Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye’nin Özgürlük ve Bağımsızlık Mücadelesi

0 14.649

Prof. Dr. Salahi R. SONYEL

Merkez kuvvetlerinin[1] bağlaşığı olarak Birinci Dünya Savaşı’na girmeye zorlanan Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri,[2] özellikle Britanya (İngiltere) tarafından yenilgiye uğratılmış ve 30 Ekim 1918’de Mondros Bırakışması’nı imzalamak zorunda kalmıştı. Savaş ve savaş sonrası gelişmeler, muzafferler arasında emperyalist bir yayılma tutkusunu dizginsiz bırakmıştı.[3] Paha biçilmez bir hazine olan Asya’daki Türkiye’ye emperyalist ve sömürgeci güçler gözlerini dikmişlerdi. Dolayısıyla Bağlaşık Devletlerin, 1918 yılında, “gizli antlaşmalara ve istila hakkına”[4] dayanarak bu ganimetleri ele geçirmek için harekete geçmeleri hiç de şaşırtıcı değildi.

Bu gizli antlaşmalar, Osmanlı Devleti’ni büsbütün ortadan kaldırmak amacını güdüyordu. 1915 Mart-Nisan aylarında, Britanya, Rusya ve Fransa arasında imzalanan İstanbul antlaşmasıyla, bu devletler savaşı kazandıkları takdirde İstanbul ile Boğazların Çarlık Rusyası’na verilmesini kabul ediyor; 26 Nisan 1915 tarihinde Bağlaşık Devletlerle İtalya arasında imzalanan Londra Antlaşmasıyla “Türkiye’nin Asya’daki topraklarının kısmen ya da tamamen bölüşülmesi halinde… Antalya İli’ne bitişik Akdeniz bölgesinin İtalya’ya verilmesi kabul ediliyordu. 16 Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti’nin Britanya, Fransa ve Çarlık Rusyası arasında bölüşülmesi sağlanıyor; ve 17 Nisan 1917’de Saint Jean de Maurienne Antlaşmasıyla İtalya’nın Anadolu’daki hak iddiaları aydınlatılıyor, Aydın İli ile birlikte İzmir’in de İtalya’ya verilmesi kabul ediliyordu.[5]

Bağlaşık Devletlerin savaş amaçları bu gizli antlaşmalardan daha az tehlikeli görünüyordu. Britanya Başbakanı, David Lloyd George, 5 Ocak 1918’de verdiği söylevinde şöyle diyordu:

“… Türkiye’yi başkentinden ve nüfusunun çoğunluğu ırk bakımından Türk olan Anadolu ve Trakya’daki zengin ve şanlı topraklarından yoksun bırakmak için savaşmıyoruz. Türk soyunun yaşamakta olduğu anayurdunda, Türk imparatorluğunun, başkenti olan İstanbul başta olmak üzere, devam etmesine engel olacak değiliz.[6]

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918 tarihinde Kongrenin karma oturumunda yaptığı konuşmada, ülkesinin savaş amaçlarını şöyle açıklıyordu:

“Şimdiki Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk ülkelerindeki egemenliği güvenlik içinde sağlanmalı, fakat halen Türk yönetimi altında bulunan diğer uyrukların yaşamı kesinlikle özerklik yönünde her türlü engelden uzak olmalı ve gelişmelerinin sağlanması güvence altına alınmalıdır.”[7]

Öte yandan Fransızlar da, savaş amaçlarını açıklıyor; Fransa’nın istila amacı gütmediğini, fakat kul hayatı yaşayan Doğu halklarına, kendi kaderlerini belirleme hakkını verecek uluslar prensibi için savaştıklarını belirtiyorlardı.[8]

Bağlaşık devletlerin bu savaş amaçlarına yalnız Türkler değil, Ermeni, Rum, Kürt ve Araplar da inanmışlardı. Yenilgiye uğrayan halklar arasında sahte bir izlenim yaratılmıştı. Türkler, Bağlaşık Devletlerin hoşgörülü davranacaklarına inanıyorlardı. Ancak bu prensiplerin Merkez Devletlerini yenilgiye uğratmak amacıyla yayınlanmış olduğu ve bunları yenilenlere uygularken, Büyük Bağlaşıkların kendi çıkarlarından başka hiçbiri şeyi düşünmediklerini Türkler daha sonra anlamakta gecikmediler. Türk ulusçularının önderi Mustafa Kemal (Atatürk), 28 Aralık 1919’da, kendisini ziyaret eden Ankara ileri gelenlerine, Başkan Wilson’un, Türkiye’nin hayat ve kaderini güvence altına alan 12. prensibini Bağlaşık Devletlerinin uygulamaktan kaçındıklarını belirtmişti.[9] Harold Nicolson’un deyişiyle, Bağlaşık devlet adamları:

düşmanlarımız üzerinde olanca baskı yapmak ve ancak dostlarımıza sınırsız (kendi kaderini tayin etme hakkı isteğinde bulunma hakkı vermek suretiyle iki formülü (yetki ve rıza formüllerini) birleştirmeye çalıştılar.”[10]

Mondros Bırakışması’nın imzalanmasından kısa bir süre sonra, Bağlaşık Güçler, antlaşmanın müphem şartlarından[11] yararlanarak, Osmanlı Devletini bölmek için stratejik noktalarını işgal planlarında ileri gittiler ve işgallerini Türklerin/Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı vilayetleri kapsayacak şekilde, giderek Anadolu içlerine kadar genişlettiler. Ayrıca kimi Osmanlı azınlıklarını, özellikle Rum, Ermeni ve Kürtleri, 1918 sonu ve 1919 başlarında Osmanlı Devleti’nden aşırı ölçüde toprak isteğinde bulunmaya cesaretlendirdiler ve onların bu isteklerinde demografik, etnik, siyasal ve diğer açılardan haklı olup olmadıklarını düşünmediler.[12] Türk istatistiklerine ve diğer istatistiklere göre, bu topraklarda yaşayan azınlıklar tarafından hak iddia edilen yerlerde yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu Türk/Müslümandı.[13]

Bundan başka, 6 Mayıs 1919’da, Britanya, Fransa ve ABD başkanları, büyük bir gizlilik içerisinde, Yunan Başbakanı Eleftherios Venizelos’u, İzmir ve ötesini Yunan kuvvetleriyle işgal etmeye çağırdılar. Dokuz gün sonra da Yunan ordusu İzmir’i işgal etti. Yunanlılar, Ermenilerin yardım ve desteğiyle, Türk halkına karşı taşkınlıklarda bulundular ve Müttefik Yüksek Komiserliği[14] yönergelerine ve Mondros Bırakışması hükümlerine[15] aykırı olarak, tüm ili işgale başladılar. Yunanlıların İzmir’i istila etmeleri, İtilaf Devletlerinin Türk yurdunu parçalama planlarının başlangıcıydı. Yunan istilasına karşı Türklerin gösterdiği tepki Türk ulusal bilincinin ve Türk milliyetçiliğinin Mustafa Kemal önderliğinde yükselmesine katkıda bulundu.

Yunan işgaline karşı ülke çapında Türklerin gösterdiği tepki, Türk yurdunu parçalamak isteyen İtilaf Devletlerin planlarını etkisiz bırakmak kararlılığının ve uyanmakta olan Türk ulusal bilincinin ilk belirtisidir. Sultan Vahdeddin’in “serfürû etmek” politikasına karşı Türk milliyetçileri, birleşik ulusal bir direniş örgütünün gücüne inanıyorlardı ve takip eden aylar içinde bu teşkilatı örgütlemeye başladılar.[16] Mustafa Kemal, Samsun bölgesini yatıştırmak,[17] silahları toplamak ve varsa Şûraları kapatmak resmi göreviyle 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında Anadolu’da ulusal bir direniş harekatı başlatmakla ilgili tasarıları kafasında taşıyordu. Daha önceleri bu tasarıları bazı ordu komutanlarıyla, özellikle Anadolu’da Bağlaşık Devletlerin gözünden uzakta, önemli askerî güçlere komuta edenlerle görüşmüş, onların rızasını almıştı. Bununla birlikte, başlangıçta ulusun ve ordunun bir kısmı halâ Sultan-Halife’ye karşı içten bağlıydı; İtilaf yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu kafalarında yer etmişti. Padişahla sadrazamı Damat Ferit çevresinde toplananlar, kurtuluşun, Britanya’ya himayesinde bulunmakla gerçekleşeceğine inanıyorlardı. İstanbul’daki bazı aydınlar Birleşik Devletler güdümünü savunuyorlardı. Diğerleri bölgesel kurtuluş yolları arıyorlar, bazı bölgelerin Osmanlı Devleti’nden koparılması yoluyla sorunun çözüleceğine inanıyor, hatta bazı bölgeler, imparatorluğun çökmesinin kaçınılmaz olduğunu savunarak kendilerini kurtarmaya çalışıyorlardı. Fakat ulusun egemenliğine dayanan, kısıntısız, koşulsuz, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak ateşiyle yanan ulusal akımın önderleri, bunların hiçbirini kabul etmiyorlardı. Amaçlarını gerçekleştirmek için, yönetimdeki bazı yurtseverlerle işbirliği yapmak ve Türk bağımsızlığını savunmak için gizlice örgütlenmek zorundaydılar.[18]

Ulusalcılar, Amasya’da (18-22 Haziran 1919), Erzurum’da (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) ve Sivas’ta (4-11 Eylül 1919) bir takım toplantılar ve kongreler yaptılar ve sonuçta Misak-ı Millî’yi kaleme aldılar. Bu tarihi belgeye göre Bırakışma’nın imzalandığı gün ulusal sınırlar içinde kalan yerlerin ve nüfus çoğunluğunun Müslüman Türklerden oluşan bölgelerin Türkiye’nin ulusal sınırları içinde olduğu; Anadolu’da geçici bir hükümet kurulması; yurdun herhangi bir kısmı merkezî hükümet tarafından terk ya da ihmal edilirse, Anadolu’da geçici bir yönetim kurulması belirtiliyordu. Erzurum Kongresi tarafından ve Mustafa Kemal başkanlığında kurulan, düşmanı yurttan kovarak yurdu kurtarmak çabası için tüm ulusu sefer etmekle görevlendirilmiş olan Heyet-i Temsiliye’nin kadrosu genişletiliyordu.[19]

Sivas Kongresi, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşının tarihinde çok önemli dönüm noktalarından birisiydi. Bu kongre Türk ulusunun tam bağımsızlığı ve kurtuluşunu temel alan ‘büyük Türk Rönesans’ı’[20] olarak nitelendirildi. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman Türklerden oluşan din, kültür ve ırk birliği esaslarına dayalı bölgeleri kapsayan yeni bir Türkiye’nin sınırlarını saptadı. Misak-ı Milli prensipleri, Türklerin ve ulusal diplomasinin parolası oldu. Katı ve değişmez olmakla birlikte Türk milliyetçilerinin asgari isteklerini içermesi bakımından bir çeşit kutsallık kazanmıştı.[21] Misak-ı Milli’deki taleplerin çoğunluğu Britanya başbakanı Lloyd George’un Ocak 1918’de belirttiği ve Amerika Birleşik Devletleri

Başbakanı Wilson’un 14 ilkesinde[22] halklara vaat ettiği kendi kaderini tayin etme hakkı ilkesinden fazla bir şey değildi; ancak Bağlaşık Güçler, o sıralarda, Misakı ciddiye almamışlardı.[23]

İstanbul hükümeti Kuvayı Milliyeci Türk liderlerini vatan haini ilan ederek gıyaben ölüme mahkum ettiğinde bile, onlar Batı Anadolu’da Yunanlılarla, Kilikya’da Fransız-Ermeni ittifakıyla Ermenilerin Türkiye’nin doğu illerini istila etme çabalarıyla ve Kafkaslarda Bolşevik Rusyanın emelleriyle karşı karşıya geldikleri halde, Misak-ı Milli vazgeçmediler. 10 Ağustos 1920’de Osmanlı Devleti’ne zorla kabul ettirilen ve gerçekte Türkiye’yi parçalamak ve onu Anadolu’nun ortasında dar bir alana sıkıştırmak amacı güden Sevr Antlaşması, tüm ülkede tehlike çanlarının çalmasına sebep oldu. “Avrupa’nın merhametsizce saldırıları altında”, Misak-ı Milli ilk defa olarak, birkaç istisna ile, halkın gözlerini kurtuluş ümidi olarak Ankara’ya çevirmelerine neden oldu. Hemen hemen her Türk bir ulusalcı oldu.[24]

İstanbul hükümeti, Sevr Antlaşması’nı imzalamaya zorlandığında, antlaşmanın imzalanmış olması haberinin uyandırdığı kin ve kızgınlık Türkiye’nin her yanına yayıldı. 10 Ağustos baştan başa tüm yurtta ulusal yas günü ilan edildi. Tüm Türk gazeteleri siyah çerçeve içinde çıktı; eğlence yerleri yasaklandı; dükkanlar kapatıldı; bütün gün ülkenin esenliği için dualar edildi.[25] Bu bir barış antlaşması değil bir savaş antlaşması idi;[26] modern tarihte en cezalandırıcı barış antlaşmalarından birini teşkil etmekteydi ve savaş ganimetlerinin en cüretli ve kastî şekilde taksimiydi.[27] Antlaşma, Batı dünyasının Türkiye’de yaratmış olduğu küllenmiş nefret üzerinde ateşleyici taze bir yakıt etkisi yaptı.[28] Bu antlaşmanın gerçekleşmesinin önlemek için, Milliyetçiler savaşma kararlarını zaten açıklamışlardı; onların bu anlaşmaya karşı diğer seçeneği Misak-ı Milli’yldi.[29]

Bu arada, Bağlaşıkların, Türkiye ve Yunanistan arasında bir antlaşmaya varılması için yaptıklar tüm deneyler suya düştü.[30] Kemalistler bundan sonra Yunanlıları soyutlamaya giriştiler; Sovyet Rusya ve Fransa ile antlaşmalar imzaladılar; ayrıca İtalyanların hoşgörüsünden de yararlandılar. Son olarak, 26 Ağustos 1922’de bütün cephelerde Yunan ordusu üzerine genel bir taarruza geçtiler. Yunanlılar, Batı Anadolu’yu en barbarca şekilde yakıp yıktıktan sonra ordularının geri kalan artıkları 9 Eylül’de yok edildi. Bunu izleyen Çanakkale krizi sırasında Lloyd George, İngiliz sömürgelerini Mustafa Kemal ve Türk ordusuna karşı koymak için bir araya getirmeyi denediği zaman, 11 Kasım’da Mudanya’da, daha çok Türk milliyetçilerinin isteklerine dayanan bir ateşkes imza edildi. Mudanya bırakışması Lloyd George’u o kadar kaygılandırdı ki, daha sonra ateşkesi ‘Sevr’den geri çekilme”[31] olarak nitelendirdi. Mudanya Bırakışması Asya’nın Avrupa üzerinde bir zaferi olarak tanımlandı.[32]

Türk milliyetçilerinin askeri başarılarını, bundan daha çetin ve uzun süren, İngiliz Dışişleri Bakanı, Lord Curzon’un, Türk delegelerini bir öğretmen gibi azarlamayı denediği, Lozan Konferansı’ndaki mücadele izledi. Curzon’un taktikleri başarılı olmadı ve konferans Ocak 1923’te dağıldı. Nisan ayında tekrar toplandı ve çetin görüşmelerden sonra, Türklere çok önemli ödünler verilerek 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı. Ankara’da 23 Nisan 1920’de kurulmuş olan Büyük Millet Meclisi’nce 21 Ağustos’ta antlaşma onaylandı.[33] Lozan’daki Türk delegasyonunun önderi İsmet Paşa, 24 Ağustos’ta Bağlaşıklara antlaşmanın onaylandığını bildirince, Bağlaşık askerler Türk topraklarını terk etmeye başladılar. Boşaltma 1 Ekim’de tamamlandı.

Genellikle Lozan Antlaşması, ulusçu Türkiye’nin en büyük diplomatik zaferi olarak alkışlarla nitelendirildi.[34] Yenilmiş ve görünürde paramparça olmuş bir ulusun, harabeleri üzerinden yükselerek, eşit koşullarla dünyanın en güçlü devletlerinin önüne çıkarak onlardan tüm ulusal istemlerini kazanmış bir ulusun son sözüydü.[35] Kendi ulusal sınırları içinde egemen ve bağımsız, ‘yabancı etkilerinden uzak’ olan bir Türkiye şimdi dünyanın karşısına dikiliyordu.[36]

Türk ulusunun bu muhteşem başarısını mümkün kılan neydi? Bu başarının nedenleri, birbiriyle ilişkili askeri ve siyasi etkenlerde aranmalıdır. Türk ulusçuları kendi siyasalarını saptadıklarında Misak-ı Milli ile kesinleşen askeri ve siyasal koşullar onların akımlarının yapısını yeniden şekillendirmişti. Sınırlı bölgesel direniş amaçlarıyla, kurmuş oldukları yarı-bağımsız ulusal direniş ve Redd-i İlhak Cemiyetleri, sağlam ve ulusal örgüt olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti altında birleştirilmişti. Bu örgütün tek bir görüşü ve amacı vardı: Batının güçlü ve çıkarcı güçlerinin, emperyalizm ve sömürgecilik politikaları aracılığıyla, Türkiye’yi istilâsını ve parçalamasını önlemekti.

Bu örgütün yürütme organı olan Heyet-i Temsiliye (ki onun yerini 23 Nisan 1920’de kurulacak Büyük Millet Meclisi alacaktır), amaçları sınırlı ve değişmez olan Misak-ı Millî’yi kabul etti. Amaçları şu bakımdan sınırlıydı: Ulusçular bütün iç ve dış boyunduruklardan uzak ve dışsal ihtiraslara karşı, gücünü doğrudan halkın iradesinden alan, sadece ulusal sınırlar içinde bağımsız ve egemen bir Türk devletinin kurulması için çalışıyorlardı. Keza onların amaçları değişmezdi; çünkü bu amaçlar, Bağlaşık Güçlerinin güvence verdiği savaş amaçlarına ve Başkan Wilson’un prensiplerine dayanıyordu. Ulusçular, bu prensiplere iyi ve kötü anlarında azimle bağlı kaldılar. Ne haklarından vazgeçtiler, ne bütün olayların kendi aleyhlerine olduğu, özlem ve emellerinin yükseldiği başarılı ve sevinçli dönemlerde onları değiştirme yolunu gittiler.

Yeni Türkiye’nin siyasası ulusal olacaktı; Türk ulusunun varlığı, özgürlüğü ve refahı için çalışılacaktı. Bu prensipler, devletin sınırları içinde herhangi bir azınlığa da uygulanacaktı. Aynı zamanda yabancı ülkelerle, karşılıklı uygar ve iyi ilişkiler içinde bulunulacak ve hayallerden veya aldatıcı özlemlerden -örneğin Pan-İslamizm ve Pan-Turanizm gibi- uzak durulacaktı. Anadolu’nun ortasında fiili olarak kurulduktan sonra, ulusçu hükümetin siyasi Misak-ı Millî’yi sağlamak ve ana amaçlarına varmak için, yabancı güçler tarafından tanınmaya, çeşitli dostluk antlaşmaları yapmaya, açık ve gizli eylemleri yerine getirmeye yönelecekti.

Türk Milliyetçi, siyasal amaçlarında başarılı olmak için, siyasal ve askeri koşulları azami derecede kullanmak, uygun stratejiler takip etmek gereksinmeleri olduğunu anlıyorlardı. 1917’de dünyayı iki düşman bloka bölmüş olan Bolşevik devriminden yararlanabileceklerini çabuk anlamışlardı. İstilacıları Türk topraklarından kovmak için Doğu Bloku’nun yardımından yararlanmak konusunda, bireysel bir birikim olan, karmaşık bir Doğu stratejisini formülleştirdiler; Sovyet Rusya’ya, Kafkas devletlerine ve Arap ve Arap olmayan Müslüman ülkelere karşı ayrı politikalar izlediler. Bu stratejinin aksaklıkları da vardı; çünkü vakit vakit bölgesel gerginliğe ve çatışmalara yol açıyordu; fakat ulusçu Türkiye’nin tanınması için harcanan çaba genellikle büyük bir başarı kazandı ve Misak-ı Milli’ye ulaşmak için ona manevi ve özdeksel maddi yardım sağladı. Bağlaşık güçleri, özellikle Britanya’yı Hindistan ve Irak’ta ve Fransa’yı Kilikya ve Suriye’de sayısız zararlara uğratan ulusçuların güçlü tanıtım ve entrika silahlarını geniş bir alan üzerinde uygulama fırsatı verdi.

Kendi Doğu stratejilerinin herhangi olası kötü etkilerine karşı koymak ve Anadolu’nun Bolşevikleştirilmesini önlemek için, ulusçular, çoğunluğu Türk/Müslüman halkı yaşadığı topraklarda, savaş ganimeti peşinde koşan Batılı güçlere karşı da Batı stratejisi formülleştirmenin yararlarının farkına varmışlardır. Bu stratejiden amaç, Bağlaşıklardan daha iyi barış koşulları koparmak ve Bolşeviklere karşı denge kurmaktı. Türk ulusçular, ustalıkla uyguladıkları her iki siyasetten, askeri ve siyasi duruma göre büyük ölçüde yararlanmaya çalışıyorlardı. İtilaf Devletleri’ni birbirinden ayırarak onların Avrupa ve Yakın ve Orta Doğu’daki keskin rekabeti, azami derecede çıkarları için kullandılar. Özellikle 1921 yılı Şubatı’ndan Mart’ına kadar geçen süre boyunca, hem Londra hem de Moskova’da çok elverişli sonuçlar elde ettiler. Londra’da daha az zararlı olan, Fransa ve İtalya’yı kendilerinin çok tehlikeli düşmanları olarak düşündükleri Britanya ve Yunanistan’dan ayırmayı ustalıkla başardılar. Moskova’da Misak-ı Milli’nin tanındığı ve ulusçu Türkiye’ye askeri yardım sözü veren bir dostluk antlaşması imzalamaya Bolşevikleri ikna ettiler. Kafkas devletleriyle Kars antlaşmasını ve Fransa ile Ankara uzlaşmasını imzaladıklarında, yine her iki siyaseti Eylül 1921’deki Sakarya zaferlerinden sonra ivedilikle takip ettiler. Fransa ve Britanya arasında o kadar büyük anlaşmazlık yarattılar ki, Bağlaşıklar arasındaki dayanışma tehlikeye girdi.

Eksiklikleri olmasına rağmen ve Anadolu’nun bilinmeyen bozkırlarını İstanbul’un konforuna tercih etmiş olan Osmanlı diplomatlarının, deneyim ve bilgeliklerine dayanan yetenek eksikliğine rağmen, Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Ahmed Muhtar ve Yusuf Kemal ve daha sonra İsmet Paşa, Avrupalı diplomatlardan daha üstün değilse bile, onlara eşit olduklarını ispat ettiler. Onlar tarafından Nisan 1920’den Lozan Antlaşması’nın imzalanmasına kadar, Fransa, İtalya, Britanya ve Sovyet Rusya gibi güçlü devletlerle ve örneğin Azerbaycan ve Ermenistan gibi küçük devletlerle, imzalamış oldukları çeşitli anlaşmalar onların başarılarına kanıt teşkil eder.

Bununla birlikte diğer diplomatlar gibi, ulusçu elçilerin de zayıf yönleri vardı. Bazen kişisel hırs ve ihtiraslarla büyülenmişlerdi, ama Mustafa Kemal, onların eylemleri üzerinde sıkı bir denetim sürdürdü ve sınırlı bir baskı kullandı. Müdahale etmek zorunda olduğu birden fazla durumda her an tavsiye edebileceği ve zamanı geldiğinde, uyarma ve azarlamayla ve en son olarak zorlamayla istifa ettirebileceği diplomatlar olmuştur. Haddini aştığı ve ulusal yararlar üstünden çıkar kazanmak için kişisel hırslarına kapıldığı için de Batı ile yeniden ilişki kurmanın coşkusu ve onun Rus korkusu, Ankara’nın Doğu stratejisini tehlikeye sokmuş olmasından dolayı, İlk Milliyetçi Dışişleri Bakanı, Bekir Sami’yi istifaya zorladı. Ekim 1922’de, Lozan Konferansı’na Türk delegeler seçilirken, Mustafa Kemal Doğu stratejisinin oldukça ateşli bir taraftarı olan Yusuf Kemal’i de bilinen İngiliz hayranlığından dolayı delegasyon başkanlığına getirmemişti.

Ulusçular çabalarında emellerini gerçekleştirmek için, en erken aşamada, çok iyi teşkilâtlanmış, disiplinli ve tamamiyle donatılmış bir ordunun, düşman üzerine doğrudan baskı uygulamada ve uluslararası görüşmelerde Türk diplomatlarına etkili destek vermede manevi bir güç olduğunu anlıyorlardı. Kasım 1920’de Ermenilere karşı kazanılan askerî zafer Bolşevik siyasetinde gözle görülür bir değişikliğe yol açtı; Ocak 1921’de Yunanlılara karşı yapılan ilk İnönü Savaşındaki zaferi onların Londra Konferansı’na davet edilmelerine neden oldu; Eylül 1921 Sakarya Zaferi hem Doğu hem de Batı devletleriyle antlaşmalar imzalamaları sonucunu sağlamıştı. Bağlaşık Güçler, özellikle Britanya, Yunanistan ve Ermenistan, Türk ulusçularının direniş yeteneklerini küçümsemiş veya değerlendirme yapmakta hataya düşmüşlerdi.

Ulusçular en iyi yeteneklerini var olan iç ve dış siyasal ve askeri koşulların azamî kullanımında bilgelik ve sezgide gösterdiler. Bağlaşık güçlerce geciktirilen Türkiye barışı ve en acımasız öç alıcı antlaşmalardan biri olan, Sevr Antlaşması’nı Türklere zorla kabul ettirmeye çalışmaları, birçok iç ve dış etkeni Türk İstiklâl Savaşı’ndan yana harekete geçirdi. Türkiye’ye silahlı güçle kendi koşullarını zorla kabul ettirmek için savaşamayacak kadar yorgun olan, seçmenlerini memnun etmek için büyük çapta askerini terhis eden [işgalci] güçler tek araç olarak Ermeni ve Yunan güçlerini kullanmak zorunda kalıyorlardı. Büyük bir çılgınlık olduğu ispatlanan bu hareket, Türk direnişini alevlendirmek için yeterliydi ve bir gecede hemen hemen her Türk Milliyetçi oldu. Ulusçular, bunlara rağmen, Ermenistan’da birbirini kırıp öldüren aşırı ve ilericiler, Yunanistan’da Konstantinci ve Venizelosçular ve Yunan ve Ermeni bölünmelerinden epey yararlandılar. Kasım 1920’de Ermenistan’ı, Ağustos 1922’de Yunanistan’ı tecrit ederek bozguna uğrattılar; o kadar ki, sonunda bütün bu güçlere karşı başlıca savunma güçlerini harekete geçirdiler. Hiçbir süper güç Ermenilerin veya Yunanlıların yardımına gelmedi.

Ulusçuların başarılarının tarihi, yanlış hesap örnekleri ve hatalı siyasetlerden uzak değildir. Birkaç kez Ulusçular, felaketlere yol açması olanaklı görüş ve davranış hataları işlediler. BMM Dışişleri Bakanı Bekir Sami’nin 1920 sonbaharında Ermenistan üzerinde Sovyet Rusya ile bozuşması; 1921 yılı Mart’ında Fransız Başbakanı Aristide Briand ve İtalya Dışişleri Bakanı Carlo Sforza ile Londra’da imzalamış olduğu gizli antlaşmalara, bu iki devletle başka bir anlaşma yapmadan karşı çıkmaları onları az daha felakete sürüklüyordu. Londra Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması nedeniyle Ulusçular, ancak Konstantinci politikacıların akılsızlığı ve dik kafalılığı büyük bir felaketten kurtarmıştır.

Bununla birlikte, Türk Ulusal Savaşı’nın başlangıcında Lozan Antlaşması’nın imzasına kadar tüm süre ele alınırsa, ulusçular, tam olmasa bile büyük bir başarı elde ettiler. Batı Trakya, Musul, İskenderun, Adalar, Kıbrıs ve Kars antlaşmasınca terk edilen Batum dışında yabancılarla Türkiye’de kapitülasyonlarca tanınmış olan egemenlik dışı ve ulus üstü ayrıcalık haklarını ortadan kaldırmış ve Misak-ı Millice saptanmış olan tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, toprak bütünlüğü sağlamışlardır. Bu eşsiz harika, Mustafa Kemal Atatürk’ün şahane önderliği ve altında, onun ve Türk ulusunun yapıtıdır.

Prof. Dr. Salahi R. SONYEL

Uluslararası İlişkiler Kraliyet Enstitüsü / İngiltere
Doğu Akdeniz Üniversitesi / KKTC

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 894-898


Dipnotlar :
[1] 1914 Temmuz ayının ortasıyla Mayıs ayı arasında Osmanlı hükümeti İçişleri Bakanı Mehmet Talat aracılığıyla Rusya’ya bağlaşma teklifinde bulundu. Bahriye Bakanı Cemal Paşa aracılığıyla da bir ilişkide geçildi. Fransa’ya daha sıkı ilişkiler kurulmasını önerdi, fakat her iki konu da reddedildi. Karşılaştırınız B. E. Smith, The Coming of the War, 1914, New York, (2 cilt), 1930, C. I, s. 91; I. V. Bestuzhev, “Russian foreign policy, February-June 1914” Journal of Contemporary History, C. I, S. 3, 1966, s. 110-111; Ulrich Trumpener, Germany and the Ottoman Empire, 1914-1918, New Jersey, 1968, s. 20. Merkezi Devletler Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğundan oluşuyordu.
[2] Britanya, Fransa, Rusya ve İtalya’dan meydana gelen Bağlaşık Güçlerine, Türkiye’ye savaş ilan etmemiş olan ABD devleti 1917’de katıldı.
[3] M. Philips Price, A History of Turkey from Empire to Republic, Londra 1956, s. 96.
[4] Edward Mead Earle, Turkey, the Great Powers and the Baghdad Railway, New York, 1966, s. 280, 300. Harold Nicolson muzafferlerin mantalitesini yansıtırken şöyle diyordu: ‘Osmanlı İmparatorluğu ayaklarımız altında parçalanmış ve güçsüz, başkenti ve Halifesi silahlarımızın merhametine kalmıştır’. Harold Nicolson, Curzon: the Last Phase, 1919-25, Londra, 1934, s. 3.
[5] Documents on British Foreign Policy, 1919-1939, ilk seri, C. IV. Adriyatik ve Orta Doğu, III. Bölüm, Yetki/Komuta Belgeleri 671 (LI), 1920: Keza bakınız. J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East, C. II, New Jersey, 1956, s. 7-25.
[6] David Lloyd George, Memoirs of the Peace Conference, C. II, New Haven, 1939, s. 809; The Times, 7. 1. 1918.
[7] Papers Relating to Foreign Relations of the United States, 1914, The World War, s. 12-17.
[8] S. R. Sonyel, Turkish Diplomacy, 1918-1923-Mustafa Kemal and the Turkish National Movement, Londra, 1975, s. 2.
[9] Atatürk, Nutuk Muhteviyatına Ait Vesaik, İstanbul, 1963, belge no. 220; keza bakınız Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1906-38, Ankara, 1959, s. 7.
[10] Nicolson, y. a.g.e., s. 69.
[11] İngiliz Devlet Arşivi, Public Record Office (PRO), Foreign Office (FO) 371 sınıfındaki belgeler, FO 371/3449/181110, Bırakışma belgeleri; keza bakınız British and Foreign State Papers, 1917-18, C. CXI, s. 611-13; FO 371/5259/E 5737, derkenar notları görüşmeler esnasında Britanya delegeleri tarafından tutulmuştur.
[12] Sonyel, y. a.g.e., s. 4-vd.
[13] PRO, FO 371/4156/47310, Ottoman Foreign Minister to British High CommissionerOsmanlı Dış İşleri Bakanlığından Britanya Yüksek Komiseri’ne, İstanbul raporu, 26. 2. 1919; FO 371/4376/PID. 161, Paris Barış Konferansı, 4. 2. 1919.
[14] PRO, FO 371/4218/84061, 85641 ve 91491; Estia, İzmir, 15. 5. 1919.
[15] Arnold A. Toynbee, The Western Question in Greece and Turkey, Londra, 1923, s. 35.
[16] Sonyel, a.g.e., s. 9; keza bakınız. İkdam, 25. 5. 1919.
[17] Mustafa Kemal’e verilen buyruklar, Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S. 1, Eylül 1952, belge no. 3; Takvim-i Vekayi, no. 3540.
[18] Kemal’den Karabekir’e, Havza telgrafı, 29. 5. 1919, Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Ankara, 1964, s. 25-26.
[19] Sonyel, a.g.e., s. 16-vd.
[20] Mazhar Müfit Kansu, Erzurumdan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. 1, s. 211; keza bakınız, Vehbi Cem Aşkun, Sivas Kongresi, Sivas, 1945, s. 141.
[21] Roderic H. Davison, ‘Middle East Nationalism: Lausanne Thirty Years After’, Middle East Journal, Yaz, 1953, C. 7, S. 3, s. 328.
[22] Halide Edib, Turkey Faces West, New Haven, 1930, s. 176.
[23] Sir Andrew Ryan, The Last of the Dragomans, Londra, 1951, s. 142.
[24] Dagobert Mikusch, Mustasha Kemal-Between Eurose and Asia, Londra, 1931, ss. 251-52.
[25] Arnold J. Toynbee and K. S. Kirkwood, Turkey, Londra, 1926, s. 76; Geoffrey Lewis, Turkey, Londra, 1965, s. 242.
[26] Hehir, ‘The Near East Crisis’, Nineteenth Century and After, no. DXLIX, November 1922, s. 829.
[27] C. E. Hughes, New Phases of American Dislomacy’, Current History, March 1924, s. 1059.
[28] Halide Edib, The Turkish Ordeal, Londra, 1928, s. 174.
[29] Edib, Turkey Faces West, y. a.g.e., s. 176.
[30] Sonyel, a.g.e., s. 113 vd. and s. 161 vd.
[31] Lloyd George, a.g.e., s. 879.
[32] SRO, FO 371/9176/E 10937, 1922 yılı için Türkiye Yıllık Raporu.
[33] SRO, FO 371/9131/E 8542, FO 371/9132/E 8825, Nevile Henderson’dan Lord Curzon’a, İstanbul telgrafı, 23. 8. 1923, ve 28. 8. 1923 tarihinde gönderilen telyazısı.
[34] Edward Reginald Vere-Hodge, Turkish Foreign Solicy, 1918-48, Ambilly-Annemasse, 1950, s. 46; Henry H. Cumming, Franco-British Rivalry in the Post-War Near East, Londra, 1938, s. 186; Josesh C. Grew, Turbulent Era, vol. I, Londra, 1953, s. 569; bakınız Le Temps, 18. 7. 1923.
[35] SRO, FO 371/10224/E 4095, Türkiye Yıllık Raporu 1923; ayr. Bakınız Toynbee and Kirkwood, y. a.g.e., s. 115.
[36] SRO, FO 371/9131/E 7808, Nevile Henderson’dan Lord Curzon’a, İstanbul’dan gönderilen telyazısı, 25. 7. 1923; FO 371/9090/E 9974, Forbes Adam’ın kaleme aldığı momerandum, 10. 9. 1923.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.