Toharlar hakkında kaynaklarda yer alan bilgiler yeterli derecede ele alınıp incelenmiştir. Toharlara ait ilk bilgiler eski Yunan tarihçilerinin eserlerinde bulunmaktadır. Bu tarihçilerin verdiği bilgilere göre Toharların büyük bir kısmı eski dönemlerde Amu Derya nehrinin güney tarafında yaşamaktaydı ve bundan dolayı bu bölge daha sonraları Toharistan adını almıştır. Kaynaklarda ayrıca bu halkın Orta Asya’nın başka bölgeleriyle Tartun nehri havzasında da yerleşmiş olduğu ifade edilmektedir. Araştırmacılara göre Toharlar Orta Asya’ya Uzak Batı’dan gelmiş Hint Ari kabilelerine mensuptur.[1] M.Ö. II. yüzyılın birinci çeyreğinden itibaren Toharların yaşadığı araziler M.Ö. 128’den M.S. IV. yüzyılın ortasına kadar Kuşan Devleti’nin sınırları içinde kalmıştı. Hükümdar Kanişka zamanında (278-301) en parlak dönemini yaşayan bu devletin arazisi Amu Derya’dan Camua’ya kadar Umman denizinden Tarım havzasına kadar uzanıyordu. Kuşan Devletinin içinde çeşitli halklar ve kabileler bulunuyordu. Ancak kaynakların verdiği bilgiye göre Kuşan Devletinde Toharların önemli bir ağırlığı vardı. Bu yüzden Kuşan toprakları sonraları “Toharların eski yerleri”[2] diye anılmaya başlamıştır.
Kuşan teriminin etimolojisi şimdiye kadar açıklanamamıştır. Hanşu’ya (Han hanedanının tarihi) göre Kuşan Devleti’nin meydana gelmesinde M.Ö. II. yüzyılın başlarında Hunlar tarafından Yüeçilerin batıya sürülmesi önemli bir etken olmuştur. Batı istikametine giden Yüeçiler Saka kabilelerini püskürterek eski Baktriya bölgesini işgal etmişlerdir. Kuşan Devleti beş Yüeçi kabilesinin birinden oluşmuş ve devlet bu hanedanın adını almıştır. Kuşan hanedanı M.Ö. 2. yüzyıldan M.S. 350 yılına kadar hüküm sürmüştür. Kuşan Devleti’nin ortaya çıkışı Orta Asya, Pakistan, Afganistan ve Hindistan gibi ülkelerin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Araştırmacılara göre Kuşanlar “Büyük Kuşan Medeniyeti”ni vücuda getirmişlerdir. Bu medeniyetin başarıları uzun zaman Avrasya kıtasının bazı ülkelerinin gelişimine kaynaklık etmiştir. Kuşan medeniyetinin yeteri ölçüde ele alınıp incelenmediği de kaydedilmektedir.[3] Bilindiği gibi miladi 3. yüzyılın ortasında Kuşan Hükümdarı Vasudeva Sasanilere mağlup olmuştu. 4. yüzyılda Kuşanların yerine Eftalitlerin ve Akhunların gelişi bazı araştırıcılar tarafından Gandhara denen medeniyetin sonu olarak tavsif edilmiştir. Kuşan Devleti’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan durumu farklı değerlendirenler de vardı. Mesela A. Dani ve F. Khan bu konu ile ilgili olarak şunları kaydeder:
Vasudeva’dan sonraki Sasani müdahalesi Kuşanların sonunu getirmedi. Sadece imparatorluk küçüldü. Bölgedeki siyasî ilişkilerde bir değişiklik oldu. Ama Kuşan medeniyeti devam etti. Sasani işgali ile temel özellikler ortadan kalkmadı. İşgalin tahribat yaptığını ama bir medeniyeti sona erdirmediğini öğrenmek önemlidir. Kuşanlar rollerini sürdürdüler ve 5. yüzyılda miraslarını Hunlara devrettiler. Sir John Marshall’ın tezine dayanan Avrupalı bilginler genellikle Hun işgalini “Gandhara Medeniyeti”nin sonunu getiren bir olay olarak kabul ederler. Fakat eldeki malzeme daha yakından incelendiğinde bu varsayımın doğru olmadığı görülür. Kuşanların imparatorluğu değil fakat kültürü ve onlara ait “Şahi” unvanıyla tevhid edilen medeniyet Birunî zamanına kadar devam etti.[4]
Kuşanlar Dönemi’nde Çin, Hindistan, Orta Asya ve Batı ülkeleri arasında yapılan ticaret gelişmiştir. Kuşanlar standart altın sikkeleri tedavüle çıkarmışlardır. Kuşanların yıkılmasından sonra da bu sikkeler uzun zaman piyasalarda kullanılmıştır.[5] Bu durum bize daha önceki ticari ilişkilerin korunduğunu göstermektedir. Bu gibi veriler Hunların gelişi ile Kuşan medeniyetinin sona ermediğini de açıkça gösterir. 565’te Kuşan ülkesini Göktürklerin ele geçirmesinden sonra da eski durumun korunmasını Biruni’nin kendi zamanına kadar Kuşan hanedanının mevcut olduğu fikrinde oluşu da[6] ispat etmektedir.
Kuşan Devleti’nin büyük bir kısmını teşkil eden Tohar ve başka Hint-Ari kabileler Kuşan Devleti yıkıldıktan sonra da önce oturdukları yerlerde kalmışlardı. Bu devletin eski arazilerinde meskûn olan halklar hakkında nispeten detaylı malûmatlar Hsüen-tsang’ın Si-yu-ki adlı eserinde ve biyografisinde yer alır. Hsüen-tsang’ın biyografisinde belirtildiğne göre o bu bölgeye arkadaşlarıyla birlikte Demirkapıyı geçerek gelmişti. Tharlar yeri diye adlandırılan bu ülkenin sınırları Hsüen-tsang tarafından tam olarak tespit edilmiştir. Ona göre bu ülke kuzeyden güneye 1000[7] li, doğudan batıya 3000 li’lik bir sahayı kapsıyordu. Ülkenin sınırları doğuda Tsungling (Pamir-Tiyenşan) dağlarına, batıda Persler ülkesi sınırlarına, güneyde Büyük karlı dağlara (Hindikuş’a) ve kuzeyde Demirkapı’ya kadar uzanıyordu. Hsüen-tsang’ın seyahatı zamanında bu ülke birbirinden bağımsız ve her biri araçsız olarak Türklerin hükmü altında bulunan 27 beyliğe bölünmüştü (Records I, ss. 37-38). Bu konfederasyona dahil olan bölgeler arasında Hsüen-tsang şunların adını anıyor: Tirmiz, Çaganian, Harm, Kulab, Kabadian, Vaxş, Hotlon, Talukan, Kumidha (bugünkü Ruşan), Şignan, Kunduz Termistat, Host, Andarab, Baglan, Samangan, Hulm, Belh, Penç ve başkaları. Hsüen-tsang’ın bildirdiğine göre bu ülkenin halklarının dili “başka ülkelerin halklarının dilinden farklıdır…. Yazılarındaki esas harflerin sayısı-25…. Yazılı eserleri gitgide çoğalır ve Su-li (Sogd) halkının edebiyatından daha fazla olmuştur.. Sikkelerinin biçimi başka ülkelerin sikkelerinden farklıdır” (Records I, s. 38).
Bu gözlemlerden anlaşılmaktadır ki, “Toharlar ülkesi” denen yerler ayrı bir kültür ve ticari mıntıka teşkil eder ve bu yerler Türklerin emri altında bulunarak yazı, edebiyat, para ve başka semboller bakımından komşu ülkelerden, ezcümle Sogdlardan, ayırt edilirdi. Bu Türklerin yönetiminde bulunan “Toharlar ülkesinde” Hsüen-tsang’ın yukarıda iktibas edilen sözlerine göre kültür ve edebiyat entansif şekilde gelişirdi. Vaziyete göre bu kültürün ve edebiyatın özel Göktürk kültürünün ve edebiyatının gelişmesine tesir etmesi mukadderdi. Budist eserlerin Türkçeye ilk tercümelerinin VI. yüzyılda, Göktürklerin Kuşanların yerine geldiği zaman yapılması bir tesadüf değildi. Kaynaklara göre Göktürk Kağanlığı’nın kurucusu Bumin Kağan’ın ikinci oğlu Muhan Kağan’ın (553-572) emri üzerine Türk diline Nirvana-sutra tercüme edilmişti.[8] Bu vaka kağanlığın doğu bölgelerine aittir, fakat kaynakların delillerine göre, Budist misyonerler Kuşan Devleti’nden milâdîn birinci yüzyıllarından başlayarak Uzak Doğu’ya sokulurlardı ve bazen Göktürk kağanlarının karargâhlarını ziyaret ederlerdi. Malûmdur ki VI. yüzyılda aslen Kapisadan olan Jinagupta adındaki Budist rahibi (528-605) Türk Kağanı Taspar’ın (572-581) karargâhında on sene kalmıştı.[9] Kapisa Beyliği Kuşan Devleti’nin arazisindeki meşhur bir Budist merkezi olmuş ve buradaki manastırlarda altı bin kadar rahip görev almıştır (Records I, s. 55). Orta zamanlara ait Türkçe metinlerin muhafaza edilmiş parçalarında Budizm’i Türkler arasında yayma işinde Toharların aracı olması üzerinde deliller az değildir. Bunların biri Budist eserlerin Türkçe tercümelerinin kolophonlarında bulunan onların Tohar dilinden tercüme edilmeleri hakkındaki ifadelerdir. Meselâ, Vaibh#|ika okuluna ait Maitreyasamiti eserinin tercümesinin kolophonunda böyle denmiş: Alqu şasatar-larıgh ötkürmiş tü(p) ker[miş] vaybaş şastr boşghunmış arya2intri bodisvt kşi a2ari enetkek tilintin toxrı [tilin2e] yaratmış prtn (a) rakşit karmavaî-ik [toxrı] tilintin Türk [tilin2e] evi[rmiş] “Bütün |#straları temellerine kadar kavramış (hend.) Vaibh#|ika |#stra’yı öğrenmiş mürşit (hend.) bodhisattva Aryacandra hint dilinden Tohar diline çevirmiş ve Tohar dilinden Türk diline Prajñarak|ita
Krmavaîikiyi tercüme etmiş Maytrısimit sÑtra’da…”.[10] Tohar dilinden tercüme edilişi hakkındaki bildiri Daûakarmapath#vad#nam#l# eserinin kolophonunda da bulunur: Toxrı tilintin şilaz-in praştinki yangırtı Türk2e evirmiş (Tohar dilinden Türk diline tekrar Şilaz-in Praştinki tercüme etmiş).[11] Bilindiği gibi bu tercümeler nispeten son zamanlarda, tahminen X-XII. yüzyıllarda yapılmıştır,[12] fakat bazı verilere göre Budist eserlerinin Tohar dilinden Türkçeye tercümeleri uzun zaman boyunca, Göktürklerin eski Kuşan Devleti’nin yerlerine geldiği zamandan başlayarak anılan vakte kadar yapılabildiği tespit edilir. G. J. Pinault makalesinde Doğu Türkistan’da bulunan Türkçe Budist metinlerdeki kelime takımlarının çoğunun Tohar dilinden alınmış kalklar olduğu ve bunların doğru tefsirinin Tohar dilindeki arşetipleriları esasında yapılabildiğini açıkça göstermiştir.[13] Almanya’da neşredilen Maytrisimitin Türkçe versiyonuna konulan önsözde bu eserin Toharca ve Türkçe tercümeleri hakkında ayrı iki fiilin (yaratmış ve evirmiş) kullanılmasına dikkat çekilmiştir. Müelliflerin fikrine göre bu fark bir Hint metninin Tohar bilginleri tarafından serbest şekilde tercüme edilmesinden kaynaklanmaktadır[14] ve sonuçta Toharca metinlerin nispî özgünlüğünü gösterir. Orta Çağ’ın başlarına ait olan Türk metinlerinde kullanılan aslen Hintçe dört yüze yakın kelimeleri inceleyen Prof. M. Shhgaito bu kelimelerin büyük kısmının Tohar dili aracılığıyla Türk diline girdiğini göstermiştir ve umumen “Uygur Budizmi’nin ilk zamanlarında Tohar Budizmi ile sıkı temasta bulunduğu” hükmüne varmıştır.[15] Moğol Devri’nden önceki Doğu Türkistan kültürünün oluşmasına Kuşan (Tohar) kültürünün tesir ettiği fikrini G. Yamazaki de kabul ediyor. Onun fikrine göre: “Hotan’da Budizm Kuzeybatı Hindistan’daki Kuşan hakimiyetinin pekişme ve genişlemesine tekabül eden 2. ve 3. yüzyıllarda yerleşmiştir. Kuşan hanedanının siyasî genişlemesiyle birlikte Kuzeybatı Hindistan’ın kültürü de Orta Asya’ya aktı. Bu kültürel etki büyük ihtimalle 2. yüzyılın ortaları ve 3. yüzyılın başlarında Kanişka ve halefleri zamanında zirveye ulaştı. O dönemde Pamir’i geçen misyonerlik etkileri sadece Çin’e kadar Budizm’e doğu yolunu açmadı. Aynı zamanda başta Hotan olmak üzere Doğu Türkistan bölgelerinde Budizm’i yerleştirdi.”[16]
Göktürk Kağanlığı’nın batı bölgelerinin hükümdarları kendilerini Kuşanların halefi saydıklarını onların yabgu (jabghu) unvanını almaları bu görüşü tasdik ediyor. Kaynaklardaki verilere göre bu unvan önce Kuşan hükümdarlarının unvanıydı. Kuşan Hükümdarı Kucula Kadfiz (278-301) zamanında bastırılan sikkelerde onun unvanı yavuga (yavugasa, kuûanayavugasa) şeklinde belirtilir.[17] Batı Türk hükümdarlarının bu unvanı kullandığı Çin kaynaklarında Türk kağanlığının en ilk devrinden başlayarak kaydedilmiştir. Bu unvanı Batı Göktürk Kağanlığı’nın kurucusu İstemi Kağan taşımıştır.[18] Bu unvanın kagan unvanı ile nispeti karmaşıktır; 629’de Batı Türk Kağanlığı hükümdarının Suyab’daki karargâhını ziyaret eden Hsüen-tsang, hükümdara bu iki unvanı yabgu kagan (Çin transkripsiyonunda Shehu Khan) şeklinde beraber hamleder.[19] Bu takımda yabgu (shehu) kelimesi kagan kelimesinin manasını açıklayan bir eleman olabilir. Orhon yazıtlarının verilerine göre yabgu unvanı kağanlığın batı “kanadı” (bölümü) olan tarduş hükümdarlarına verilmiştir. Demek ki yabgu Kagan takımı “batı bölümünün kağanı” anlamında olmalıdır.
Orhon yazıtlarında yabgu terimine altı kere rastlanır ve bu olaylar kelimenin manasını yeterli derecede doğru tâyin etmeye imkan verir. Bağlam sayesinde terimin semantik belirtilerinin açıkça görüldüğü bazı cümleler şunlardır:
- töl (i) s t (a) rduş bod (u) n (ı) g (a) nta etmis y (a) bgug { (a) d (ı) g (a) nta b (>) rmis (Tölis Tarduş kavimlerini orada tanzim etmiş [onlara] yabgu ve şad vermiş) (BK D 14);
- q (a) g (a) nın yabgu [sı] n ş (a) dın (a) nta ölürt (i) m >l (i) n (a) nda (a) lt (ı) m (onların kağanını, yabgusunı, şadını o zaman öldürdüm, ülkesini o zaman aldım) (BK D 28);
- t (a) y bilge tut (u) q (ı) g y (a) bgu (a) t (a) dı (Tay Bilge Tutuk’a yabgu unvanını verdi) (Şine Usu K 11-12);
- (>) ki ogl (ı) ma y (a) bgu ş (a) d (a) t b>rt (i) m t (a) rd (u) ş töl (i) s bod (u) nqa b>rt (i) m (iki oğluma yabğu ve şad unvanını verdim, tarduş ve tölis kavminin üzerine verdim) (Şine Usu D 7).
Gösterilen örneklerdeki özelliklerine göre yabgu ve şadunvanları rütbe tarafından eşit zatlara hem de kağanın kendi neslinden en yakın akrabalarına (bu örneklerde oğullarına) verilirdi. Yukarıda dendiği gibi, yabgu unvanı kağanlığın batı bölümünün (kanadının) hükümdarına verilirdi.
Hsüen-tsang’ın notlarında o Toharistan’a ait olan Huoh (şimdiki Kunduz) vilâyetini ziyaret ettiğini ve oranın hükümdarı olan Türk kağanının torunu ile görüştüğünü belirtir. Bu hadiseyi tasvir eden Hsüen-tsang Toharistan’ın hükümdarının Kağan torunu olması sebebiyle kendisine yabgu demektedir.[20] Eserin Uygur versiyonunda bu cümle mana vurgulaması bakımından biraz değiştirilmiş şekilde verilir: Toxrï yavgu[sî] -mn tip: öz at’öz-in ag[î] tu söz-ladi (Toharların yabgusıyım diyerek kendisini methediyordu) (Hts V 52, 6-8). Buna göre Türk kağanlıkları zamanında Kuşan hükümdarlarının otoriteleri daha kaybedilmemiş ve kağanlığın batı kısmının hükümdarlarının kendilerini onların halefi saydığı tahmin edilebilir. Arkeolojik bulgulara göre Kuşan Devleti’nin büyük bir kısmını teşkil eden Toharlar Sarmat tipi kültüre mensuptu.[21] Kuşanlar ise antropolojik özelliklerine göre Eftalitlere yakın Andronov tipi kültüre mensuptu[22] ve bu bakımdan Toharlardan başka kavimlere ait olmaları mümkündü. Araştırmalara göre Kuşanların yerine gelen egemen gruplar (Eftalitlar, Hunlar, Göktürkler) mülhak halklar için istikrarlı bir durum temin etmeleriyle hakimiyetlerini saklayabilirdi. Türk kağanlıkları devrindeki vaziyet hakkında L. N. Gumilyev şunları yazıyor: “Batıda biz büsbütün başka durumu görürüz. Orada Türkütler mutlak azınlıkta idiler. İstemi-Kağan kendisi ile ne kadar asker getirmiş ise de, bunlar fethedilen yerlerde denizde bir damla gibi idi ve yerli halklar arasında iz bırakmadan dağılıp gidecek durumdaydılar. Fakat gerçekte üçüncü bir şey oldu: Yedi Su, Çu vâdilerinin, aşağı İdil ve Kuban, yukarı İrtiş ve İşim havalilerinin göçebe halkları Aşina hanedanına açık bağlılık gösterdiler. Tarım ve Amu Derya havzalarındaki yerleşik halklar ve hatta Hindikuş ve Kafkas yamaçlarındaki dağlılar da aynı şekilde davrandılar… İtiraf edelim ki İstemi ve Kara Çurin Türk yalnız başbuğ (strateg) değil, fakat mümtaz bir yönetmendiler. Fâtih olarak geldiği ülkelerde bunlar bir modus vivendi teşkil ettiler ve önceleri dağınık, ufak savaşlarda daima zayıflanmış kabileler barış içinde yaşamanın tadını tadarak göçebe ekonomilerinin gelişmesine imkan buldular.[23]
Bilindiği gibi Orta Asya’da esas olarak Budizm’inVaibh#|ika okulu yayıldı. Bunun esasları Vaibh#sika’nın ansiklopedik eseri Abhidharmakoûa’da tasvir edilmiştir. Türklerin emri altında bulunan yerlerde Budizm’in yayılmasına şüphesiz Türklerin egemen gruplarının bu dine hoşgörü göstermesi ve Budizm’i Kuşan medeniyetinin bir unsuru olarak idrak edişleri yardım etmişti. Budist rahiplerini ve vaizcilerini Türk kağanları karargâhlarında lütufkârlıkla kabul ederlerdi. 626’da Ton-yabğu kağanın karargâhında Hint vaizcisi Prabhakaramitra bulunmuş[24] ve 629’da Suyab kalesinde bu kağan tarafından Hsüen-tsang kabul edilmiş ve bu kağan devrindeki kağanlığın durumunu parlak bir şekilde ifade etmişti. Kağanın emriyle Hsüen-tsang’a himaye tezkeresi ve kılavuz verilmiştir. Bu kılavuz Hsüen-tsang’ı Türklerin mülkiyetindeki topraklardan Kapisa’ya kadar geçirmişti.
Orta Asya’daki Kuşan (Tohar) medeniyeti Türkistan’da sonraları uzun zaman kullanılan ekonomi tarzları meydana getirmişti. Kağanlığın batı bölgelerindeki ekonomi genelde bu yönde gelişirdi: Bunun esasını tepe ve sırtlarda yerleşen, sanat ve ticaret merkezi olan kaleler, etraflarında yerleşen tarımsal köyler ve boş otlak yerlerde hayvancılığın gelişmesi teşkil ederdi. Bu gibi ekonomik kuruluşlar kağanlığın yarı göçebe kabilelerinin arasında yerleşik nüfusun sayısının artmasına yol açmıştı. Batı Türk Kağanlığı meydana geldikten bir yüzyıl sonra Orta Asya’daki durum hakkında L. N. Gumilyev şunları yazıyor: “VII. yüzyılın başında Orta Asya ekonomi ve kültür gelişmesinin zirvesindeydi; ticaret, çiftçilik ve sanatlar âzami sür’atle gelişmişti; türlü mezhepler barış içinde yanyana yaşıyordu.”[25]
Bununla beraber kaydetmek lâzım ki Türklerin yerleşik halklarla ilişkileri bu dönemde tek taraflı bir süreç değildi; kağanlığın muhtelif halklarının kültürü ve dinlerine karşı Türklerin hoşgörü göstermesi, buraların kültür ve ekonomik gelişmesine hizmet ediyordu. Bir de kaynakların delaletine göre kağanlık bünyesindeki halklar gündelik hayatlarında egemen grupların âdet ve görgülerini sıkça taklit ediyorlardı. Meselâ, Hsüen-tsang notlarında çeşitli halklarla ilgili olarak bunların “âdet ve törelerinin Türklerinki gibi” olduğunu kaydeder. VI. yüzyıldan başlayarak Göktürkler Orta Asya medeniyetine katılmışlar ve bu medeniyetin gelişmesine aktif olarak iştirak etmişlerdir. Orta Asya (ve ayrıca Kuşan) Medeniyeti’ne katılan Türkler zamanına göre en yazı tarzını -runik alfabe yazıyı- kabul etmişlerdir. Orhon yazıtlarının meydana gelmesi bir dereceye kadar bu medeniyete katılmanın neticesidir. Orhon yazıtları müellif tarafından vücuda getirilmiş eserlerdir ve bu bakımdan folklor eserlerinden büsbütün ayırt edilirler. Bilindiği gibi en önemli metinlerin müellifi Köl-tegin’nin (Köl-tigin) yeğeni Yollığ Tegin’dir. Kendi sözlerine göre: Bunça bit (i) g bit (i) gma kül tig (i) n (a) tısı yol (lı) g t[igin] bitid (i) m yig (i) rmi kün ol (u) r (ı) p bu t (a) şqa bu tamqa qop yol (lı) g tig (i) n bitid (i) m [Bunca yazıları yazan [ben] Kül-teginin yegeni Yollığ-tegin yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa bu tamg hepsini (ben) Yollığ-tegin yazdım) (KT GD 1] .
Metinlerin dikkatli tahlili göstermektedir ki bunların müellifi Yollığ-tegin eserlerinde kendi zamanının yazı kültürünün üstün başarılarına dayanır; eserleri yüksek düzenli, lâkonik ve son derecede malûmatlı olarak stilistik tarafından tasvir edilen durumlara ve eserlerinde adı geçen şahısların durumlarına ölçüsüne uygun şekilde teşkil edilmiştir.
Rusya Bilimler Akademisi / Rusya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 152-156