Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye’de “Narodnik” Milliyetçiliği Ve Halkçılık (1908-1918)

0 7.680

Prof. Dr. Zafer TOPRAK

İkinci Meşrutiyet, günümüz Türkiyesi’nin alanını aşan bir coğrafyanın “aydınlanma” çağıdır. Altı yüz yıllık bir imparatorluğun çöküş öyküleriyle bunalıma sokulduğu bir dönemde yeni bir yapılanma sürecinin habercisidir. Bir başka deyişle 20. yüzyılın ilk yarısında birçok Osmanlı unsurunda olduğu gibi, kendilerini Türk diye tanımlamaya başlayan bir kesitin ya da aydınların kimlik oluşturma sürecidir. Bu süreç Osmanlı topraklarının değişik yörelerinde farklı unsurlarca çok daha önceleri başlatılmış ve “ulusal” nitelikte devletlerin oluşmasına neden olmuştur. Türkiye’nin uluslaşma süreci ise kısmen bunlardan esinlenen, kısmen kendi iç dinamikleriyle “terakki” arayışı içersinde olan, Batı ile diyalogun ürünüdür. Kimi kez İslamî kisveyle de olsa temel referans noktası Batı olmuştur.

Türkiye gibi, Batı dışı geciken ülkelerde siyasal yapılanma ve demokratikleşme süreci karmaşık bir nitelik taşıyan ideolojik yumaklar gündeme getirdi. Çelişik gibi gözüken gelenekselcilik-çağdaşçılık, muhafazakarlık-köktencilik, ulusçuluk-toplumculuk bu toplumlarda birlikteliklerini koruyabildi. Türkiye pratiğinde de bunu gözlemek olası. Türkiye’de hızlı toplumsal dönüşüm, kentleşme, modernizasyon, yeni-eski çatışması, kırsal nüfusun göreli yoksulluğu popülist beklentileri körükledi. Nitekim 20. yüzyılın ilk yarısında, Batı’da demokrasi çetin sınavlara girerken, “modernist” çizgiyi izleyen geciken ülkelerde popülizm demokratik toplum beklentilerinin yerini aldı. Diğer bir deyişle demokrasi bu tür ülkelerin gündeminde yoktu; olamazdı. Bireyleri göreli özgürlüğe sahip bir toplumu türdeş kılacak ulus-devlet arayışı ağır basıyordu. Meşrutiyet yıllarında bu gelişmeler “içtimai inkılap” ya da sosyal devrim olarak nitelenmişti.

Ulusal kimlik arayışı bütüncü, dayanışmacı bir toplum modelini gündeme getirmişti. Kimi kez güçlü orta sınıf tezi ya da sınıf mücadelesinin reddi bu tür popülist gelişmelerin ana eksenini oluşturmuştu. Kentleşmenin güdük kaldığı bir ortamda köylülük ön plana çıkmış, köy duru ırkın, ya da ulusal değerlerin arandığı ortamı simgelemişti. Sınıflaşmanın kentleşme sonucu oluştuğu vurgulanmış, toplumu çökerten sınıf mücadelelerinden kaçınmak için kentleşmenin önlenmesi gerektiği ileri sürülmüştü. Osmanlı-Türk popülizmi bir anlamda kapitalist yapılanmada gecikmeden ve uyumsuzluktan kaynaklanmıştı. Gelenekçi olduğu kadar köktenci, modernleşme ve geleneksel değerleri özümleyen bir dünya görüşüne dönüşmüştü popülizm. Ulusçuluk ve popülizm aynı madalyonun iki yüzüydü. Popülizmin adı Türkiye’de halkçılıktı. Halkçılık ise II. Meşrutiyet aydınının can simidiydi. Türkiye’de popülizm 1940’ların sonlarına kadar etkinliğini sürdürdü. Çok partili rejime geçişle birlikte demokrasi söylemi popülist söylemin yerini aldı.

Türkiye’de toplumbilim sözcüğü ya da eski biçimleriyle “ilm-i ictimaî” ya da “ictimaiyyat”, sosyolojik anlamdaki “halk” sözcüğüyle yaşıttı. Her ikisi de II. Meşrutiyet’in bilim jargonunun kazanımları arasında yer aldı. Reaya, teb’a, ahali ve halk sözcükleri değişik dönemlerde aynı beşeri unsura verilen adlardı. Halk sözcüğüne, 19. yüzyıl sözlüklerinde rastlanırsa da günlük konuşmalarda ya da yazında ahali yeğlenen bir terimdi. Şemsettin Sami’nin Fransızcadan Türkçeye sözlüğünde “peuple” sözcüğünün karşılığı olarak “halk” yer almıyordu. Ahali sözcüğü, reaya ya da teb’adan halka geçişi simgeliyordu. Diğer bir deyişle “kul”dan “vatandaş”a uzanan engebeli yolun bir ara aşamasıydı. II. Meşrutiyet yılları halk sözcüğünün giderek günlük dilde yer ettiği bir dönemdi. Halk bir anlamda “vatandaş”lardan oluşuyordu. Ancak, vatandaşlar topluluğu olmanın ötesinde kollektif bir boyutu vardı. Tıpkı “millet” gibi bütüncü bir sözcüktü. Osmanlı’da “millet” bu günkü anlamından çok daha farklı anlam içeriyordu. Millet bir tür “cemaat”tı. Çoğu kez gayr-ı müslim unsuru çağırıştırıyordu. Ancak Müslümanları da içeren biçimde Osmanlı meşrutiyet hareketi içinde “Osmanlı milleti”nden söz edilebilirdi. “Türk milleti” deyişi, türdeş Cumhuriyet Türkiyesi’nin gündeminde yer aldı.

Toplumlar, Gökalp’e göre altı aşamalı bir evrimden geçiyordu. Her aşamanın kendine özgü toplumsal katmanları (ictimai tabaka) bulunuyordu. İlk aşama klan devri ya da semiyye devriydi. Onu kast devri izliyordu. Üçüncü aşama tarik devriydi. Derebeylik devri dördüncü aşamaydı. Buna Tanzimat öncesi Osmanlı toplumundaki ayanlar örnek olarak gösteriliyordu. Halkçılığın gündeme geldiği dönem, derebeyliği izleyen sınıf devriydi. Osmanlı tarihinde Tanzimat bu aşamayı simgeliyordu. Tanzimat “raiyyeliği ve zımmiliği” kaldırmıştı. Ayanların “asalet” ve “hürriyet”ini; ülke yönetimine katılma hakkını “aşağıdaki diğer tabakalara” da tanımıştı. Diğer bir deyişle “siyasi” anlamda liberal hak ve özgürlükler Osmanlı reayasına “vatandaşlık” yolunu açıyordu. “Avam” adı verilen kitle “ayanlık”la eşit olunca “halk” adını alıyordu. Gökalp’e göre, Tanzimat ve Meşrutiyet siyasal hukuk açısından eşitliği amaçlayarak Türkiye’ye siyasi halkçılık ya da siyasi demokrasiyi getirmişti. “Halkçılık” başlıklı yazıda siyasi halkçılık deyimi yanına parantez açılmış ve fransızca “démocratie politique” yazılmıştı. Halkçılık, bir anlamda, Gökalp için Batı’daki demokrasi sözcüğünün Türkçesiydi. Nitekim yazıda birkaç satır aşağıda ictimai halkçılığın yanına “démocratie sociale” açıklaması konmuştu. Halk sözcüğünün toplumsal boyutu “cemiyet”i gerektiriyordu. Cemiyet ise “ictimaiyyat”ın ana uğraş alanıydı.

II. Meşrutiyet’in gündeme getirdiği “ictimaiyyat”ın boyutları bugünkü toplumbilimden çok daha genişti. Bir kere elli kalem tutan herkes “ictimaiyyat”tan dem vuruyordu. İctimaiyyatın çözüm önermediği sorun hemen hemen yok gibiydi. Toplumla ilgilenmek, kişiyi ictimaiyata sevk ediyordu. İctimaiyât orta öğrenimde yer alıyordu. Darülfünun’da okutuluyordu. “Halk için ictimaiyât” yazılıyordu. Dergilerde ictimaiyât sütunlarının ayrı bir yeri vardı. Din, aile, çocuk, gençlik, vatan, millet, devlet ictimaiyâtın günlük konularıydı.

II. Meşrutiyet’in Osmanlı düşün yaşamına getirdiği temel akımlardan biri kuşkusuz halkçılıktı. Rus Nadornik hareketinden ve Balkanlar’daki uzantısı halkçılık (popülizm) ve köycülükten (peasantism) esinlenen Osmanlı halkçıları Türk Ocağı ve Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti çevresinde toplanmış, Türk Yurdu ve Halka Doğru dergilerini çıkarmışlardı. “Halka doğru” deyimi, Çarlık Rusyası’nda 19. yüzyılın ikinci yarısında gelişen “narodnik” hareketinin temel şiarlarından biriydi. Sertliğin kaldırılışı ertesi Rusya’da toprak temerküzü ya da toplulaşması giderek hızlanmış, tarımda küçük üreticilik gerilemişti. Aynı dönemde ülkedeki küçük burjuva aydın katmanları toplumun yitiren kesimleriyle bütünleşmeye yönelmişti. Diğer bir deyişle köylülüğün alt gelir gruplarına seslenen Rus aydını, çarpılan geleneksel yapıya “halka doğru” hareketiyle çözüm aramıştı. “Halka doğru gidenler” toprağını her geçen gün “kulaklar”a, zengin çiftçilere kaptıran ve giderek yoksullaşan küçük üretici köylülüğe sahip çıkıyor, geniş köylü kitlelerini Çarlığa karşı başkaldırıya çağırıyordu. Devrim için köylülüğü kazanmak gerekirdi ve bu nedenle Rus aydınına önemli görevler düşüyordu. Rus aydını halka gitmeli, halka inmeli, halkı uyarmalı, eğitmeli, aydınlatmalıydı.

Rus “halka doğru” hareketi Osmanlı aydınlarına Balkan aydınları ve göçmen Türkler aracılığıyla ulaştı. Balkanlar’da yazar ve öğretmenler arasında Rus “narodnik” hareketi 19. yüzyılın son çeyreğinde itibaren etkin olmaya başlamıştı. Öte yandan Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali vb. Türkçü göçmenler panislavism ve Rus popülizminden etkilenmiş, II. Meşrutiyet’le birlikte uluslaşma sürecinde gündeme gelen Türkçülük ve Halkçılık akımlarında etkin rol oynamışlardı. Ve nihayet Ermeni aydınlarının ulusçu Taşnak akımına karşı geliştirdikleri sosyalist Hınçak akımı narodnok fikirlerin etki alanındaydı. Türkçü aydınların bundan etkilenmeleri doğaldı.

Halka Doğru dergisi yazarlarından İttihat ve Terakki Merkez-i Umumi üyesi Hüseyinzade Ali (Turan), Türkçülükle halkçılığın “mürşidi” olarak görülüyor, Rusya’daki panislavizm ve sosyalizmi Türkiye’ye uyarlayan kişi olarak gösteriliyordu. Ziya Gökalp, Yeni Mecmua’da yayımladığı “Türkçülük nasıl doğdu”, başlıklı yazısında Ali Bey’in Petersburg Üniversitesi’nde öğrenci iken iki etki altında kaldığını, panislavizmden pantürkizme vardığını, sosyalizmden de halkçılığa ulaştığını söylüyordu. Nitekim Niyazi Berkes de bu esin kaynağını kaydetmiş, Hüseyinzade Ali’nin orada devrimci öğrenci kömünlerine gördüğünü, hatta Namık Kemal’in adını bile ilk kez bunlardan duyduğunu, İstanbul’a gelip Tıp Fakültesi’ne girince, birkaç arkadaşıyla birlikte narodnik modelinde ilk üniversiteli gizli öğrenci derneği olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurduğunu yazmıştı. Ancak, Niyazi Berkes Meşrutiyet halkçılığının sosyalizmden kopup sosyolojizme yöneldiğine işaret etmekteydi. Ziya Gökalp halkçılığı Marksist sosyalizmden ayırarak Durkheim’in sosyolojizmine bulamış; onu Osmanlı Devleti’nin zorlu günlerinde tesanütçülük diye adlandırdığı solidarizm ve mesleki temsilcilik ideolojisine ulaştırmıştı.

Nitekim halkçılık solidarist kimliği ile ün salmış, yazarlarımız halkçılık ile Batı solidarizmi arasında yakın bağ kurmuşlardı. Şerif Mardin halkçılık ilkesinin 20. yüzyılla birlikte Türkiye’de aydınlar arasında en çok tutulan akım oluşunu eski bir kültür kodunun yeni bir şekilde yansımasına bağlıyordu. Batı’ya giden Türk aydını sosyalizm-solidarizm ikileminde ikincisini seçmişti; solidarizmin bu kadroların kolayca kabul edebilecekleri, eskiden beri bildikleri, kendi toplumlarında hâkim olan değerlere benzeyen sosyal değerler getirmişti.

Solidarizm ve ona kaynaklık eden pozitivizmin Osmanlı aydınları arasında geniş yankı uyandırdığı bir gerçekti. 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı toplumunda skolastik İslâm felsefesine tepki olarak ortaya çıkan pozitivist düşünce giderek etkinleşmiş, Osmanlı aydını 1908 Jön Türk devrimiyle birlikte sosyolojiye dört elle sarılmıştı. Bundan böyle toplum felsefesi olarak “ilm-i ictimaî” Meşrutiyet Türkiyesi’ne damgasını vuracaktı. “Sosyolojizm” olarak da nitelenebilecek toplumbilim egemenliği Cumhuriyet Türkiyesi’nde de tahakkümünü sürdürecekti.

Bilindiği gibi Tanzimat sonrası Türkiyesi’nde ilim ve mantık anlayışında bir ikilem doğmuştu. İlk çizgiye yüzyıllardır hakim konumunu sürdüren İslâm kültürü geleneğine bağlı anlayıştı. Bu anlayışta dini bilgiler vurgulanmış; mantıkta Aristo mantığının dışına çıkılmamıştı. Diğeri ise Avrupa’nın etkisiyle güçlenen Batı düşüncesiydi. Bilimde Auguste Comte’un pozitivizmi benimsenmiş, pozitif bilimler vurgulanmıştı. Bir yöntem olarak Aristo mantığının yetersizliği gündeme gelmiş; Avrupa’da yeşeren yeni mantık akımları ortam bulmuştu. İlki, zaman zaman güçlü çıkışlar yapmasına karşın Cumhuriyet’e kadar giderek gücünü yitirecek, diğeri ise başlangıçta ilkiyle uzlaşmaya çalışarak, bu pek başarılı olmayınca ilkinin yerini alarak güçlenecekti.

II. Meşrutiyet yıllarında millet ile halk sözcükleri yeterince berraklaşmamıştı. Tıpkı Rusça’da “narod” sözcüğünün ifade ettiği gibi bir ölçüde eş anlamda kullanılıyordu. Türkçülük akımının yayın organı Türk Yurdu’nda, “güzideler tarafından temsil olunan, halktan ayrı bir millet”ten söz edilemeyeceği kaydediliyor, “milliyetin esaslarını yaratan halktır” deniyordu. Milleti halkın zevki, ruhi duyguları, halkın akideleri, halkın görüşleri oluştururdu. Bu nedenle Türk Yurdu daima “halka doğru inmeyi”, halkı anlamayı, milleti yükseltmek için halkı yükseltmek gerektiğini vurgulamıştı. Türkçülerin yayımladıkları bir diğer dergi Halka Doğru adını taşıyordu. İlk sayısı 1913 Nisanınında çıkan dergide dönemin birçok ünlü yazarı yer almıştı. Halide Edip, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Tevfik Nurettin, Celâl Sahir, Hüseyinzade Ali, Hamdullah Suphi, Akil Muhtar, Abdülfeyyaz Tevfik, Ali Canip, Ali Ulvi, Galip Bahtiyar, Kâzım Nami, Köprülüzade Mehmed Fuad, Ziya Gökalp, Mehmed Emin, Mehmed Ali Tevfik, Memduh Şevket dergide “sürekli yazıcılar” olarak tanıtılıyordu. Yusuf Akçura “Halka” başlıklı yazı dizisinde “Biz Halka Doğru diye ad taktığımız bu cerideyi halk için, halka faydalı olmak için çıkarıyoruz” diyordu. Akçura’ya göre “halkın, yani köylü ve esnafın, mektepler, cemiyetler yapabilmesi için önüne düşüp yol gösterecek okumuş adamlara ihtiyaç” vardı. Akçura, yazısında yoksul katmanların Osmanlı toplumunda karşılaştıkları güçlükleri dile getiriyor, köylünün toprağının yetersiz olduğunu, kaldırdığı ürünün geçimine yetmediğini, yüksek verim elde etse bile yol, demiryolu, araba vb. ulaşım olanaklarından yoksun oluşu nedeniyle pazarla bütünleşemediğini söylüyordu. Halk, ancak aydın kesimin önderliğinde bu sorunların üstesinden gelebilirdi. Bu nedenle Türk aydını halka yönelmeli, halkla bütünleşmeli, halkın seviyesine inerek onu eğitmeliydi.

Türk Yurdu Türk Ocağı’nın yayın organıydı. “Türklerin münevver gençleri”ni biraraya getiren Türk Ocağı, “halka doğru gitmeyi, halkı görmeyi, halkı iğrenmeyi” ilke edinmişti. Bu doğrultuda, Ocak’ta “halk hayatının hangi cihetleri görülmek, öğrenilmek lazım geldiği” üzerine konferanslar, tartışma toplantıları düzenleniyordu. Ocak gençleri “halkın uğramakta olduğu hastalıklarla o hastalıkların sebepleri”ni araştırıyor, halkın yoksulluğunun, sefaletinin nedenlerine eğiliyorlardı. II. Meşrutiyet halkçılığı “halka doğru gidilmesini, halkın ahvalinin öğrenilmesini, öğrendikten sonra elden geldiği kadar halkın yaralarına merhem vurulmasını” benimsiyor, Osmanlı-Türk aydınlarını görev başına çağırıyordu. Başka ülkelerde hoca, öğretmen, yüksek okul öğrencisi gibi okumuş insanlar halk arasına girerek bu vazifeyi görüyorlardı. Zengin, bilgili, uygar ve güçlü ülkelerin tümünde aydınlar “halka doğru” gitmiş, köye yönelmişlerdi. Örneğin, Almanya’da Rusya’da aydınlar yalnız kentlerde çöreklenmemişlerdi; kasabalara, köylere giderek oralardaki halkı öğrenmeye, ilerlemeye, çalışmaya, zenginleşmeye özendirmiş, insani, milli, vatani duygularını yükseltmeye çabalamışlardı. Osmanlı-Türk aydınının Rus aydınından öğreneceği çok şey vardı.

Akçura’ya göre Osmanlı ülkesinde de “halka doğru gidenler” vardı. Ancak, bunlar, o güne değin Sırplar, Bulgarlar, Rumlar’dı. Akçura, halka doğru giden” Sırplara Seniçe’de rastlamıştı. Karşılaştığı bir Sırp öğretmen Belgrat Öğretmen Okulu’nu bitirmiş, aynı okul mezunu eşi ile birlikte ucra bir köye giderek ilkokul öğretmenliğini başlamıştı. Aslında bu aydın Sırplı, ilkokul öğretmenliği yanı sıra tüm köyün, belki bütün o yerenin hocalığını üstlenmişti. O, yalnız yedi sekiz yaşındaki köylü çocuklarına alfabe öğretmekle kalmıyor, tüm köye, belki o yörenin tümüne “adam olmayı, usullü çalışmayı, servet kazanmayı ve… Sırplaşmayı” öğretiyodu. “İşte asıl halka doğru gitmek böyle olur”du. Akçura’ya göre, Senice ile Sırp hududu arasında küçük bir köyün öğretmeni olan bu Sırp genci, İstanbul’un yüksek okullarında öğretim üyesi ya da yönetici olan kişilerin birçoğundan bilgi, beceri hatta zekaca üstündü. Bu ülkücü köy öğretmeni Sırbistan’ın büyük kentlerinden birinde kolaylıkla iş bulabilirdi. Fakat o köy öğretmenliğini yeğlemiş, “karanlıklara girip ışık dağıtmayı, zaten hayli aydın yerlerde parlayıp göze çarmaya” üstün görmüştü. Akçura, halka doğru giden” Sırp gençlerinin çabalarının boşa gitmediğini son siyasal gelişmelerin kanıtladığına dikkati çekiyor. Sırplara yenik düşmemizin temel nedenlerinden birinin de “böyle halka doğru, giden, köy hocalığı eden Darülfünun mezunlarının” varlığı olduğunu söylüyordu.

Akçura, Osmanlı Rum gençlerinin de “halka doğru gitmeye” başladıklarını kaydediyordu. Anadolu’nun değişik yörelerinden, Trabzon’dan, Samsun’dan, Kayseri’den, Ankara’dan birçok Rum genci Yunanistan’a, Atina Üniversitesi’ne okumaya gidiyor, eğitimleri sonrası Anadolu’nun dört bir köşesine dağılarak, kasabalarda, köylerde okullar açıyor, öğretmenlik, hekimlik ediyorlardı. Diğer bir deyişle Osmanlı Rum gençleri artık halka gidiyorlar, kendi halklarının, Rumların, maddi hastalıklarına ilaç veriyorlar, manevi hastalık olan cehaletlerini gidermeye çalışıyorlar ve aynı zamanda kendi ulusal duygularını, Yunanlılık fikrini aşılıyorlardı.

Osmanlı-Türk aydını bu tür gelişmelere duyarsız kalamazdı. Nitekim Halka Doğru dergisi bu amaçla çıkarılıyordu. Nitekim dergi, artık Türk gençlerinin de “halka doğru” gitmeye başladıklarını söylüyordu. Bu harekete Tıbbiyeli aydın gençlik öncülük ediyordu. 1913 yazında Tıbbiyeli gençler “Anadolu’da halk arasında yayan seyahat etmişler; yani halka doğru gitmişler”di. Bu yolda diğer gençlerin Tıbbiyelileri örnek almalarını öneren Halka Doğru dergisi, ilk “halka doğru” eylemini gerçekleştirenlerden Tıbbiyeli Kıbrıslı İrfan’ın anılarına yer veriyordu. “Halka doğru giden” ilk Türk popülistleri Tıbbiyelilerin, ülkede yaşam hakkının Türk köylüleri yükselterek kazanılacağına derin ve sarsılmaz bir iman ve itikatla kani olduklarını kaydediyor, çoğunluğun bu kesimlerine karşı kayıtsız kalmasını eleştiriyordu. “Asker” kardeşlerinin yaşadığı muhiti görmek, yaşam tarzlarını incelemek Türk gençlerine düşen bir görevdi. Toplumsal yaşamda gençlerin başı çekmesi kaçınılmazdı. Ülke gençleri “ulusal hayat”ta tüm engebeleri aşmalı, “milliyet”ine ait sorunlarda her tehlikenin üstesinde gelmeli, cesur, güçlü ve girişimci olmalıydılar. Tertemiz havasıyla ormanları, bayırları, yüksek yaylalarına, sağlıklı besin maddelerine karşın Anadolu insanı bir deri bir iskeletti. Bu sefaleti, bu felaketi, bu musibeti mesleki açıdan da inceleme arzusunda olan Tıbbiyeliler bir an önce “Anadolu’nun köy hayatı”na koşmak istiyorlardı. Bu amaçla İzmir’e kadar yürüyerek gitmeyi planlayan gençler ordudan erkân-ı harbiyye haritaları temin etmişler, pusulalarıyla ve köylüye dağıtılacak “sulfato” şişeleri, ve çiçek aşısı tüplerininden oluşan onbeş yirmi okka ya da 25, 30 kiloluk yükleriyle 5 Temmuz Cuma günü İstanbul’dan yola çıktılar. Bu yaya yolculuğun kendileri için ne denli zevk olduğunu vurgulayan İrfan, yol boyunca Mehmed Emin Bey’in “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur. Ateş ile özüm sinem doludur” teranesini hep bir ağızdan tekrarladıklarını kaydediyordu.

Tıbbiyeliler köylüye sağlayacakları maddi ve manevi yararlardan başka Türk gençlerinin artık kasvetli odalarda, salon köşelerinde miskin miskin oturmadıklarını, Türk gücünün her şeye yettiğini dünyaya kanıtlayacaklardı. Bundan böyle tüm Türk gençliğinin izlemesi gerektiği yolun ilk adımını attıkları için yürekleri lekesiz ve samimi bir duygu ile çarpıyordu.

Türk Ocağı ilk açıldığı günden beri gençleri Anadolu’ya yöneltmiş, Ocak müdürü “Anadolu’ya gitmeyi, Anadolu’da gezmeyi, Anadolu’yu öğrenmeyi, Anadolu’yu sevmeyi” özendirmişti. “Milli şair” Mehmed Emin (Yurdakul) Anadolu Türk köylüsünün durumuna dikkati çeken, “şevkatli ve halka muhabbetle dolu” şiirler yazmıştı. İsmail Hakkı Türk Yurdu’nda 1916 yılında çıkan bir yazı dizisinde eskiden İstanbul’un Anadolu’yu ihmal ettiğini, İstanbullu beyleri, efendilerin “halk” ile “Anadolu” ile, başka bir değişle “İstanbul’u yani memleketin başını, gövdesiyle meşgul etmek için” Türk Ocağı, Turk Yurdu ve Halk Doğru çok uğraş verdiğini yazıyordu. Anı tarihlerde Mehmed Şemseddin (Günaltay) Anadolu halkının cehaletini, batıl itikatlarını gidermek amacıyla Zumetten Nura adlı bir eser ortaya koymuştu. Kitapta yer alan makalelerin bazıları şu başlıkları taşıyordu: “Anadolu’nun yayralarını saracak hey’etler ister”, “Anadolu’da inhizal-i ırki ve çare-i izalesi”, “Anadolu’da sefalet-i hazıraya karşı yapılacak tedâbir-i müstacele”, “Anadolu, muhtekirlerin insafsız pençeleri altında kıvranıyor”, “Anadolu’ya fenni hey’etler ve bilhassa zıraat hey’etleri göndermelidir”.

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Anadolu iki yönden önem kazanmıştı. Türk ulusçuluğu Anadolu’ya yönelmeyi gerektirmiş, Trablusgarb ve Balkan Savaşları ardından Arapların da bağımsızlığa yönelmeleri İttihatçıları Müslüman-Türk unsurla meskun Anadolu’ya bağlamıştı. Öte yandan ülke ekonomisinin savaşla birlikte dışa kapanışı Osmanlı’yı kendi yağıyla kavrulmaya zorlamış, temel besin maddeleri Anadolu’dan sağlanır olmuştu. Türk Yurdu’na göre “Dün payitahtı en ziyade Anadolu’nun evlâdı korudu; bugün payitahtı yine Anadolu’nun kadın erkek rençberleri doyuruyor”du. Diğer bir deyişle Anadolu “velinimetimiz”di. Türk Yurdu Derneği’nin yayımladığı ve yine Celal Sahir’in yönettiği bir diğer dergi Türk Sözü’ydü. “Halka doğru gitmek, halk için çalışmak” şiarı ile yayın hayatına gören haftalık Türk Sözü dergisi 16 sayı yayımlandı. Derginin başyazarı Ömer Seyfettin ilk sayıda derginin amacını belirtirken “Türk Sözü, uyanan, alim ve milliyetine aşık, yüksek Türk gençliği ile, hâlâ uyuyan ve bir ışık bekleyen Türk halkı arasında bir kapıdır. Gençlik o kapıdan girmekle alçalmayarak, bilakis halkı, yani kendi varlığını, kendi milletini yükseltecek, kendine benzetecektir” diyordu.

“Halka doğru” hareketi Anadolu’da yankı uyandırmakta gecikmemişti. Taşrada, özellikle “ictimai” çabaların yoğunlaştığı Konya ve Eskişehir’de “halka doğru mühim bir cereyan başlamıştı”. Nitekim bu kentlerdeki yayın organları halkçılığın somut örnekleriydi. Türkçülerin etkin oldukları diğer bir dernek, Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti’nin de faaliyetleri bu doğrultudaydı. Cemiyet Anadolu’da araştırmalara girişmiş, kendi deyişiyle, inceleme seyahatı yaptırmış, yarışmalar tertiplemiş, “Köylü Kütüphanesi” ve “Köy Hocası Kütüphanesi” kitap dizilerini oluşturmuştu.

Milli Talim ve Tarbiye Cemiyeti, düzenlediği açık oturumlarda “halka doğru inmenin ve halkı yükseltmenin yolları”nı tartışıyordu. 22 Mart 1918 günü kadınların da katıldıkları toplantıda Binbaşı Rıza Bey “halka yaklaşmak için lisan cihetindeki açıklığın, yaşayış itibariyle hasıl olan farkın kaldırılması” gerektiğini ifade ederken, Ahmed Hamdi Bey “halkı sevmek için bilmek lazımdır” diyor, halka ulaşabilmek için uygarlık gereçlerinden, dergi, telefon, yol gibi iletişim ve ulaşım araçlarından yararlanılmasını öneriyordu. Aynı oturumda Milaslı İsmail Hakkı, köylünün “his adamı” olmaktan çok “menfaat adamı” olduğunu; cahilliğin giderilmesi için kendisine refakat edecek hocaları önce pek ümit var bir şekilde karşılarken yıllar geçtikçe bir çıkar hasıl olmadığı görerek ondan el çektiğini, köylü maneviyatla yetinmediğini, bu nedenle hocalar, din adamları yerine, muallim, tabib, tahsildar gibi doğrudan köylüyle temas kuracak kişilere baş vurulmasını ve onun yaşam düzeyini yükseltecek aydınları göreve çağırmak gerekeceğini belirtiyordu. Ardından söz alan İbrahim Memduh Bey, aydın seferberliğini bir kez daha vurgulayarak, örnek olarak Bulgaristan köylerinde Sorbon mezunlarının öğretmenlik ettiklerini söylüyordu. Hüsamettin Bey ise, Bulgaristan ile Türkiye’yi karşılaştırarak, ilk öğrenimin Bulgaristan’da olduğu gibi zorunlu kılınmasını öneriyordu. Günün son konuşmacılarından, Bohor İsmail Efendi, münevverleri açılmış, halkı açılmamış bir goncaya benzetiyor, halkın eğitilmesi gerektiğini söylüyordu. Ve nihayet, Kazım Nami Bey “halkı yükseltmek” için önce “hissen halka yükselmek” gereğini ileri sürüyordu.

Halka doğru türlü türlü yollarla gidilebilirdi. Anadolu insanını ülke ile bütünlemenin belki de en etkin yolu ekonomikti. Savaş yıllarında Anadolu ürününün revaç bulması, büyük kentlerin Anadolu’ya muhtaç kalması, ve savaş enflasyonu nedeniyle Anadolu köylüsünün cebi para görmesi Babıali’yi Anadolu konusunda uyarmakta gecikmedi. O güne kadar Anadolu zorunlu tasarruflarla devlet bütçesine katkıda bulunmuştu. Oysa reayanın halka dönüştüğü bir evrede gönüllü tasarruflar da bir o kadar önem kazanıyordu. Halktan vergi alınabildiği gibi, halka borçlanılabilirdi de. Nitekim Cihan Harbi’nde savaşan ülkeler halka borçlanarak ülkedeki satın alma gücünü sınırlamış ve böylece enflasyonist girdaba düşmemişti.

İç borçlanma gelişmiş ülkelerin derinlik kazanmış mali yapılarında uzun yıllardır yer alıyordu. Oysa Osmanlı’nın köşe sarraflarına ya da Galata bankerlerine borçlanmanın dışında bir deneyimi yoktu. Savaş sırasında Almanlar Babıali’ye iç borçlanmaya gitmesini önermiş, ama Osmanlı yönetimi buna bir türlü cesaret edememişti. Ancak bıçak kemiğe dayandı ve savaşın finansmanında son çare olarak ilk borçlanmaya ya da “dahili istikraz”a gidildi. “Dahili istikraz”, “halka doğru gitmek” için güzel bir fırsat oluşturmuştu. “Hükümet, matbuat, eli kalem tutan, sözü halk için muteber sayılan erbâb-ı fikir ve ilim” taşrada köylere ve köylülere kadar gidebilecek, halkı iç borçlanma bonaları satın almaya özendirecekti. Bu ise “halka doğru teşkilatında mühim bir hatve-i teşebbüs! olabilirdi. Bu sayede “halka doğru gitmek nazariyesi” ülke çapında benimsenir, iç borçlanma çok daha kapsamlı bir işlev görmüş olurdu. Bu satırlara yer veren Sabah gazetesine göre, “halka doğru gitmek, daha açık tabir ile halka kadar inmek” Türkiye’de önemsenmesi gereken “içtimai zaruret”lerin en büyüğüydü. İster borçlanma olsun, ister idari, siyasi ya da iktisadi kararların işleme sokulmasından olsun, başarının sırrı yapılacak işin halka, onun anlayacağı bir dille anlatılmasında yatıyordu. “Halka doğru yürümek” engebeli bir yolda ilerlemeyi gerektirirdi. Başarısızlıklarımızın nedeni icraatımızın “halkın muhit-i idraki”ne giremeden kapı eşiğinde sonuçsuz kalıyordu. Sabah başyazarı “Vakıa halka doğru yürümek, fakat muvaffakiyetle yürümek pek güç bir şey olduğunu bilmiyenlerden değiliz” diyordu. Hele Türkiye gibi geniş bir alana yayılmış, dağınık nüfuslu, farklı dil, mezhep, gelenek, göreneklerin bir arada yaşadığı bir ülkede “halka doğru” teşkilatlanmanın güçlüğü yadsınamazdı. Bu tür bir güçlüğün üstesinden gelebilmek için önce “teşkilatçı ruh”a sahip olmak, sonra “servet, ilim ve marifet, azim ve cesaretle” işe koyulmak gerekirdi. Sabah gazetesinde yer alan başka bir başmakalede Selim Sırrı, “İçtimai musahabeler: Halka Doğru” yazı dizisiyle, “halka doğru” hareketinin muhtelif sınıflar arasında bir tesviye işlevi göreceğini söylüyordu. Ancak bu tesviye, “tesviye-i terbiye” gibi genel ortalamaya yönelik bir girişim olmayacak, aşağıda kalanları yukarıda bulunanların düzeyine çıkaracaktı. İnsanlar eğitim gördükçe genel kültür (hars) açısından az çok bir “muvazene” oluşacaktı. Tesanütçü görüşler artık Sabah sayfalarında bariz bir biçimde yer alıyordu. Cihan Harbi’nin neden olduğu eşitsizlikler ancak tesanütçülükle giderilebilirdi. Savaş ticaret alanında pek büyük “tahavvül”ler doğurmuş, pek çok kişi hatır ve hayallerinden geçmeyen “azim servetler” elde etmişti. “Bunları temin eden vatan için, kendilerinden bir az yardım istemek herhalde haksız bir talep sayılmayacaktı”. Savaş sayesinde bir hayli servet edinen vatandaşlardan ülke adına beklenen “hayır ve muavenet”e bir başlangıç olarak Halka Doğru Cemiyeti’ne yapılan bağışlar örnek olarak gösteriliyordu. Nitekim o sıralarda derneğe yapılan “teberruat” 40.000 liraya yaklaşmıştı. Dernek, ülke yaşamının ve ihtiyacının beklediği geniş mesaiyi yalnız hükümetten beklemek doğru olmazdı. Halk, kendi sorunlarına sahip çıkmalı ve varlıklı kesim bu konuda hayırseverliği elden bırakmamalıydı. Kimi çevrelerde bu katkı “vicdani vergi olarak niteleniyordu. İstanbulun “zenginleri” de İzmir’i örnek alarak bu özveride bulunmaları gerekiyordu. Tanin gazetesi tesanüt örneği olarak, İzmir’de faaliyet gösteren “Sabetay Kohen ve Mahdumları” ticarethanesinin Doktor Nazım Bey’e bir mektup yazarak “vicdani vergi”yi İstanbul’da ilk olarak kabul ettiğini ve kamuya yararlı bir girişim için (menafi-i umumiyeye hadim bir teşebbüs için) 100 lira teberru etmeye hazır olduğunu bildirdiğini yazıyordu.

Türkiye’de milliyetçiliğin ve halkçılığın temelleri Meşrutiyet yıllarında atılmıştı. Milliyetçilik ve halkçılık İttihatçıların “ictimai inkılâb” dedikleri “yeni hayat”ın temel dayanaklarıydı. “Halkçılık” sözcüğü ilk kez Halka Doğru dergisinde kullanılmıştı. Bu kavramı sonraları İttihatçı ideolog Ziya Gökalp geliştirmiş, Yeni Mecmua’da “Halkçılık” başlıklı makalesini yayımlamıştı. Halk ve halkçılık, Gökalp’in düşün sisteminin önemli bir boyutuydu. İttihatçı düşünür, birçok meşrutiyet aydını gibi evrimden yanaydı; “tekamül”ü ilke edinmişti. Toplumsal yaşamın aşamaları ancak evrim yasalarının ışığında izlenebilirdi. II. Meşrutiyet “ictimaiyât”ı, bir anlamda evrimci pozitivizminin bir uzantısıydı.

II. Meşrutiyet yıllarında halk sözcüğü bir anlamda bugünkü ulus ya da millet sözcüğüyle eşanlamlı kullanılıyordu. Halk Fırkası’ndaki “halk” sözcüğü de bu kavram örtüşmesinin bir uzantısıydı. Tek-Parti döneminde bu iki kavram giderek farklılaşmıştı. “Millet” sözcüğünün toplumsal içeriği “halk” sözcüğünde kristalleşiyordu. Milliyetçilik ve Halkçılık Mustafa Kemal’in 1920 tarihli “Halkçılık Programı”nda yer aldı; 1931 CHF Programı’nda ve 1937’de Anayasa’da altı oktan ikisini oluşturdu.

Jön Türk devrimiyle gündeme gelen gelişme-ilerleme, ya da “terakki” sorunsalı ulus devlet inşası dönemindeki iç çelişkilerin ortaya çıkmasına neden oldu. Osmanlı’nın kabuk değiştirdiği, yeni yapılanma sürecinde var olan değerlerini sorguladığı bir evrede gündeme gelen ulusçuluk olgusu, kısa bir süre sonra Cihan Harbi ve onu izleyen bunalımlı onyıllarda Osmanlı ve Cumhuriyet aydınını sürekli bir ikilem içersine soktu. Gelişme bir açıdan eski “değerler”in yitirilişi anlamına geliyordu. Osmanlı’nın kendine özgü “ahlak”ı sorgulanmaya başlanıyor, görece eşitçi, popülist bir evrenin bir kenara bırakılarak, toplumsal katmanlara açık, birikimi gözeten bir evreye geçiliyordu. İşte böyle bir ortamda sosyal demokrasinin ilk nüveleri gözleniyor, servetin adil dağıtımı ya da “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” özlemi giderek ağırlığını koyuyordu. Özetlersek ahlak sorunu Cumhuriyet’i popülizme yatkın kılıyor ve halkçılık bir döneme damgasını vuruyordu.

1948 İstanbul İktisat Kongresi tüm bu değerler açısından bir dönüm noktası oldu. O güne kadar büyük ölçüde kendi yağıyla kavrulmuş olan Türkiye Marshall Planı ile dışa açılıyor. Devletçi ekonomik politikalarını bir kenara bırakarak liberal bir çizgiye giriyordu. İşte 1908-1948 dönemi Türkiye’de uluslaşma sürecinde kapitalizm ile ulusal yapının kimi kez örtüştüğü ve kimi kez ayrıştığı bir evreyi oluşturdu. Ancak birikim süreci, devlet ya da fert eliyle olsun, sürekli gündemde tutuldu. Popülizm ise haklardan çok görevlerle donatılmış bir bireyi hedefler olmuşsa da Cumhuriyet yurttaşının inşasını üstlendi.

Prof. Dr. Zafer TOPRAK

Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 801-806

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.