Türkiye yirminci yüzyılın başında, Orta Doğu komşuları Suriye, Irak ve İran’dan, ulusal güvenliğine yönelik ciddi bir tehdide maruz kaldı. Bu tehditler ve Türkiye’nin bunlara nasıl cevap verdiği bu bölümün konusunu oluşturmaktadır.
Cumhuriyetin ilk yirmi yılı ve sonrasında Orta Doğu’nun pek çok ülkesi Avrupalı güçlerin nüfuzu altında bulunurken, Türkiye, Mustafa Kemal’in “yurtta barış dünyada barış” ilkesi gereği, bölgedeki karışıklıklardan uzak duruyordu. II. Dünya Savaşını takip eden yıllarda, Soğuk Savaş ve yeni oluşmaya başlayan Arap milliyetçiliği döneminde Türkiye, siyasi müdahalecilik ile Kemalizmin tarafsızlık politikası arasında kaldı. Türkiye 1990’lı yılların başlarından itibaren Orta Doğu ile ilgili konulara aktif olarak katılmaya başlamıştır ve ulusal güvenliğine yönelik bölgesel tehditler sona ermedikçe de buna devam edecek gibi görünmektedir.
Tarihte Yaşananlar
Cumhuriyetin kurucusu Kemal Atatürk, aktif Orta Doğu politikası yürütmekten kaçınmış, Anadolu için yeni bir “ulusal” kimlik geliştirmeye yoğunlaşmıştır. Atatürk, Doğu despotizmi yerine Batılı demokratikleşme ve ulusal gelişimi koyarak, laikliğe geçmek için Osmanlı İslam geleneğini reddetmiştir. Atatürk’ün halefleri de İkinci Dünya Savaşı boyunca bölgesel konularda Kemalizmin tarafsızlık politikasını devam ettirmişlerdir.
Orta Doğu’da bu yansız politikayı güçlendiren, Türklerin bakış açısına göre, Batı’nın I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmasını kolaylaştıran ve bağışlanamaz “sırtından bıçaklanma” olarak gördükleri “Arap ayaklanması” ile noktalanan güvensizlik olmuştur.[1] Araplara göre ise bu güvensizlik, Arap ulusal bilincinin gelişimini geciktiren Genç Türkler ve Osmanlı yönetiminin baskısına duyulan içerlemeden kaynaklanır.[2] Türkiye’ye Sovyet komünizmi tehdidini getiren soğuk savaş, Türkiye’yi NATO’ya ve Orta Doğu’daki komünizm karşıtı birliklere katılmaya teşvik etmişti. Bu ittifaklardan en önemlisi, ellili yıllardaki komünizm tehdidine karşı bir cephe olan Bağdat Paktı idi. Fakat filizlenmeye başlayan Arap milliyetçiliği ve bunu takiben bazı Arap devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmaları, Pakt’ın dağılmasına sebep olmuş ve bununla birlikte Türkiye’nin Irak ve İran ile ilişkileri de kopmuş oldu. Bundan sonra Türkiye bu yeni Arap komşuları ile ilişkilerinde, Kemalizmin tarafsızlık politikasını sürdürmüştür.
Türkiye, Kıbrıs Türk toplumunu korumak üzere Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etmesinin Batı’da yarattığı antipatiyi telafi etmek üzere Orta Doğu’daki Arap ülkelerinin dostluğuna ihtiyaç duyduğu yetmişli yıllarda Batıcı eğiliminden vazgeçmişti. Ankara benzer şekilde, OPEC, ABD’nin İsrail’e desteğine misilleme olarak petrol fiyatlarını arttırdığında Arap enerji kaynaklarının korunması endişesini taşımıştı. Türkiye ayrıca, İsrail ile resmi ilişkisini de alt seviyelere çekerek, ülkedeki Müslümanların Filistinlilere desteklerine cevap vermiş oldu.
Ancak Türkiye’nin Kıbrıs politikasına güçlü bir Arap desteği gelmedi. Türkiye bu nedenle seksenli yıllarda, Orta Doğu’daki karışıklıklardan kaçınma şeklindeki Kemalist politikaya geri döndü. Bu tarafsızlık politikası, 1980-88 yılları arasında İran-Irak savaşında her iki tarafa da gerekli mal tedarikinde bulunarak Türk ekonomisini güçlendiren Ankara’nın fazlasıyla işine yaradı.[3]
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 1990-91 Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’e karşı Batı-Arap koalisyonuna katılma kararı, Türkiye’nin tarafsızlığından kazandığı bu ekonomik menfaatleri tehlikeye attı. Türkiye, Irak-Türkiye petrol boru hattını kapattı; Irak ile ticaretini durdurdu ve Batılı müttefiklerinin Irak’ı bombalamak üzere İncirlik’teki hava üssünü kullanmalarına izin verdi. Türkiye, denetim uçuşlarıyla Kuzey Irak’taki özerk Kürt bölgesinin korunmasını sağlamak amacıyla Irak’ın kontrol altında tutulmasına yardımcı olmak için, İncirlik’in ABD ve İngiltere tarafından kullanım sürelerini uzatarak, Körfez Savaşı’nın ardından uluslararası Orta Doğu politikasında aktif bir rol oynamaya devam etti. Türkiye doksanlı yıllarda yürüttüğü bu yeni aktif politika dahilinde, Suriye’ye savaş tehdidinde, Irak’a askeri müdahalede bulundu. Bu dönemde İran ile uzlaşmazlıklar yaşayan Türkiye, İsrail ile yakın bir ittifak oluşturdu ve Arap-İsrail barış süreci içerisinde yer aldı.[4]
Türkiye’nin Ulusal Güvenliğine Yönelik Tehditler
Türkiye, ulusal güvenliğine yönelik Orta Doğu kaynaklı en büyük tehdit olarak neyi görmektedir? Ankara, yirminci yüzyılın son yıllarında, laik, demokratik, Kemalist rejimin siyasi meşruiyetini sorgulayan İslami köktendinciliğe ve Türk siyasi cemaatinin etnik bütünlüğünü tehdit eden Kürdistan İşçi Partisi’nin (“PKK”) Kürt ayrımcılığı talebine yoğunlaştı. Radikal İslamcılar, Türkiye’deki siyasi terör olaylarına karıştılar ve Türkiye’nin hatırı sayılır sayıdaki Alevi nüfusuna karşı bir hayalet avı başlattılar. PKK terörizmi, güneydoğu Anadolu’da pek çok ekonomik ve sosyal zorluk yarattı.[5] PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında yakalanmasından ve silahlı mücadeleyi bırakma çağrısından sonra dahi düşük seviyedeki ayrılıkçı Kürt şiddetinden duyulan endişe kaybolmadı.
En az dikkat çeken tehdit ise, Türk ekonomisinin güvenliğine yönelik olandı. Türk ekonomisi genellikle Orta Doğu komşuları ile ticarete ve buralardan gelen yatırımlara dayanmaz.[6] Öte yandan Türkiye enerji kaynaklarına hızla artmakta olan ihtiyacı nedeniyle, Orta Doğu ükelerine, bu ülkelerin enerji kaynaklarına ulaşmak veya başta petrol olmak üzere enerji kaynaklarının taşınması amacıyla ihtiyaç duymaktadır.[7] Dolayısıyla, Orta Doğu’da çıkan krizlerin bu önemli enerji kaynaklarının kesilmesine ve Türk ekonomisinin bozulmasına yol açma ihtimali daima vardır. Türkiye yeterli miktardaki konvansiyonel askeri gücü dolayısıyla Orta Doğu’da herhangi bir krize askeri müdahalede bulunabilmelidir.[8] Ancak Türkiye, Akdeniz, Ege, Karadeniz veya Kafkaslarda bir kriz çıkması halinde askeri kapasitesini kullanmasının gerekebileceği çok sayıda zor durumda karşı karşıya kalmaktadır. Buna ek olarak Türkiye içerisinde herhangi bir kriz konvansiyonel güçlerin dikkatini üzerine toplayacak ve dış krizlerle mücadele yeteneğini azaltacaktır. Türkiye ayrıca, karşısında konvansiyonel güçlerinin yeterli caydırıcılığa sahip olmayacağı Orta Doğu’daki kitle imha silahlarının artışından endişe duymaktadır.
Türkiye ulusal güvenliğine yönelik bu güçlüklerle, stratejik tepkilerin yanı sıra ekonomik vaatler ve diplomasiyi de kullanarak askeri ve askeri olmayan yöntemlerle mücadele etmiştir. Bu stratejik tepkiler, ABD ile yakın ilişkisini güçlendirilmesi ve İsrail ile yakın askeri ve ekonomik işbirliği içerisine girilmesi şeklinde gerçekleşti. Bu stratejik önlemler, Türkiye’nin komşularının stratejik reaksiyonlarını ortaya da çıkardı.
Özetle, Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik farklı yönlerden gelen tehditler, Orta Doğu bölgesinden bilhassa da yakın komşularından kaynaklanmaktadır. Şimdi komşularından herbirisinin Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik tehditlerini ve Türkiye’nin bunlara cevabını daha detaylı olarak inceleyelim.[9]
Suriye
Türkiye Suriye ile II. Dünya Savaşı yıllarından bu yana iki nedenden ötürü zorlu bir ilişki yaşadı. Bu nedenlerden ilki, Türk topraklarında bulunan Hatay sorunu; ikincisi ise Türkiye’nin Güney Doğu Anadolu Projesi’nin (GAP) uygulanmasının sonucu olan Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki kontrolüne Suriye’nin muhalefetidir.Osmanlı sancağı Hatay çok sayıda Arap nüfusla birlikte, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Suriye’nin Fransız mandası olması nedeniyle Fransız kontrolüne bırakıldı. Atatürk, Fransızları Türkiye’den çıkaran 1921 tarihli Franklin-Bouillon Antlaşmasıyla (çn. Ankara İtilafnamesi) bölgeyi Suriye’ye verdi. Fransa’nın Haziran 1939’da Türkiye ile saldırmazlık paktı imzalaması, Fransızların Türklerin Almanlara karşı kendileriyle ittifak yapacağı umudunu doğurmuştu. Fransa, sancağı, Türkiye’ye geri verdi. Tam da bu sırada, Fransa’dan bağımsızlıklarını kazanma beklentisinde olan Suriyeliler, Fransız mandasının Milletler Cemiyeti’ni ihlal etmesinden şikayetçi oldu ve bundan sonra Suriye’nin bölgeyi alması gerektiğini ileri sürdü.[10]
Tamamlandığında 22 baraj, 19 hidroelekrtik santrali ve 17 sulama projesini içerecek olan GAP projesi de Suriye ile ilişkisinde Türkiye’ye oldukça güç bir durum yaratmaktadır. GAP, Fırat ve Dicle nehirlerinin Suriye ve Irak’a akışında Türkiye’ye etkin bir kontrol sağlamaktadır. Proje ayrıca, Türkiye için ek elektrik sağlamanın yanı sıra hem hidroelektik güç hem de az gelişmiş güneydoğu’ya sulama imkanı sağlaması dolayısıyla büyük önem arzediyor.[11] Türkiye, GAP projesinin Kürt nüfusun çoğunluğu oluşturduğu güneydoğu bölgesine getireceği ekonomik refahın, Kürt ayrımcılığı taleplerinin yokolmasında çok etkili olacağına inanıyor.[12] Suriye’den ihrac edilmelerinin ve Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında yakalanmasının ardından PKK teröristlerinin büyük bölümünün Türkiye’den çekilmeleriyle birlikte ülke, Güneydoğu’ya sanayi yatırımları için ve GAP projesi sözünü gerçekleştirmek için daha fazla imkana kavuştu.
Suriyeliler (ve Iraklılar), Fırat ve Dicle sularının kontrolü konusunda Türkiye’nin haklarını, uluslararası hukuk kurallarına başvurarak, örneğin “sınır aşan akarsular” tanımlamalarına, “kazanılan haklar” uygulamalarına danışarak ve açık bir şekilde şiddet yoluna başvurmadan doğrudan görüşmelere girerek yüksek sesle tartışmaktadır.[13]
Türkiye genellikle 1987 protokolüne uymuştur ve Dicle ve Fırat’tan aylık ortalamayla saniyede en az 500 metreküp su akışına izin vermiştir. Suriye ve Irak ise saniyede en az 700 metreküp su akıtılmasını talep ediyor.[14]
Su sorunun görüşmeler yoluyla çözümlenmesi, tartışmalı tarafların katı tutumları nedeniyle zor olacağını göstermiştir. Örneğin Türkiye, Ankara’nın Fırat’ın düşük seviyesini Dicle’den nakil yoluyla dengelemesine izin vermesini sağlamak üzere, Fırat ve Dicle konularında görüşmeler yapılmasını istiyor. Bu durum Irak’ı dezavantajlı bir konuma getiriyor. Türkiye ayrıca akışını Hatay’a ulaşmadan önce Suriye’nin kontrol etmesi nedeniyle Asi nehrinin de görüşmelerde ele alınmasını istiyor.[15] Şam bu talebi, Suriye’nin Hatay’ı Türk olarak tanımaması ve Asi nehrini sınır aşan akarsu olarak kabul etmek istememesi nedeniyle reddetti.
Suriyeliler, Türkiye ile su konusunda girdikleri içinden çıkılmaz görünen durumu aşmakta bir baskı unsuru olarak PKK’yı desteklediler. Suriye, Lübnan’daki Bekaa Vadisinde PKK eğitim kamplarının bulunmasına, PKK lideri Öcalan’ın Şam’da bir üsse sahip olmasına ve Suriyeli Kürtlerin PKK ile birlikte mücadeleye girmesine izin verdi.[16]
Sonunda Türkiye Suriye’nin PKK desteğiyle ulusal güvenliğine yönelen tehdide askeri güçle cevap verdi. Türkiye 1998 yılı sonbaharında savaş tehdidinde bulundu. Tehdide karşı koyamayan Suriye Ekim 1998 tarihinde, Öcalan’ı sınır dışı etti ve Adana’da yapılan anlaşmayla PKK’ya desteğini kesmeyi kabul etti. Suriye, Şam’daki Türk Büyükelçiliği’nin Suriye’nin Adana anlaşmasına uymasını denetlemesine izin vermeyi dahi kabul etti.[17]
Türkiye ve Suriye, Adana anlaşmasının ardından, özellikle müşterek fayda yaratmak amacıyla ticareti arttırarak ilişkilerini normalleştirmenin yolunu aradılar. Böylece iki devlet, sınır ticareti de dahil olmak üzere karşılıklı ticari ilişkilerini arttırma çabasına girdi ve bu amaçla birkaç işbirliği anlaşması imzaladı.[18] Bu anlaşmalar, Tarımda Teknik, Bilimsel ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması, Kara Taşımacılığı konusunda bir protokol ve petrol ve gaz araştırmalarında işbirliğinden oluşmaktaydı.[19]
İki ülke ayrıca ekonomik işbirliğini geliştirmek üzere Türk-Suriye İş Konseyi’ni kurdu. Enerji konusuna gelince, Suriye, Mısır gazını Türkiye’ye nakletmek amacıyla bir boru hattı yapımı projesinde yer almayı kabul etti ve Türkiye’nin Irak, Mısır, Ürdün ve Lübnan ile bir elektrik dağıtım şebekesi’ne katılması konusunda görüşmelerde bulundu.[20] Suriye ve Türkiye, normalleşmiş ilişkilerin daha uç bir belirtisi olarak, ortak askeri tatbikatlar konusunda görüşmelerde bulundular ve hatta Türkiye, Suriyeli generalleri 2001’de yapılan Savunma Fuarına davet etti.[21] Normalleşme sürecinin ve ekonomik yakınlaşmanın Türkiye ve Suriye’nin daha ciddi anlaşmazlıklarını oluşturan Hatay ve su konularını çözmek gibi güç bir görevin üstesinden gelmelerini sağlayıp sağlamayacağını göreceğiz.
Irak
Kısa vadede Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik Irak’tan gelen tehdit, kuzey Irak’ın PKK gerillaları için sığınak olarak kullanılmasına devam edilmesidir. Tehdit, uzun dönemde Kuzey Irak’ta ABD ve İngiltere’nin “Uçuşa Yasak Bölge”de Iraklı Kürtlere destek olması ve böylece Türk sınırında özerk bir Kürt devletinin kurulması riskidir.[22] Türkiye, bağımsız bir Kürdistan’ın, güneydoğu Anadolu’daki Kürt nüfusun özerklik taleplerini yinelemelerine veya güneydoğu Anadolu’nun ilhakı gibi taleplerde bulunmaya teşvik edici olmasından endişe duyuyor.[23] Bir diğer uzun vadeli tehdit ise, Irak’ın bölgeyi nüfuzu altına alması veya Bağdat’ın komşularına yönelik de olmak üzere saldırgan hareketlerde bulunabilme imkanı sağlaması amacıyla kitle imha silahları geliştirmeye devam etmesi olasılığıdır.
Kuzey Irak’ın Kürt sığınağı olmasının Cumhurbaşkanı Özal’ın kararının neticesi olması ironiktir. Özal bu kararı, Türk generallerin itirazlarına rağmen, ABD ve müttefik güçlerin, Irak güçlerini Kuveyt’ten çıkarma ve Irak’ın kitle imha silahlarını yoketmeye çalışma ve Irak’ın saldırganlığını kontrol altına alma çabasına destek vermek amacıyla vermiştir.[24] Irak Kuveyt istilası öncesi Türk güçlerine, PKK gerillalarına yönelik “sıcak takip” için sınırı geçme izni vermişti. Körfez Savaşı’ndan sonra, Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına muhalefetini devam ettirirken[25] ABD ve İngiltere’ye, Irak hükümetinin baskısından kaçan Iraklı Kürtlerin Kuzey Irak’a dönmelerini sağlamak için İncirlik’teki hava üssünden Huzur Operasyonu yürütmesine izin verdi. Operasyon, Iraklı Kürtlere, kuzey Irak’ta “Uçuşa Yasak Bölge” içerisinde bir sığınak yaratılmasının ardından Kuzeyden Keşif Gücü[26] olarak yeniden isimlendirildi.
Birbirlerine düşman Iraklı Kürt fraksiyonlar, Mesud Barzani’nin Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Celal Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) başta olmak üzere, bu bölgede Iraklı Kürtler için fiili bir özerklik yarattı. Ancak PKK gerillaları bu bölgede, Türkiye’ye saldırılar için üsler edinme avantajı sağladı.
Ankara’nın bu güvenlik tehdidine askeri cevabı, PKK’yı söküp atmak ve kuzey Irak sığınağından mahrum etmek üzere KYB ve KDP ile işbirliği sağlamak amacıyla kuzey Irak’a büyük bir güç göndermek oldu.[27] PKK gerillaları, Öcalan’ın yakalanmasında sonra dahi kuzey Irak’ta, İran sınırı yakınlarında mücadeleye devam etti ve Türk saldırları da kesilmedi.[28] Bağdat, Türkiye’nin Kuzeyden Keşif Gücü’ne verdiği desteğe ve bu operasyonun Irak egemenliğini ihlaline, Arap Birliğini protesto ederek ve PKK’ya verdiği destekle karşı çıktı.[29]
Kuzeyden Keşif Gücü’ne desteğini sürdürmesi Türkiye için ciddi bir ikilem yarattı. Türkiye, ABD ve İngiltere’nin faaliyetleri için İncirlik’i kullanma sürelerini düzenli bir şekilde uzattı. Bunun nedeni aslında Türkiye’nin ABD ile stratejik işbirliğine verdiği önemdi.[30] ABD, Türkiye’nin de nasiplendiği küresel ve bölgesel çapta kitle imha silahları tehditlerinin kontrol altına alınmasında, NATO’da ve Orta Doğu’da liderlik rolü oynamaktadır. Washington, Kuzeyden Keşif Gücü’nü, bilhassa da Saddam Hüseyin iktidarda kaldığı sürece kitle imha silahlarına sahip Irak tarafından yaratılan uzun vadeli riskler için caydırıcı olması nedeniyle önemli görüyor.[31] Öte yandan Türkiye’nin müttefiklerine karşı gelmesi ve desteğine son vermesi, Türkiye sınırında Saddam Hüseyin’in zulmünden kaçan Iraklı Kürtlerin sayısında artışa ve Huzur Operasyonuna yol açan krizin tekrarlanmasına yol açacaktı.
Bununla beraber, kuzeyden Keşif Gücü Türkiye’nin Irak (ve İran) ile ilişkilerinde oldukça fazla problem yaratmıştır. Iraklıların bakış açısına göre, uzun vadede daha da saldırgan bir hale gelebilecek Türkiye’nin Osmanlı’nın Musul bölgesi üzerine iddialarını yinelemek amacıyla müttefiklerin hava keşif gücünü kullanarak Irak’ın bölünmesine katkı sağlama riski halen bulunmaktadır.[32]
Iraklılara göre, benzer bir risk aşırılık yanlısı Pan-Türkçüler tarafından gelebilir. Ankara hükümeti, Irak savunma güçlerinin dikkatini özerklik için kışkırtarak, Irak’ta hatırı sayılır büyüklükte bir nüfusa sahip olan Türkmenlere yöneltebilir.[33] Ancak bu tarz aşırlılıklar uygulayan bir Türkiye, diğer komşularını tahrik edecek, Suriye ve İran Türkiye’nin bölgesel hakimiyetine karşı birleşeceklerdir. Bunun da ötesinde, Türkiye, Irak’ın parçalanması halinde İran’ın Körfez’de nüfuz sahibi olmasına yönelik fırsatlar sağlamasını istemeyecektir. Türkiye, saldırgan bir Irak’ın dizginlenmesi konusunda Türklerin ve Batılıların görüşlerini paylaşan İran ile ilişkilerini soğutmayı da arzu etmeyecektir.
Irak’ın kontrol altında tutulmasına destek olması konusunda Türkiye’nin yaşadığı ikilemin bir diğer yönü, Türkiye’nin bu politikayı desteklemesinin bir sonucu olarak maruz kaldığı büyük ekonomik fedakarlıktır. Türkiye 1980-88 yılları arasında devam eden İran-Irak savaşı boyunca Kemalizmin tarafsızlık politikasını yürütmüş ve savaş zamanı Irak (ve İran) ile yaptığı ticaretten oldukça fayda sağlamıştı. Türkiye, sınır kamyon ticaretinin yanı sıra, Irak petrolünün Türk boru hattı vasıtasıyla nakledilmesi sayesinde enerji kaynaklarından faydalanmakta ve transit geçiş ücreti almaktadır. Savaş sonrası Saddam Hüseyin yönetimine karşı uygulanan ambargo, Türkiye’nin Irak ve Irak yoluyla Körfez’deki Arap ülkeleriyle karlı ticaretinin kesilmesine yol açtı.[34]
Ankara ile Bağdat arasında iyi ilişkiler için bir diğer engel ise Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki kontrolünden kaynaklanmaktadır. Türkiye, GAP projesiyle, Irak’ın su ihtiyacının büyük çoğunluğunu karşıladığı Fırat nehri üzerinde daha sıkı bir kontrole başladı.[35] Irak, bu su kaynaklarının kontrolü konusunda Türkiye’yi protesto eden Suriye’nin yanında yer aldı.
Ankara bu sorunu çözmek için, Körfez savaşı sonucu kesilen Irak ile ticari ilişkisini yeniden kurma ve bunun ardından Bağdat ile ilişkisini normalleştirme çabasına girdi.[36] İki ülke böylece Türkiye-Irak İş Konseyi’ni kurdu ve ikinci bir sınır kapısı açmayı ve doğal gaz anlaşmalarını görüştüler.[37] Türkiye, Irak petrol boru hattını yeniden açarak ve Irak’ın insani yardımlardan faydalanabilmesi için ekonomik ambargoyu hafifleterek, bu amaçlara ulaşılmasına yardımcı oldu.
Tüm bunlarla birlikte ticari ilişkiyi yeniden kurmak güç oldu. Şüphesiz ki, sınır ticareti Kürt ayrımcılığı riskinin en büyük olduğu yoksul güneydoğu bölgesinin gelişimine yardımcı olmaktadır. Ancak yine aynı sınır ticareti, Iraklı Kürtlerin Bağdat’tan özerkliklerini korumalarına yardımcı oluyor. Türkiye’nin bu ekonomik özerkliğin önünü almak üzere ticari engeller koyması, güneydoğu Anadolu’nun bu durumdan muzdarip olmasına ve Ankara’ya karşı protestolara yol açtı.[38]
Ankara ve Washington, ilişkileri normalleştirme çabalarındaki Türkiye’nin Irak ile Büyükelçilik düzeyinde ilişki kurması ve Iraklı Kürtlerin kontrolü dışında ikinci bir sınır kapısı açılmasının yollarını araması gibi faaliyetlerinde fikir ayrılığına düştü.[39] Bush yönetiminin, 11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırıların ardından, Afganistan’da El-Kaide örgütüne karşı savaşının son bulmasıyla birlikte, Irak’a müdahale tehditi, ortaya daha büyük sorunlar çıkarmaktadır. Türkiye, Saddam Hüseyin yönetiminin düşmesine bir itirazı olmadığını açıklarken, Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına destek olmaya isteksizliğini tutarsız ifadelerle de olsa açıkladı.[40]
İran
İran, PKK’ya verdiği devamlı desteğin yanı sıra Müslüman Cumhuriyete karşı olan aktif İslam ideolojisi nedeniyle Türkiye’nin ulusal güvenliğine ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Türkiye İran’ı, Hizbullah, İslamcı Büyük Doğu Akıncılar Cephesi, İslami Hareket ve Kudüs Ordusu gibi aşırılık yanlısı İslami örgütleri destekleyerek Cumhuriyeti yıkmaya çalışmakla suçladı. Bu örgütler, İran tarafından eğitildiler veya mali destek gördüler ve Türkiye’de terörist eylemlerde bulundular.[41] İran büyükelçisinin 1997 yılında Ankara’nın Sincan ilçesinde yaptığı Kudüs Günü konuşmasında, Türkiye’ye, şeriat düzenini kabul etmesi için yaptığı çağrıya, Türk ordusu tanklar göndererek, Refah partili belediye başkanını tutuklayarak ve büyükelçiyi sınırdışı ederek cevap verdi.[42]
Türkiye İran’ı ayrıca, PKK’ya silah ve sığınak sağlamasının yanı sıra verdiği lojistik ve mali destek, gerilla savaşı ve tıbbi yardım eğitimi için de suçluyor.[43] Türkiye bu eylemlere, zaman zaman sınır boyunca PKK gerilla kamplarını bombalayarak ve hatta İran uçaklarını inmeye zorlayarak yaptığı silah kontrolleriyle, tepki gösterdi.[44] İran Türkiye’yi, Irak topraklarına PKK’ya karşı kara güçlerini göndererek bu ülkenin egemenliğini ihlal etmesinin yanı sıra, Irak ile sınırında kendi egemenliğini de ihlal etmekle suçladı.[45]
İran neden el altından PKK’ya destek verdi? Şüphesiz ki bu durum, Türkiye’nin İran rejimine muhalif Mujahadeen-e-Khalq’a (Halkın Mücahitleri) verdiği desteğe misilleme olarak görülebilir.[46] Öte yandan Tahran, Türkiye’nin güneydoğusunda Kürt ayrımcılığını açık bir şekilde kışkırtmadı ve kuzeybatı İran’da Kürt ayrımcılığı taleplerine maruz kalma riskinden çekindi.[47] Bunun da ötesinde, İran daha fazla misilleme riskine açık. Ankara Azeri irredantizmini desteklemiş olsaydı, bu Tahran’ın, İran’ın oldukça büyük Azeri nüfusuyla ilişkisini bulandırabilirdi.[48] İran, PKK’yı destekleyerek ve Türklerin misilleme riskini üstlenerek kuzeyden Keşif Gücü’nün çok tehlikeli bir şekilde İran sınırına ABD’nin askeri mekanizmasını getirme endişesini vurgulamaktadır. Bir İranlının bakış açısına göre, Türkiye bu suretle İran’ı da hedefleyen ABD’nin ikili kontrol politikasına (dual containment policy) destek vermektedir. İran ve ABD’nin 2001 yılında, ABD’nin Afganistan’a karşı savaşında işbirliği yapmasıyla, ABD’nin İran’a yönelik politikasında esnekliğe dair belirtiler olmasına rağmen Amerika ve İran’ın karşılılıklı olarak kötü niyet şüpheleri varlığını korumaktadır.[49]
Ayrıca kuzeyden Keşif Gücü’nün kuzey Irak’ta özerk bir Kürdistan yaratma potansiyeli, İranlı Kürtlere, irredantizm çağrıları getirebilir. Daha da kötüsü, Türkiye’nin PKK gerilalarını takip etmek amacıyla Kuzey Irak’a saldırlarının Türk kontrolü altında bir “de facto” güvenlik bölgesi yaratmasıdır. İran, Iraklı Kürt fraksiyonlar üzerinde nüfuzunu kullanma yolu arayarak ve askerlerini zaman zaman Irak sınırına göndererek doğrudan cevap vermiştir.[50] Ancak eğer Türkiye ve Batılı müttefikleri Iraklı Kürtleri ve diğer muhalif güçleri Saddam Hüseyin rejimini yıkmak üzere kışkırtmış olsaydı, Irak’ın bütünlüğünün bozulması ve Musul konusunda milliyetçi Türklerin tutkularının canlanması risklerini alacaklardı.[51] Türkiye, yukarıda da bahsedildiği gibi ABD ile uzun vadeli stratejik ilişkisinin bir parçası olarak kuzeyden Keşif Gücünü desteklemektedir. Bu ilişki, Irak’ın yanısıra İran’dan da gelebilecek silahlanma tehditleri için caydırıcılık işlevi görüyor.[52]
Türkiye bu gerginlikleri azaltmak amacıyla ortak ekonomik menfaatleri arttırma arayışına girdi ve Irak ile olduğu gibi, ilişkilerini normalleştirmek için tedbirler aldı. İran, petrol ve gaz gibi Türkiye için çok önemli enerji kaynaklarına sahip. İran bilhassa ihraç ettiği gazla Türkiye’nin Rusya’ya olan bağımlılığını azaltma fırsatı sağlamaktadır.[53] Türkiye 1996 yılında, İran gazı almak üzere uzun süreli önemli bir anlaşma imzaladı ve bu anlaşmanın 1996 İran-Libya Yaptırımlar Anlaşması’nı ihlal etmesi nedeniyle, ABD’nin tepkisini çekmişti.[54] Türkiye enerji ithalatından kaynaklanan ödemeler dengesizliğini düzeltmek amacıyla Iran’a ihracatını ve sınır ticaretini arttırmanın da yollarını aramaktadır. Türkiye ve İran, Ticaret Konseyi kurmuş; İran gazının Avrupa’ya Türkiye üzerinden transferini görüşmüş; iki ülke arasında demiryolu hattının açılışını yapmış ve Türkiye İran turizmi için ülkesinde tanıtım yapmıştır.[55]
Ekonomik ilişkilerde gelişim arayışı, İran ve Türkiye’nin eski Sovyet Cumhuriyetlerinde etkinlik yarışına girmeleri ve Kafkaslar ve Orta Asya’da alternatif petrol ve gaz boru hattı rotalarında girdikleri rekabet nedeniyle zora girdi. Bu rekabet, İran’ın Hazar’da Azerbaycan ile eşit paylaşım iddiaları üzerine Türkiye’nin Tahran karşısında Bakü’nün yanında yeralmasıyla gerginliğe dönüştü.[56]
Türkiye ve İran ilişkilerini normalleştirme girişimi için güvenlik işbirliği anlaşmaları imzaladılar. Bu anlaşmalar arasında, İran’ı PKK’ya ve Türkiye’yi Mujahadeen-eKhalq’a sığınak sağlamaktan mahrum etmek üzere bir Güvenlik İşbirliği Ortak Komisyonu da bulunuyor. Anlaşmalar arasında sınır bölgesinin kontrolü, PKK gerillalarının yerlerinin tespitinde işbirliği, PKK ve Mujahadeen-eKhalq’a yönelik eşzamanlı operasyonlar, komutanlar arasında emniyetli direkt telefon hattı kurulması ve PKK gerillalarının ve İranlı muhaliflerin iadesi bulunmaktadır.[57]
Stratejik Cevap: İsrail ile Zorlu İlişki
Türkiye’nin, Irak ve İran ile ilişkilerini geliştirmesinde gördüğümüz gibi Orta Doğu kaynaklı ulusal güvenliğine yönelik tehditlere verdiği cevaplardan birisi, Türkiye’nin en önemli müttefiki ABD’nin bölgesel kontrol politikasında işbirliği yapmaktır. Diğer bir stratejik cevap ise, 1990’lı yıllarda başlamak üzere İsrail ile yakın askeri ve ekonomik işbirliğini geliştirmekti. Bu strateji Türkiye’nin Orta Doğu komşuları ile gerginliklerini giderme girişimlerini güçleştirdi.
Körfez Savaşı (1990-91) öncesi Türkiye ile İsrail’in ilişkisi Orta Doğu’nun uluslararası politikaları ve Arap-İsrail çatışmalarına göre değişen med-cezir hali yaşıyordu. Türkiye (1949) İsrail’i tanıyan ilk Orta Doğu ülkesiydi. Türkiye, Bağdat Paktı’nın 1958 yılında dağılmasının ardından, İsrail, İran ve Etiyopya ile birlikte, filizlenmekte olan Arap milliyetçiliğini dengelemek üzere oluşturulan gizli bir stratejik pakta katıldı.[58] İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında galibiyetinin ardından, Türkiye Arap tarafında geçti ve 1969 yılında henüz oluşturulmuş olan İslam Konferansı Örgütü’nün toplantılarına katılmaya başladı. Türkiye 1970’li yıllarda da petrolü borçlanarak alabilmek ve Türkiye’nin Kıbrıs siyasetine destek sağlamak üzere, Orta Doğu’da Arapların yanında olmaya devam etti.[59] Türkiye 1976 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanıdı ve Ankara, Filistinlilerle dayanışmanın bir başka göstergesi olarak, 1980 yılında İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak etmesiyle birlikte İsrail ile diplomatik ilişkisinin seviyesini düşürdü.[60] Ankara, İsrail ile diplomatik ilişkisini ancak Madrid’de Ocak 1992 tarihinde, Orta Doğu barış sürecinin başlamasıyla büyükelçilik seviyesine çıkardı.[61]
1993 yılında Oslo anlaşmasıyla barış sürecinin rayına girmesinin ardından Türk ordusu, siyasi, ekonomik ve stratejik menfaatlerindeki değişime işaret etmek üzere İsrail ile imzalanan birçok işbirliği anlaşmasını açıkladı.[62] Askeri istihbarat ve eğitim konularında işbirliği sağlamak üzere Şubat 1996 tarihinde imzalanan anlaşmayla, ortak askeri akademi programları hazırlandı, İsrail hava kuvvetlerinin eğitim uçuşlarının Türk hava üslerinden yapılması ve her iki ülkenin de limanlarına giriş izni sağlandı. Türkiye ve İsrail, Mart 1996 tarihinde, Serbest Ticaret anlaşması imzaladı. Nisan 1996’da yapılan bir sonraki anlaşma, askeri istihbarat teçhizatı, tanklar ve Türkiye’nin F4 ve F5 savaş uçakları da dahil olmak üzere silahların geliştirilmesinde ve savunmaya yönelik işbirliğini kapsıyordu. İki ülke, Ağustos 1996’da stratejik işbirliği, ek eğitim konularında anlaşma sağladı ve yerden havaya füzelerin ortak üretimi konusunda görüşmelerde bulundu.[63]
Türkiye bu işbirlikleriyle içeride ve dışarıda çeşitli siyasi yorumlara maruz kaldı. İçeride, İsrail ile 1996 anlaşması, Refah Partisi’nin liderliğindeki koalisyon hükümetine, Türk ordusunun, Orta Doğu’daki İslamcı hükümetlerle dış politikada ittifaklara gitmeyi kabul etmeyeceğini gösterdi.[64] Dışarıda, İsrail ile işbirliği sayesinde Ankara, Washington’da, Türkiye’ye düşman Yunan, Ermeni ve Kürt lobilerine karşı mücadelede destek sağladı.[65] Ayrıca Türkiye’nin, AB’ye üyeliğinin reddedilmesiyle duyduğu hayal kırıklığının ve ABD’nin insan hakları politikaları konusunda eleştirilerine maruz kalmaktan duyduğu sıkıntının ardından, İsrail’in 1990’lı yılların ortalarındaki dostluğu ülke için bir teselli oldu.
Ekonomik cephede, İsrail-Türk ittifakı, Türkiye’nin İsrail ile ticaretini arttırmasına yardımcı oldu.[66] İsrail pazarlarını savunma silahları alanında genişletti ve Türkiye İsrail’in Orta Asya pazarlarına girişini kolaylaştırdı.[67] İsrailli şirketler, GAP projesi için mali destekte bulundu ve sulama sistemleri inşa etti.[68]
İsrail’in Manavgat nehrinden su satın alma konusu ele alındı.[69] Türkiye, ayrıca İsrail yoluyla ürünlerini satmak üzere ABD pazarlarına girme imkanı da buldu, bu yolun kullanılmaması halinde Türkiye ABD kotasıyla sınırlandırılmış olacaktı. Bu Türk ürünlerine yüzde 35 ek değer koyarak mümkün oldu. Böylece İsrail bu ürünleri ABD’ye tekrar ihraç edebildi.[70]
Aslında Türkiye, İsrail ile askeri işbirliğinin, 1995 yılında yapılan bir işbirliği anlaşmasıyla başlayan Yunan-Suriye ilişkisi için stratejik bir caydırıcı olarak hizmet görmesini istiyordu.[71] Irak, İran ve Suriye’ye yakın mesafe içerisinde bulunan Türk hava üslerinin İsrail uçaklarının eğitim amacıyla kullanmasına izin verilmesi, hem Türkiye hem de İsrail için bu komşu ülkelerden gelebilecek düşmanca faaliyetlerin erken öğrenilmesi ve hızlı hareket edilmesi gibi ek stratejik faydalar sağlamıştır.[72] İsrail ile Türkiye arasındaki stratejik işbirliği, özellikle Suriye’yi iki cepheden tehditlere hassas bir konuma getirdi. Suriye’nin savunmasına yardımcı olmaya istekli güçlü bir müttefikin bulunmayışı, İsrail-Türkiye stratejik işbirliğini, bu dönemde İsrail’in Suriye sınırında askeri faaliyetlerini azaltmakta dikkatli davranarak buna gönüllü olmadığını ima etmesine rağmen Suriye’nin Adana anlaşmasına katılma istekliliğine katkıda bulunabilirdi.[73]
Türkiye’nin İsrail ile işbirliğinden sağladığı bir diğer stratejik fayda, Türk silahlı kuvvetlerine gelişmiş konvansiyonel silahlarla ek bir kaynak yaratılması oldu. Ordu, 150 milyar dolara mal olması beklenen Türkiye’nin konvansiyonel güçleri ve silahlarının geliştirilmesi için uzun vadeli bir program içerisine girdi.[74] Bu program, Ankara’ya silah satışı ve teslimine müdahale eden ABD ve Avrupa’daki Türkiye karşıtı lobiler yüzünden zaman zaman muhalefetle karşılandı.[75]
Öte yandan Ankara ve Kudüs’ün, üçüncü bir ülkeyi hedef almadıklarını defalarca ifade etmelerine rağmen, Türkiye ve İsrail’in askeri işbirliği, Orta Doğu’da İran, Irak ve Suriye ile olan düşmanlıklar kadar Türkiye’nin Yunanistan ile olan düşmanlığını da alarma geçirdi.[76] Olumsuz tepkiler eski düşmanlar arasında daha fazla işbirliğini ve bölgede varolan ittifakların güçlenmesini teşvik etti.[77] Böylece Suriye ve Irak, sınır ticaretinin canlanması ve Suriye’nin 1982 yılında kapattığı boruhattının açılmasıyla, İran ve Irak’ın 1980-88 savaşından kalan sorunlarını çözme girişiminde bulunmalarıyla bunun da ötesinde Suriye ve İran’ın Rusya’dan silah arayışına girmeleri ve karşılıklı savunma anlaşmalarını görüşmeleri ve Suriye ve Ermenistan’ın askeri bir işbirliği anlaşmasıyla, ilişkilerini yeniden kurmaya giriştiler.[78]
Türkiye bu harekete, İsrail’e düşman diğer Orta Doğu ülkeleriyle karşılıklı ilişkisini güçlendirme ihtiyacı nedeniyle, İsrail ile kurduğu ittifakı dengeleme arayışıyla karşılık verdi. Türkiye böylece, Türk- İsrail işbirliğinin karşılıklı savunma paktı olmadığına dair Arap komşularına güvence verdi.[79] Ankara Atina’nın Türk karşıtı tavrındaki yumuşama işaretleri üzerine Yunanistan ile ilişkisini düzeltmeye muktedir oldu. Yunanistan, Türkiye’nin yaşadığı ölümcül depremin ardından cömert bir insani yardımda bulundu. Bu ayrıca Yunanistan’ın Türkiye’nin AB üyeliği adaylığına izin vereceğine dair bir işaret de oldu. İsrail Yunanistan ile 1994 Dostluk ve İyiniyet Anlaşmasını yineleyerek şüpheleri azalttı ve savunma ilişkilerini geliştirmek üzere görüşmelerde bulundu. Türkiye İsrail’in yanısıra Filistin ile de iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Bu şartlarda eski Cumhurbaşkanı Demirel’in, 2000 yılında oluşturulan İsrail-Filistin çatışmalarını araştırma komisyonuna atanması, hem İsrail hem de Filistinden destek gördü.[80]
Türkiye Filistin Yönetimine destek verdi ve Türk yetkililer Filisitinlilere karşı İsrail eylemlerini eleştirdi. Türkiye, ABD’den baskı gördü ve ABD şirketlerinin rekabet edebilmelerine fırsat sağlamak üzere İsrail ile askeri lojistik anlaşmalarını iptal etti.[81]
Sonuç
Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik çok boyutlu tehditler genellikle Orta Doğu’dan ve yakın komşuları Suriye, Irak ve İran’dan kaynaklanmaktadır. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti’ni ulusal güvenlik çıkarlarını korumak için Orta Doğu’da aktif olarak rol oynamaya sevketmiştir. Siyasi İslam, Kürt ayrımcılığı ve irredantizm gibi tehditlere askeri, diplomatik, ekonomik ve stratejik cevapların dengeli bir şekilde verilmesi, enerji kaynaklarının temin edilmesi, sular üzerinde anlaşmazlıklar, kitle imha silahlarının üretimi ve İsrail-Filistin çatışmaları, Ankara’da siyasetçiler için zorlu misyonlar yaratmıştır. Bu misyonlar, Orta Doğu’nun uluslararası politikasının geçmişten gelen istikrarsızlığı nedeniyle ileride daha kolay olmayacaktır.
Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Merkezi / A.B.D.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 224-232