İkinci Dünya Savaşı, 20. yy.’ın en önemli olaylarından birisidir. I. Dünya Savaşı’na oranla daha geniş bir alana yayılan ve daha fazla insan kaybına yol açan bu savaş dünyadaki siyasi, sosyal ve ekonomik süreci derinden etkilemiştir. 1 Eylül 1939’da Avrupa da başlayan bu yeni savaş 6 yıl sürdü. Milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaş sürecinde pek çok aile dayanılması güç zorluklarla karşılaşırken, savaşa katılan ve savaş dışında kalan pek çok ülkenin de siyasi ve ekonomik yaşamı altüst oldu, toplumsal yaşam, ahlaki değerler de bundan olumsuz etkilendi.
II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılında Türkiye’nin nüfusu 18 milyon kadardı (1940 nüfus sayımında 17.820.000). Bu nüfusun %75.6’sı köylerde yaşıyordu.[1] Türkiye bu yapısıyla tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahipti. Temel ürünlerin üretim miktarı yeterli düzeyde değildi. Türk devlet adamları büyük fedakarlıklar pahasına kurdukları devleti Avrupa’nın kendi yarattığı bir savaş uğruna ölümcül bir tehlikeye atmayı göze alamazlardı. Başta İsmet Paşa olmak üzere bu kadronun kıstaslarına göre en büyük başarı devletin kendi kaderini kendi belirlemesi oldu.[2]
II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin hedefi savaşa katılmayan Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumak oldu. Türk politikasının yönünü çizenler yabancı askerleri Türk sınırından uzak tutarken, Türk askerlerini de yabancı sınırlarından uzakta tutmaya yönelmiş bir tarafsızlık siyaseti izlediler.
Türk önderleri ne bir karış toprak vermeyi ne de bir karış toprak almayı düşünüyorlardı.[3] Bu politika savaş bitinceye kadar başarıyla uygulandı. Tarafsız bir politika uygulanarak I. Dünya Savaşı’ndaki trajedinin tekrarlanmasına izin verilmedi. Buna rağmen savaş koşulları hükümetin politikasının sertleşmesine neden olmuş, savaş içinde çıkarılan kanunlar, olağanüstü koşulların etkisiyle sosyal ve iktisadi hayatı büyük ölçüde sarsmıştır.[4] Savaşa girmiş olan ülkelerin yanında savaşa katılmamış ülkeler de her an savaşa girme olasılığı karşısında seferberlik uygulaması başlattı. Ekonomik tercihler, ilişkiler ister istemez bu yeni koşullardan etkileniyordu. Savaşın ilk günlerinde pek doğal olarak harp sahalarının hangi topraklara kadar genişleyeceğini kestirebilmek imkansızdı. Bu nedenle savaşa katılmış ülkelerin yanında, savaşa katılmamış ülkelerde de ister istemez siyasal, sosyal ve ekonomik uygulamalar kendini gösterdi. II. Dünya Savaşı normal dönemler dışında olağanüstü koşulların oluşturduğu bir dönem olduğu için savaş ekonomisi uygulayan ülkeleri para, kredi, ulaştırma ve endüstri faaliyetlerini bu çerçeve içinde düzenleme yoluna gitmişlerdir.[5] Genç Türkiye Cumhuriyeti ise II. Dünya Savaşı’na gelindiğinde Osmanlı’dan devralınan geri kalmışlık mirasını aşamamıştı.[6] Ve savaş patlak verdiğinde her alanda savaşa hazırlıksızdı. Aslında savaş 1939 Eylülü’nde başlamakla beraber, uluslararası etkilerini çok daha önceden Türkiye de hissettirmeye başlamıştı.[7] İktidardaki kadro Türkiye’yi savaş dışında tutmakla birlikte, her an savaşa girecekmiş gibi ekonomiyi ve Silahlı Kuvvetlerini ayakta tutmak zorunda kalmıştır. Savaş tehlikesinin Türkiye’yi de tehdit etmesine rağmen gerek ekonomik alanda gerekse savunma alanında ülkenin savaşa hazır olduğu söylenemezdi. Oysa Avrupa ülkelerinde savaşın başlamasından çok daha önce başlayacağı kesinlik kazanan bu olay için hazırlıklar yapılmıştır. Başta Almanya olmak üzere pek çok Avrupa devletleri fabrikaları, sanayi ve tüketim malları üretimini durdurmuş, bunların yerine silah ve cephane ve öteki savaş malzemelerini üretmeye koyulmuşlardır. II. Dünya Savaşı arifesinde savaş ekonomisi kavramı tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de gündemdeydi.[8]
Savaş Ekonomisi Uygulamaları ve Türkiye
Savaş ekonomisinin anlamı, topyekün savaş anlayışından gelir. “Devletin, siyasi, askeri, ekonomik, moral kaynaklarının, devletin resmi teşkilatı dışındaki her türlü müessese ve teşekküllerin ve nihayet fertlerin bütün varlık ve kudretlerinin savaşa katılmasıdır.”[9] Bu dönemde temel sorun, halkın ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamak, karaborsa ortamını ortadan kaldırmak olmuştur. Bu sorunları çözmeye çalışan devletler zorlayıcı, kısıtlayıcı yasalar çıkarmışlar, piyasayı sıkı bir biçimde denetleme yoluna gitmişlerdir. Savaş zamanında tüketim malları üretimi asgari düzeye indirilip, harp araçları alanına kaydırılmıştır. Doğal olarak Milli Savunma masraflarının artması, devlet bütçesinin masraflarını arttırmıştır.[10] Ancak Türkiye, II. Dünya Savaşı patladığı zaman bu görüş, anlayış ve örgütlenmeden yoksundu. Ülke bu savaşa her hali ve cephesi ile yetersiz ve hazırlıksızdı.[11] Türkiye her ne kadar sıcak savaşın tahribatından korunduysa da iktidardaki hükümet, ülkeyi savaş ekonomisinin dışında tutamamıştır. Bir yandan silahlı tarafsızlık politikasının getirdiği büyük bir odunun beslenmesi, öte yandan üretimi kendine yeterli olmayan bir ülkenin ithalatının birden büyük ölçüde kısıtlanması, 1930 Dünya Bunalımı sonrasında, devletçilik politikası izleyerek ekonomisini denge içinde, kararlı büyüme gösteren çizgiye oturtmuş Türkiye’yi zorunlu olarak yeni bir ekonomik denge arayışına itiyordu.[12] Bunun doğal sonucu olarak savaşın Türkiye’ye yüklediği ilk zorunluluk 500.000 kişilik bir ordunun silah altına alınması, beslenmesi, giydirilmesi, kuşatılması olmuştur.[13] Ordu mevcudunun yüksek rakamlara ulaşması, bütçeden ayrılan payın savunma giderlerine harcanmasına neden olmuş, yatırım yapılamamış, bu nedenle kalkınma hızı düşmüş, savaş nedeniyle dış ticaret zayıflamıştır.[14] Devlet gelirleri azalırken, iktidardaki hükümet gittikçe artan masrafları karşılamak amacıyla yeni kaynaklar bulmak yoluna gitmiştir. Bu etkilerin yanı sıra ekonomideki diğer önemli sıkıntılar, dış ticaretin savaş ortamından olumsuz yönde etkilenmesinden, savaş koşullarının ithalatı kısıtlamasından ortaya çıkmıştır.[15] İthalattaki daralmaların, hatta ithalatın giderek olanaksız hale gelmesi sonucu piyasanın arz ve talep dengesi bozulmuştur. Ekonomik dengelerin bozulması karşısında bu dengeyi yeniden kurmak amacıyla yeni kaynaklar bulma yoluna giden hükümet ise bu amaçla Milli Korunma Kanunu’nu çıkarmıştır.[16]
21 Şubat 1940 tarihinde resmi gazetede yayınlanan MKK’ya dayanılarak savaş döneminde (1940-1945) çıkarılan karar sayısı 596’dır. Çıkarılan bu kararların 20’si gizli olmak üzere 359’u Refik Saydam Hükümeti döneminde yayınlanmıştır. 237’si ise Şükrü Saraçoğlu Hükümeti döneminde yürürlüğe girmiştir. Yasa 1940-1945 yılları arasındaki 6 yılda 4 kez değiştirilmiştir. Bu değişikliklerden 3’ü Saydam, 1’i Saraçoğlu Hükümeti tarafından gerçekleştirilmiştir.[17] MKK’nın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren alınan kararlar genelde üretim, tüketim, dağıtım, satış, ithalat, ihracat, üretimin ve üreticilerin örgütlendirilmesi, ulaştırma ve benzeri konularda yoğunlaştırılmıştır.[18] Bu kanun devlete her alanda geniş müdahale imkanları vermekteydi. Devlet, tarım alanında ne ekileceğini tayin etme hakkına sahip oluyordu. Ayrıca 500 hektarın üstündeki araziyi gerekirse bir tazminat ödemek koşuluyla işletebilecekti. Ticari alanda ise devlet, fiyat kontrollerine gidebilmekte, piyasaya fiilen alıcı olarak girebilmekte ve bazı hallerde ithalat yapma hakkına da sahip olabilmektedir. Ayrıca temel ihtiyaç maddelerine değerini ödemek koşuluyla el koyma, kâr amacı gütmeden ihtiyacı olan kurumlara dağıtma işleriyle de uğraşabilecektir.[19]
Doğan Avcıoğlu, “bu dönemin temel dayanağı olan MKK’ya bakıldığında koyu bir devletçiliğe yönelindiğine hükmedilebileceğini belirtmekle beraber” Korkut Boratav da; “kanunu her ne kadar sanayi ve maden kurumlarının neyi ne kadar üreteceği, gerekli yatırımcıların devlet izni ve denetimiyle yapılacağı yer alıyorsa da; kanunun bundan ibaret olmadığını, özel teşebbüsü de koruyucu, teşvik edici harbin güç şartları içinde ona da cömert bir pay ayıran yönleri olduğunu” belirtmektedir.[20] Kanunun sendikacılığa, grev ve lokavta yer vermemesi, kolektif iş uyuşmazlığı, mecburi uzlaştırma ve tahkim sistemiyle yetinmesi, işçi ve köylüye fazla çalışma zorunluluğu getirmesi, işçi ile işveren arasındaki ibrenin işverenin yararına dönmesi anlamına gelir ki bu da özel teşebbüsün yararına olan bir durumdur. Bunlar MKK’nın hem ileri müdahaleci devletçi politikalara hem de sermaye sınıfını kollayan liberal politikalara açık olduğunu göstermektedir.[21]
Savaş Yıllarında MKK Uygulamaları
Ekonomiyi yönlendirmek amacıyla MKK, 10 Şubat 1940 tarihinden itibaren uygulanmaya başlandı. Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte savaş ekonomisi uygulamaları II. Beş Yıllık Sanayi Planı’nın uygulanmasını
engelledi. Bunun doğal sonucu olarak sanayileşme alanındaki çalışmalar savaşın zorunlu kıldığı alanlara yöneldi. Yetişkin insan gücünün silah altına alınması bütün savaş yılları boyunca tarımsal üretimin azalmasına yol açtı. Nitekim 1940 yılında Türkiye de traktör sayısı 1066 iken 1944 yılında bu sayı 956’ya düşmüştür. Bu yapıdaki Türkiye’de II. Dünya Savaşı sırasında bazı temel ürünlerin üretim miktarları şöyleydi: Buğday 1939’da 4.191.000, 1945’te 2.189.000 ton; hububat 1939’da 8.161.000, 1945’te 4.013.000 ton; bakliyat 1939’da 356.497, 1945’te 183.912 ton idi. Görüldüğü gibi temel ürünlerin üretim miktarı yeterli düzeyde değildi ve üstelik üretim, savaş içerisinde yarı yarıya azalmıştı.[22] Buna eklenen ithalat darlıklarının da kıtlık ve enflasyonla birlikte geniş halk yığınlarını ezmeye başlamasını önlemek amacıyla Fiyat Murakabe Komisyonları kurulmuştur. Tüm il merkezlerinde kurulan bu komisyonlar aracılığıyla Ticaret Vekaleti gerekli gördüğü eşya ve malların azami fiyatını saptamaya yetkili kılınıyordu. Ayrıca Vekalet, komisyonlara verdiği yetki ve görevleri diğer kentlerde ve kasabalarda kurulan komisyonlara da verme yetkisine sahipti. Buna göre Ankara, İstanbul ve İzmir’de oluşturulacak komisyonların, valinin ve onun göstereceği bir yetkilinin başkanlığında mıntıka Ticaret Müdürü, mıntıka İktisat Müdürü, Belediye İktisat Müdürü, Ticaret ve Sanayi Odası Umumi Katibi ile tüccarlar arasından seçilecek iki üyeden oluşması kararlaştırılmıştır. Kaza merkezlerinde ise bu komisyonlar kaymakamın başkanlığında kurulabilecektir. 8 Haziran 1940 tarihinde faaliyete geçen komisyonlar sadece gıda maddelerinin değil, diğer eşya ve malların da fiyat tespitinden ve kâr miktarlarını tespitten sorumlu olmuşlardır.[23] FMK’nın aldığı kararlara uymayanlar ise MKK’nın 32. ve 59. maddelerine göre suçlu sayılacaktır.[24]
Tüm Türkiye genelinde 17 Haziran 1940 tarihinde kurulması tamamlanan FKM’ları[25] savaş sürecinde çok fazla eleştiri konusu olmuştur.[26] Özellikle komisyonların almış oldukları kararlarda ve fiyat tespitinde koordinasyonun olmaması, pek çok yerde sıkıntıya yol açmış ve el altından yüksek fiyatla da olsa ihtiyacını arama yollarını arayan halkın karaborsacıların kucağına itilmesine neden olmuştur. Aynı zamanda fiyat tespitinde üretim koşullarına da dikkat edilmemiştir.[27] Halkın ihtikarcı, karaborsacıların eline düşmesi tüm denetlemelere rağmen engellenememiştir. Savaş yılları boyunca bu sorun kamuoyunu hep meşgul etmiştir. İhtikar yaptığı ileri sürülenler Milli Korunma Mahkemelerine sevk edilmiştir. Bu mahkemelerin 4’ü İzmir, İstanbul, Ankara ve Zonguldak’ta, 4 tanesi de diğer illerde kurulmuştur. Başbakanlık İstatistik Umum Müdürlüğü’nün yayınladığı İstatistik Yıllıkları dikkate alındığında tüm savaş yılları boyunca MKM’de görüşülen davalarda önemli ölçüde artışlar gözlenmektedir.[28]
Temel görevleri Ticaret Vekaleti’nce saptanan eşya ve malların mahalli, toptan ve perakende satış fiyatını saptamak, mahalli fiyatları denetlemek, fiyatlara uyulmadığı hallerde adli soruşturma sırasında yargı organlarınca sorulacak konularda mütalaa vermek olan FKM’ları,[29] bu görevlerinde yeterince başarılı olamamışlardır. Bu sorun özellikle fiyatların ve kar oranlarının tespitinde ve piyasanın denetlenmesinde ortaya çıkmıştır. Komisyonlar, fiyatlardaki istikrarı da sağlayamamış,[30] kontrol memurlarının yetersizliği ve teşkilatsızlık yüzünden savaş yılları boyunca fırsatçılara her gün yenileri eklenmiştir. Refik Saydam’ın ölümünden sonra kurulan Şükrü Saraçoğlu Hükümeti tarafından komisyonların çalışmalarının karaborsayı önleyemediği ileri sürülerek kaldırılmıştır.[31] Savaş yıllarında en çok sıkıntısı çekilen konuların başında kentlerin ve kasabaların iaşesi sorunu başta gelmektedir. Aslında bu konu I. Dünya Savaşı yılları da göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin hiç de yabancısı olmadığı bir sorundu.[32] İki büyük savaşın yaşandığı yıllarda ordunun ve kentlerin iaşesi sorunu, savaş dönemindeki iktisadi meseleler içinde en ön sıraya taşımıştır.[33]
İaşe Sorunu
Temel görevleri yiyecek, giyecek, yakacak gibi temel ihtiyaç maddelerini ihtiyaç ölçüsünde elde bulundurup, stok edilmesini sağlayarak dağıtımını yapmak, olağanüstü durumlarda önceden önlem almak olan İaşe Umum Müdürlüğü ve İaşe İşbirliği Heyeti, İaşe Müsteşarlığına bağlı olarak kurulmuştur. Bu müdürlükler iaşe işlerinin yerine getirilmesinde valilerin yardımcısı olmuşlardır.[34] Savaş yıllarında bu teşkilatların çalışmaları da istenilen düzeyde olmamıştır.
Kentlerin gıda, giyecek ve yakacak sıkıntısına tam olarak çözüm getirememiş, aşırı fiyat artışları, enflasyonun bütün yükü dar gelirlilerin omuzlarına yüklenmiştir. Halkın temel ihtiyaçlarının karşılanıp adaletli olarak dağıtımını sağlayabilmek amacıyla da Halk Dağıtma Birlikleri kurulmuştur. Birlik idare heyetlerinin görevleri; birliğe dahil üyelerin defterini tutmak, hükümetçe dağıtımı karneye bağlanmış olan maddelerin kartlarını dağıtmak, doğrudan doğruya tüketicilere dağıtılması kararlaştırılan maddeleri halka dağıtmak, fazla karne dağıtımına engel olmak, perakendeci esnaf birliği aracığıyla yapılacak dağıtımda üyelerine bilgi vermek, fazla karne alanları takip ve şikayet etmek, mahallenin ihtiyaçlarını saptamak ve iaşe örgütü ile ilişki kurmaktır.[35]
Birliklerin kurulması ile halk arasında “dağıtma işlerinin iyi olacağı, ucuz ve iyi mal bulmanın kolaylaşacağı” şeklindeki iyimser beklentiler, dağıtma işlerindeki teşkilatsızlıktan kaynaklanan hatalar yüzünden yerini karamsarlığa terk etmiştir.[36] Hatta bazı yerlerde halk, dağıtma birlikleri başkanlarının fakirlere dağıtılması lazım gelen gıda maddelerini tüccarlara ve gelişigüzel kimselere dağıtması ihtikarı arttırmış ve karaborsacıların eline düşen halkın sık sık şikayetlerine yol açmıştır.[37]
İaşe teşkilatlarının oluşturulma nedeni hayat pahalılığını önlemek, eldeki imkanlar ölçüsünde fakir halkı geçinme zorluklarından korumaktı. Ancak teşkilatların halkın ihtiyaçları oranında stok yapamamaları, pek çok ihtiyaç maddesinin karaborsadan ve belirlenen fiyatın çok üstünde karşılanmasına neden olmuştur. Bu durumlar teşkilatların çalışma amaçlarının ötesinde olumsuz gelişmelere yol açmıştır. Bu çapraşıklığın sebebi, “teşkilat noksanlığı, teşkilatta değerli personel bulunamaması,[38] bazı muhteris tüccar ve esnafın devlet kararlarını istismar etmeleridir.[39] Bu konudaki eksikliklerin ve suistimallerin giderilmesi için İzmir, Ankara ve İstanbul’da ki iaşe kadrolarına yeni memurlar atanmıştır.[40] Ancak bu iyileştirmelere rağmen bu teşkilatlardan beklenilen sonuç alınamadığından Saraçoğlu Hükümeti tarafından kaldırılmış ve görevleri belediyelere devredilmiştir.[41] Teşkilatların kaldırılmasıyla ilgili olarak Doğan Avcıoğlu şu ifadeleri kullanmaktadır: “Fiyat kontrolü ve dağıtım usulüne en fazla ihtiyaç duyulduğu bir zamanda, Saraçoğlu Hükümeti’nin Ticaret Bakanı Behçet Uz, İngiltere’nin dahi cüret edemeyeceği bir liberalizm şampiyonluğu yapmış ve fiyatları serbest bırakmıştır. Bunun sonucu tabiatıyla, fiyatların alabildiğine yükselmesi olmuştur…Fiyat kontrolünde ve çok elverişli fiyatlarla tesis veya tespit edilen stoklar elden çıkmıştır. İaşe işleri ve teşkilatı halk nazarında ve bizzat hükümet eliyle itibarsızlaştırılmış; tasfiye cihetlerine gidilmiştir.”[42]
Teşkilatların başarısızlığına uğramasında kontrol işinin gerektiği gibi yapılamaması da etkili olmuştur. Bundan en çok orta halli ve fakir halk etkilenmiştir. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi üç büyük belediyenin iaşe maddelerinin satılmasına müsaade ettikleri fiyatlar arasında da açık farklar vardır. Bu durum iaşe maddelerinin fazla fiyatla satış yapılan piyasalara aktarılmasına neden olmuş ve var olan sıkıntıları daha da arttırmıştır. Belediyeler arasında bir birliğin sağlanması ise bütün savaş yılları boyunca mümkün olamamıştır. Bu teşkilatların görevleri belediyelerden sonra Ticaret ve Dahiliye Vekaletlerine bırakılmıştır. İstanbul, Ankara ve İzmir’de yalnız iaşe işleriyle meşgul olan ikinci bir vali muavinliğinin oluşturulması kararlaştırılmış ve çeşitli maddelerin dağıtımı, memurların, dar gelirlilerin durumları, dul ve yetimlerin evrakı, bu ayrı teşkilata bırakılmıştır.[43]
Ekmek karneleri ise dağıtma birlikleri aracılığıyla şehir halkına dağıtılarak bu karneler karşılığında ekmek hesapları belediyeler tarafından karşılaştırılarak takip edilmiştir. Bunda da suistimallerin yaşanması önlenememiştir. Bunun yanı sıra Toprak Mahsulleri Ofisi, Petrol Ofisi ve Ticaret Ofisi, Ticaret Bakanlığı denetiminde İaşe Müsteşarlığı’na bağlı olarak çalışmışlardır. Bu ofislerin çalışmalarında da diğer teşkilatlarda olduğu gibi tedbirsizlik, teşkilatsızlık ve suistimaller olmasına karşın; savaşın yarattığı zor koşullarda kendilerine yüklenen zor görevleri pek çok olumsuzluklara rağmen yerine getirmeye çalışmışlardır. İkinci Dünya Savaşı yılları içinde savaş ekonomisi uygulamaları içinde yer alan önemli bir diğer kanun ise Varlık Vergisi Kanunu’dur.
Varlık Vergisi Kanunu ve Uygulanması
II. Dünya Savaşı yıllarında, 11 Kasım 1942-15 Mart 1944 tarihleri arasında ülkemizde uygulanmış olan Varlık Vergisi basit bir vergi kanunu uygulaması değildir. Kökleri Osmanlı Devleti’nin son yıllarında ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki iktidarında (1912-1918) atılmış ve giderek bir devlet politikası halinde uygulanmış olan “Türkleştirme” politikalarının bir parçasıdır. Burada “Türkleştirme” politikalarından kasıt, konuşulan dilden okullarda öğretilecek tarihe, ticari hayattan devlet kadrolarına kimin istihdam edileceğine kadar toplumsal hayatın her boyutunda, Türk etnik kimliğini ve bunu benimseyen insan unsurunun tavizsiz biçimde egemenliğini ve ağırlığını yerleştirme çabasıdır.[44]
Savaş koşullarının Türkiye’yi ekonomik zorluklara uğratması askeri harcamaların artması, hammadde sıkıntısının yaşanması karşısında hükümet olağanüstü tedbirlere başvurmak zorunda kalmıştır. Aşırı fiyat artışları karşısında halkın ve ordunun iaşesini karşılamak zorunda kalan hükümet, bu gelirleri Varlık Vergisi gibi olağanüstü vergilerle karşılama yoluna gitti. Bu kanun zengin çiftçileri de kapsamı içine almakla beraber, esas itibariyle ticaret ve sanayi burjuvazisine konmuştur.[45] Savaştan en büyük kârı iki grup sağlamıştı; tarım fiyatlarının yükselmesinden muazzam kazanç sağlayan büyük çiftçiler ve hem Türk ihracat maddelerinin yüksek değerini hem de zaruri ithal mallarının korkunç kıtlığını istismar edecek mevkide olan İstanbul tüccar ve komisyoncuları. Ülkedeki çiftçiler hemen tamamen Müslüman Türklerden ibaretti; tacirler, tamamen olmamakla beraber geniş ölçüde üç azınlık topluluğuna mensuptular, Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler.[46]
Şevket Süreyya Aydemir, Varlık Vergisi Kanunu hakkındaki hükümet görüşünü şöyle açıklamaktadır: “Savaş ve ihtikar dolayısıyla kazanılan fevkalade kazançları, kanunlarımızın vergilendirmekte olduğu, bu sebeple bilhassa azınlıkların büyük servetler iktisab ettikleri piyasada acele tedkikat yapılarak, kimlerin bu şekilde fevkalade kazanç temin ettiğinin tespiti ile azınlıkların ayrı bir cetvelden gösterilmesi” yoluna gidilmiştir. Hareketin bu görüşten başladığını belirten Aydemir, verginin asıl yükünün İstanbul ve İzmir gibi iki şehrin üzerine düştüğünü, bütün ülkede 114.368 mükellefin 465.384.820 lirayı on beş gün gibi kısa bir sürede ödemeleriyle piyasadan toplu bir para çekilişi sağlanarak bütçeye bir yıllık gelir hacminde bir kaynak sağlanmasının amaçlandığını belirtmektedir. 465 milyon olarak hesaplanan verginin 317 milyonluk bir bölümü İstanbul’a düşmekteydi, ancak bunun 221 milyon lirası tahsil edilmiştir.[47]
Varlık Vergisi Kanunu’nu uygulayacak olanlar defterdarlıklardı. Vergi, büyük çiftçileri, tüccarları, iş adamlarını, çok sayıda bina ve arsası olanları yükümlü olarak tutuyordu. İl ya da kaza merkezlerinde, yörenin en büyük mülki amirinin başkanlığında kurulan komisyonlar aracılığıyla kimin ne kadar vergi vereceği belirlenecekti. Komisyonların aldıkları kararlar vergi dairelerinde, köylerde ise uygun yerlerde ilan edilecek, gazete çıkan yerlerde de gazetelerde yayınlanacaktı. Yükümlülerin vergilerini ödeyebilmeleri için 15 gün süre tanınmıştır. Verginin ödenmemesi halinde ilk hafta %1, ikinci hafta %2 zam uygulanacaktı. Eğer bu süre 1 ayı geçerse Tahsil-i Emval Kanunu hükümleri uygulanarak borçlarını ödemeyen yükümlüler, borçlarının tamamını ödeyinceye kadar, ülkenin herhangi bir yerinde bedensel durumuna göre askerlikle ilgisi olmayan genel hizmetlerde ya da belediye hizmetlerinde çalıştırılacaklardı. Bedenen çalışanlara, verilen ücretin yarısı borçlarından düşülecekti.[48]
Kanunun baş uygulayıcılarından biri olan İstanbul Defterdarı Faik Ökte, bu vergiyi bir “facia” ve “cumhuriyet mali tarihinin yüz kızartan bir sahifesi” olarak nitelendirmektedir.[49] Verginin uygulanması konusunda İzmir’deki Musevilerle yaptığımız görüşmelerde “verginin sadece savaş yıllarında elde edilmiş aşırı kazançlara yönelik olmadığını, 1930’lu yılların nefretine dayanan olayları siyasilerin maksimum seviyeye getirdiğini, verginin servet vergisi olması nedeniyle, savaşın yaratmış olduğu ekonomik sıkıntı içinde 15 gün gibi kısa bir sürede taşınmaz mallarını satamadıklarını, pek çoğunun bu nedenle iflas ettiğini, yok pahasına elden çıkardıkları mallarını alabilmek için İzmir dışından çoğu kişinin İzmir’e alıcı olarak geldiğini, hatta o tarihlerde İzmir’de bu tür satımlardan dolayı mobilya fiyatlarında aşırı bir düşme görüldüğünü” belirtmişlerdir.[50]
O dönemi yaşayan İzmirli Museviler, Faik Ökte’nin belirttiği gibi “Varlık Vergisi’ni doğuran sebepler arasında ırkçılığın da yer aldığı” görüşüne katılmamaktadırlar. Yahya Tezel ise “hükümetin Varlık Vergisi’ni bilinçli olarak Rum, Ermeni ve Yahudi işadamlarının gücünü kırmak, Türk-Müslüman tüccarların ülkenin dış ticaretindeki ağırlığını attırmak için kullanıldığını böylece bu alanda gayrimüslimlerin gücünün önemli ölçüde azaldığını belirtmektedir.[51] Doğan Avcıoğlu da “vergiyle dış ticaretin Türk ellere geçmesi isteği ise, radikal tedbirlere cesaret edilemeyip, uygulamada haksızlıklar yaratan bir vergiye gidildiği için, amacına ulaşamamıştır. Unutmamak gerekir ki, Türk dış ticaretine hakim bulunan azınlıklar, milletlerarası bir ticari şebekenin Türkiye deki ayaklarını temsil etmektedir” demektedir.[52] Varlık Vergisi Kanunu olağanüstü koşullarda ve belirli bamaçları gerçekleştirmek için uygulanmış olan bir kanundur. Tek parti hükümetlerinin uyguladıkları iktisat politikalarının konjoktürünün de etkisiyle tıkanması ve halkın dolaysız olarak etkilendiği sorunların (enflasyon, karaborsa vb.) çözümlenememesi ile oluşan arayışın Varlık Vergisi ile sonuçlanması, verginin içeriğinden çok sonuçlarının önem kazanmasına yol açmıştır. Esas itibariyle azınlıklar açısından bir yıkım olan bu verginin kısa bir zaman aralığında uygulanmasına karşın etkileri sonraki yıllara da yansıyan bir dizi sonuç doğurmuştur. Özellikle genelde girişimcilerin özelde ise gayrimüslim girişimcilerin yatırım eğilimlerini olumsuz yönde etkilemiş, azınlıkların ülke dışına yatırım yapmasına ve göçüne yol açmıştır.[53]
Aralık 1943’te Roosevelt ve Churchill ile buluşmak üzere İnönü’nün Kahire’ye gitmesinden hemen önce, son sürgünler İstanbul’a getirilmiştir. 15 Mart 1945’te müttefiklerin Monte Cassino üzerine nihai taarruza geçtikleri gün meclis, hâlâ tutuklu bulunan vergi borçlularını salıveren ve ödenmemiş bütün vergi miktarlarını affeden bir kanunu kabul etmiştir. Bu suretle Varlık Vergisi, sona ererken de vergilerini ödeyenleri cezalandırmak ve herhangi bir şekilde bundan kaçınmayı becermiş olanları da mükafatlandırmak gibi son uygunsuzluğunu tamamladı.[54]
Sonuç olarak Varlık Vergisi, Türkiye siyasi tarihinde daima rahatsız edici bir konu olarak kalmış, vergiyi ödeyemeyen mükelleflerin gönderildikleri Erzurum’un ilçesi olan Aşkale, Türkiye siyasi tarihinin popüler deyimleri arasında yerini almıştır.[55] Savaş ekonomisi uygulamaları içinde MKK ve Varlık Vergisi kadar olmasa bile önemli olan bir başka vergi türü Toprak Mahsulleri Vergisidir.
Toprak Mahsulleri Vergisi
Doğrudan köylüyü ilgilendiren TMV, tıpkı VVK gibi savaş koşullarının getirdiği ağır ekonomik sıkıntıların hafifletilmesi amacıyla çıkarılmış olağanüstü bir vergidir. TMV’nin uygulama alanına girenler genelde ihtikar yapmak suretiyle zenginleştiği varsayılan büyük çiftçilerdir. Varlık Vergisi, fiyat artışlarından yararlanan ticaret burjuvazisini hedef aldıysa, TMV de tarım ürünlerindeki artışlardan yararlananları hedef almıştır.[56] Tarım ürünlerini ve baklagilleri vergilendirmeyi amaçlayan bu TMV kanun tasarısı 15 Mayıs 1943 tarih ve 6/1611 sayı ile TBMM’ye sunulmuş, üç mahsul yılı uygulandıktan sonra 23 Ocak 1946 tarih ve 4840 sayılı yasa ile 1946’dan itibaren kaldırılmıştır.[57] Kanunun gerekçesinden, ekonomik alanda meydana gelen zorlukların tüm ulusa dengeli biçimde bölüştürülmesi için “maliyet fiyatlarının birkaç misli derecesinde artan toprak mahsullerinden bir vergi alınmasına gerek görüldüğü belirtilmektedir.[58] Tarım ürünlerini aynen ve nakdi olarak vergilendirmeyi amaçlayan TMV, önce %8 olarak uygulanmış, sonradan oran %10’a çıkarılmıştır. Bu vergi sonunda hükümet, 110-130 milyon TL. gelir beklemekteydi. Vergi toprağı işletmeyenden değil, işleyip üreten köylüden alınan bir vergiydi. Özellikle arazinin dar, üretimin sınırlı olduğu bölgelerde geçim sıkıntısı çeken köylü çok zaman yasal olmayan yollara gitmekte, ürününü çoğu zaman toprağa gömerek saklamaya çalışmıştır.[59]
Korkut Boratav, verginin “bir çeşit köydeki Varlık Vergisi uygulamasına benzediğini” belirtmektedir.[60] Bu vergi de uygulamadan kaynaklanan hatalar yüzünden, ölçme usulünün ve harman işlerinin dağınıklığı, geniş bir memur kadrosunun masrafları ve tecrübesizlikleri nedenleriyle beklenen sonucu vermediği için başarılı olamamıştır.[61] Hükümet 1.200.000 ton hububat elde etmeyi düşünürken ancak 600.000 ton hububat tahsil edebilmiştir. Bunun üzerine vergi üç mahsul yılı uygulandıktan sonra 23 Ocak 1946 tarih ve 4840 sayılı yasa ile 1946 yılından itibaren kaldırılmıştır.
Sonuç
Savaş yılları boyunca iki hükümet değişikliği geçiren Türkiye’de farklı iktisat politikalarının denenmesi amaçlanmasına karşın, sonuç olarak her iki hükümetin de yoğun devlet müdahalesi uyguladıkları görülmüştür. Refik Saydam Hükümeti’nin uyguladığı iktisat politikaları mevcut bütçe imkanları ile ordunun ve kentli nüfusun iaşe ihtiyacını karşılamak, dış ticaretin doğrudan devlet denetiminde yapılması ve polisiye önlemleri de içeren fiyat sınırlaması şeklindeydi. Bu amaçla MKK kabul edildi. Yine bu amaç doğrultusunda iç ve dış ticare-tin denetlenmesi için İç ve Dış Ticaret Ofisi kuruldu. Ticaret Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan İaşe Müsteşarlığı ise, özel ticaret üzerindeki devlet denetiminin fiilen kurulmasını amaçlıyordu. Bu düzenlemelere paralel olarak tarım ürünleri, piyasa fiyatlarının altında ve devletin belirlediği fiyatlardan yine devletçe satın alınıyor, pamuk, şeker gibi ürünler halka piyasa fiyatları üzerinden satılıyor, böylece devlete kaynak transferi sağlanmış oluyordu. Buna karşılık halkın temel gereksinimlerinden kömür ve buğday gibi ürünler devletin uyguladığı sübvansiyon sayesinde halka maliyetlerinin altında bir fiyatla ulaşıyordu. Ayrıca ara malların dağıtımı, devlet eliyle yapılıyor, özel sektörün kar marjı ise MKK hükümlerine dayanılarak kontrol altında tutuluyordu.[62]
Savaş süresince, genel olarak ekonominin içinde bulunduğu koşullar, bu tür etkenlerin zorlamasıyla belirlenmiş oldu. İç piyasada mal hacminin daralması nedeniyle, fiyatlar anormal ölçüde arttı. İstifçilik, karaborsacılık yaygınlaştı. Özellikle dış ticaretle uğraşan tüccarlar büyük vurgunlar gerçekleştirdiler.[63]
Saraçoğlu Hükümeti döneminde ise iç ve dış piyasalarda savaş kıtlıklarından doğan talep artışlarının çiftçi ve sanayici için teşvik edici olabileceği savı doğrultusunda kararlar alınmış, fiyatlar ve piyasa üzerindeki denetimler en aza indirilerek üretim arttırılması amaçlanmıştır. Ancak fiyatların serbest bırakılması, hemen ertesinde büyük fiyat artışlarına yol açmıştır. Ayrıca istenen üretim artışı da gerçekleşmemiştir.[64] Bunun yanı sıra savaş ekonomisinin uygulandığı bu zaman dilimi içerisinde yürürlüğe giren MKK, VVK ve TMV kanunları sosyal ve ekonomik anlamda en çok dar gelirli kesimler üzerinde yıpratıcı olmuştur. Temel ihtiyaç maddelerindeki yolsuzluklardan etkilenen kentlerin ve kasabaların iaşesi önemli bir sorun oluştururken, illerde valiliklerin denetiminde kurulan Fiyat Murakabe Komisyonları, İaşe Teşkilatları ve İhtikarı Tetkik Komisyonları ile halkın sırtındaki yük bir ölçüde kaldırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu teşkilatların çalışmalarında görülen örgütsüzlük ve çıkar sağlama hesapları, çalışmaları olumsuz yönde etkilemiştir. Büyük kentler, barındırdıkları nüfus bakımından ekmek, şeker, kahve, yakacak, giyecek ve ilaç sıkıntısını ve yokluklarını had safhada yaşamışlardır. Fırınlarda saatlerce süren kuyruklar ve didişmelerden sonra alınabilen kimi zaman mısır unu ile kimi zaman çavdar, saman ve arpa karışımı, buğdayı az ekmeğe alışık bir süreç yaşandı. Bu süreçte beslenme yetersizliğinden, pislikten, yoksulluktan kaynaklanan verem, tüberküloz, tifo, lekeli humma ve sıtma gibi hastalıklarda önemli bir artış gözlenmektedir. Tüm ekonomik sıkıntılara karşın İlber Ortaylı’nın da belirttiği gibi kitlevi açlık ve ölümlerin rastlanmadığı Türkiye de başta bulunan hükümetin izlediği akılcı dış politika sayesinde savaş dışı kalmayı başaracak, Türk halkının çok daha derin acılar yaşaması engellenmiş olacaktır.
Adnan Menderes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 615-622