Türklerde Aile
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Eski Türklerin içtimai vaziyeti hakkında şimdiye kadar ortaya konulan tanımlamalarda uzlaşma sağlanamadığı bilinen bir gerçektir. İlim adamlarının bu hususta çok farklı görüşleri vardır. Bununla beraber, milletleri iyi anlayabilmenin yollarından birisi de, o toplulukların sosyal yapısını öğrenmeye bağlıdır. Eski Türk toplumunda ilk içtimai birlik olan “oguş”[1], yani aile bütün toplumun çekirdeği durumundadır ve bazı ünlü sosyologlar aileyi, aralarında gerçek veya uzlaşma şeklinde bir akrabalık bağı bulunan, ilişkileri soy-kabile etrafında yoğunlaşan ve kan yakınlığı esasına dayanan bir sosyal müessese olarak görürler. Akrabalığın ya da hısımlığın ana kaynağı da budur. İnsanoğlu yaratıldığından beri aile mevcuttur ve her birey onun bir parçasıdır.
Türkler dünyanın dört-bir tarafına dağılmalarına rağmen varlıklarını korumaları, aile yapısına verdikleri önemden ileri gelir. Bunun bir delili de Türk dilinde, başka hiçbir millette olmadığı kadar çok akrabalık adına rastlanmasıdır.
Peki, eski Türk ailesinin umumi yapısı nasıldı? Kimilerinin dediği gibi geniş aile mi, yoksa çekirdek veya küçük aile mi? Bu husus bir yana diğer dünya milletlerinin aile biçimiyle, Türk ailesini karşılaştırdığımızda pek çok bakımdan farklılıklar görülür.
Eski Yunan veya Slavlarda olduğu üzere, Türklerde baba ailenin tek hâkimi ve ailenin üyeleri onun kölesi değildir. Ancak baba hâkimiyeti göz-ardı edilmeyeceği gibi anaya saygı ve şefkat de üst düzeydedir. Türk tarihine şöyle bir baktığımızda, başlangıçtan itibaren kuvvetli bir ata-erkil aile yapısıyla karşılaşırız. Ancak, Çin kaynaklarındaki Türklerin dişi kurttan türemeleri, en eski atalarından birinin on tane karısının olması ve doğan çocukların aile ismini annelerinden almaları gibi efsanevi izler ile baş ve Türk hatundan doğan evladın tahta oturabilmesi durumları, Türklerde ana-erkilliğin de söz konusu olabileceğini hatıra getirmektedir. Bu yüzden bazı araştırmacılar Türk sosyal yapısının derinliklerinde gezinirlerken böyle bir şeyi hesaba katarak, Türklerin tarihte ana-erkil bir aile örgüsü içerisinde bulunduklarını zaman zaman ileri sürmüşlerdir.
Ama Türk türeyiş efsanesinde her ne kadar dişi kurt ön plana çıkıyorsa da; dişi kurtla münasebet kuran erkek çocuğu unutmamak lazımdır. Ayrıca burada gözden kaçan bir husus da, yüzlerce yıl önce J.Deguignes’nin işaret etmesine rağmen dişi kurtun bir kadın olabileceğidir. Yani, aslında dişi börü, tamamen çocuğu koruyan ve büyüten bir kadındır. Fakat daha sonraki çağlarda bu olay, Türklerin kendilerine çok yakın gördükleri ve kutsal saydıkları kurtun kişiliğinde özdeşleşmiştir. Dolayısıyla eski Türklerde ananın soyu da önemlidir ki, bu herhalde “sop” şeklinde söyleniyordu.
Türklerdeki ata-erkil aile yapısı çok değişiktir. Sosyologlar başka kavimlerdeki aile müessesesi ile kıyaslarken veya ata-erkil, ana-erkil tariflerini Batı terminolojisine göre aldıklarından zaman zaman yanılgıya düşüyorlar. Bazan da bu durum onları içinden çıkılmaz bir karışıklığa itiyor.
Temelde Türk ailesi ana, baba ve çocuklardan müteşekkil olup, dolayısıyla küçük ailedir. Buna ev halkı da denir ki, aynı yerde ikamet edip, işleri beraberce çeviren ve geliri paylaşan kişilerdir. Büyük toprak mülkiyetleri söz konusu olmayıp, ailedeki herkes bütün mallara ve araziye ortaktı. Gerçekte ise konar-göçer hayat, geniş aileye de müsait değildi. Yukarıda da belirttiğimiz üzere kan bağına dayanan bu sosyal müessese büyüdükçe birliktelik duygusu azalır. Yani merkezden uzaklaştıkça aile münasebetlerinde zayıflama görülür ki, bu devlet hayatında da böyledir. Belki çok eski çağlarda kabilenin-soyun bütün üyeleri aile olarak algılanıyorsa da, günümüzde bu durum karı-koca ve çocuklarla sınırlı hale gelmiştir.
Konar-göçerler muayyen bir toprak üzerinde toplanıp, oturamazlardı. Zamanı gelince büyük çocukların aileden ayrılma hakkı vardı ve beraberlerinde de kendilerine düşen malı alabilirlerdi. Türkler boşuna kız için el ateşi, oğul için de baba ocağı dememişlerdir. Bunun yanı sıra eski Türk toplumunda kadına o kadar büyük bir ehemmiyet verilmiştir ki, yeni gelin aileye katılırken yine bir takım törenlerle karşılanmaktaydı. Buna göre, gelin çadıra girmeden önce eşiğin önünde durur, yanına ailenin büyüklerinden biri gelirdi. Sonra başından tutularak, eşiğe basmadan[2] içeri dahil olması sağlanırdı. O, ocağın kenarına götürülüp, “üç defa başını ocağa vur”, denilirdi. Merasim bitince, ailenin yaşlısı; “evimizde kalacak” derdi. Kadına bu şekilde sahiplenme ve onun ailenin devamında vazgeçilmez bir unsur olduğuna ancak Türklerde rastlanır.
Türkçede izdivaç manasına kullanılan “evlenme” veya “evlendirme” terimleri ise, evlenen erkek veya kızın baba ocağını terk ederek, ayrı bir ev meydana getirmesi demektir. Evlenecek kişiler birbirlerini belki uzaktan tanıyor olsalar da, o zamana kadar farklı bir geçmişe sahiptirler. Hakikatte hem erkek, hem de kız evlat ancak evlenme çağına geldiklerinde veya evlendiklerinde olgunlaşmış görülürlerdi.
Çünkü evlenecek durumdaki bir çocuk aile yönetebileceği gibi, toplum ve devlet hayatında da artık söz sahibi olabilirdi. Burada bir hususu da gözden kaçırmamak lazım, o da; her ne kadar çocuk vasilikten kurtulsa da, babanın ölümüne değin, onun sözüne daima hürmet edilmesidir. Türk ailesinde baba evi ise en küçük oğula (ot tigin) kalırdı. Küçük çocuk ancak baba ya da annesinden birisi öldüğü zaman evlenebilirdi[3]. Bu gibi hadiselerde de yine ailelerin sosyal ve ekonomik durumları göz önünde bulunduruluyordu. Böylece küçük aile düzeninde yaşayan eski Türkler daha bağımsız kişiler yetiştirmek imkânına sahip idiler.
Eski Türklerde birtakım Batılı veya Doğulu toplumlarda olduğu üzere birden fazla kadınla evlilik olup-olmadığına dair bilgiler kaynaklarda sıkça görülmeyen bir durumdur. Fakat Türklerde umumiyetle tek evlilik (monogamie) geçerliydi. Sadece bazı zaruri hallerde çok evliliğe rastlanırdı. Ama Türk töresine göre evin gerçek hanımı ilk eştir ve diğer kadınlara “kuma” denirdi. Onların doğurduğu çocuklar bile törede ilk hanımın üzerine kayıtlıdır. Ayrıca birinci eş razı olmadıkça, erkek ikinci evliliğini yapamazdı.
Birden fazla kadın alma ancak ilk eş kısır veya başka bir hastalığı var ise olurdu. Böyle bir durumda çoğu kez büyük hatun görücülüğe giderdi. Çünkü ailenin ve soyun devamı için evlat şarttır. İşte o zaman aile anlamlı bir bütün haline gelir. Dolayısıyla boşanma da, ancak eşlerin birlikte yaşamak istememesi, şiddetli geçimsizlik, taraflardan birinin eşlik vazifesini yapamaması, aldatma, psikolojik veya fiziki bir hastalık, kocanın karısının rızasını almadan ikinci bir defa evlenmesi durumlarında görülür. Buradan da anlaşılmaktadır ki, ailenin esas gayelerinden birisi de nesli çoğaltmadır.
Türk destanlarına ve değişik kaynaklara baktığımızda, Türklerde ideal evlilik tipi olarak da, tek eşlilik görülür. Çok evliliğin aileyi yıprattığının farkındaki bu insanlar, gerek duymadıkça birden çok eş almazlardı. Erkeğin bir kadınla evlenmesinin doğruluğuna “tek kadın uğurludur, çifti de kusurludur” atasözü en güzel biçimde işaret eder. Zaten bu izdivaçlar sırasında kadınlar için çok yüksek meblağlar tutan bir nev’i başlık olan “kalın” adeti vardı ki, hele itibarlı biriyle evlenmek için servetler ödemek gerekiyordu. Bu herkesin altından kalkabileceği bir yük değildi.
Genelde ise sosyolojide evlenme türü ikidir. Bunlardan birisi exogamy (dışarıdan), diğeri de endogamydir (içeriden). Türklerde eksogami denilen dışarıdan evlilikler söz konusudur. Çünkü çok eski çağlardan beri Türklerde yakın akraba evlilikleri dinen de tıbben de sakıncalı görülüyordu. Hele aynı atadan geldiklerine inanan insanların böyle bir akraba izdivacında bulunmaları büyük bir günahtı. Kabile teşkilatının eski törelerine sadık kalan boylar dokuz ve hatta oniki göbeğe kadar akraba evliliğine izin vermezler.
Sosyologlar içtimai bir öge olan ilk ailenin ortaya çıkışında bir totemizm olgusunu da ileri sürerler. Bu da her ailenin veya kabilenin atası olduğuna inanılan hayvanı sembol seçmesidir. Türklerde bu durum tamgalar ya da ongunlar şeklindedir. Ancak Türklerin dışındaki totem geleneği ile Türklerdeki ongun ya da tözü karıştırmamak gerekir. Ongunlar umumiyetle kutlu sayılan herhangi bir hayvandır. Bu hayvanlar veya tamgalar birbirine kan bağı ile bağlı insanların sembolüdür. Türklerdeki bu yabani hayvanlar veya onlardan ilham alınarak yapılan arma ya da tamgalar asla tapınılan totemler olmamıştır. Bununla beraber bu ongunlar öldürülmez, incitilmez ve etleri yenmezdi.
Yine dışarıdan evlilik mevzuuna gelirsek, Türk kültürünün en muhteşem kalıntıları arasında yer alan ve İslami dönemde kayda geçen Oğuz Kağan Destanı’na baktığımızda, Oğuz’un amca kızlarıyla evlendirilmesi hadisesi söz konusudur. Bu vaziyet Türklerde de yakın akraba evliliklerine delil olarak gösterilirse de, bize göre destana bu kısım sonradan girmiştir. Çünkü bütün Oğuz-nâmelerin esası olan Uygur Türkçesi Oğuz Kağan Destanı’nda böyle bir durum yoktur.
Bununla birlikte aileye gelin olarak gelen kadın için belki de onun ana-baba hakkı karşılığında yukarıda belirttiğimiz üzere muayyen bir bedeli erkek tarafının ödemesi zaruriydi. Burada zaman zaman Batılı araştırmacıların yaptığı hataya düşülmemelidir ki, Kaşgarlı Mahmud’un “kadına verilen çeyiz” dediği kalın (kalıng) adeti kesinlikle kadının satın alınması anlamına gelmez. Bunun özü kısaca; evlenmeden önce erkeğin kız tarafına yolladığı mal ya da para idi ki, ileride vukua gelecek herhangi bir anlaşmazlıkta, eğer kadın suçlu ise bunları geri iade eder, yok erkek kusurluysa herhangi bir hak iddiasında bulunmazdı.
Ailelerin hayat biçimlerini toplumun kültür değerlerinin yakından ilgilendirmesinin yanı sıra, ev kuracak kişilerin de kendine özgü farklı kültürel hayatı mutlaka vardır. Ancak ortak birlikteliğin yarattığı aile de bir süre sonra kendi kültürel şartlarını teşekkül ettirir. Eski Türk toplum hayatında her bireyin vazifesi bellidir. Çocuklar on-oniki yaşlarından itibaren bütün işlerde çalışmaya başlar. Buna binaen Türk ailesinde oğulu yetiştirme babanın, kızı eğitme görevi ise kadınındır. Bu durumu ifade eden çok güzel Türk ata sözleri vardır. Mesela; anasına bak kızını al ve tay yetişirse at dinlenir, oğul yetişirse baba dinlenir. Kız anadan öğrenir sofra düzmeyi, oğlan babadan öğrenir sohbet etmeyi, gibi.
Kadın-erkek ilişkilerinde de sevgi ve saygının olması bir yana, ne geçmişte, ne de günümüzde Türk kadını sıradan bir kişi değildir. Tarihteki Türk kadınları her işi yapabildikleri gibi, erkeklerle mücadele edebilecek kadar da güçlüydüler. Bu durumu incelediğimizde, eski çağlarda da namuslarına son derece düşkün olan ve yakışıksız hareketlerde bulunmayan Türk kızlarının yanına yaklaşmak bile mümkün değildi, çünkü hepsinin kuşağında birer hançer mutlaka bunuyordu. Zaten yüz kızartıcı bir suçu işleyenin de cezası ölümdü. Bunun en güzel örneklerinden birisine 8. asırda Hazar-Arap münasebetleri vesilesiyle rastlıyoruz. Bilindiği üzere bu sıralarda, Kafkasya’ya ve Hazar Gölü çevresine hâkim olma meselesi yüzünden, özellikle Bizans, Arap ve Hazarlar arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmaktaydı.
Bizans, Hazar Kağanlığına bu şekil bir evlilik yoluyla yaklaşınca, Araplar da Halife Mansur (754-775) zamanında bu tarz bir şey denemişlerdir. Halife, Ermenistan bölgesi valisine yazdığı mektupta; kağanın ailesinden bir kızla evlenmesini istedi. Buna bağlı olarak, Hazarya’dan bir prenses yollandı ve bu kız Kafkasya’daki İslam toprakları sınırına ulaşınca konakladı. Valiye bir haber salıp; “bana Müslüman kadınlardan gönder. İslamı ve Kur’an’ı öğretsinler. Müslümanlığı anladığımda bana istediğini yapabilirsin”, dedi. Prensesin talebi yerine getirildi. İslam hakkında bilgi sahibi olduktan sonra hatun üzerindeki kılıcı ve hançeri çıkardı. Bunun manası artık valinin kıza yaklaşabileceğiydi. Bu hatun valiye iki çocuk doğurmasına rağmen, ne kendisi ne de çocukları uzun yaşayamadı.
Ayrıca 10. asrın başlarında Türk yurtlarında dolanan bir Arap olan İbn Fadlan, “zina eden kim olursa olsun, el ve ayaklarından bağlarlar; sonra o kişiyi balta ile ikiye parçalarlardı”, diyor. Bütün bunlar bize Türk aile ve içtimai hayatının ne kadar sağlıklı olduğunu göstermeye herhalde yeter.
Türk tarihinin ve kültürünün yine şaheserlerinden olan Dede Korkut Hikâyelerinin girişinde, hanımlar şöyle ayrılır: “Kadınlar dört türlüdür. Birisi evi yapan direktir, birisi soy kurutur, birisi doldurur, birisi de ne kadar uğraşsan işe yaramazdır. Evin dayağı odur ki, ovadan, yayladan bir misafir gelse, yedirir, içirir, ağırlar, hoş tutup gönderir. O Ayşe, Fatma soyudur. Hanım, onun çocukları yetişsin, ocağına böyle kadın gelsin”. Eski Türk toplumunda kadın her türlü hakka sahip iken, maalesef İslamiyet de dahil olmak üzere girilen değişik din çevrelerinin tesiriyle kadın haklarında bir daralma olduğunu da, herhalde kimse inkâr edemez.
Tarihin ilk devirlerinde aileyi belki de sadece baba korurken, il-devlet yapısı geliştikçe, bu iş mensubu olunan devletten beklenmiştir. Zaten devletin vazifeleri arasında sınırlar içinde yaşayan herkesin korunması, karnının doyurulması vardır. Türk ailesinde babadan sonra kadın evin direğidir. Özellikle harp zamanlarında baba evden uzaklaşınca, ailenin bütün yükü kadının üzerine biniyordu. Bu durum Çingizliler zamanında yasalara da geçmiştir. Ayrıca ailede her ferdin bir hususi adı vardır. Eski Türklerce kullanılan “kang” (baba) ve “ög” (anne) kelimeleri ise 9. yüzyıldan sonra ata ve ana olarak değişmiştir.
Türk toplum hayatında insanlar ben ölünce, geride kalanlara ne olur diye düşünmezlerdi, çünkü öyle büyük bir dayanışma vardı ki, aile üyelerinden hiçbirinin mağduriyetine müsaade edilmezdi. Günümüzde olduğu üzere geçmişte de Türkler, aile içi ilişkilerde gerçekten tam bir saygı ve sevgi esası güdüyorlardı. Küçükler büyüklere hürmetkâr, büyükler de küçüklere karşı şefkatliydi. Bununla beraber ailede herkes babanın karşısında kaşlarını yukarı kaldırmadan konuşurdu. Ailenin yaşlılarına bizatihi kıymet verilirdi.
Aile bir nev’i küçük devlet örneği sergilediğinden, aile fertlerinin hepsi onu korumak ve kollamak göreviyle kendilerini mes’ul görürlerdi. Sade ve ihtirassız yaşayan Türk, evinin dışında eğlenceye de meyilli olmadığından bu kutsal müesseseyi binlerce yıldır ayakta tutmasını bilmiştir. Türk ailesinde koca-karı ilişkisiyle, devlette kağan-katun münasebetleri de birbirine benzer. Bu sebepten eski Türk ailesi tarihte ve zamanımızda devletin küçük bir numunesi olarak bütün toplum hayatını etkilediği gibi, siyasi yapıya da tesir eder. Aile sosyal ve kültürel değişiklikler karşısında sarsıntıya uğramadığı müddetçe millet ve devlet hayatı da güçlü olmuştur. Eğer bu hususta çalışan sosyologlar veya toplum bilimciler bunu hesaba katarlarsa, aile düzeninin bozulduğu dönemlerde devletin de zaaf içerisinde olması söz konusudur. Türk devlet yapısının iki temel direği vardır: Bunlardan birisi aile, diğeri de M. önceki çağlardan beridir ana vasfını yitirmeyen Türk ordusu.
Zaman içerisinde sanayileşme ve ziraat toplumuyla, yerleşikliğe geçilmesi mutlaka aile ile millet hayatını da etkiledi. Türklerin doğudan batıya doğru vukua gelen göçleri sırasında Hint, İran, Bizans ve Arap halklarının tesiriyle pek çok şeyde olduğu gibi, belki aile yapısında da değişmeler yaşandı. Bu inkâr edilemez bir gerçektir. Bazı ilim adamları bu konuları açıklamak için çok çalıştılar. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, Türk aile müessesesi her şeye rağmen Milattan evvelki çağlarda nasıl oluştuysa, günümüze değin bu hususiyetlerini korumasını bilmiştir. Bundan sonra da hem aile, hem toplum, hem de devlet eliyle Türk aile müessesinin muhafazası gerekir. Böyle olmadığı takdirde çok kötü sonuçlarla yüzleşilebilir.
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
- Bizce Oguş, Ogul, Ogur, Oguz kelimelerinin hepsi aile, soy, nesil manasını ifade eder ki, burada üzerinde durulması gereken konu “og” köküdür. Herhalde –uş, ul-, -ur, -uz da çokluk ekleridir.
- Eski Türkler, ailenin yaşadığı mekânları kutsal görmüşlerdir. Dolayısıyla toplumun ve devletin temelini teşkil eden ailenin günlük hayatlarını sürdürdükleri yerler onlarca mübarekti. Bu kutlu mekâna girmek için herkesin evvela kapıdan veya eşikten geçmeleri gerekir. Hatta 16. asra ait bir seyahatnamede, Erdebil’deki Şeyh Safî’nin sandukasının bulunduğu mabede girerken kim eşiğe basarsa, çok ağır bir cezaya çarptırılır, deniyor. Eşik, onların kendi dünyalarına ya da hayatlarına başlangıçtır.Günümüzün Semavi dinlerinde olduğu gibi, tarihteki Türklerin inançlarında da muhtemelen insanı, aileyi ve milleti kontrol ederek, izleyen melekler mevcuttu. Hâk dinlerdeki bu meleklerin insanın sağında ve solunda yer almalarına benzer bir şekilde, evlerinde kapı veya eşiklerinin sağında, solunda beklediklerine eski Türkler kanaat getirmişlerdir. İşte buna bağlı olarak, o kutsal varlıkları incitmemek ya da üzerlerine basmamak için, geçmişte ve günümüzde Türklerin evlerinin içerisine girerlerken eşiğe basmamaya özen gösterdiklerini düşünmekteyiz.
- Tibet, Moğol ve Türklerde görülen babanın ya da ağabeyin dul eşiyle evlenme geleneği (leviratüs) Türkler arasında görülen bir şeydir. Ama babanın eşi veya anne durumundaki bu kadın öz olmayıp, evlilik de semboliktir. Yabancılar bu durumu gerçek evlilikler gibi düşünüp, yadırgamaktadırlar. Halbuki bu geleneğin temelinde dul kalan kadınların tek başına çaresiz bırakılmamaları gibi bir inanç yatmaktadır.Eski Türklerde iki gencin evlenmesi o kadar kolay gerçekleşmiyordu. Yani erkeğin kızı istemesi yetmemekteydi. Delikanlı, her bakımdan kızdan daha kuvvetli ve becerikli olmalıydı ki, kız onu kabul etsin. Dede Korkut Destanlarının, “Kam Börü Beg-oglu Bamsı Beyrek Hikâyesi” bunun en güzel misalidir.Bundan başka evlenen erkeğe, kız tarafınca gütmek fiilinden geldiği iddia olunan ve çoban manasını taşıdığı söylenen küdegü veya güvey (bu kelimeyi Türklerden alan Moğollar da küregen) deniyordu. Güveyin kızın ailesine karşı birtakım sorumlulukları vardı ki, bir yıl kadar kayınbabasının evinde kalan damadın başta gelen görevi çobanlıktı.