğu Tolunoğulları Devleti Mısır’da egemen olmuştur. Daha sonra, çoğunluğu Türklerden oluşan Memlukların (Kölemenler) Mısır’da devlet kurduğunu görüyoruz. Bu devletlerin, Trablusgarp dahil Tunus’a kadar uzanan coğrafyada ilişki kurdukları bilinmektedir.
Ancak, Türklerin Afrika kıtası ile ilişkileri Osmanlı Devleti zamanında yoğunluk kazanmıştır. Bugün bağımsız birer devlet olan Afrika ülkelerinin kimi bütünü ile kimi de bir bölümü ile Osmanlı Devleti içerisinde yer almışlardır.
Amaç, esas olarak, Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerini aydınlatmak olduğu için, ayrıntılı tarih bilgileri vermek yerine, özetle Türklerin Afrika’daki etkilerine değinilmesi yeğlenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin ilk etkisi coğrafya dolayısıyla, Kuzey Afrika üzerinde olmuştur. 16. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin bugünkü Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ile Doğu Afrika’da Sudan’ın ve Etyopya’nın kıyılarında egemen olduğu görülmektedir.[1]
Kuzey Afrika
Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethettiği sırada, Kuzey Afrika’ya göz attığımızda, Mısır’da Memlukların egemen olduğunu görüyoruz. Suriye ve Hicaz da Memluk Sultanlarının yönetiminde idi. Ayrıca, Anadolu’daki Dulkadır Türkmen Beyliği ile Adana ve Tarsus’taki Ramazanoğulları Türkmen Beyliği de Memlukların egemenliği altında bulunuyordu.
Yine bu tarihte, Kuzey Afrika’nın Tunus ve dolaylarında Beni Hafs, Batı Cezayir’de Beni Zeyan ve Doğu Cezayir’de Beni Mürin devletleri vardı. Ancak, bu devletler Hıristiyan Avrupa devletlerinin faaliyetleri karşısında güçsüz ve etkisiz hale düşmüşlerdi.[2]
Mısır’ın Osmanlı Devleti Tarafından Alınması
Fatih Sultan Mehmet zamanında dahi Osmanlılar ile Memluklar arasındaki ilişkilerde gerginlik yaşanmıştır. Bunun sebebi, Anadolu’daki bazı beyliklerin Memluk Devleti’ne bağımlı olmaları idi. Bu durum iki devlet arasında savaşa yol açmış, Memluklar bu sırada Karaman ve Kayseri’ye kadar gelmişlerdi. Osmanlıların, Adana ve Tarsus’u alma girişimleri sonuç vermemişti.[3] Savaşın ardından 1490 yılında yapılan anlaşma bir mütareke niteliğini taşımaktaydı. Görünüşte, iki ülke arasındaki ilişkilerde bir dostluk olduğu izlenimi mevcut olmakla birlikte, Osmanlılar o zaman Memluklara karşı başarısız olmayı sindirememiştir.
O sırada, Mısır’daki Memluklar açısından iki tehlikeli hasım bulunuyordu. Bunlardan birisi Osmanlı Devleti, öteki de İran’daki Safevi Şahlığı idi. Osmanlılar ile İran arasındaki mücadele ve Osmanlıların Çaldıran Savaşında İran’ı yenilgiye uğratmış olması, Sünni olan Memlukları da sevindirmişti. İran seferi öncesinde Osmanlılar, Memlukların tarafsızlığını sağlamak ve güven vermek için girişimde bulunmuştu.
Yavuz Sultan Selim, bu politika ile, Memluklar ile Safeviler arasında bir ittifakı da önlemeyi amaçlamıştı. Ancak, Memluklar, Osmanlılar ile İran arasındaki mücadelenin sürmesinden memnundu. Bu şekilde, ülkelerinin tehlikeden korunduğu inancı mevcuttu.
Bununla birlikte, Osmanlıların Memluklara güven duymadıkları bilinmektedir. Bu nedenle, Yavuz Sultan Selim, 1516’da Mercidabık ve 1517 Rıdaniye Savaşlarında Memluk ordularını yenerek, aynı yıl Mısır’a girmiştir. Selim, böylece, Dulkadıroğulları Beyliğini, Ramazanoğullarına ait Adana ve Tarsus bölgesini, Suriye, Hicaz ve Mısır’ı Osmanlı topraklarına katmıştır. Osmanlı Devleti’nin Mısır seferi ile Doğu Akdeniz’i denetimi altına almak istediği ve İran’a yönelik bir seferde, İstanbul’dan deniz yolu ile Doğu Akdeniz’e asker sevk edebilmek için deniz güvenliğini sağlamayı amaçladığı belirtilmektedir.
Mısır’da sekiz ay kalan Selim, Mısır’daki Abbasi halifesinden halifeliği de almış ve halife ve akrabalarını, din bilginlerini, bazı mimar ve mühendisleri, bazı sanat eserlerini ve kütüphanelerdeki eserleri deniz yolu ile İstanbul’a naklettirmiştir.[4]
Profesör Dimitri Kitsikis, bu gelişmenin Osmanlı Devleti’nin geleceğini yaşamsal bir şekilde etkilediğini ileri sürmektedir. Kitsikis, Osmanlı devlet yönetiminde, Roma-Bizans geleneğinin egemen olduğunu, Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Arap ülkelerini fethetmesinden ve Halifeliği almasından sonra fanatik dini etkilerin arttığını kaydetmektedir. Kitsikis, Osmanlı Devleti’nin çöküşünün 1566’da Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü ile başladığının belirtildiğini, oysa çöküşün ondan 50 yıl önce Yavuz’un hükümdarlığı sırasında başladığını, bu bakımdan, Osmanlı Devleti’nde dini etkilerin artması açısından, Yavuz Dönemi’nin bir dönüm noktası oluşturduğunu ve bunun da Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırladığını, onun bu yanlışını ise Mustafa Kemal Atatürk’ün düzelttiğini ifade etmektedir.[5]
Kitsikis’in bu görüşlerini değerlendirmek, kuşkusuz tarihçilerin görevi olmakla birlikte, konumuz açısından, Yavuz Dönemi’nden önce Avrupa’da rönesans ve reform hareketleri ile sanat, düşünce ve dinde özgür bir ortamın oluştuğunu, bunu coğrafi keşiflerin, sanayileşmenin, aydınlanma çağının ve milli devletlerin kurulmasının izlediğini anımsamakta yarar vardır. Coğrafi keşiflerin ve sanayileşmenin de sömürgeciliği özendirdiğini, Afrika’nın da bu şekilde özgürlüğünü yitirdiğini görüyoruz.
Sömürgecilik, belirtildiği gibi, ekonomik gelişme ve sanayileşme ile ilintili olduğundan, Osmanlı Devleti’nin hiçbir zaman bir sömürgeci devlet olmadığını da kabul etmek gerekmektedir. Osmanlı Devleti, modern gelişmeleri izleyememiş, Roma ve Bizans imparatorlukları gibi bir barış düzeni geliştirmiştir (Pax Ottomanica).[6] Bu düzende, çeşitli milletlerin mevcut olduğu kabul edilmiştir. Bu bakımdan, Osmanlı Devleti’nin Asya ve Afrika’da sömürge düzeni kurduğu yolunda, özellikle bazı Arap yazarlar tarafından ileri sürülen görüşlerin ekonomik, sosyolojik ve tarihsel gerçekler ışığında bir değeri yoktur. Osmanlı Devleti’nin kendisi Avrupa Devletleri tarafından sömürge haline getirilmek istenmiştir. Böyle bir gelişmeyi de Atatürk’ün önderliğinde tarihte ilk ulusal bağımsızlık savaşını yapan Türk milleti önlemiş ve bununla da Asya ve Afrika halklarına örnek olmuştur.
Nitekim, Cezayirli yazar Mahfoud Kaddache, Osmanlı Devleti’nin Doğu ve Batı Akdeniz’de Hıristiyan devletlere karşı İslam dünyasını koruduğunu, özellikle Cezayir’in Türkler sayesinde bir felaketten kurtulduğunu, aynı dönemde, İspanya’nın işgal ettiği Güney Amerika’daki devletlerin başına gelenler göz önüne alındığında, Cezayir’in maruz kalacağı felaketin boyutlarının daha iyi anlaşılabileceğini belirtmektedir. Yazar, ayrıca, Osmanlı egemenliği altındaki üç yüzyılda, Cezayir Devleti’nin ortaya çıktığını, sınırlarının belirlendiğini, modern Cezayir geleneğinin bu dönemde başladığını, Osmanlı Devleti’nin merkeziyetçi bir imparatorluktan çok bir uluslar topluluğu olduğunu ifade etmektedir. Benzeri görüşlere Tunus ve Libya’da da rastlanmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin Mısır’ı fethetmesinin Batı Asya ve Kuzey Afrika açısından önemli sonuçları olmuştur. Bu gelişme, Osmanlıları, Akdeniz’de deniz yollarını denetim altına almaya ve öteki Kuzey Afrika ülkelerini fethetmeye yöneltmiştir. Ayrıca, Müslümanlığın kutsal kentleri Mekke ve Medine’yi ele geçirmekle, Osmanlı Devleti İslam dünyasında prestij kazanmıştır.[7]
Osmanlı Devleti’nin Irak’ta ve Mısır’da yerleşmesi, ayrıca, Hindistan yolu üzerinde etkide bulunmasına da kuşkusuz yol açmıştır. Irak’ı alan Osmanlı Devleti, Basra Limanı’na sahip olarak stratejik bir avantaj sağladığı gibi, bu durum, Portekiz tehtidi karşısında Hindistan’dan gelen çağrılar üzerine, Osmanlıların, Hindistan yolunun güvenliğini sağlamak için Kızıldeniz’e deniz seferleri düzenlemesine sebep olmuştur. Daha önce, Mısır’da egemen olan Memluklar, Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan yolunu ele geçirmeye çalışan Portekizlilerin yarattığı tehdidi önlemede yardımcı olması yolundaki çağrılara yanıt vermekle birlikte başarı sağlayamamıştı.
Osmanlı Devleti sonuç olarak, Avrupalıların Asya’ya girmelerine engel olamamakla birlikte, Doğu Afrika’ya (bugünkü Sudan ve Etyopya kıyılarına, Somali, Eritre ve Cibuti’ye) yerleşmiştir. Kuşkusuz, bu gelişmede Osmanlı Devleti’nin Mısır’da egemen olması rol oynamıştır.
Cezayir, Tunus ve Trablus’un Osmanlı Devleti’nin Yönetimi Altına Girmesi
Osmanlı Devleti’nin 1453’te İstanbul’u fethetmesi ve daha sonraki yıllarda yeni ülkeleri de fethederek, Doğu Avrupa ve Orta Doğu’da büyük bir güç haline gelmesi ile eş zamanlı olarak Avrupa’nın batısında da bunun tersine bir gelişme oluyordu. Başka bir deyimle, İslam, Avrupa’nın Doğusunda bir güç haline gelirken, Batıda, İspanya Endülüs Emevi Devleti’ni yıkıyor ve İberik yarımadasında İslam’ın mevcudiyetini yok ediyordu. Bu gelişme, daha sonra özellikle Kuzey Afrika’yı etkileyecek ve burada Osmanlı Devleti ile İspanya ya da Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasında bir çatışmanın doğmasına yol açacaktır.
İspanyollar 1492’de İberik yarımadasının yeniden fethedilmesini sağlayarak, eski İspanyol topraklarını ele geçirmiş, buradaki Arap varlığına son vermiştir. İspanyollar İslam’a karşı mücadelelerini sürdürmeyi ve bu mücadeleyi Akdeniz’in karşı kıyılarına Kuzey Afrika’ya yaymayı kararlaştırmışlardır. İspanyolların bir amacı dini nitelikte idi: İslam’a karşı mücadeleyi sürdürmek. Bir diğer amaç da Endülüs’ten kaçan sığınmacıları kabul eden Mağrep ülkelerini ve İspanya’da kalan Müslüman asilere yardım eden Mağrep’teki Müslüman korsanları cezalandırmak idi. Tüm Mağrep halkı ve özellikle Cezayir İspanya’nın gerçek bir tehdidi altında bulunuyordu. Bu durumda, Cezayirliler, İspanyollara karşı direnmek için Türk korsanlarına, Barbaros kardeşlere başvurmuştur.[8]
Bu yıllarda, Türk denizcilerinin Akdeniz’de etkin oldukları görülmektedir. Bunlardan iki kardeş Oruç ve Hızır Reisler, aslen Ocakzade yani babası ve soyu tımarlı sipahi olan bir Türk ailesinden olup Selanik ile Manastır arasındaki Yenice-i Vardar kasabasından idiler. Midilli’ye yerleşen Sipahi Yakup’un dört oğlu da denizciliğe heves ederek gemi ile korsanlığa başlamışlardır. Bunlardan, Oruç ve Hızır Reis denizcilikte çok etkili olmuşlardır. Hıristiyan denizcilerle mücadelelerini sürdüren bu iki kardeş, Trablus ile Tunus arasında bulunan Cerbe adasına (bugün Tunus’a aittir) yerleşerek burayı kendilerine üs yapmışlardır. Türk denizcileri, Cezayirlilerin çağrısı üzerine İspanyollarla savaşarak 1516’da Cezayir’i işgal etmişlerdir. Daha sonra, İspanyollarla çatışmalar sürmüş ve Oruç Reis şehit olmuştur. Ancak, Hayrettin Hızır Reis 1518’de Cezayir’de egemenliğini kurarak Cezayir Emiri olmuş ve Yavuz Sultan Selim’in yardımını talep etmiştir. Baba Oruç’un adı Hıristiyanlar tarafından Barbaros olarak çağırılmış, daha sonra bu ad Hayrettin Hızır için de kullanılmıştır. Osmanlı Devleti, başvurusu üzerine Hayrettin’e savaş ve gemi malzemesi göndermiştir. Osmanlı Devleti’nin himayesine girdikten sonra, Cezayir Emiri Hayrettin, Barbaros Hayrettin Paşa unvanını alarak, Akdeniz’de İspanyollara karşı mücadeleyi sürdürecektir.[9]
Osmanlı Devleti, İspanyollar ile yapılan savaşlarda, 1510-1551 yıllarında Trablus üzerinde egemenlik kurmak için çaba harcamış ve bu yıllarda İspanyolların egemenliğinde olan Trablus 1551’de Osmanlı Devleti’ne bağımlı hale gelmiştir.
İspanyollar keza Tunus’u da ele geçirmek için mücadele etmişler ve bu mücadelelerin sonunda,Osmanlılar başarılı olmuş ve Tunus 1574’te Osmanlı Devleti’ne bağlanmıştır.
Bu arada Fas’ın konumuna da değinmekte yarar vardır. Aslında, İspanya ve Portekiz, anlaşma yaparak Kuzey Afrika’yı aralarında nüfuz bölgelerine ayırmışlardı. Buna göre, Cezayir, Tunus ve Trablus’ta İspanyolların etkisini kabul eden Portekiz buna karşılık Fas’ı nüfuzu altına almak istemişti.
Fas’ta Hazreti Muhammed’in torunu Hasan bin Ali’nin soyundan olduğunu ileri süren bir hanedan egemen idi. Bu hanedan da Osmanlı Devleti’nin İslam’ın önderi konumuna gelmesinden memnun gözükmüyordu. Fas, jeopolitik zorunluluklardan dolayı, İspanya ile iyi geçinerek bağımsızlığını korumuş, İspanya’nın nüfuzunun zayıflaması ile de Portekizliler ile uyuşmuş, aynı zamanda İspanya’nın dostluğunu yitirmemeye de özen göstermiştir. Fas’ın bu politikası Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki etkisinin daha da yayılmasını engellemiştir. Zira, Portekiz, o sırada, Hindistan sularında geniş ölçüde başarı kazanmış ve Batı Afrika kıyılarında da önemli noktaları ele geçirmiştir. Daha sonra, Osmanlı-Fas ilişkilerinde bir düzelme görülmüştür.
Osmanlı Devleti’nin Cezayir, Tunus ve Trablus’u ele geçirmesi ve Fas ile ilişkilerinin iyileşmesi, Osmanlıların Siyah Afrika ile komşu olması ve Büyük Sahra’daki kabilelerle ve Devletlerle ilişki kurması sonucunu doğurmuştur.
Nitekim, 1551’den 1556’ya kadar Cezayir Beylerbeyliği yapan Salih Paşa, 4000 Türk askeri ve 8000 Arap gönüllüsü ile Güney Cezayir’e, oradan Tell Atlasları’nı ve Sahra Atlaslarını geçip Büyük Sahra’ya inmiştir. Bu sefer sonunda, Büyük Sahra’daki kabileler yıllık vergiye bağlanmış ve Salih Paşa 5000 Tuareg ve Berberi esirle Cezayir’e dönmüştür. Bu şekilde, Türkler, ilk kez Büyük Sahra’da bu kadar Güneye inmiş oluyorlardı.
16. yüzyılın sonlarında Trablusgarp (bugünkü Libya) Valisi olan tanınmış Türk Amirali Turgut Paşa (Turgut Reis), Büyük Sahra’da egemen büyük bir Siyah Afrika Devleti olan Müslüman Kanem- Bornu Sultanlığı ile Osmanlı Devleti arasında dostluk ilişkilerinin temelini atmıştır. Kanem-Bornu Sultanlığı, bugünkü Kuzey Nijerya, Nijer, Çad ve Kuzey Kamerun’un toprakları üzerinde kurulmuştu. Bu konuda ilgili bölümde daha ayrıntılı bilgi verilecektir.[10]
Hint Deniz Seferleri ve Osmanlı Devleti’nin Doğu Afrika Kıyılarına Yerleşmesi
Daha önce de belirtildiği üzere, Portekizliler, Güney Afrika’yı dolaşarak Ümit Burnu yolu ile Hindistan’a gelmeyi keşfettikten sonra, bu bölgede Osmanlı Donanmasını karşısında bulmuştur.
Osmanlı Devleti’nin Mısır ve Suriye’yi işgalinden önce, Batı Hindistan’daki Gucerat hükümdarı I. Mahmud Han, Memluk Sultanı Kansu Gavri’ye başvurarak Portekizlilere karşı yardım istemiştir. Memluk Sultanının gönderdiği filo Hindistan’dan başarısız dönmüştür. Memlukların sahneden çekilmesinden sonra Osmanlı Devleti aynı nitelikte yardım talebi ile karşı karşıya kalmıştır.
Esasen Yavuz zamanında Irak’ın fethi ile Basra’ya inen Osmanlı Devleti, Hindistan’dan gelen yardım talebi üzerine, Süveyş donanmasını oluşturmuş ve Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa’nın komutasındaki Osmanlı Filosu Kızıldeniz’in kapısı olan Aden’i zaptetmiştir. Aden’in fethi, Mısır, Hicaz, Yemen ve Habeşistan’ın güvenliğinin korunması için önem taşımaktaydı. Daha sonra, Piri Reis, Murad Reis ve Seydi Ali Reis’in komutasındaki Osmanlı filoları ile Portekizliler arasında bir dizi deniz savaşları yapılmıştır. Ancak, Osmanlı Devleti Portekiz’in ve daha sonra Hollanda’nın Asya’ya girmesini önleyememiştir.[11]
Bu şekilde Türkler, bazı başarılar elde etmelerine karşın, Portekiz’in üstünlüğü ile baş edememiştir. Zira, Osmanlı Devleti Akdeniz’deki gemicilik tekniği ile yapılmış gemilerle Hint Okyanusu’na gitmişti. Oysa, bu gemiler Hint Okyanusu’nun dalgalarına karşı dayanıklı değildi. Portekiz’in yüksek gemilerinin bu koşullara uygun olması dolayısıyla, Portekiz donanması Osmanlı donanması karşısında teknik üstünlüğe sahip olmuştur.[12]
Bu gelişmeye karşın, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Özdemir Paşa ve oğlu Özdemiroğlu Osman Paşa komutasındaki Türk kuvvetleri, Doğu Afrika’da Eritre, Cibuti, Somali, Sudan kıyıları ve Habeşistan’ın bir bölümünü Osmanlı topraklarına katmışlardır. Böylece, Kuzey Afrika’dan sonra, Doğu Afrika toprakları ya doğrudan doğruya ilhak edilmiş ya da İstanbul’a tabiiyet yolu ile bağlanmıştı.
Kanuni’den sonra, Osmanlılar, Doğu Afrika’da daha da güneye inmek için denemede bulunmuşlardır. XVI. yüzyılın sonlarında Ali Bey adında bir Türk Amiralinin Sultan III. Murad zamanındaki girişimleri dikkati çekmiştir. Salih Paşa’nın Büyük Sahra, Özdemir Paşa ve oğlu Osman Paşa’nın Sudan ve Somalı keşif seferlerinden sonra Ali Bey’in Doğu Afrika kıyılarını dolaştığını görüyoruz. Ali Bey’in seferleri hakkında Türk kaynaklarında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Yemen Eyaleti’nde Sancak Beyi olan Ali Bey’in Doğu Afrika’daki etkinlikleri hakkındaki bilgiler Portekiz kaynaklarında yer almıştır. Ali Bey, Oman’ın Maskat Limanı’nı ele geçirerek ün kazanmıştır. Maskat’ı daha önce Piri Reis fethetmiş ise de Portekizliler daha sonra Maskat’ı geri almışlardı.
Ali Bey, 1584’de Aden limanından hareket ederek Hint Okyanusuna çıkmış, Güneye doğru yol alarak, Somali kıyılarını baştan başa geçmiş, Ekvator çizgisini Güneye doğru aşarak, Mombasa’nın 100 kilometre güneyindeki Malindi limanına demir atmıştır (bugünkü Kenya). Oldukça önemli bir kuvvete sahip olan Ali Bey, Aden’e dönmüş, ancak Kenya’da bıraktığı memurlar Türk idaresini devam ettirmiştir.
1584 seferinin başarısı üzerine, Yemen beylerbeyi 1589’da Ali Bey’i tekrar Doğu Afrika’ya göndermiştir. Ali Bey, 4 kadırga ve birçok küçük savaş ve taşıt gemisiyle Kenya’ya gelmiştir. İngiliz tarihçisi Dames, “Osmanlı Hükümeti Hint Okyanusu’na daha büyük bir filo gönderebilseydi, bütün Doğu Afrika yüzyıllarca Türklerin olurdu” demektedir.
Doğu Afrika halkı Türkleri iyi karşılamıştı. Ancak, İstanbul Hükümeti bölgeye ilgi göstermiyordu. Ali Bey Mombasa’da iken, 5 Mart 1589’da Portekiz donanması Mombasa’ya girmiştir. Baskına uğrayan Türk filosu yakılmış, Ali Bey esir edilerek Lizbon’a götürülmüştür. Türk leventleri güneye doğru Tanganika’ya (bugünkü Tanzanya) kaçmış ve orada vahşi yerliler tarafından öldürülmüşlerdir.[13]
Osmanlı kaynakları Ali Bey’den Serüvenci Ali Bey olarak söz etmektedir.
Habeş Eyaleti’nin Kurulması
Mısır’ın fethinden sonra, Osmanlı Devleti bugünkü Sudan’da bulunan Nubya ile komşu olmuştu. Ayrıca, karadan Habeşistan ve Zengibar (bugünkü Tanzanya) ve denizden Hindistan ile temasa geçmişti.
O dönemde, Hindistan, Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Doğu Akdeniz arasında büyük bir ticaret yolu mevcut idi. Baharat, madenler, kıymetli taşlar bu ticarette önemli yer tutmaktaydı. Ayrıca, Sudan ve Habeşistan’ın Altın ticaretinde önemli rolü bulunmaktaydı. Altın, bu bölgeden Akdeniz’e naklediliyordu. Portekizlilerin bu önemli ticaret yolunu denetim altında tutma çabaları ve Osmanlı Devleti’nin Hint deniz seferleri ile Portekizlilerin bu çabalarını önleme girişimleri hakkında yukarıda bilgi verilmişti. Türk kaynakları da, Osmanlı Devleti’nin Portekizlilere engel olamamasının nedenini, Portekizlilerin açık deniz için yapılmış ve en son teknolojik yenilikleri içeren gemilerden oluşan donanmaya sahip olmaları ile açıklamaktadırlar.
Osmanlıların Hint deniz seferleri, Osmanlı Devleti ile Portekiz arasında, Habeşistan’ın kontrolünü ele geçirme mücadelesine de sahne olmuştur. Zira, Habeşistan, Hindistan yolu üzerinde stratejik konumunun yanı sıra, altın ve madenler bakımından da zengin büyük bir ülke idi. Habeşistan’ın (bugünkü Etyopya) kuzeyinde merkezi Harar olan bir Müslüman devleti bulunmaktaydı. Habeş Hükümdarı II. David, Portekizlilerle temasta idi. Habeş kaynakları Harar’daki Müslüman devleti ile Osmanlıların ittifak yaptıklarını ve Osmanlı Devleti’nin silah yardımında bulunduğunu bildirmektedir.
Osmanlı Devleti’nin Habeşistan’a seferler düzenleyerek bölgeyi ele geçirme girişiminin ekonomik nedenleri de vardır. XVI. yüzyılda Avrupa’da başlayan değerli maden bunalımı Osmanlı Devletini de etkilemiştir. Bu arada altının gümüşün yerini aldığı, Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’ya gümüş akınının başladığı, yeni altın kaynaklarının bulunmasının ivedi sorun haline geldiği bilinmektedir. Habeşistan’ın bu açıdan zengin olması, Hindistan yolu üzerindeki önemine ek olarak, ayrıca değerini arttırıyordu. Bu durum, Osmanlıların Habeşistan’a seferler düzenleyerek, 1554-1560 yıllarında Portekiz ile süren uzun mücadelenin ardından bölgeyi ele geçirmeleri ile sonuçlanmıştır.
Özdemir Paşa komutasındaki Türk kuvvetlerinin Doğu Afrika’da yaptığı harekatın sonunda 1555’te Habeş Beylerbeyliği kurulmuştur. Eyalet merkezi olan Sevvakin’den nakledilen kuvvetler ile Habeşistan’ın önemli limanı Massava ve ona bağlı topraklar da Osmanlı Devleti tarafından ele geçirilmiştir. Özdemir Paşa’nın vefatından sonra Özdemiroğlu Osman Paşa 1561 yılında Habeş Eyaleti valisi olmuştur.[14] Habeş Eyaleti, bugünkü Sudan’ın kıyılarını, Somali, Eritre ve Cibuti devletleri ile bugünkü Etyopya’ya ait bazı toprakları kapsamaktaydı. Keza, bugünkü Etyopya’nın kuzeyinde bulunan Harar bölgesi de Osmanlı Devleti’ne bağlanmıştı. Böylece, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Kuzey Sudan’ı ve Habeşistan topraklarını ele geçiren Osmanlı Devleti’nin egemenliği, yerel hükümdarlar tarafından tanınmıştır. Bu ülkeler, Osmanlı Devleti’ne vergi vermeyi kabul etmişlerdir. Ancak, Osmanlı Devleti’nin Anadolu ve Balkanlar’daki uygulamasında olduğu gibi Osmanlı valileri bu bölgede de, Hıristiyanlığı yok etmeye çaba harcamamışlardır. Bu bakımdan, Osmanlı egemenliğinin sınırlarının nereye kadar ulaştığı açık biçimde belirgin değildir. Bu bölgeye Habeş Eyaleti adını veren Türkler, Arapların kullandığı Habeşistan sözcüğünden yararlanmıştır. Avrupalılar da aynı sözcükten esinlenerek bölgeyi “Abyssinia” olarak tanımlamışlardır.[15] Ancak, daha önce de belirtildiği gibi, Habeşistan, bugünkü Etyopya Devleti ile tam olarak örtüşmemektedir.
1805’te Mısır’da yönetimi ele geçiren Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Nil sularının geldiği Sudan’a ilgi göstermiştir. Bu ilginin bir nedeni de altın ve esir ticareti olmuştur. Mısır şeklen de olsa Osmanlı Devleti’ne ait olduğundan, Sudan’a Mısır üzerinden düzenlenen seferler ile Sudan’da bir Osmanlı yönetimi kurulmuştur. Sudan tarihçileri bu döneme “El Türkiyya’’ adını vereceklerdir. Daha sonra 1875’de Mısır’a yerleşen İngiltere, Sudan’a ilgi göstererek bu ülkeyi ele geçirmeye çalışmış ve uzun mücadeleden sonra bunda başarılı olmuştur. Ancak, Sudan, 1821-1885 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin bir vilayeti olmuştur. Sudan konusuna ayrı bir bölümde değinilecektir. İtalyanlar da XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Habeşistan’a ilgi duymuşlardır. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi, İtalyanlar Habeşistan’a saldırmalarına rağmen yenilecek ve bu ülkeyi ele geçiremeyeceklerdir. Bununla birlikte, Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın sonlarında dahi, Habeş Eyaleti ve bölge üzerinde hak iddia ediyordu.
Osmanlı Devleti’nin Siyah Afrika ile Dostluk İlişkileri ve Kanem-Bornu Devleti ile Yaptığı İttifak
“Trablus Beğlerbeğisine hüküm ki
Halâ Karalar taifesinden Bornu hakimi südde-i saadetimize beş kişi ile ademisin gönderdüğü i’lam olundu buyurdum ki vusul buldukda müşarünileyh onun gibi atebe-i ‘ulyamıza beş kişi ile ademlerin gönderir ise Trablus askerinden Müşarünileyhin yirmi nefer yarar atlu karşu göndersünki sana vasıl olunca memerr ve ma’berlerde mezburlara kimesne zarar ve gezend eriştirmek ihtimali olmayup süddei saadetime gelmelü oldukların dahi yanlarınca yarar adem koşup defterlerin sancağı beği ‘İsa dame ‘ızzehunun dahi ademisile Kaid Ferhad gemisile emin ve salim atebe-i ulyama irsal ve isal eyliyesiz.
Fi 20 Zilhicce sene 981
(Mühimme Defterleri no. 24, 2. 130, hüküm 359)”[16]
Yukarıdaki belge, Trablusgarp beylerbeyine gönderilen, Kanem-Bornu Devleti’nin İstanbul’a göndereceği Elçi heyeti ile ilgili bir emirdir. 13 Nisan 1574 tarihli bu belgede, gelen elçilik heyetinin karşılanması için 20 kişinin yollanması ve İstanbul’a gelecekleri zaman da, Fizan Sancak Beyi İsa’nın adamları ile birlikte, Kaid Ferhad’ın gemisi ile heyetin gönderilmesi Trablusgarp beylerbeyinden istenmektedir. Kanem-Bornu Devleti Elçisi Elhac Yusuf’un İstanbul’da dört yıl kaldığı ve 1579’da ülkesine döndüğü belgelerden öğrenilmektedir.
Kanem-Borno Sultanlığı, özellikle 16. yüzyılda doruk noktasına ulaşmış olan büyük bir Müslüman Siyah Afrika Devleti’dir. Bu devlet, bugünkü Kuzey Nijerya, Çad, Nijer devletleri ile Kuzey Kamerun’u kapsamaktaydı. Osmanlı Devleti’nin Kanem-Bornu ile ilişkileri, bugün Siyah Afrika’nın anılarında canlılığını koruması ve bunun da Türkiye’ye yönelik sıcak duygulara sebep olması dolayısile, Batı ve Afrika kaynaklarında önemli yer almaktadır.
Elhac Yusuf’un Elçilik heyetinin İstanbul’a gelişi sırasında Osmanlı padişahı, Sultan III. Murat’tır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’yı fethinden sonra, Osmanlılar Kanem-Bornu Devleti ile esasen komşu olmuşlardı. İki ülke arasındaki ilk dostluğu Trablusgarp Valisi Turgut Paşa (Amiral Turgut Reis) kurmuştur. Kanem-Borno sultanının 1555’de Turgut Paşa ile anlaşma yaptığı bazı kaynaklarda belirtilmekte ise de, bu anlaşma ile ilgili belgeye Osmanlı arşivlerinde rastlanmamıştır.[17] 1555’te Turgut Paşa ile Bornu Hükümdarı Mai Mohammed’in gönderdiği bir Elçi arasında Trablus’da bir ittifak anlaşması imzalandığı, bunun dostluk ve ticaret ittifakı olduğu da belirtilmektedir.[18] O sıralarda, Osmanlı Devleti’nin Fizan sınırlarının Çad gölü havzasına kadar uzandığı ve Osmanlıların Kanem-Bornu ile sınırdaş olduğu kaydedilmektedir.
Bu dönemde, Kanem-Bornu Sultanı Mai İdris Aloma’dır. Onun zamanında, Kanem-Bornu Devleti güçlü bir İslam devleti niteliğini kazanmış ve gerek Fas gerek Osmanlı Devleti ile eşitlik esası üzerinden ilişkiler kurmuştur.[19]
İdris Aloma’nın ateşli silahlara sahip askeri birliklerinin mevcut bulunduğu, bunların Türkler tarafından eğitildiği, ancak ordusunun bir bütün olarak disiplinli ve uyumlu olduğunun söylenemeyeceği de bazı kaynaklar tarafından ileri sürülmektedir.[20]
Bazı kaynaklar da, Türklerin Kanem-Bornu’ya askeri alanda yaptığı teknik yardımın, İdris Aloma’nın civardaki kabilelere ait toprakları fethetmesine yardımcı olduğunu, hatta maiyetinde bazı Türk askerlerinin de bulunduğunu belirtmektedirler.[21]
Osmanlı İmparatorluğu ile Kanem-Bornu Devleti arasındaki ilişkiler, siyasal ve ekonomik çıkar ortaklığına dayanan stratejik nitelikli bir dostluk niteliği kazanmıştır. Osmanlı imparatorunun, aynı zamanda İslam’ın halifesi sıfatını taşımasına karşın, bu iki Müslüman devlet arasındaki dostluk, özü bakımından, din öğesini ön planda tutmamıştır.
Osmanlı Devleti’nin Kanem-Bornu ile ilişkilerine verdiği önem altın ticareti ile bağlantılıdır. Daha önce de belirtildiği üzere, o zaman ‘’Bled es Sudan’’ (Arapça siyahlar ülkesi) olarak tanımlanan toprak parçası Doğu Afrika’daki bugünkü Sudan’dan başlayarak Batı Afrika’ya kadar uzanmaktaydı. Bugünkü Kuzey Nijerya, Kuzey Kamerun, Mali, Çad ve Nijer devletleri de Sudan’ın bir parçası idi. Bu bakımdan sömürge döneminde Sudan, batıda Fransız Sudan’ı, doğuda İngiliz Sudan’ı olarak adlandırılacaktır. Bu bilgiler ışığında, Kanem-Bornu Devleti’nin de Büyük Sudan’ın içerisinde yer aldığı görülmektedir.
Altın ticareti 16. yüzyılda büyük önem kazanmıştır. Altının kaynağı bugünkü Sudan ile Batı Afrika’daki Altın Sahili (Ghana Cumhuriyeti) idi. Toz halindeki altın Büyük Sahra yolu ile Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da Cezayir, Tunus ve Trablus’taki limanlarına nakledilmekteydi. Ekonomi ve ticaret için gerekli olan altını elverişli koşullarda sağlamak Osmanlı Devleti için önem taşımaktaydı. Zira, Osmanlılar altın para sistemini kullanıyordu. Portekizliler ise o sırada Batı Afrika’da belli başlı limanları ele geçirmiş ve altın yolunu Batı Afrika kıyılarına çekmeye çalışıyordu. Bu amaçla da Fas’tan yararlanma gayreti içindeydi.
Altın yolu üzerinde bulunan Kanem-Bornu Devleti ile iyi ilişkiler kurarak altın yolunun güvenliğini sağlamak ve Kanem-Bornu’yu Fas’a karşı güçlü kılmak Osmanlı Devleti’nin çıkarları gereği idi.[22] Ayrıca, Amerika’nın keşfinden sonra, zengin gümüş yataklarının bulunması ve Avrupa’ya Amerika’dan bol miktarda gümüş nakledilmesi uluslararası ticaret sisteminde Avrupa’ya ek avantajlar sağlamıştı.
Kanem-Bornu Devleti de Kuzey Afrika’ya giden Altın yolunun güvenliğine karşılık, Mekke ve Medine ile Kanem-Bornu arasındaki hac ve ticaret yolunun güvenliğini sağlamasını Osmanlı Devleti’nden istemiştir. Çok sayıda hacının kutsal yerleri ziyaret etmesi ve bu yolun aynı zamanda önemli bir ticaret yolu olması sebebile, Kanem-Bornu bölgeye egemen olan Osmanlı Devleti’nin gerekli güvenliği sağlamasına önem vermiştir. Bu konudaki talepler, Osmanlı Padişahı ile Kanem- Bornu sultanı arasında Elçilik heyeti aracılığı ile yapılan yazışmalara konu teşkil etmiştir. Kanem- Bornu, ayrıca, Fizan’daki Kıran Kalesi’nin kendisine terk edilmesini Osmanlı Devleti’nden istemiştir.
Osmanlı Devleti, Kanem-Bornu’nun Fizan’daki Kıran Kalesi’ne ilişkin talebini reddetmiştir. Osmanlı Sultanı III. Murat, Kanem, Bornu Sultanı İdris Aloma’ya gönderdiği mektupta şunları ifade etmiştir:
Elçiniz, Kıran (Fizan) adlı kalemizin size verilmesini istediğinizi haber verdi. Malumunuzdur ki kaleleri ve bir adım toprağı başkalarına vermek babalarımızın ve dedelerimizin adeti değildir.” (Mühimme Defterleri, no. 30, sayfa 212, hüküm no. 494).[23]
Kanem Bornu Devleti ile eş zamanlı bir önemli Siyah Afrika Devleti de, Kanem-Bornu’nun batısındaki Songhay Devleti idi. Songhay Devleti’nin parlak döneminde başkenti Gao, Trablus ve Mısır ile yapılan altın ticaretinde önemli bir zenginlik merkezi olmuştu. Ancak, 1591’de Fas, Songhay Devletini fethetmiş ve bu altın ticareti sona ermiştir.[24] Osmanlı Devleti’nin Kanem-Bornu Devleti ile ilişkileri, Türklerin dört yüz yılı aşkın bir süre önce, Siyah Afrika ile siyasal ve ekonomik ilişkiler kurmuş olduğunu göstermesi bakımından kuşkusuz ilginçtir. O dönemde İstanbul’dan gelen malların Sahranın güneyindeki Siyah Afrika pazarlarında satılmakta olduğu, bugün dahi, Afrikalılar tarafından anlatılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin Bugünkü Nijer ve Çad’da Kurduğu İlçeler
Osmanlı Devleti Fizan sınırının stratejik önemini dikkate alarak, Büyük Sahra üzerindeki egemenliğini yaymayı amaçlayan bir politika izlemiştir. Büyük Sahra’da yüzyıllardır göçebe olarak yaşayan iki büyük topluluk vardır: Tibular (Fransızlar Toubou olarak adlandırmışlardır) ve Osmanlı belgelerinde Tevarik olarak adlandırılan Touaregler. Sahra’nın yerli halkı olan bu topluluklar dağınık halde yaşamaktaydılar. Bu topluluklar huzur içinde oldukları sürece, Akdeniz kıyıları ile Bled es-Sudan bölgeleri arasında ticaret ve hac kervanları güvenlik içinde gidip gelmişlerdir. Bu toplulukların himayesine girmeyen kervanlar sıkıntılarla karşılaşmışlardır.[25] Osmanlı Devleti için bölgenin Fizan Sancağı’na bağlanması ticari gelir getiren konumundan çok, Afrika’nın içlerindeki Müslümanların korunması açısından da gerekliydi. Fizan’ın güneyinde Kanem-Bornu dahil güçlü Siyah Afrika devletleri yıkılmıştı. Osmanlıların Sahradaki etkinlikleri Fransızların kuzeye doğru ilerlemelerine olanak vermiyordu. XIX. yüzyılda Osmanlılar Fizan’ın güney batısındaki yerel yöneticileri Osmanlı egemenliğini kabul etmeye ikna etmişler ve Çad’ın kuzeyinde Tbesti bölgesini bir ilçe haline dönüştürerek başına bir kaymakam atamışlardır (1884). Reşade (Çad) ilçesi de 1880’de kurulmuş bulunuyordu. XX. yüzyılın başında da (1911) Kavar (Nijer) ilçesi kurulmuştur.[26]
Osmanlı Devleti’nin bu etkisi Fransa’nın Büyük Sahra’nın derinliklerine nüfuz etmelerine engel olmuştur. Ancak, Fransa Büyük Sahra’yı ele geçirmek için çabalarını sürdürmekteydi. Nitekim, İngiltere ile Fransa 1890 ve 1899 yıllarında aralarında yaptıkları anlaşmalar ile Büyük Sahra’yı paylaşmışlardır. Bugünkü Sudan’ın kuzeybatısındaki Darfur’u İngiltere’nin nüfuzuna bırakan Fransa, Büyük Sudan’ın batısını kendi nüfuz alanına katmıştır. Osmanlı Devleti, bölgenin Trablus Vilayetinin hinterlandı olduğunu ileri sürerek bu paylaşmayı kabul etmemiştir. Sahra’nın paylaşılması ayrı bir konu olarak ele alınacaktır.
Cezayir, Tunus ve Trablusgarp Osmanlı Devleti’nde Garp Ocakları adı altında özerk bir yönetime sahipken, Fransa 1830’da Cezayir’i, 1881’de de Tunus’u ele geçirmiştir. Bu sebeple, Trablus Vilayeti doğrudan İstanbul’dan yönetilmeye başlanmış, Çad ve Nijer’deki ilçeler de bu Vilayet içinde yer aldıklarından, doğrudan İstanbul’a bağlanmışlardır.
Sudan’ın Osmanlı Yönetimine Girmesi
Yukarıda da belirtildiği üzere, Sudan’ın Kızıldeniz’deki kıyıları daha önce Hint deniz seferleri sırasında Osmanlı topraklarına katılmış ve Sudan’ın bu bölgesi Habeş Eyaleti’ne bağlanmıştı. Bugünkü Sudan’ın Osmanlı Vilayeti olması Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır Valisi olmasından sonra gerçekleşmiştir. 1821’de Sudan’ın Osmanlı Vilayeti haline gelmesinden sonra Camilerde Osmanlı padişahı adına hutbe okunmaya başlanmıştır.
Mısır’ın Sudan’a ilgi göstermesinin sebebi Mısır’ın güneyindeki, Nubya ile Sudan’ın altın bakımından zengin olmasıydı. Bir diğer sebebin de köle ticareti olduğu belirtilmektedir. Sudan’dan getirilecek esirlerden sağlanacak gelirin hazineye önemli gelir sağlayacağı hesap edilmişti.[27] Aslında, Firavunlar Dönemi’nde de Mısır Afrika’da Ekvator’a kadar uzanan bölgeye önem vermişti. Zira, coğrafya bakımından bu bölge Nil vadisinin bir uzantısı durumunda olup, doğal sınır bulunmadığından bir bütünlük göstermektedir. Afrika kabilelerinin yukarı Mısır’a sızmalarını önlemek Firavunların da hedefi olmuştur.
Mısır ordusunun Sudan’a kadar inmesi ile yol üzerinde Memlukların son direnme noktalarının da tasfiye edilebileceği düşünülmüştür. Ordunun seferine bilimsel araştırma misyonu görüntüsü verilmesine karşın, hedefler arasında Habeşistan’ın da bulunduğu belirtilmektedir. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İsmail Paşa komutasındaki Mısır kuvvetleri Sudanlıları yenilgiye uğratarak, 27 Mayıs 1821 tarihinde Mavi Nil ile Beyaz Nil nehirlerinin birleştiği noktaya ulaşır. İki yıl sonra, buraya Mehmet Ali Paşa da gelecek ve Mavi Nil ile Beyaz Nil nehirlerinin birleştiği noktada kurulacak Sudan Vilayetinin başkentinin yerini gösterecektir. İki nehrin, birleştikleri yerde fil hortumuna benzer bir görünüm vermelerinden dolayı Hartum olarak adlandırılan bu yerleşme yeri daha sonra bugünkü Sudan’ın başkenti olacaktır. Altın bakımından zengin olduğu sanılan Mavi Nil’in tam bir düş kırıklığı yarattığı, esir ticaretinin de başarılı olmadığı bildirilmektedir. İsmail Paşa’dan sonra İbrahim Paşa’nın Darfur bölgesini ele geçirme girişimi, kendisinin hastalanması ve birliklerinin de çeşitli hastalıklardan dolayı bitkin düşmesinden sonra başarısız kalmıştır. Mehmet Ali Paşa’nın oğulları olan İbrahim Paşa’nın hastalığı ve İsmail Paşa’nın da bu arada vefatı Afrika’nın içlerine doğru ilerleme tasarısının sonu olmuştur.
Sudan’ın ele geçirilmesinden sonra, Türkler “Kaşiflik’’ adını verdikleri dört yönetim birimi kurmuşlardır. Sudan’da sükunetin sağlanmasından sonra, Türkler yeni toprak parçalarını ele geçirme girişiminde bulunmuşlardır. Salim Kapudan adlı bir Türk denizcisinin 1839-1842 yıllarında yaptığı seferler sonunda, Beyaz Nil nehrinin ileri noktalarında o zamana değin bilinmeyen topraklar keşfedilmiştir. Daha sonra, Mavi Nil’in derinliklerindeki topraklar üzerinde Muhafaza adı verilen yönetim birimi kurulmuştur.
Bu şekilde, Sudan’da, Sudanlı tarihçiler tarafından “El Turkiyya” adı verilen Türk yönetimi başlamıştır. Askeri bir yönetim olan Osmanlı egemenliğinde büyük toprak sahiplerine toprak mülkiyeti edinme hakkı tanınmış, yabancı ülkelere tanınmış kapitülasyonların Sudan’a girmesine direnç gösterilmiştir. Valilerin asker kökenli olmalarına karşılık, yönetimde dil olarak Türkçenin üstün olduğu, Mısırlılar ile Avrupalıların da mevcudiyetinin, Türkçe’nin bu üstünlüğü üzerinde olumsuz etki yaptığı belirtilmektedir. Ancak, bu durum, Sudan diline çok sayıda Türkçe sözcüğün girmesine engel olamamıştır. Sudan’daki Türk yönetimi ile Nubya Nil Vadisi ve Darfur birleşmiş ve ülkede merkezi bir yönetim kurulabilmiştir.[28]
1875’de İngiltere’nin Mısır’ı nüfuzu altına almasından sonra, Britanya İmparatorluğu’nun Sudan’a özel bir ilgi göstermesi dikkati çekmektedir. Sudan’ın sömürgecilik çıkarları çerçevesinde ve stratejik açıdan İngiltere için taşıdığı öneme ek olarak, Mısır’ın tarım potansiyelinin daha da geliştirilmesinin tamamı ile Nil sularına erişebilme olanağına bağlı olduğu gerçeğini göz önünde tutan İngilizler, Mısır adına yeni toprak parçalarını ele geçirme girişimlerini sürdürmüşlerdir. 1899’da, Sudan’da İngiliz-Mısır Ortak Egemenliği Anlaşması imzalanmıştır (The Condominium Agreement). Ancak, Anlaşma kağıt üzerinde kalmış, Mısırlılar yönetime sokulmadığı gibi, Sudan işlerine de karıştırılmamıştır.[29]
Güney Afrika’da Türkler
Portekizli denizci Vasco da Gama’nın, Güney Afrika’nın en uç noktası olan Ümit Burnu dolaşarak, Hindistan yolunu bulmasından sonra, ilk başlarda, Portekiz ve Hollanda bu yoldan Asya’ya açılmak ve ticaret yollarında üstünlük sağlamak girişiminde bulunmuşlardır. Ancak, Hindistan ve Çin ticaret yolu üzerinde önemli bir stratejik konumu olan Güney Afrika’ya Hollandalılar yerleşmişlerdir. Bununla birlikte, daha sonra, Britanya İmparatorluğu’nun, güçlü bir sömürge devleti olarak ortaya çıkmasından sonra, İngiltere Güney Afrika’yı ele geçirmiştir.
Hollanda, Güneydoğu Asya’ya yerleşmek üzere, gemilerle göçmen götüren Hollanda Doğu Hint Şirketi aracılığı ile Güney Afrika’ya girmiştir. 1652’de Hollanda Şirketi, Cape Sömürge Valiliği’ni kurmuştur. Ancak, XVIII. yüzyıl başlarında, Hollanda, büyük devlet olma niteliğini kaybetmiş, güçlü bir denizci devlet olarak beliren İngiltere, ilk olarak 1684’te Güney Afrika’ya ayak basmış ve 1755 yılından itibaren de bölgede üstünlük kurmuştur.
Güney Afrika’da, bu ülkeye gelerek yerleşen Hollandalılar ve İngilizler dışında, Hindistan alt- kıtasından gelmiş bulunan ve önemli bir bölümü Müslüman olan bir nüfus da, yerli halk ile birlikte yaşamakta idi.
Güney Afrika’nın İngiliz yönetimine geçtiği sırada nüfusu 3 milyon olan Müslüman toplumunun eğitimine ihtiyaç duyulmuştu. Güney Afrika’daki Müslüman toplumun, İslam dünyasından uzak yaşamaları dolayısıyla dini bilgilerinin yeterli olmadığını, batıl inançlara dayanan gruplaşmalar olduğunu, bu durumun da sık sık çatışmalara yol açtığını gören İngiliz yönetimi bu durumdan rahatsızlık duymaktaydı. Esasen, hacca giden Güney Afrikalı Müslümanlar da kendi ibadet ve inançlarının diğer Müslümanlarınkinden farklı olduğunu görmüşlerdi.[30]
1861 yılında Güney Afrika’daki Müslümanlar İngiliz Genel valisine başvurarak, İslam Dünyasının koruyucusu olarak gördükleri Osmanlı Devleti’nden, kendilerine İslam dinini doğru olarak öğretecek bir din bilgininin sağlanmasını istemişlerdir. Bu talep üzerine, İngiliz hükümeti konuyu Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçiliği aracılığı ile İstanbul hükümetine iletmişti. Osmanlı hükümeti de 1862 yılında, Sultan Abdülaziz’in de onayı ile bir din bilgini olan Ebubekir Efendi’nin bir yardımcısı ile Güney Afrika’ya gönderilmesini kararlaştırmıştır. Osmanlı hükümetinden aldığı yolluk ile Londra’ya ve oradan da gemi ile Güney Afrika’ya hareket eden Ebubekir Efendi 1863’te Cape Town’a varmıştır.
Cape Town’a yerleşen, Güney Afrika’nın Müslüman toplumuna İslam dinini öğretmek için yoğun çalışmalarda bulunan ve kitaplar yazan Ebubekir Efendi 1880 yılında bu ülkede vefat etmiştir. Oğullarından Ahmed Ataullah Efendi, 1884’de Kimberley’de açılan ilk Osmanlı okulunun müdürlüğüne atanmış, daha sonra giderek çalışmalarını sürdürdüğü Singapur’da 1903’de vefat etmiştir. Ebubekir Efendi’nin torunları halen Güney Afrika’da yaşamaktadırlar. Ebubekir Efendi ve Ahmed Ataullah Efendi’nin faaliyetleri, Osmanlı Devleti ve Güney Afrika Müslümanları arasındaki ilişkilere katkıda bulunmuştur. Nitekim, 1911’da İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali üzerine, Johannesburg’dan bazı Müslümanlar gönüllü olarak savaşmak istediklerini Osmanlı Harbiye Nezareti’ne bildirmişlerdir. Ayrıca, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Güney Afrika’dan da para yardımı yapılmıştır. Bu yardımlar, bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaleme alınmış olan “Muhtelif Mahallerden Doğrudan Doğruya Emrime Gönderilen Mebaliğ” başlıklı Defterde göste rilmiştir.[31]
Lagos/Nijerya 25 Haziran 1978 (Yağmur Atsız “Günlerimiz”den)
Lagos ve Shitta-Bey Camii
Lagos, Nijerya’nın eski başkentidir. Ancak, 8,5 milyon nüfusu ile büyük bir liman ve Batı Afrika’nın önemli ticaret merkezidir. Nijerya’nın 120 milyonluk nüfusuna ek olarak, Nijerya Fransız Afrikası ile çevrili olduğundan, Lagos aynı zamanda Fransız Afrikası’na ticari açıdan giriş kapısı olma özelliğini de taşımaktadır. Çok kalabalık ve suç oranının yüksekliği dolayısıyla ciddi güvenlik sorunu olan kent adalar üzerine kurulmuştur. Lagos adalardan en büyüğüdür. Petrolün bulunması ile gelen zenginlikten sonra otoyollar inşa edilmiş adalar birbirleri ve anakara ile köprülerle birleştirilmiştir. Burayı keşfeden Portekizliler adalar arasındaki sığ göller (Laguna) anlamında Lagos adını koymuşlardır.
Lagos’ta Müslümanların sayısının fazla olmasına karşın, bir Cami bulunmadığından, Lagoslu zengin bir Müslüman olan Mohammed Shitta bir Cami inşa edilmesini kararlaştırmıştır. 1892’de başlayan inşaat 1894’te tamamlanmış ve caminin açılışı bir törenle yapılmıştır. 1887’de kurulmuş olan Liverpool İslam Cemiyeti’nin başında da, o sırada İngiliz dönme Abdullah Quilliam bulunuyordu. Mohammed Shitta, Caminin açılışı İslam’ın Siyah Afrika’da yayılmasına katkıda bulunacağı için, törene Osmanlı Devleti’nin de ilgi göstermesini, Quilliam aracılığı ile istemiştir.[32]
Caminin 1894 yılındaki açılış törenine Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamit adına katılan Quilliam, İstanbul’dan gönderilen ve Londra’daki Osmanlı Büyükelçiliği aracılığı ile kendisine ulaştırılan, görev sancağını, kılıcı, Mecidiye nişanını ve buna ilişkin beratı Mohammed Shitta’ya tevdi etmiştir. Bu beratla, Mohammed Shitta’ya ayrıca sivil bir rütbe olarak “Bey” unvanı da verilmiştir. Mohammed Shitta Bey, Lagos Müslümanlarının önderi (Seriki Muslumi) olarak göreve başlamıştır.
Shitta-Bey ailesi Lagos’un büyük ve köklü ailelerinden biridir. Nijerya’nın ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamında önemli roller üstlenmiştir.
Shitta-Bey Camii, Lagos’ta ilk Cami olma özelliğini kazanmış ve Mohammed Shitta-Bey’in vefatından sonra, Seriki Muslumi unvanı ailenin en büyüğüne törenle verilmeye devam edilmiştir.
Nitekim, Londra Hukuk Fakültesi mezunu bir Avukat olan eski Senatör ve Dışişleri Komisyonu üyesi Sikiru Ayodedji Shitta-Bey, Lagos’un Altıncı Müslüman önderi olarak törenle görevi devralmıştır.
14 Ocak 1996’da yapılan törende Shitta-Bey’e, Osmanlı Sultanının verdiği sancak, kılıç ve berat tevdi edilmiş, Mecidiye nişanı takılmıştır. Nijerya’nın ve Lagos’un ileri gelenlerinin katıldığı tören, televizyon ve gazetelerde ayrıntılı haber olarak işlenmiştir.[33] Tören dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Shitta-Bey’e bir kutlama mesajı göndermiş ve Brezilyalı mimarlar tarafından inşa edilmiş olan Cami’nin restorasyonuna, Cami duvarlarının Türk çinileri ile kaplanması suretile katkıda bulunulacağı taahhüdünde bulunmuştur. Bu arada, Nijerya’nın kuzey bölgelerinden farklı olarak güneydeki Lagos Eyaleti’nde ve kentinde yaşayan Müslüman Yorubaların liberal bir İslam anlayışına sahip olduklarını da vurgulamak gereklidir. Yorubaların bir bölümünün Hırıstiyan olması ve Afrika geleneklerinin güçlü oluşu sebebile, kabileye bağlılığın bu bölgede din farklılığından daha önemli bir öğe olduğunu, köktendinci bir yaklaşımın söz konusu olmadığını belirtmekte ayrıca yarar vardır.
Bir bölümü bugünkü Nijerya Cumhuriyeti’nin kuzey bölgesi olan Kanem-Bornu Devleti ile Osmanlı İmparatorluğu arasında XVI. yüzyılda kurulmuş olan dostluk ve XIX. yüzyılın sonlarında güney Nijerya’da inşa edilen Shitta-Bey Camii, Türkiye ile Nijerya ilişkilerinin tarihi çerçevesinde Nijerya yetkilileri tarafından her fırsatta anımsanmaktadır.
Sahra Sorunu ve Osmanlı Devleti
XIX. yüzyılın sonlarında Afrika’nın durumuna göz atıldığında, İngiltere’nin Mısır’a nüfuzunu yaydığı ve Sudan’ı ele geçirmeye başladığı, Fransa’nın Batı Afrika’da yerleştikten sonra, kuzey Afrika’da Cezayir ve Tunus’u aldığı, Osmanlı Devleti’nin ise 1911’de İtalyanların saldırısına değin Trablus Vilayeti’nde egemenliğini sürdürdüğünü görüyoruz. Daha önce de belirtildiği gibi, Trablusgarp Vilayeti aracılığı ile, Osmanlı Devleti’nin Büyük Sahra üzerinde belirli bir etkisi ve denetimi de bulunmaktadır.
İngiltere ve Fransa arasında 4 Ağustos 1890’da Londra’da imzalanan anlaşma ile, “hinterland” nazariyesi Fransa lehine en geniş biçimde yorumlanmış ve Cezayir’in “hinterland” Nijer nehrine kadar indirilmiştir. Bu çerçevede, Fransa, Zanzibar üzerinde İngiliz himayesini kabul etmiş, İngiltere de Nijer nehri ile Çad gölü arasındaki bir hatta kadar uzanan bölgeyi Fransa’nın nüfuz alanı olarak kabul etmiştir. Böylece, Sahra’ya nüfuz olanağına kavuşan Fransa, Siyah Afrika’nın kilit noktası olan Çad gölüne de çıkış elde etmiş oluyordu. İngiltere’nin ısrarı ile imzalanan iki protokol uyarınca, Osmanlı Devleti’nin, Trablus Vilayeti sınırlarının güneyinde malik olabileceği haklar da mahfuz tutulmuştu.
Bu anlaşma üzerine, Osmanlı Devleti, 15 Ekim 1890 tarihinde İngiltere ve Fransa’ya bir Nota vererek, İngiltere ve Fransa’nın aralarında imzaladıkları anlaşmada Osmanlı Devleti’nin Trablus Vilayeti’nin güneyinde sahip olduğu hakları mahfuz bıraktıklarına değinmiş, Nota’da Osmanlı Devleti’nin hak sahibi olduğu bölgenin tanımı yapılmıştır.[34] Nota’da Trablus Vilayeti’nin ”hinterland’’ı olarak tanımlanan ve Osmanlı Devleti’nin hak iddia ettiği bölge, Nijer, Çad ile bugünkü Kuzey Nijerya’yı ve Kuzey Kamerun’u kapsamaktadır. İngiltere, bu Nota’ya verdiği yanıtta, Nota’da ileri sürülen hususları, İngiliz nüfuz bölgesinde bulunan Bornu Sultanlığı (Kuzey Nijerya) dışında kabul ettiğini bildirmiştir. Fransa ise yanıtında, Osmanlı Devleti’nin tamamen kontrolü dışında kalan bölgelerle ilgili olarak müzakereye girişemeyeceğini ve “hinterland” nazariyesini bir devletler hukuku kuralı saymadığını belirtmiştir.
Daha sonra, 21 Mart 1899’da yapılan bir anlaşma ile Fransa Kuzey Sudan’da Darfur’un İngiliz nüfuz alanına bırakılmasını kabul ederken, İngiltere de Çad’ın bazı bölümlerinin Fransa’ya bırakılmasını benimsemiştir. Osmanlı Devleti bu gelişme üzerine, Libya hinterlandı üzerindeki haklarını mahfuz tuttuğunu, anlaşmanın çıkarlarını zedeleyeceğini bildirmiştir. Fransa, Çad gölü havzasındaki toprakların Fransız hinterlandını oluşturduğu, 1876 Berlin Antlaşması’nda tanımlanan hinterlandda hak iddia edebilmek için fiili otorite kurmak gerektiği yanıtını vermiştir. Osmanlı Devleti daha sonra İngiltere ve Fransa’yı resmen protesto etmiştir. Bu çerçevede, Osmanlı Devleti, Paris ve Berlin Antlaşmalarının, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti ettiğini de bildirmiştir.
Osmanlı Devleti Trablus Vilayeti hinterlandı sorunu konusundaki girişimlerini 1902 yılında da sürdürmüştür. Bunun sebebi, İtalya’nın Trablus Vilayeti’ni ele geçirme emeli ve Fransa’nın bu konuda ona destek olmasıdır. Paris’deki Osmanlı Büyükelçiliği, 12 Mart 1902’de Fransız Dışişleri Bakanlığı’na bir belge vererek Libya hinterlandı üzerindeki haklarını teyid etmiştir. Osmanlı Devleti, bu amaçla Fransa ile müzakere açmayı amaçlamıştır. Ancak, Fransa müzakereye girmeyi reddetmiştir. Osmanlıların daha sonra Trablus’un güneyinde bazı bölgeleri fiilen ele geçirme girişimleri olmuştur. Ancak, İtalya’nın Trablus’u almasından sonra Sahra sorunu Osmanlı Devleti açısından sona ermiştir.
Osmanlı Devleti’nin Hatt-ı Üstüva (Ekvator) Vilayeti ve Alman Emin Paşa
Osmanlı Devleti’nin Siyah Afrika ile ilişkilerinde ilginç bir olay da XIX. yüzyılın sonlarında Sudan Eyaletine bağlı olarak bir Hattı Üstüva (Ekvator) Vilayeti’nin kurulması ve bu Vilayetin Alman Dr. Mehmet Emin Paşa’nın girişimleri sonunda güneye doğru genişlemesidir. Bu da Osmanlı Devleti’nin kısa süreli de olsa, Afrika’da Ekvator çizgisine değin indiğini göstermektedir. O dönemde, sanayileşmiş Avrupa devletlerinin Afrika’da sömürgeler edinmekte olduğu dikkate alınırsa, her bakımdan güçsüz düşmüş Osmanlı Devleti’nin bu bölgede tutunabilmesinin kuşkusuz mümkün olmadığı anlaşılabilecektir. Ekvator Vilayeti, bugünkü Uganda Devleti’nin topraklarını da içerisine almaktaydı.
Alman Emin Paşa, 1840 yılında Prusya’nın Silezya eyaletinde doğmuştur. Asıl adı Edward Schnitzer’dir. Tıp eğitimi görerek doktor olan Schnitzer 1864 yılında Viyana’ya giderek Osmanlı Büyükelçiliği’ne başvurmuş ve Osmanlı Devleti’nin hizmetine girmiştir. O zaman Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde bulunan Arnavutluk’ta doktor olarak görev yapan Schnitzer, Türkçe öğrenmiş, Arnavutluk’ta iken, Vali İsmail Hakkı Paşa’nın takdirini kazandığından, kendisine Yüzbaşı rütbesi verilmiştir. Schnitzer, bunun üzerine, Mehmet Emin adını almıştır. Aynı zamanda bir doğa bilgini olan Mehmet Emin’in Arnavutluk’ta iken bitki çeşitlerine ilgi gösterdiği bildirilmektedir. Mehmet Emin daha sonra Osmanlı istihbarat örgütünde görev yapmış, Vali İsmail Hakkı Paşa’nın Sultan Aziz tarafından azledilmesi ve Trabzon’a sürülmesi üzerine Mehmet Emin de onunla birlikte Trabzon’a giderek doktorluk yapmıştır. Hakkındaki sürgün kararı kaldırılarak Yanya Valisi olarak atanan İsmail Hakkı Paşa ile birlikte Yanya’ya da giden Mehmet Emin, onun vefatı üzerine Afrika’ya geçmiş ve Sudan Eyaleti’nin başkenti Hartum’da doktorluk yapmaya başlamıştır.[35]
O sıralarda Mısır Osmanlı Devleti’nin bir bölümünü oluşturmakla birlikte, ülkeyi Osmanlı Padişahı adına yöneten ve Hidiv adı verilen bir hükümdar ile Mısır’ın ayrı bir de hükümeti mevcut idi. 1864’te tahta çıkan Hidiv İsmail Paşa bir modernizasyon programı uygulamaya başlamış ve İngilizlerin baskısı ile İngiltere’den idari ve askeri alanlarda görev yapacak uzmanlar getirtmiştir. İsmail Paşa, Sudan Eyaleti’nin en güney ucundaki Hattı Üstüva (Ekvator) Vilayeti’nin başına da İngiliz Afrika Araştırmacısı Samuel Baker’i atamıştır. Mısır Hidiv’i 1874’te istifa eden Baker’in yerine de İngiliz Charles Gordon’u (Gordon Paşa) getirmiştir. Dr. Mehmet Emin de 1876’da Hartum’dan ayrılarak Hatt-ı Üstüva Vilayeti’nin merkezi Lado’ya gitmiş ve Gordon Paşa tarafından Baştabiblik görevine atanmıştır. Dr Mehmet Emin Lado’da doktorluğun yanı sıra zooloji ve botanik alanında da bilimsel araştırmalar yapmış ve yüzlerce bitki ve hayvan türünün tanımlarını yazarak Avrupa bilim çevrelerinde ün kazanmıştır. Gordon Paşa’nın 1878’de Sudan Genel valiliğine getirilmesi üzerine, Dr. Mehmet Emin Paşa Hattı Üstüva valisi olmuştur. Mehmet Emin Paşa Valiliği sırasında, vilayetin topraklarını güneye doğru genişletmiş ve üs sayısını sekizden elliye çıkartmış ve yerli Afrika hükümdarları ile himaye anlaşmaları imzalamıştır. 1881 yılında Mehdilik iddiası ile Sudan’da başkaldıran Muhammed Ahmed Sudan’ın bütün Vilayetlerini ele geçirmekle birlikte, Mehmet Emin Paşa uzun süre direnmiş, ancak 1887’de başkent Lado’yu terk etmek zorunda kalarak, Vilayet’in merkezini daha güneye Albert gölünün kıyısındaki Kibiro’ya nakletmiştir.
Dr. Mehmet Emin Paşa’nın valiliği sırasında Belçika kralı adına Kongo topraklarını genişletmekle görevlendirilen İngiliz Stanley 1888’de Mehmet Emin Paşa’yı ziyaret etmiştir. Mehmet Emin Paşa, Stanley’i Osmanlı Valisi olarak askeri törenle karşılamıştır. Ancak, Belçika’nın zengin doğal kaynaklara sahip Hatt-ı Üstüva Vilayetini de ele geçirmek istediği anlaşılmıştır. Nitekim, Stanley, Hatt-ı Üstüva Vilayeti’nin Belçika’ya ait Kongo’ya ilhak edilerek Mehmet Emin Paşa’nın da Belçika Kralı II. Leopold adına vali olmasını önermiştir. Bununla birlikte, Mehmet Emin Paşa bu öneriyi kabul etmemiştir. Daha sonra, Mehmet Emin Paşa Mısır Hidivliği’nden Stanley ile birlikte Afrika’nın doğu kıyılarına çekilmesi emrini almıştır. Emin Paşa Mısır hidivinin kendisine destek olmayacağını görünce, güneye doğru ilerleyerek Alman sömürgesi olan Tanganika’ya geçmiş ve Prusya Krallığı’nın hizmetine girmiş ve Alman sömürge topraklarının genişletilmesine yardımcı olmuştur. Esir ticaretine karşı olan Mehmet Emin Paşa’nın 1892’de Kongo’da Arap esir tacirleri tarafından öldürüldüğü bildirilmektedir.[36]
Afrika’nın Sömürgecilikten Kurtulma (Dekolonizasyon) Sürecinde Türkiye-Afrika İlişkileri
Türkiye, Afrika ülkelerinin sömürge olmaktan kurtularak bağımsızlıklarına kavuşmalarını her zaman desteklemiştir. Ancak, bu konuda ön plana çıkamaması o zamanki dünya politikasının içinde bulunduğu koşullar ve Türkiye’nin kendi öz güvenliğini sağlamak kaygısı dolayısıyla mümkün olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde kendisini Sovyetler Birliği’nin tehdidi altında hisseden Türkiye, Batı ile ilişkilerini geliştirmiş, ABD’nin Truman yardımlarından yararlanmış, güvenliğinin garantisi olarak Batı ittifak sistemi içerisinde yer almayı hedef olarak seçmiştir. Bu çabaların sonucunda, Türkiye, uzun süren girişimlerin ardından, NATO’ya kabul edilmiştir. Bunu sağlamak için de Kore Savaşı’na katılmıştır.
Bu siyasal ortam, kuşkusuz, Türkiye’nin dekolonizasyon sürecinde Afrika ülkelerine açık biçimde destek olmasını önlemiştir. Bununla birlikte, Türkiye, Birleşmiş Milletler Örgütü çerçevesinde Afrika ülkelerinin sömürgelikten kurtulup bağımsız devletler olarak uluslararası topluma katılmalarını desteklemiş, bağımsız olan devletleri derhal tanıyarak diplomatik ilişki kurmuştur. Bu ülkelerin bazılarında Büyükelçilik açmıştır.
Ghana’nın 1957’de bağımsızlığına kavuşmasından sonra bu ülkenin başkenti Accra’da Büyükelçilik açan Türkiye, daha sonra, 1960 yılında Lagos’da açtığı Başkonsolosluğu, Nijerya’nın aynı yıl 1 Ekim’de bağımsızlığını ilan etmesi ile Büyükelçiliğe çevirmiştir. Türkiye daha sonra, Kenya’nın başkenti Nairobi’de ve Senegal’in başkenti Dakar’da Büyükelçilik açmıştır. Bilindiği gibi, sömürge olmayan Etyopya’da eskiden beri Türkiye Büyükelçiliği mevcut olmuştur. Esasen, daha önceki yıllarda Bağımsızlığa kavuşmaları ile birlikte Mısır, Libya, Fas, Tunus’ta da Büyükelçilikler açılmıştır. Cezayir’in 1962 yılında bağımsızlığa kavuşmasından sonra 1963’te bu ülkede de Türkiye Büyükelçiliği açılmıştır. Daha sonraki yıllarda, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin başkenti Kinshasa’da, Somali’nin başkenti Mogadishu’da, Tanzanya’nin başkenti Daressalam’da ve “apartheid” Dönemi’nin sona ermesi ile Güney Afrika Cumhuriyeti’nin başkenti Pretoria’da Türkiye büyükelçilikleri açılmıştır. Bu Büyükelçilikler, aynı zamanda, başkentlerinde mukim Büyükelçilik açılamayan komşu ülkelere de akredite edilmişlerdir. Böylece Türkiye tüm Afrika ülkeleri ile diplomatik ilişkiler kurmuş ve daha sonra her alanda ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.
Afrika’da dekolonizasyon süreci 1960 yılından itibaren büyük ivme kazanmış, Portekiz sömürgeleri ile beyaz ırkçı azınlık rejimlerinin egemen olduğu Güney Afrika ve Rodezya ile birkaç istisna dışında Afrika ülkeleri bağımsız olmuşlardır. Bağımsızlığına geç kavuşan bir ülke de Cezayir’dir. Daha önceki bölümlerde de açıklandığı üzere, Cezayir’de önemli bir Fransız nüfusunun yaşaması dolayısıyla, Cezayir’in Fransa’nın bir parçası olduğunu iddia eden Fransız Hükümetleri, uzun süre, Cezayir’e bağımsızlık vermekten ısrarla kaçınmışlardır. Ancak, General de Gaulle gerçekçi bir politika ile Cezayir’in bağımsız olmasını kabul etmiştir.
Cezayir, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde bağımsızlığı için başlattığı kurtuluş savaşına yoğunluk kazandırmıştır. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nde yapılan görüşmelerde Türkiye’nin izlediği politikanın Cezayirlileri kırdığı ve iki ülke halkları arasında burukluğa yol açtığı kamuoyunda sıkça tekrarlanan bir görüştür. Kuşkusuz bu konuda kesin bir kanıya varmadan önce, tüm koşulları dikkate almakta yarar vardır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, o dönemde dış politika ve ülke güvenliği açısından Türkiye, Batı ittifak sistemi içerisinde yer almayı temel hedef edinmişti. Cezayir halkına duyulan tüm sempatiye karşın, Fransa’yı karşısına almaktan çekinen Türkiye’nin, o sıralarda ciddi boyutlara ulaşan bir Kıbrıs sorunu ile yoğun biçimde meşgul olduğu da anımsanmalıdır.
Cezayir sorunu, ilk kez 1958 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na getirilmiştir. Kimi çevreler, 1958 Eylül-Aralık döneminde yer alan Genel Kurul toplantılarında Cezayir’in bağımsızlığına kavuşması ile ilgili Karar Tasarısı’na ilişkin oylamada, lehteki ve aleyhteki oyların eşit olduğunu, Türkiye Daimi Temsilcisi Büyükelçi Seyfullah Esin’in yardım sözü vermiş iken son anda çekimser oy kullandığını, Cezayirlilerin de Türkiye’nin bu davranışını affetmediklerini belirtmişlerdir.[37]
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tutanaklarının incelenmesinden de görüleceği üzere, Cezayir Sorunu’nun BM Genel Kurulu’nun gündemine alınması hususu, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 24 devlet tarafından ortaklaşa imzalanan 16 Temmuz 1958 tarihli bir mektup ile talep edilmiştir. Genel Kurul bu talebi uygun bulmuş ve konuyu Birinci Komite’ye havale etmiştir. Birinci Komite, Cezayir konusunu 8-13 Aralık 1958 tarihlerinde görüşmüştür. Bu amaçla sunulan Karar Tasarısı’nın dördüncü paragrafında yer alan “Cezayir’in bağımsızlığının tanınması’’ ibaresinin “Cezayir halkının kendi kaderini tayin etmesi hakkının tanınması ” şeklinde değiştirilmesi yolunda Haiti tarafından verilen önerge, 13’e karşı 48 oyla reddedilmiştir. Türkiye bu oylamada 19 ülke ile birlikte çekimser oy kullanmıştır. Cezayir Sorunu ile ilgili Karar Tasarısı daha sonra Birinci Komite’de bir bütün olarak oylamaya konulmuştur. Oylama sonucunda Karar Tasarısı 18’e karşı 32 oyla kabul edilmiştir. Türkiye bu oylamada, 30 ülke ile birlikte çekimser oy kullanmıştır.[38] BM Genel Kurulu’nda Cezayir Sorunu ile ilgili Karar Tasarısı 13 Aralık 1958 tarihinde oylamaya konmuştur. Oylama sonucunda Karar Tasarısı 18’e karşı 35 oyla kabul edilmiştir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 28 ülke çekimser oy kullanmıştır. Oylamanın ardından Genel Kurul başkanı bir açıklama yaparak Karar Tasarısı’nın gerekli 2/3 çoğunluğu sağlayamadığını, bu bakımdan kabul edilmediğini bildirmiştir.[39]
BM tutanaklarında yer alan bilgilerden de görüleceği gibi, Türkiye Cezayir sorununun BM gündemine alınmasında etkin rol oynamış, ancak Cezayir’in bağımsızlığını da içeren Karar Tasarısı ile ilgili son oylamada çekimser oy kullanmıştır. Bununla birlikte lehte ve aleyhte kullanılan oyların eşit olduğu, Türkiye’nin çekimser oyunun Cezayir’in bağımsızlığını geciktirdiği söylenemez. Genel Kurul başkanının açıkladığı gibi, esasen oylama 2/3 çoğunluğu gerektirdiği için Karar Tasarısı’nın kabulü mümkün olmadığından, Türkiye’nin kullandığı çekimser oyun bir etkisi söz konusu olmamıştır.
Zamanın Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 24 Eylül 1958 tarihinde BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Cezayir sorununa da değinmiştir. Zorlu, konuşmasında, Türkiye’nin Cezayir problemini derin bir üzüntü ile izlediğini, adil bir çözüme ulaşılması gayretlerinin akim kaldığını, ancak bu mutsuz ülkede insanların sefaletinin hüküm sürmeye devam ettiğini, durum daha da kötüleşmeden uzlaşmayı yeğleyen tüm çabaların yürekten teşvik edilmesi gerektiğini söylemiştir.[40] Dışişleri Bakanı Zorlu’nun bu konuşmasının büyük bölümünü Kıbrıs sorununa ayırmış olduğunu da görüyoruz. Bu husus da o zamanki Türk dış politikasının önceliklerini göstermesi açısından göz önünde bulundurulmalıdır.
Öte yandan, Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Seyfullah Esin, 12 Aralık 1958 tarihinde BM Genel Kurulu’nun Birinci Komitesi’nde Cezayir Sorununa ilişkin gündem maddesinin görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmada, Cezayir ve Türkiye’nin 300 yılı aşkın bir süre Osmanlı Devleti içerisinda birlikte yaşadıklarını, akrabalık, ortak inanç ve kültürün iki ülkeyi birleştiren bağlar olduğunu, Türkiye’nin birçok ülke gibi Cezayir’deki durumdan kaygı duyduğunu, aynı zamanda, Türkiye’nin Fransa ile güçlü kültürel ve siyasal bağları bulunduğunu, bu bakımdan Türk hükümetinin, iki tarafça kabul edilebilir adil bir çözüm aracılığı ile Cezayir halkının çektiği sıkıntıların sona ermesini istediğini belirtmiştir. Esin, 13 Aralık 1958 tarihinde BM Genel Kurulu’nda, bazı devletlerin temsilcilerinin görüşlerine yanıt verirken, Cezayir’in hiçbir zaman Osmanlı Devleti ile savaşmadığını, aksine Cezayir’de egemenliğin Fransa’ya devredilmesinden sonra, çok sayıda Türk’ün Cezayirliler ile birlikte Fransızlara karşı savaşmaya devam ettiğini, Fransızlar tarafından serbest bırakılan Abdelkader’in Türkiye’ye yerleştiğini, Cezayir’in 18. yüzyıldan başlarından itibaren fiilen bağımsız olduğunu, Osmanlı Sultanı ile bağının kağıt üzerinde kaldığını belirtmiştir.[41]
Esin’e yanıt veren Hindistan Temsilcisi Krishna Menon, daha önce yaptığı konuşmaya değinerek, Osmanlı Devleti’nin 1830’da Cezayir’i Fransa’ya teslim ettiğini, Büyükelçi Esin’in Cezayir Ulusal Kahramanı Abdelkader’e yaptığı göndermenin Türkiye ile ilgisi bulunmadığını, zira Fransa’ya karşı direnmenin Fransız birliklerinin Cezayir’i işgali ile birlikte Abdelkader’in liderliğinde başladığını söylemiş olduğunu belirtmiştir. Kuşkusuz Menon’un görüşlerinin tarih gerçekleri karşısında hiçbir değeri yoktur. Fransa’nın Cezayir’i işgal ettiği sırada Osmanlı Devleti’nin uzak bir Eyaletini koruyacak gücü olmadığı gibi, Cezayir ile eşzamanlı olarak Osmanlıların Yunanistan’ın bağımsızlığını da tanımak ve başka birçok sorunla uğraşmak zorunda kaldıkları bilinmektedir. Ayrıca, Cezayirli tarihçilerin de kabul ettiği gibi Türkler, Cezayir’i İspanyol sömürgesi olmaktan kurtarmış ve bir Cezayir kimliğinin yaratılmasını sağlamıştır. Hindistan temsilcisinin davranışı, o zaman uluslararası ilişkilere egemen olan Doğu, Batı ve Bağlantısızlar Hareketi ayırımından kaynaklanan bağlantısızlık politikası ile ilişkilidir. Zira Türkiye Batı içerisinde yer alan ve eleştirilmesi gereken bir ülke olarak görülüyordu.
1830’da Fransa’nın Cezayir’i işgalinden sonra, Emir Abdelkader 1832’de Oran bölgesindeki kabileler tarafından Fransızlara karşı mücadele için Sultan ve Halife ilan edilmiştir. Kendisi Emir unvanı ile yetinmiştir. 1846’da Fas’a kaçan Abdelkader birkaç ay sonra Cezayir’e dönmüş ve Fransız kuvvetlerine karşı bir zafer kazanmıştır. Ancak, Fransa Abdelkader’in direnişini kırarak kendisini tutuklamış ve Fransa’da hapse göndermiştir. Fransızlar Cezayir Ulusal Kahramanı Abdelkader’i 1852’de serbest bırakmıştır. Abdelkader Türkiye’ye gelerek 1853’de Bursa’ya yerleşmiştir. 1855’de Bursa’da meydana gelen deprem üzerine Emir Abdelkader İstanbul’a gitmiş ve daha sonra Osmanlı ve Fransız hükümetlerinin izni ile o zaman Osmanlı Devleti’nin bir Vilayeti olan Suriye’ye giderek Şam’a yerleşmiş ve 1883’te Şam’da vefat etmiştir.[42] Cezayir Ulusal Kahramanı Emir Abdelkader’in Türkiye ile bu ilgisi Hindistan daimi temsilcisinin tarih gerçeklerinden habersiz olduğunu göstermektedir.
1961’de Türkiye Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Cezayir’in Fransa’nın iç işi olduğunu açıklamıştır.[43] Ancak, bu açıklamanın Kıbrıs sorununun başlangıcındaki Türk tutumu ile benzerlik göstermesi de dikkati çekmektedir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Eylül 1961-Şubat 1962 döneminde yapılan toplantılarında Cezayir Sorunu ile ilgili olarak yapılan oylamada Türkiye olumlu oy vermiştir. Böylece 1962’de bağımsızlığına kavuşan Cezayir’de Türkiye 1963 yılında Büyükelçilik açmıştır.
Başbakanlığı döneminde Cezayir’i ziyaret eden Turgut Özal’ın, 1958’de Türkiye’nin BM’de kullandığı çekimser oyun o zamanki koşulların empoze ettiği bir yanlışlık olduğu yolunda Cezayir yetkililerine açıklamalarda bulunduğu, Cezayir yetkililerinin de bu sayfanın artık kapandığına değinerek iki ülke ilişkilerinin gelişmesinden memnunluk duyduklarını söyledikleri bildirilmiştir.
Kamuoyunda fazla bilinmeyen bir husus da Türkiye’nin, Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ve Başbakan Adnan Menderes’in talimatı ile, iki ayrı kez, Tunus üzerinden Cezayirli direnişçilere gizlice yardımda bulunmuş olmasıdır. Türkiye, bu çerçevede, Cezayir’e bir kez silah, ikinci kez de haberleşme cihazları göndermiştir. Bu bilgiler 1999 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Cezayir ziyareti sırasında basına yansımıştır.
Büyükelçi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 118-131