Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku

0 11.288

Prof. Dr. Osman TURAN

Selçukluların İslam ülkelerine hakim olmalarıyla İslam medeniyeti ve Müslüman kavimlerinin tarihinde yeni bir devir açıldığı, siyasi bakımdan olduğu gibi içtimai, iktisadi ve kültürel bakımdan da büyük değişikler vuku bulduğu halde bu büyük hadise, maalesef, henüz tarihi ehemmiyetiyle mütenasip bir araştırma mevzuu olmamış, hatta yalnız Türk ve İslam kavimlerinin değil, dünya tarihinin de dönüm noktalarından biri olan Selçuk istilası ve bunun neticeleri ancak pek yeni kavranılmaya başlanmıştır.[1] Büyük Selçuklu İmparatorluğunun kurulmasıyla başlayan ve Osmanlı İmparatorluğunun son asrına kadar, her sahada devam eden geniş devletçilik siyaset ve zihniyetinin en bariz ve hayrete şayan tecellileri, şüphesiz toprak idaresi ve hukukunda vuku bulmuştur. Eski Türk askeri teşkilat ve an’aneleri üzerinde kurulan Selçuk İmparatorluğu, kendinden önceki İslam devletlerinden farklı ve ilk defa olara, kölelere ve ücretli askerlere dayanan ordu sistemini imparatorluğun idaresi altında bulunan bütün ülkeleri eski Türk askeri esaslarına göre teşkilatlandırırken askeri iktâları ihdas etmek suretiyle askerlikte ve toprak idaresinde yeni bir sistem vücuda getirdi. Esası, muayyen toprak parçaları üzerinde, devlete ait vergilerin kısmen veya tamamen, hizmet karşılığı olarak, ordu mensuplarına terke dilmesinden ibaret olan bu iktâ sistemi İslâm ülkeleri toprakları için hukukî değil, sadece idarî bir değişikliktir. Toprak idaresinde askerî hizmet esasınâ göre tatbik edilen bu yenilik ilim âlemince, az çok malûm olmakla beraber henüz ciddî bir şekilde tetkik edilmiş değildir[2] Biz burada, yakında neşredeceğimiz bir eserde, tetkik etmiş olduğumuz Selçuklu iktâı ile meşgul olmayacak, sadece Selçuklu Türkiyesi’nde bu iktâ sistemiyle birlikte tatbik edilen ve bugüne kadar ilim âleminin dikkatini çekmemiş olan toprak hukukundaki değişikliğin, yani bütün memlekete şâmil miri toprak sisteminin mevcudiyeti üzerinde duracak ve devletin bazı kayıt ve şartlara göre tanımış olduğu hususî toprak mülkiyeti şekillerini meydana koyacağız.

Askerî iktâlar, mahiyeti icabı, hukukî durumu öşrî ve harâcî olarak tespit edilmiş olan yani Müslim ve gayrimüslimlerin mülkiyet hakkı tanınmış bulunan veya mülkiyeti doğrudan doğruya devlete ait olan topraklar üzerinde kurulabileceğinden, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, hüküm sürdüğü eski İslâm ülkelerinde, şeriatın kuvvetle müdafaa ettiği hususî toprak mülkiyetine dokunmadı ve yeni fethedilen Anadolu topraklarında olduğu gibi, buralarda da toprakları devletleştirme imkânını bulamayarak veya buna lüzum da görmeyerek sadece yeni bir idarî sistem, askerî iktâlar, kurmakla iktifa etti. Bundan dolayı elimizde bulunan çok mütenevvi kaynaklarca toprakların Selçuklular tarafından devlet mülkü (mîrî) haline getirildiğine dair bir kayda rastlanamaz. Bu münasebetle Nizâmülmülk’ün “Bütün mülk ve reâyâ sultanındır”[3] ifadesi ancak yüksek murakabe sultana yani devlete ait olduğu tarzında anlaşılmak icabeder.

Halife Nâsır Lidinillah’ın veziri Müeyyidülmülk’ün, belki de Türkiye’de tatbik edilen mîrî toprak sisteminden ilham almak sureti ile, Ahvaz taraflarında, halife namına hususî toprak mülkiyetine yapmak istediği müdahelenin şiddetli bir infiale sebebiyet vermesi de böyle bir hâdisenin Müslüman ülkelerinde ne kadar yabancı telâkki edildiğine bir delil olsa gerek.[4] Hattâ Osmanlı devrinde Kürtlerle meskûn bazı Şark vilâyetlerinin mirî topraklar rejimine tâbi tutulmaması keyfiyetini de biz buraların daha önce İslâm hudutları içerisine girmiş olmaları dolayısıyla İslâm hukukuna göre taayyün etmiş bulunan hukukî durumlarının daha Selçuklular zamanında kabul edilmiş olacağıyla izah etmek istiyoruz. Tabiatıyla burada Abbasi devrinde teessüs eden İslâm hukukunun toprak ahkâmının Selçuklular devrinde de câri olduğunu kabul etmekle iktifa edeceğiz.

İslâm ülkelerinde askerî iktâlar hususî toprak mülkiyet hakkını muhafaza ederek kurulurken Bizanslılardan yeni fethedilen ve binaenaleyh İslâm hukukuna göre hukukî vaziyetleri daha evvel taayyün etmemiş bulunan Türkiye’de topraklar devlet mülkü (mîrî) haline getirildikten sonra iktâlar bu topraklar üzerine kurulmuş ve aşağıda belirteceğimiz hudut ve şekiller dışında, hususi toprak mülkiyetinin tanınmaması filî bir güçlüğe maruz bulunmadan tatbik edilmiştir. Eski islâm ülkelerinde türlü menşelerden gelen ve mülkiyeti devlete ait (mîrî) bulunan birtakım topraklar mevcut olmuş ise de bunlar devletin hususî toprak mülkiyetine müdahale eden bir siyasetin neticesi olarak teşekkül etmemiş ve bu gibi toprakların miktarı azalıp çoğalmakla beraber hiçbir zaman, Türkiye’de olduğu kadar, memlekete şâmil bir nispeti bulmamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, Anadolu ve Rumeli topraklarında hususî mülkiyet ahkâmının câri olmayıp bütün memleket topraklarının devlet mülkü (mîrî) esasında bir hukuki duruma tâbi olduğu, nazarî İslâm hukukuna (fıkıh’a) karşı örfî hukuk sahasındaki teşriî faaliyetlerin XV. ve XVI. asırdan itibaren tedvin edildiği malûmdur. Osmanlı pâdişahları namına tedvin edilen ve fakat, şüphesiz daha evvelki devirlerden beri örfî hukuk sahasındaki faaliyetlerin metin haline geldiğini gösteren Osmanlı kanun-nâmeleri ile zamanın şeyhülislâmlarının, hususuyla bunların başında, Ebussuûd Efendi’in fetvâ’ları mirî toprak rejiminin mahiyet ve esaslarını, nazarî İslâm hukukuyla bu örfî hukukun telifi gayretlerini meydana koyan başlıca vesikaları teşkil eder. Osmanlı tarihiyle uğraşanlar için az çok bilinen ve Netâyicül-Vukuât müellifi tarafından esasları kısaca tespit edilen mîrî toprak sistemi, ancak son zamanlarda, Profesör Ömer Lütfi Barkan’ın, mevzuun ehemmiyetiyle mütenasip, araştırmaları sâyesinde anlaşılmaya başlamıştır.

II.

Böyle olmakla beraber mîrî toprak rejiminin Osmanlılarda nasıl vücut bulduğu, hiç olmazsa, daha önce Türkiye Selçuklularında bu rejimin câri olup olmadığı ve menşei hakkında ciddî bir fikir veya tetkik ilmî edebiyatda henüz yer almış değildir. Bu, Selçuklu Türkiyesi tarihine ait kaynakların kifayetsizliği ve araştırmaların da henüz pek iptidaî bir safhada bulunmasıyla ilgilidir. Eldeki birkaç kroniğin, bunun sathında ve siyasî şahsiyetlerle alâkası dolayısıyla iktâlar hakkında verdikleri mahdut malûmatı bile, siyasî vak’alarla alâkası olmayan ve daha hususî bir mahiyet arz eden toprak hukukunda bekleyemeyiz. Osmanlı devri gibi bu devrin de bu türlü meseleleri hakkında en mühim kaynak olması icabeden ve bizce mevcudiyetleri bilinen arazi tahrir defterleri ve bunlarla ilgili kanunların, herhalde Osmanlılardan çok önce, Selçuklu arşivinin mahvolması dolayısıyla, elimize geçmemiş olması bizi en esaslı kaynaklardan mahrum bırakmıştır. Bundan başka bu devirde Türkiye’de yazılmış fıkıh kitaplarının, toprak hukukunda yapılan bu mühim değişiklikten bahsetmeleri ve kaynak bakımından daha iyi bir durumda bulunmamız beklenebilirdi. Fakat bizim tetkik etmek imkânını bulduğumuz bu gibi eserlerde, maalesef, bu hususa dair bir malûmata rastlayamadık. Bu keyfiyet, herhalde, fıkıh ulemâsının bu yeni sistemi nazarî İslâm hukukunun çerçevesi içerisinde kabul etmemiş olmalarıyla kabili izahtır. Filhakika Karamanlı Pîr Mehmed Zübdetü’l-fetâva adlı eserinde (Hicrî 964) mîrî toprakların Türkçe “tapu” ile bey’ini câiz gördüğü halde zamanın ulemâsının bunu fâsit telâkki ettiğine dair kaydı bu bakımdan dikkate şayandır.[5] Bu münasebetle bu türlü kaynaklardan pek ümitli olamayacağımızı söylemek mümkündür. Bununla beraber eldeki vesikaların, teferruattan sarfınazar, Selçuklu Türkiyesi’nde mîrî toprak sisteminin câri olduğunu ispata ve esaslarını meydana koymaya kâfi geleceği kanaatindeyiz. İleride, her an elde edilmesi mümkün olan, yeni vesikalar ile yeni araştırmaların bizi daha iyi neticelere götürebileceği de muhakkaktır. İşaret ettiğimiz Osmanlı devri hukukî vesikaları, Rumeli ile birlikte Anadolu topraklarının da hususî mülkiyet değil devlet mülkiyeti (mîri) hükümlerine tâbi olduğunu ifadede müttefiktirler. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun İslâm ülkelerinde muteber bulunan toprak hukukunu kabûl etmeleri mecburiyeti gibi Osmanlıların da, kendilerinden önce bir İslâm ülkesi haline gelen, Anadolu topraklarında kurulmuş içtimaî ve hukukî esasları alt üst edecek bir harekete girişmiş olacaklarını düşünmek imkânsızdır. Filhakika, hocam Fuad Köprülü’nün tetkikleriyle esasları ispat ve bizim araştırmalarımızla da daha bir çok hususlarıyla teyit edildiği, üzere, Selçukluların bir devamı olduğu anlaşılan Osmanlıların, Anadolu’da yaptıkları fetihlere dair tarihî kaynaklar onların bu taraflarda ilhak ettikleri memleketlerin mevcut kanunlarını, toprak idaresini ve tımarlarını aynen eski nizamında bıraktıklarını veya bunları iktibas ettiklerini müttefik olarak göstermektedir.[6] Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut içtimaî nizamı muhafazada ne kadar itina gösterdiğinin bâriz bir delili de ilhak edilen bu topraklarda, sadece, mevcut olan timar idarelerini değil, çok kere, halkın alışkın olduğu eski timar sahiplerini bile yerlerinde bırakmış olmasıdır.[7] Binaenaleyh bu zihniyetle hareket ettiğini daha birçok misalleriyle bildiğimiz imparatorluk, mîrî toprak rejimini kendisi icat etmemiş, bilâkis bu rejime tâbi topraklar üzerinde kurulmuş ve bu gibi toprakları eski teşkilâtıyla bünyesine almış ve Selçukluların Anadolu’da kendilerine mîras bıraktığı bu sistemi, yeni fethedilen, Rumeli topraklarına nakil ve teşmilden başka bir şey yapmamıştır. Esasen kanun-nâmelerin Rumeli gibi Anadolu topraklarının da “Hîn-i fetihte ne öşriyye ve ne de harâciyye kılınıp temlik olunmuştur; arz-ı mîrî demekle marûftur” ifadesi de dikkate şayandır. Gerçekten “Hîn-i fetihte” ibaresiyle, Müslüman bir ülke olması dolayısıyla, Osmanlıların Anadolu’daki arazi ilhaklarının bahis mevzuu olmaması, bununla Selçuk fetihlerinin kastedilmiş bulunması icap eder. Uçlarda teşekkül eden ve yeni fetihlerde bulunan beyliklerin de mîrîleştirme hususunda aynı tarzda hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Bu muhakeme tarzı bizi, zarûrî toprak rejiminin Osmanlılara Selçuklulardan geçtiği kanaatine ve bu hususu araştırmaya sevketti.

Filhakika Selçuk vakfiyelerinde sultana mahsus arazi (arz assultanî), iktâ arazisi (arâzi al iktâiyye), büyük divân arazisi (arâzi divân al-kebîr) ve Aksarâyî’nin gösterdiği üzere, Moğol devrinde dalay arazisi adıyla zikredilen topraklar mülkiyeti devlete ait bu mîrî topraklardır.[8] Kronik ve vakfiyelerde sultanlara ait haslar (arz al-hassa as-sultanî) adıyla gösterilen yerler de bu mîrî topraklardan saltanat ailesine tahsis edilen yerlerdir. Gerçekten vakfiyelerde şehir ve kasabalar civarında yapılan vakıfların hudutları tespit edilirken, hususî mülk olan topraklar mülk sahiplerinin adlarıyla zikredildiği halde şehir ve kasabaların uzaklarında yapılan vakıf arazi hudutlarının sultan arâzisi, iktâ arâzisi ve büyük divân arâzisi adıyla gösterilmesi dikkati çekicidir ve bu toprakların hususî şahıslara değil devlet mülkiyetine (mîrî’ye) ait olduğunu ifade eder. Aşağıda hususî mülkiyet şekillerinden bahsederken burada meydana çıkan hususî mülkiyet üzerinde ayrıca duracağız.

Türkiye’de mîrî topraklar üzerine kurulan iktâ sistemi Moğol istilâsıyla önce sarsıldı ve 1276 tarihinden sonra da Selçuk ordusunun ortadan kalkması bu ordunun esasını teşkil eden iktâların yıkılmasını intaç etti. Devletle halk arasında mutavassıt bir mevkide bulunan iktâ sahiplerinin vazifelerinden mahrum kalması mîrî toprakların idaresinde de birtakım sarsıntılar ve değişiklikler vücude getirdi, ki bu münasebetle birtakım hâdiseler kroniklerde yer alarak mîrî topraklar hakkında birtakım bilgiler edinmek imkânı hasıl oldu. Filhakikâ İbn Bîbî, Selçuk ordusunun henûz mevcut olduğu, binaenaleyh iktâ sisteminin kısmen bu mevcut ordu mensuplarının elinde bulunduğu IV. Kılıçarslan (ölümü 1264) zamanında, birçok Anadolu topraklarının hususî mülk haline konulduğunu, sultanın bunlara bu hususta menşûr ve misaller verdiğini söylemektedir.[9] Bu ifade Türkiye’de toprak mülkiyetinin şahıslara değil devlete ait olduğunu ve iktâ idaresinin bozulması dolayısıyla hususî mülkiyetin mîrî topraklar aleyhine geliştiğini göstermek bakımından dikkate şayandır. Bundan önceleri normal şartlara göre idare edilen ve memleketçe mâruf bulunan bu sistemden kaynakların bahsetmelerine bir sebep yoktu. İktâ idaresi bozulduktan sonra İlhânlı devleti bir taraftan içtimaî nizâmı muhafaza etmek, öte yandan devlet hazinesine zarar vermemek için mîrî toprakların idaresiyle bir hayli meşgul oldu ise de hiç bir zaman bu meseleyi halle muvaffak olamadı. Nitekim Hamdullah Kazvînî’nin Olcaytu zamanında (1304-1316) Anadolu’ya vezirlikle gönderilen Ahmed Lâkûşî’nin divâna ait mülkleri mansıp sahiplerine sattığı, bu suretle Rûm’un çok yerinin mülk olduğu ve bu sâyede memleketin mâmûr bir hale geldiği, arazi divanın mülkiyetinde kalsaydı hâkimlerin yerlerinde kalmakta itimatları olmayacağı için memlekette harabînin yüz göstereceği[10] tarzındaki ifadesi mîrî toprakların bütün Türkiye’ye şâmil bulunduğunu, İlhanlıların eski nizamı idameye muvaffak olamayarak memleketin bu yüzden harap ve devlet hazinesinin mutazarrır olduğunu göstermektedir.

İlhanlıların, Muinüddin Pervane’nin ölümünden (1276) sonra Anadolu’da devlet işlerini, gönderdikleri umumî valilerle, ellerine aldıkları zaman dalay adıyla kurdukları toprak idaresinin bu mîrî topraklarına ait olduğu şüphesizdir. Bizim metinlerde incü karşılığı olarak geçen bu ıstılahın Türkçe ve Moğolcada deniz, okyanus ve büyük çöl ifade eden iptidaî manasını genişleterek umumî ve Anadolu’da umuma mahsus arazi mefhumunu karşılamış olduğu anlaşılıyor.[11] Filhakika Gazan Han’ın Selçuklu modeline göre askerî ikta sistemini ihyası dolayısıyla bilhassa Reşîdüddin ve Nahçevânî gibi toprak meselelerine dair çok mühim ve tafsilâtlı malûmat veren kaynak müelliflerinin İran’da dalay adıyla bir toprak rejiminden bahsetmemeleri bu ıstılahın Anadolu’ya has bu mîrî topraklara alem olmasıyla kabili izahtır.[12] Halbuki adını zikrettiğimiz kaynaklar gibi toprak meselelerine ancak siyasî vak’alar dolayısıyla temas eden Aksarâyî dalay topraklarına türlü vesilelerle temas etmektedir.

Gerçekten işaret ettiğimiz sebepler dolayısıyla İlhanlı Devleti, mîrî topraklar için 1276’dan sonra, bir Dalay idaresi kurmuş ve Taycu ile Hasan Bey’i o zaman bir kısmı incû (hükümdar hasları) olan bunlar üzerine tayin etmişti. 1292’de Keyhatu bu arazinin idaresini Mücîrüddin Emir-Şah’ın emrine vermiş, o da bunlar üzerine müstevfîler tayin etmişti.[13] Bu suretle vaktiyle iktâ sahipleri vasıtasıyla idare edilen mîrî topraklar için Dîvân-ı dalay adıyla yeni bir teşkilât kurulmuş oldu.[14]

İktâ idaresinin kalkmasıyla İlhanî Devleti’nin kurmuş olduğu dalay teşkilâtı mîrî toprakların muhafaza ve idaresinde güçlüklere maruz kalıyordu. Bu vaziyet hususî toprak mülkiyetinin gelişme istidadını arttırmaya sebep oluyordu. Halbuki İlhanlı Devleti Selçuklulardan miras aldığı bu toprakları kendi mülkiyetinde tutmayı hazinenin menfaatine uygun buluyordu. Bu münasebetle ekserisi eski iktâ sahipleri olduğu anlaşılan şahısların bu toprakları hususî mülk haline getirmelerini zaman zaman önlemeye çalıştı. Filhakika Argun Han zamanında (1284-1291) hususî mülk haline gelen yerlerin istirdadı için İran’dan birtakım maliyeciler gönderildi; fakat Samagar Noyan halk arasında uyanan hoşnutsuzluğu yatıştırmak maksadıyla bu hâdiseyi önledi.[15] Bununla beraber bu mümanaat muvakkat olduğundan Anadolu dört malî bölgeye ayrıldığı zaman bu istirdat işine tekrar teşebbüs edildi.[16] Gazan Han, Kör Timür Yarguçı’yı aslı mîrî topraklar olan bu hususi mülklerin eski hale ifrağı için Anadolu’ya gönderdi. Bu hâdisenin mülk sahiplerini isyana sevketmesi Gazan Han’a arz edilince bu topraklar altmış tümen yani 3.600.000 dirhem (İkinci Cihan Harbi’nden önceki kıymetiyle takriben beş milyon Türk Lirası)[17] para mukabilinde mülk olarak bu kimselerin elinde bırakıldı ve bu meblâğ vilâyetlere taksim edilerek bir kısmı hazineye, bir kısmı da Anadolu’daki idarecilerin maaşlarına tahsis edildi.[18] Bu kayıt mirî halinden mülk haline geçen toprakların ehemmiyetini göstermek bakımından da dikkate şayandır.[19] Bununla beraber bu kayıtlarla Anadolu’daki mîrî toprakların tamamıyla hususi mülk haline geçtiğine veya mîrî toprak meselesinin halledildiğine hükmetmemelidir. Gerçekten 1298’de müstevfî Şerefeddin Osman’ın, Anadolu’da mîrîden gaspedilerek, mülk haline konan ve bin çift öküzün işliyebileceği bir araziyi, ordunun ihtiyaçları için 300.000 tagar karşılığında iltizama almak maksadıyla Gazan Han’a yaptığı müracaat bu bakımdan mühimdir.[20] Bir çiftlik (bir çift öküzle işlenen) toprak, arazinin verim kabiliyetine göre, 80-150 dönüm itibar edildiğinden, bu miktar ortalama 300.000 dönüm demektir. Toprağın verimini de ortalama bire on kabul edersek bu topraklardan, 150.000 ton mahsul alınacaktı ki bizim hesabımıza göre 300.000 tagar 50.000 tona tekabül ettiğinden 10.000 tonu, yani 2/3’si bu topraklarda çalışanlara bırakılıyordu demektir.[21] Yukarıda kaydettiğimiz üzere daha sonra Olcaytu zamanında, Ahmed Lâkûşî’nin divâna ait yerleri yani mîrî toprakları mansıp sahiplerine sattığı ve böylece Anadolu’da toprakların çoğunun hususî mülk haline getirildiğine dair Hamdullah Kazvîni’nin ifadesi de hususî toprak mülkiyetinin inkişafına rağmen mîrî toprak rejiminin devam etmekte olduğunu göstermektedir.

Böylece Moğol hâkimiyeti Anadolu’da iktâ sistemini yıktıktan sonra mîrî toprak rejimi de bundan müteessir olarak nasıl sarsıldığını ve hususi toprak mülkiyetinin bunun aleyhinde gelişmekte olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz. İlhaniler Anadolu’daki kuvvetlerini muayyen mıntakalarda toplu olarak garnizonlar halinde bulundurmuşlar; kendi askerlerini Selçuk iktâlarına tevzi etmedikleri gibi bu iktâlar üzerinde yaşayan Selçuk askerlerindende faydalanmışlardır. Hattâ Gazan Han İran’da Selçuk modeline göre iktâ sistemini ihya ettiği halde Anadolu’da ne iktâ sahiplerini yerlerinde bırakmak ve ne de kendi askerlerine tevzi etmek suretiyle muhafaza etmedi. Birinci şık onların askerlikte Moğol unsuruna dayanmış olmalarıyla alâkalı olsa gerek. Bu suretle askerlik vazifeleriyle birlikte geçim vasıtalarını da kaybeden iktâ sahiplerinin, 1267’den sonra, memlekette yer yer vuku bulan bir çok isyan hareketlerinin başlıca âmili olduğu, Aksarâyî’nin sık sık yerli beylerin isyanlarına dair haber verdiği hâdiselerin bu sebepten ileri geldiği şüphesizdir.

Doğrudan doğruya İlhanlıların idare ettiği Orta Anadolu’da bu siyasî ve içtimaî hadiseler cereyan ederken daha ilk Moğol darbesiyle Selçuk Devleti sarsıldıktan itibaren Türkmen beyleri uçlarda bir takım küçük devletler kurmaya başlamışlardı ki bunların Selçuk veya İlhanlı Devleti’yle bağlılıkları pek zayıf ve lafzî idi. Kısmen eski Selçuk toprakları ve onun her türlü devlet teşkilât ve an’aneleri üzerinde kurulan bu beylikler askeri iktalarla birlikte mîrî toprak rejimini de aynen almışlar veya muhafaza etmişler ve hakimiyetlerini genişlettikleri Hıristiyan topraklarına da bu sistemi götürmüşlerdir. Esasen, aşağıda mîrî toprak rejiminin menşeinden bahsederken de temas edeceğimiz üzere, göçebe ananelerine daha fazla bağlı bulunan bu beylikler, her halde, daha menşelerden beri bu rejimin esasına yabancı değillerdi. Bu suretle askerî iktalarla birlikte mîrî toprak sistemini de yaşatan bu Türkmen devletleri Moğol hâkimiyetinin Orta Anadolu’da zevali üzerine bu tarafları da idarelerine altına aldılar ve buralarda henüz yaşamakta olan mîrî rejimini eski şekilde kuvvetlendirmiş oldular. Böylece daha başlangıçta toprakları mîrî rejimine dayanan Osmanlı devleti Anadoluda ilhak ettiği memleketlerde de aynı rejim ile karşılaştı ve bu hususta bir güçlüğe maruz kalmadı.

III.

Selçuk Türkiyesi’nde toprak mülkiyetinin devlete ait (mirî) olduğunu böylece meydana koyduktan sonra bu topraklar üzerinde çalışan reâyânın bunları ne gibi hukukî esaslar dairesinde işlediğini, toprak ve devletle münasebetlerini, hiç olmazsa ana hatlarıyla, tespit etmek icap eder. Kaynakların bu husustaki nedretini, esaslardaki ayniyete dayanarak, Osmanlı devrinin zengin vesikalarıyla gidermek yolu bugün için zaruridir. Burada umumî esaslarını tespit etmekle iktifa edeceğimiz mîrî toprak sisteminde devletin mülkiyet hakkı, toprakların yüksek murakabesinden ibaret olup ona bizzat tasarruf köylünün hakkı olarak tanınmakta, yani devlet toprakların mülkiyet hakkını elinde bulundurmak suretiyle amme menfaati için takip etmekte olduğu geniş ziraî ve içtimaî siyaseti tatbikte her türlü serbestiyi elinde tutmaktadır. Aşağıda mîrîleştirme faaliyetinin hangi sebep ve şartların neticesi olarak vücut bulduğunu tespit ederken söyleyeceğimiz üzere bu sâyede devlet kendi selâhiyetlerine dayanarak yeni fethedilen topraklarda mütemadiyen Orta Asya’dan geçen Türk kabilelerini iskân etmek imkânını bulurken öte yandan, eskiden olduğu gibi fetihten sonra da, büyük bir toprak aristokrasisinin zuhuriyle vücut bulacak olan içtimaî tezatlara da fırsat vermemektedir. Reâyâya tanıdığı bazı haklar sayesinde de onu yarıcı veya serf vaziyetine sokmamaya dikkat etmektedir. Filhakika köylü işliyebildiği (bir çiftlik) miktardaki toprağa kendi mülkü gibi tasarruf etmekte ve fakat bu toprağı satmak, vakıf ve hibe etmek haklarına sahip bulunmamaktadır. Yalnız, umumiyetle, iktâ sahipleri gibi, köylünün de elindeki toprağı ziraat etmek şartıyla oğluna mîrâs bırakması hakkı teâmül olarak tanınmaktadır. Köylü mülkiyet hakkına mâlik olmadığı için vakfiyelerde reâyâya ait arazinin vakıf edildiğine dair bir kayıt mevcut değildir. Çiftçi, toprağı devlet namına idare etmekle mükellef, iktâ sahibine tapu[22] bedeli vererek tasarrufuna geçirdiği bu toprağı boş bırakmak veya terketmek hakkına malik değildi.[23] Köylü işlediği toprak için onun verim kabiliyetine ve bulunduğu bölgenin arazi tahriri yapıldığı zaman tespit edilen kanuna göre, istihsalinin bir kısmını devletin mümessili olan iktâ sahiplerine vermekle mükellef olup gerek bizzat devlet ve gerekse onun mümessilleri reâyâdan kanunun tayin ettiği toprak kira (vergi)’sından fazla talepte bulunamaz. Böylece devlet de bu kayıtlar dahilinde reâyânın toprak üzerindeki bu tasarruf hakkına riayete kendini mecbur hissetmektedir. İbn Bîbî’nin “İktâ sahiplerinin çiftçiden bir kuş kanadı fazla talepte bulunmalarına imkân yoktu” tarzındaki ifadesi de bunu gösterir.[24] Köylünün mahsulâtının ne kadarını vergi olarak ödediği kat’î olarak tespit edilemiyorsa da, her halde yerine göre değişmekle beraber, bu miktar şer’î olan onda birden fazla idi.

Yukarıdaki bir hesabımıza göre üçte birinin alındığı anlaşılıyor. Aşağıda belirteceğimiz üzere menşei miri toprak iken sonradan mülk ve vakıf haline geçen ve hukûki vaziyeti sâbit kalan diğer bu gibi yerler gibi Karataya ait iki vakıf köyün çiftçilerinden mahsullerinin beşte biri alınacağı kaydı vergi nispetini göstermek bakımından ehemmiyetlidir.[25] Fakat bütün vergiler bundan ibaret değildi. Karatay vakfiyesi adı ve mahiyeti bilinmeyen diğer vergilerin de mevcudiyetine işaret eder. Nitekim İbn Bîbî, Osmanlı devrinde olduğu gibi Selçuklu devrinde de, miktar ve zamanı muayyen olmayan, ‘avârız vergisinin alındığına işaret eder.[26] Bundan başka Osmanlı devrinin çift akçesine tekabül eden bir verginin de mevcut olduğunu Aksarâyî bildirmektedir. Filhakika 699’da bir çiftlik araziden bir gümüş dinâr (6 dirhem) alınması karariyle Nizameddin Hoca Vecîh Anadolu’ya gönderilmişti.[27] Bundan başka köylü, Moğol devrinde kopçur denilen, bir hayvan vergisi de vermekte idi.

Böylece köylü fiiliyatta bu kayıt ve mükellefiyetlere tâbi olarak işlediği toprağın mülkiyetine sahip imiş gibi bir netice hasıl olmakta idi. Devlet boş veya yeni fethedilen yerleri iskân ve imar maksadıyla istediği zaman reâyâyı bu topraklara nakleder ve onları müstahsil vaziyetine getirmek için de lâzım olan çift öküzleri, tohumluk ve ziraat âletleri tevziinde bulunur.[28] Reâyânın tasarrufunda bulunan toprağa tam bir mülkiyet hakkıyla sahip olmaması ve ödemekle mükellef olduğu vergilerin miktarı çiftçilerin pek iyi bir durumda olmadıklarını göstermekte ise de devletin herkesi topraklandırmak ve ondan faydalandırmak ve bütün memleket topraklarını işletmek gayesi göz önüne getirilince, başka memleketlere nazaran, cemiyet bakımından sistemin daha âdil ve musavatçı bir mahiyette olduğu anlaşılır. Bu münasebetle Türkiye’deki reâyânın vaziyeti yalnız Garbi Avrupa’nın feodal cemiyetiyle değil diğer İslâm memleketleri reâyâsıyla da mukayese edildiği takdirde daha iyi bir durumda olduğunu söyliyebiliriz. Filhakika İslâm memleketlerinde hususî toprak mülkiyeti esas olmakla beraber oralarda bulunan reaya toprak mülkiyetini haiz bulunan aristokrat sınıfın elinde ve mîrî toprak rejiminin bahşettiği bütün, haklardan mahrum idi.

Hattâ bazı bölgelerde toprak köleliği (servage) sisteminin câri olduğuna dair de elimizde vesikalar mevcuttur. Büyük mülkiyet sahipleri elinde çalışan reâyânın toprak üzerinde hiçbir hakkı yoktu ve bir ameleden başka bir şey değildi. Öte yandan Bizans idaresindeki Anadolu halkının feodaller elinde Selçuklu devrine nazaran çok daha kötü ve sefil bir durumda olduğuna dair kâfi derecede malûmata sahibiz.[29] Bugün Türkiye’nin bir çok memleketlere nazaran toprakların tevziinde daha ahenkli ve mütecanis bir bünye arz etmesi Selçuklu devrinde konan ve Osmanlı devrinde muvaffakiyetle tatbik edilen bu tarihi esasların bir neticesidir.

IV.

Selçuklular, memleketin bütün topraklarında, devlet mülkiyeti esasını kabul ve tatbik etmekle beraber, bazı maksatlarla mahdut bir nispette, hususî toprak mülkiyetine de müsaade etmişlerdir. Hususî şahısların mülkü halinde bulunan topraklar hukukî mahiyetleriyle başlıca iki kısma ayrılmaktadır. Birincisi, o zaman İslâm memleketlerinde câri olan bugünkü manası ile, mülkiyet şeklidir. Yani böyle bir toprak mülkiyetine sahip olan devlete muayyen ve kanunî vergilerini vermek şartiyle ona tam manasıyla temellükte serbesttir; toprağını satar, vakıf ve hibe eder, ölünce şer’î mîrâs hukuku hükümlerine göre vereselerine intikal eder. Bu türlü mülk topraklara şehir ve kasabalar civarında bulunan sulak tarla, bahçe ve meyveliklerin dahil olduğunu gösteren türlü kayıtlar elimizde mevcuttur. Filhakika Alâeddin Keykubâd kardeşi İzzeddin Keykâvus’a mağlûp olarak Ankara kalesine kaçarken Niğde’ye uğrayan Zahîreddin İli, şehir halkını kendine bağlamak ve İzzedâin’e karşı mukavemetlerini temin etmek maksadıyla, halkın mülkiyetinde bulunan şehir civarındaki bağ ve bahçelerini satın alarak onlara: “eğer Keykâvus’un askerleri şehri muhasara ederken bağ ve bağçeler harap olursa benim mülküm harap olur; eğer ben galip veya mağlûp olursam mülkler tekrar sizin olur”[30] dediğine dair İbn Bîbî’nin kaydı bu bakımdan mühimdir. Evvelce Melikşah zamanında vergileri tespit edilen Diyarbakır’ın halkın mûlkiyetinde bulunan nehir kenarındaki tarla, bağ ve sebzeliklerinin II. Gıyaseddin Keyhusrev tarafından, teslim şartları mucibi, vergiden muaf kılındığına dair kayıt da burada zikredilebilir.[31] Bu hususa dair mebzul kayıtlar Selçuk devri vakfiyelerinde şehir ve kasabalar civarındaki yerlerin hep Müslüman ve Hıristiyan reâyânın mülkü olarak gösterilmesiyle meydana çıkmakta ve bu mülkiyet hakkı dolayısıyla da buralardaki yerlerin vakıf edildiğine pek çok misaller bulunmaktadır. Devletin, şehir ve kasabalar civarında halka bu türlü ve mahdut mülkiyet hakkını tanırken, mîrî toprak rejiminde olduğu gibi, yine memleketin imarını temin ve istihsalin arttırılmasını teşvik gibi yüksek bir gaye ile hareket ettiği şüphesizdir. Filhakika hakkı tanınmadıkça, hususî çalışmalara ve uzun vâdeli itinalara muhtaç olan, bağ, bahçe ve meyveliklerin yetişmesine imkân olmadığı düşünülürse Selçuklu Devleti’nin bu mülkiyete neden cevaz verdiği anlaşılır. Bu topraklardan devlet, arazinin verim kabiliyetine, nehir, kanal veya dolapla sulanma vaziyetine göre değişen, örf ve şer’î vergiler almakta idi ve zaman zaman bu vergilere esas olan tahrirler yapılıyordu, ki Keyhatu zamanında Yavlak Arslan Konya civarında bulunan bağ, bahçe halindeki mülkleri ehl-i hibrenin tahminleri esasına göre yazarak vergilerini tespit etmişti.[32]

Bu mülkiyet yanında devletin köy ve mezraa gibi muayyen toprak parçaları üzerinde kendisine ait hak ve salâhiyetleri hususî şahıslara terk etmesinden ibaret olan ikinci nevi bir mülkiyet şekli daha vardı ki bunun menşei Selçuklu sultanlarının, kendilerine fevkalâde hizmet etmiş olanlara, ikta vermekten daha büyük bir ihsan olduğu için, bu gibi yerlerin temlik edilmesidir. Filhakika IV. Kılıçarslan’ın Erzincan köylerini maiyetinde bulunan beylere iktâ ederken kardeşi Keykâvus’un elinde bulunan memleketlerin idaresini kendi emrine aldığı takdirde buraları onlara temlik edeceğini vadetmesi de bunu gösterir.[33] Selçuk sultanları türlü vesilelerle ve bilhassa, tahta çıktıkları zaman güzide beylere bu türlü temlikler yaptıklarına dair kaynaklarda bir haylı malûmat vardır. Bu temliklerin bazan birkaç köyü de aşarak bir vilâyeti içerisine alan bir genişliğe kadar vardığı müşahede edilmektedir. Selçuklu devlet adamlarına ait bir çok büyük vakıfların menşei de bu suretle temlik edilen malikleri tarafından vakfedilmesidir. Mîrî topraklardan ayrılarak yapılan bu temliklerde mülkiyet, birinci nevide olduğu gibi, toprağa tasarruf seklinde tam mülkiyet olmayıp devletin mîrî topraklarındaki vergilerinin şahıslara terki’nden ibarettir. Nitekim İbn Bîbî Kir Fard’a temlik edilen birkaç köyden her birinin bir şehir kadar vergi verdiğini kaydederken bunu kastetmiş olmalıdır.[34] Menşei bu türlü mülklere dayanan vakıf köylerin vakıf hissesi de vaktiyle iktâ sahibine, sonra da mülk sahibine verdiği vergilerin aynıdır. Nitekim Karatay’ın vakfettiği köylerin vakıf hissesinin vergileri olduğunu yukarıda zikretmiştik. III. Gıyâseddin Keyhusrev, 672’de Horasan’lı Şeyh Behlül Dâna’nın zâviyesi için vakfettiği köyün vakıf hissesinin de “eski, yeni ve bütün divana ait vergilerinin” olduğu vakfiyesinde kaydedilmiştir.[35]

Sultanların bir hizmet karşılığı olduğu gibi, beylere veya zenginlere, para karşılığı olarak temlik ettiği köyler de vardır. Satış suretiyle yapılan bu türlü temliklere dair Selçuk mahkemelerinden çıkmış birtakım resmî ve orijinal vesikalar bugün elimize geçmiş bulunmaktadır. Meselâ İzzeddin Keykâvüs, 657’de, Seferihisar’a bağlı Boğus köyünü Emir İsmail bin Artuk’a elli sultânî altun’a ve 660’ta, Amasya’da İlarslan köyünü Emir Esedüddin bin Yağıbasan’a üç yüz sultânî altun’a satıp temlik ettiğini eldeki şer’î mahkeme vesikaları ifade etmektedir.[36] Satış suretiyle yapılan bu temliklerde de mülkiyetin devlete ait vergilere mahsus olduğu bizzat bunların satış fiyatlarıyla de tespit edilebilir.

Filhakika Hamidoğulları zamanında, 780’de, Akşehir’de bulunan Subaşı bağının elli altın flori (Frenk sikkesi) ile satıldığını gösteren temliknâme de dikkati çekmektedir.[37] Şehir civarında bulunan, binaenaleyh birinci nevi yani tam mülkiyet olan bir bağın bir köy fiyatında satılması hâdisesi köy satışlarının sadece vergilerine ait mülkiyet üzerinde cereyan ettiğini gösterir. Bu gibi köylerin vergilerine tasarruf manasını tazammun eden temliklerde mülkiyet hakkı tamdır. Yani satılabilir, vakıf, hibe ve irs edilebilir. Esasen bu husus bizzat temliknâmelerde de tasrih edilir. Meselâ IV. Kılıçarslan’ın kadı Ebulmuhsin bin Ahmed bin el-Merendî’ye Lârende’ye tâbi Sıdırga mezraasını şer’î temlik ile temlik ettiğini gösteren temliknâme bu mülkün sahibi tarafından satılabileceği, vakıf, hibe ve irs edilebileceğini kaydetmektedir.[38] Zamanla hemen ekserisi vakıf haline gelen bu mülk köyler tamamıyla veya kısmen satılmak suretiyle elden ele geçiyordu. 700 tarihinde Alp Arslan bin Mehmed, Amasya’da bulunan Ortaköy’ün dörtte birini Ebu Bekir bin Ali bin Arabşâh’tan üç bin dirhem gümüşe satın almıştır.[39] Satış suretiyle yapılan bu temlikler, mîrî topraklardan yapıldığı için,[40] devlet kendi hakkını terk eder ve reâyânın hukukuna riayete mecbur olarak, toprağın bizzat tasarrufunu satamaz veya temlik edemez. Bu münasebetle mîrî halinden mülk haline ve mülk halinden vakıf haline gelen bu gibi köylerde çalışan reâyânın hukukî durumunda bir değişiklik bahis mevzuu olamaz.

Reâyâ eskiden devlete veya onun mümessili iktâ sahibine verdiği şer’î ve örfî vergileri bu sefer aynen mâlikâne sahibine veya vakıf haline gelmiş ise, vakfın mütevellisine verir. Mülk sahibi veya vakıf mütevellisi, devletin evvelce mîrî iken reâyâya kanuna göre tanıdığı haklara riayete mecburdur. Devlet evvelce iktâ sahipleri idaresinde olduğu gibi mülk sahipleri veya vakıf mütevellileri idaresine geçen reâyânın bunlarla münasebetlerinin kanun çerçevesinden çıkmamasını teşkilâtıyla kontrol eder. İktâ sahipleri arasındaki fark mülk sahipleri ellerindeki toprakları satmak, vakıf, hibe ve miras yapmak hakkına tamamıyla malik oldukları halde iktâ sahipleri ancak teamül ve birtakım şartlar mucibince elindeki toprağın idaresini ölümünden sonra oğluna bırakabilir. Devletin bazı malikanelerde, Osmanlı devrinin mâlikâne-dîvânî sisteminde olduğu gibi, vergilerin bir kısmını kendisinde bırakmak üzere yaptığı temliklerin de bulunduğu anlaşılıyor ki bununla feodalleşme hareketlerine mani olmak istediği zannedilebilir.[41] Bu nevi temliklerde birinci nevi yani bizzat toprağa tasarruf şeklinde tam mülkiyet bahis mevzuu olamıyacağı için eldeki temliknamelerin, çok defa, nazari İslâm hukukunun tanıdığı esaslar dairesinde, meselâ temlik edilen köyün “bütün hudut, hukuk, muzafatıyla, tepe ve düzlükleri, sulak ve kır arazisi, ağaçları, haram yerleri, meskenleri, suları…” ile teklik edilmesi köyün birinci nevi mülkiyete ait haklarını köyün bütün cüzlerine şâmil bulunduğu tarzında anlaşılmak icap ettiğini gösterir.

V.

Askeri iktâlarla birlikte Selçuklulardan Osmanlılara geçen ve Türkiye’de asırlarca cemiyetin hukukî, idarî ve askerî temellerinden biri olan mîrî toprak rejiminin hangi menşe’den geldiğini aydınlatmak ve Selçukluların bunu ne gibi gayelerin tahakkuku için tatbik ettiklerini meydana koymak, şüphesiz, üzerinde durulması gereken bir meseledir. İslam dünyasındaki toprak idaresi ve feodalizm meselelerinde dair bazı tetkiklerde Selçuk iktâı ve onun menşei hakkında da, hususi bir araştırma mahsulü olmayan, bazı fikirlere rastlanmakta ve onun üzerinde bazan Abbâsî, bazan eski İran’ın tesirleri aranmakta; hattâ, Selçuklu iktâının bir devamından başka bir şey olmayan, Osmanlı tımarının da Bizans’tan geldiği hakkında birtakım fikirler ileri sürülmekte idi. Bu menşe nazariyeleri arasında bunun Selçuklularla Orta Asya’dan getirildiğine, binaenaleyh menşei Türk olduğuna dair, yine bir tetkile dayanmadan, beyan edilmiş fikirler de mevcuttur.[42] Selçuklu askerî iktâı hakkında malûmat veren kaynakların bunu doğrudan doğruya Nizâmûlmülk’ün icâdı olarak göstermeleri bu sistemin İslâm dünyasınca meçhul olduğunu, İslâm müelliflerinin bunu Abbâsî iktâı ve İran tesiriyle alâkalı görmediklerini ifade etmektedir. Bütün imparatorluğun askerî iktâlara ayrılması gibi büyük bir değişikliği gösteren bu sistemin sırf Nizâmülmülk’ün dehâsıyla vücut bulmasına dair kaynakların izahı bunun İslâm dünyasında, ilk defa olarak devlet teşkilâtının başında bulunan bu devlet adamı vasıtasıyla tatbik edilişinden başka bir mana ifade etmez. İslâm dünyasında ilk defa Selçuklularla birlikte tatbik edilen askerî iktâların menşei hakkında fikirler ileri sürülürken bunun tarih sahnesine yeni çıkan bir kavmin daha evvelki zamanlarda yaşadığı içtimaî, hukukî ve askerî hayat ve ananelerine münasebetlerini düşünmemek ve tamamıyla yeni olarak getirdiği bir müessesenin kaynaklarını kendi bünyesinde aramamak tarih tetkikleri usûlüne aykırıdır. Halbuki bizce Selçukluların toprak mevzuunda yaptıkları yenilik toprak idaresinden yani askerî iktâların tesisinden ziyade toprak hukukunda yani Türkiye’de hususî toprak mülkiyeti yerine devlet mülkiyeti (mîrî)’nin tatbikinde vuku bulmuştur. Müslüman memleketlerde olduğu gibi iktâ sistemi, hukukî vaziyeti ne olursa olsun, devletin vergi almak hakkına malik bulunduğu her yerde kurulabilirse de mîrî toprak rejiminin yaşıyabilmesi iktâ idaresini zarûrî kılmaktadır. Bundan dolayı mîrî toprak rejiminin menşeini izah ederken Selçuklu iktâının menşei de aydınlanmış olacaktır.

Nitekim Selçuklu iktâıyla meşgul olanlar bunun Türkiye’deki mîrî toprak rejimiyle münasebetini bilmiş olsalardı iktâlardan ziyade bu mîrî toprakların menşei ile alâkadar olurlar ve bu suretle bunun Türklerin İslâm dünyasına hâkim olmalarından önceki içtimaî ve hukukî hayatlarıyla alâkası olacağı üzerinde durmak lüzumunu hissederlerdi. Zira bazı zâhirî benzerlikleri dolayısıyla Abbâsî iktâı ile Selçuk askeri iktâı arasında münasebet kurmak İslâm dünyasında mevcut olmayan mîrî toprak rejiminin menşeini izah etmekten daha kolay gözükür.

Biz mîrî sistemi ve onunla bağlı olarak askerî iktâların menşeinin Selçukluların İslâm dünyasına hâkim olmalarından önceki içtimaî ve hukukî hayatlarında aramanın daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Filhakika mîrî toprak rejimiyle askerî iktâların meydana çıkması sebeplerini, bugün henüz vesikaların kifayetsizliğine rağmen, eski Türk devlet telâkkisi, içtimaî hayat tarzı ve Anadolu’nun fethini hazırlayan tarihî âmillerle izah edilebileceği fikrindeyiz.

Eski Türk devletlerinin, kısmen yerleşik de olsa, göçebe hayat tarzı ve an’anelerine göre bir toprak mülkiyeti telâkkisine sahip olacakları muhakkaktır. Göçebeler için toprakların ehemmiyeti hayvanlarına otlak vazifesini görmesindedir. Bu otlakların şahısların değil kabîle veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunacağı, binaenaleyh cemâate mensup aileler için müşterek bir mülkiyet veya intifaın bahis mevzuu olacağı, bu hayat tarzının zarurî bir neticesi olarak, şüphesizdir. Yarı veya tam yerleşik bir hayata geçen bu göçebeler, üzerinde oturdukları toprakların bir kısmını ziraat ettikleri zaman bu müşterek mülkiyet esası, otlaklarda olduğu gibi, ziraat sahalarına da intikal eder.

Filhakika Yedi-Su havalisinde oturan Kazak-Kırgızların ziraat ettikleri topraklarda hususî mülkiyet ve cemâat mülkiyeti olmak üzere iki türlü mülkiyet ahkâmı câridir. Hususî mülkiyet halinde bulunan arazi, kabîlenin müşterek mülkiyetinde bulunan toprakların paylaşılması veya şahsa ve kabileye ait olmayan boş yerleri benimsenmesi suretiyle teşekkül etmiştir. Bu hususî mülkiyete sahibi tam manasıyla temellük eder; ölünce oğullarına miras bırakır; varis bulunmazsa cemâate intikal eder. Cemâat içerisinde yeni bir âile kurulunca cemâat ona, idaresindeki araziden, bir hisse verir veya arazi yoksa yeni bir arazi tedarikine çalışır. Cemâat mülkiyetine ait arazi ise muayyen parçalara bölünerek bir kira mukabilinde şahısların muvakkat istifadesine terk edilir. Bu arazinin kiracılar elinde bırakılma müddeti muhtelif yerlerde toprak, su ve ekim şartlarına göre değişir. Bazı yerlerde cemâatin şahıslara vereceği arazi parçaları ilgililer arasında kur’a ile taksim edilir. Sulama ve kanal tesisleri de ferdî veya müşterek vücûda getirildiğine göre mülkiyeti de ferde veya cemâate aittir. Arazi ve su hukukuyla ilgili olarak ortaya çıkan mesele cemâat teşkilâtı tarafından hal ve fasledilir. Gittikçe cemâat mülkiyetinden ferdî mülkiyete doğru bir tekâmül de göze çarpmaktadır.[43] Öte yandan Selçukluların dahil bulunduğu etnik gruptan olan bugünkü Türkmenistan Türkmenler’inde toprakların ferdî bir mülkiyet ile birlikte cemâat mülkiyeti esasına göre bir hukukî duruma tâbi olması ve Anadolu dışında bulunmaları Selçuk mîrî sisteminin menşeini izah bakımından pek mühimdir. Gerçekten Türkmenlerde de, Kazak- Kırgızlarda olduğu gibi, arazi hususî mülk ve sanaşık denilen cemâat mülkiyeti olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.

Pek eski zamanlardan beri bir iskân sahası olan Murgab ovası XVII-XVIII. yüzyıllarda Türkmenler tarafından işgal edilince burada da cemâat mülkiyeti esası câri olmuştur. Cemâat mülkiyeti tamamıyla Türkmen urug-oymak teşkilâtı esaslarına göre yapılmıştır. Meselâ Murgab havzası Toktamış ve Ötemiş urugları arasında paylaşılmış ve bu iki guruptan her biri toprakları kendi teşkilâtına dahil cemâatlar arasında derece derece (Toktamış uruğunun hissesi 25, Ötemiş’in 13 avıl-cemâat’e) taksim etmiştir. Evli olan veya, Yoltan obasında olduğu gibi, 16 yaşını bitiren her erkek cemaâate ait araziden bir hisse almak hakkına maliktir. Müşterek araziye ait sulama tesisleri de müşterek mülkiyeti tazammun eder.

Mülk arazi sabittir; sanaşık arazi her sene köy reisi tarafından taksim edilir.[44] Müşterek mülkiyetin ferdî mülkiyete nazaran daha eski ve iptidaî olduğu gözönüne getirilirse Türk göçebeleri ve hususuyla Türkmenler arasında câri olan bu müşterek mülkiyetin, Selçuklular XI. yüzyılda İslâm dünyasına gelmeden önce de, Türkmenlerde ve binaenaleyh Selçuklularda mevcut olduğu kolaylıkla kabul edilebilir. İşte bu suretle biz Selçukluların Anadolu’yu fethettikten sonra hususî toprak mülkiyetini kabul etmeyip bütün memleketi devlet mülkü (mirî) haline getirmeleri hâdisesini eski Türk amme hukukunda yer alan bu toprak mülkiyeti anânesinin bir devamı, İslâm-Türk cemiyetine mütekâmil bir şekilde intikali, olarak izah edilebileceği fikrindeyiz.

Kabîle teşekküllerinde toprak mülkiyetinin kabîleye ait olmasıyla mütekâmil siyasî cemiyetlerde bunun devlete veya onun mümessili olan sultana ait olması arasında fark yoktur. Esasen eski Türk devlet telâkkisinde Kagan (hükümdar) bütün kavmi için hukukun baba vaziyetinde telâkki edilir. Göktürk Kitabelerinde Türk Kaganı kendisini aç ve çıplak halkı doyurmak ve giydirmek, az halkı çoğaltmakla mükellef saymaktadır.[45] Bu telâkki daha sonra Karahanlı ve Selçuklular devletlerinde de aynen mevcut bulunduğu için Selçuk sultanları ilk zamanlarda, hususî usûl ve merâsimlere göre, halka İran’lıların hân-i yağma, Oğuzların toy ve şölen dedikleri umumî ziyafetleri vermekle mükellef idiler. Kâbile reisleri bu umumî toplantı ve ziyafetlerde örfî hukuk (türe) ’un kendileri için tayin ettiği mevki (orun) ’de ve ona göre tayin edilen hisse (ülüş) ’yi almak hakkına malikti. Hakan kavminin bu haklarına riayet etmezse babalık vazifesini ihmal ettiği için halkın isyanına mâruz kalır. Nitekim gittikçe Türk kabile an’anelerinden uzaklaşarak bir İslâm sultanı gibi hareket eden Melikşâh Semerkant ve Özkent seferinde halka ziyafet vermediği için bu vaziyet Maveraünnehirlilerin ve hususuyla Çigillerin şikâyetlerini mucip olmuştu.[46] Bu hukukî esasa riayetsizlikten dolayı Dış- Oğuz’a karşı isyanını tasvir eden Dede Korkut kitabının son hikâyesi bu bakımdan mühimdir.[47] Bu suretle eski Türk hükümdarları bütün kavminin babası gibi salâhiyet ve vazifeleri haiz olarak onun yaşayışı, maişeti ve iskânıyla yakından alâkalıdır. Göktürk hükümdarı Kapağan’ın, 698’de, vaktiyle Çin’e yerleştirilmiş olan birkaç bin çadır halkını kendi topraklarına nakledip onlara Çin’den aldığı üç milyon tohumluk ile üç bin ziraat âleti tevzi ederek iskân etmesi hâdisesi Kagan’ın bu babalık vazifesi ve toprakların devlet mülkiyetine ait olmasiyle alâkalı olsa gerek.[48] Kabîle teşekküllerinde kabîle reisi, kabilelerin vücuda getirdikleri birlik (devlet)te de Kagan, velâyet-i pederâne vaziyeti dolayısıyla birlik ve ona ait müşterek mülkiyetin de mümessilidir. Her türlü işler gibi bu müşterek toprakların yüksek mülkiyet ve murakabesi de onun elinde olmalı ve örfî hukuk (türe) ahkâmına göre bunları idare etmek ona ait bulunmalıdır. Kabîle reisleri, askerî teşkilâta dayanan devlet işlerinin idaresinde, vergi tahsilinde, asker toplanmasında Kaganın kabileler nezdinde mümessilleridir. Muharebe veya umumî toplantı zamanlarında hükümdar onlara oklar gönderince maiyetlerindeki silâhlı suvarilerden lüzumlu kadarıyla Kagan’a giderler[49] ve mevki veya hizmetleri mukabili idare ettikleri kabîlelerden aldıkları vergilerle geçinirler. 718’de Çin hükümdarının Türkeş Hanı Su-lu’ya üç bin ailenin gelirini muhtevi bir dirlik (apanage) verdiğine dair kayıt da büyük bir iktâ ile mukayese edilebilir.[50]

Böylece Selçuklular eski Türk devlet telâkkileri ve teşkilâtı an’anelerini İslâmî bir imgaratorluğa naklederlerken göçebe devrinin toprak idaresi ve mülkiyetini de ileri bir cemiyetin bünyesine uydurmak suretiyle bunu asırlarca sağlam bir nizamın temellerinden biri haline getirmişlerdir. İmparatorluğun yeni şartlarına göre kurulan askerî iktâların sahipleri eski kabîle reisleri olan Türkmen beylerine ve Türk askerî sınıfına verilmiştir. Diğer taraftan henüz göçebe hayatını muhafaza eden Türk kabile reislerinin sultana ve maiyyetinde bulunan göçebelere karşı münasebetlerinde hiçbir değişiklik olmamış ve sultanlar tarafından Türk kabile reislerine yapılan iktâlarda göçebeler tarafından eski müşterek mülkiyet esasına göre tasarruf edilmiştir. Bu suretle Türk kaganı Selçuk sultanı olurken eski Türk devlet telakkisine göre haiz olduğu vasıfları fazlasıyla muhafaza etmiştir[51] ki bütün memleketin sultanın mülkiyetine ait olması da bu hâkimiyet telakkisinin bir devamından başka bir şey değildir. Bu arada Selçuk sultanlarının mîrî topraklardan ayırarak temliklerle eski Türk kaganlarının beylere verdikleri tarhanlık yarlığları arasında da bir mukayese bahis mevzuu olabilir. Mîrî toprak rejiminin menşei meselesinde daha Orhon Kitabelerinden beri malûm olan tapu gibi ıstılahlar da göz önünde tutulmak icapeder.[52]

Selçuk Devleti’ni Anadolu’da askerî iktâlarla birlikte mîrî rejimini tatbike sevk eden birinci âmil toprak idaresi ve hukukundaki bu millî an’ane ise ikinci mühim âmil de şüphesiz Anadolu’nun fethini hazırlayan tarihî ve içtimaî şartların bunu zarurî kılmasıdır. Filhakika Selçuk Türkleri daha Maverâünnehir ve Horasan’da iken zengin arazi sahipleriyle sefil halk yığınları arasında mevcut bulunan içtimaî ve iktisadî tezatları görmüş, Bizans idaresindeki Anadolu’nun büyük toprak aristokrasisi elinde sürüklendiği içtimaî buhranın ve feodalleşme hareketlerinin âkibetlerini sezmiş olmalıdırlar. Fakat Selçuk devleti bu sistemi kendi geniş devletçi görüşlerine ve amme menfaati gayelerine uygun olarak tatbik ederken şüphesiz daha büyük birtakım amelî maksatların tahakkukunu düşünüyordu. Gerçekten Orta Asya’dan mütemadiyen göçen ve İslâm ülkelerinde devlet ve yerleşik halk için bir kargaşalık âmili olan Oğuz kütlelerinin yerleştirilmesi Selçuk sultanları için büyük bir mesele ve meşgale teşkil ediyordu. Anadolu iktisadî zaruretle fethedildikten sonra devlet bir taraftan boşalmış bulunan Anadolu topraklarını bu muhacirlerle iskân edip Türkleştirirken öte yandan yeni gelenlere de toprak bulmak mecburiyetinde idi. Bu da şüphesiz devletin bu topraklara tam tasarruf edebilmesi yani toprak mülkiyetini eski an’anesine uygun olarak, elinde tutmasıyla mümkün idi.

Esasen bu fetihler dolayısıyla Anadolu’nun pek çok yerleri boş kalmış, yerli halkın bir kısmı, topraklarını bırakarak hicret etmiş, devam eden Bizans ve Haçlı muharebelerinde, Selçuklu ve Danişmendli devletleri arasındaki mücadelelerde yerli halkın toptan tehcir ve iskânları vuku bulmuş[53] ve bu suretle birçok yerin mülkiyeti doğrudan doğruya devlete intikal etmişti. İlk zamanlarda bu gibi toprakların muhâcirlere tevzi edilmiş olduğu ve sonra da, devlet kendi mülkiyet hakkına dayanarak yerli toprak aristokratlarının mülkiyetine mûdahale ederek Türklere toprak bulmak imkânlarına baş vurduğu tahmin edilebilir. İşte Selçuk Devleti bir taraftan milli anâne, öte yandan bu iktisadî ve içtimaî şartların zaruretine uyarak toprak mülkiyetini uhdesine almak suretiyle büyük muhâcir kütlelerini yerleştirmek ve müstahsil bir duruma sokmak imkânını bulmuş ve Anadolu’nun Türkleşmesi gibi büyük bir tarihî hâdisenin muvaffakiyetle başarılmasını temin etmiştir.

Anadolu topraklarının mîrî haline getirilmesi, an’ane ve tarihî zaruretlere uyularak, tedricî bir şekilde mi vukubulmuş yoksa fütûhat esnasında sultanlar ile ilim adamlarının verdiği bir kararın tatbiki neticesi midir? Bunun bugün için tayini imkânsızdır. İhtimal ki Melikşâh zamanında imparatorluğun teşkilâtlandırılması için cereyan eden idarî ve hukukî faaliyetler arasında Anadolu’nun mîrîleştirilmesi hâdisesi de vuku bulmuştur. Daha o zamanda Anadolu’da kurulan askerî iktâların mîrî topraklar üzerinde tesis edilmiş olması mümkündür. Bu takdirde sultanlarla İslâm ülemâsının İslâm hukukunun fetih esnasında bahşettiği haklardan ve Hazreti Ömer’in Irak taraflarında fetih sırasında kabul etmiş olduğu mîrî sistemden[54] bir kıyas mevzuu olarak faydalandıkları ve bu suretle İslâm hukukuyla örfî Türk hukukunun teklifine çalıştıkları ihtimali mevcuttur. İlk fetihler esnasında bazı yerli toprak aristokratlarının ve hususiyle Ortodoks kilisesinden memnun olmayan Ermeni asılzâdelerinin mevki ve servetlerini korumak gayesiyle de Türklere yardımlarda bulunduktan ve bazan da İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Selçuklu sultanlarından mülkiyetlerini tanıyan fermanlar aldıklarına dair misalleri çoğaltmak mümkün olursa diğer Türk ve yerli reâyâ gibi bunların da zamanla mülklerine müdahale edilerek topraklarının mîrîleştirildiği neticesi çıkar.[55]

Hülâsa olarak Osmanlılarda mevcut olan mîrî toprak rejiminin onlara Selçuklulardan geldiğini, bunun eski Türk devletçiliği, toprak mülkiyeti an’anesi ve Anadolu’nun fethi esnasında karşılaşılan tarihî, içtimaî ve iktisadî şartlara uygun olarak tatbik sahasına geçtiğini, bu tatbikatın dikkate şayan bir şekilde cemiyetin iktisadî, hukukî, ve askerî bakımdan ihtiyaçlarına uydurulup Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin asırlarca dayandığı içtimaî nizamın esası olduğunu söyleyebiliriz.

Prof. Dr. Osman TURAN

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 189- 199


Dipnotlar :
[1] Misal olarak j. Sauvaget’nin Introduction a l’histoire de l’Orient Musulman, Paris 1943, s. 140; Osman Turan, Türkler ve İslamiyet (D. T. C. F. Dergisi IV, s. 4) zikredilebilir.
[2] F. Köprülü “Bizans Mûessiselerinin Osmanlı Müesseselerine tesiri” adlı makalesinde Selçuk iktâı hakkında kısa ve toplu bir malûmat vermişti. Biz elimize geçen mühim vesikalarla bu mevzuu Orta Çağ Türkiye İktisadi Tarihi adlı eserimizde incelemiş bulunuyoruz.
[3] Siyaset-nâme, nşr. Schefer, s. 28; nşr. Tahran, a. 22.
[4] Râvendi, Râhatüs-Sudûr GM neşri, s. 381; Nahçevânî, Tecâribü’s-Selef, nşr. Tahran, 1934, s. 331.
[5] Veliyüddin Ef. yazm. Nr. 1451, v. 104 a).
[6] Eski Osmanlı kroniklerinde, Ö. L. Barkan’ın neşrettiği “Kanunlar, (İstanbul 1943) mecmuasında ve Osmanlı arazi tahrir defterlerinde bu husus için birçok misaller vardır.
[7] F. Köprülü, adı geçen makale, s. 231.
[8] Bu gibi misaller için bk. Osman Turan, Selçuk Devri Vakfiyeleri III, Belleten XLV, s. 102-106; I. İ. Keykâvus’un Sivas’taki Dârüş-şifâ vakfiyesi (Vakıflar U. M. Arşivi; Deft. Nr. 584 s. 290); Cacaoğlu’nun Kırşehir’deki vakıflarına ait vakfiye (Türk-İslâm Eserleri Müzesi, Nr. 2189).
[9] (İbn Bîbî, El-Evümir al-‘alaniyye fil-Umûr al-‘Alâiyye, Ayasofya yazm. Nr.: 2985, s. 642). Bu gibi mühim kayıtlar bunun muhtasarında (Houtsma neşri) mevcut olmadığı için burada hep aslı zikredilecektir.
[10] Tarih-i Güzîde, GM. neşri, s. 486.
[11] Bu istılah hakkında benim “Cingiz adı hakkında” adlı makaleme de bakınız (Belleten XIX). D’Ohsson bunu “Hasan ve Taycu idaresindeki mûlk (incü) leri umumî irâd (dalay) halinde getirdi” tarzında tercüme etmekle oldukça isabet göstermiştir (Histoire des Mongols, IV, s. 97).
[12] Reşîdüddin’in has-incû’lere karşı ancak bir kayıtla ve medlülünü tasrih etmeden bahsetmesi bu sistemin İran’da mevcut olmadığına ve işaret ettiğimiz gibi İslâm ülkelerinde pek mahdud bir mîrî toprak bulunduğuna bir delildir (Câmi üt-Tevârih, nşr. K. Jahn, s. 305).
[13] Aksarayî, Müsameret ü1-ahbar, nşr. Osman Turan, Ankara 1942, s. 180.
[14] Aksarayi, 228.
[15] Aksarayi, 159.
[16] Aksarayi, 216.
[17] Para hesapları için “Orta Çağ Türkiye İktisadi Tarihi”nde malûmat verilmiştir.
[18] Aksarayi, 231.
[19] Hamdullah Kazvinî İlhanilere tabi Anadolu’nun bütün vergilerini 330 tümen yani 33.000.000 dirhem olarak göstermesi (Nûzhet el-Kalûb) bir mukayese için burada kaydedilebilir.
[20] Aksareyi, 243.
[21] Bu gibi ölçülerin kıymet ve mahiyetleri adı geçen eserimizde tesbit edilmiştir.
[22] Eski Türkçe diğer kitabe ve metinlerde olduğu gibi Kâşgari’de de tapu (ğ) hizmet manasında kullanılmıştır (I, 311) ki hizmeti karşılığı iktâ sahibine verilen paraya ve bu muameleye bu mûnasebetle “tapu” denilmiştir.
[23] Yalnız Türkiye’de değil diğer İslâm ülkelerinde de çiftçinin hür olduğu halde daha İslâm’ın ilk çağından beri toprağa bağlı olduğuna dair pek çok misaller mevcuttur (Bk. I. Petrüşevskiy, Moğol Hâkimiyeti devrinde İran’da Çiftçi Sınıfının Toprağa Bağlılığı Meselesi, Voprosi istorii, 1947, s. 59-70).
[24] (İbn Bibi, s. 477).
[25] (Selçuk Devri Vakfiyeleri, III, Belleten XLV, s. 96). Avârız-ı divani diğer İslâm devletlerinde de mevcut olmuştur (Bahaeddin, Badadî, et-Tavassul ila’t-tarasrul, nşr. Tahran, s. 117; Nahçevâni, Dûstûr el-Kâtib, Köprülü Ktp. Nr. 1241, 202a).
[26] Aksararyi, s. 258.
[27] Aksararyi, s. 258.
[28] Anadolu’ya gelen bir çok Oğuz boyları bu suretle memleketin türlü bölgelerine yerleştirildiği gibi Hıristiyan reâyâ’nın muhtelif zamanlarda memleketin türlû bölgelerine nakl ve iskân edilmiş, devlet imâr ve ve istihsali temin maksadıyla, bunlara tohumluk, ziraat âletleri ve öküz tevzi etmiştir, ki bu hususta elimizde çeşitli kayıtlar mevcuttur.
[29] Ch. Diehl, Byzance, Paris 1934, s. 165-179. Bilhassa Ermeni kaynakları Selçuklular zamanında daha adil ve müreffeh bir hayata kavuştuklarını ifade ederler.
[30] İbn Bîbî, s. 119
[31] İbn al-Azrk, Tarih Mayyafarkin, British Museum yaz. 1506, İbn Bîbî, s. 496.
[32] Anonim Selçuknâme.
[33] ‘Aynî ‘İkd al-Cumân, Cilt XIX, Veliyyüddin Ef, Ktp. Nr. 2391, s. 474).
[34] (İbn Bîbî, s. 248).
[35] (Vakıflar U. M. Arşivi, def. Nr. 582, s. 247).
[36] (Vakıflar U. M. Arşivi, Fihriat II, s. 609);? (Vakıflar U. M. Dolapta tomar halinde Nr. 243).
[37] İ. H. Konyalı, Akşehir, s. 400. Buna mukabil Hamidoğulları zamanında bir köy de 1000 dirheme satılmış (aynı eser. a. 395), 702 tarihinde Husrev Çelebi Hamid Bey (Hamidoğullarının ilki) ’den Derbend-ağzı mezraalarını 1120 altın flori’ye satın almıştır (Vakıflar U. M. Defter No. 579, s. 399).
[38] Vakıflar U. M. Defter Nr. 484, s. 356.
[39] Elimde bulunan bu hüccette geçen “talgam” tabiri dikkati çeker (Bu hususta Orta Çağ Türkiye iktisadî tarihi adlı eserimizde malûmat vardır).
Mahkemelerde kadılar tarafından yapılan bu temlik vesikalarına ticarî havale senetleri gibi, Farsça çek tabirinin Arapçası olan sakk (cemi: sukuk, sikâk); deniliyordu (İbn Bîbî, s. 40; Dustur aI kâtib. 202 a); bunların tomar halinde bir sureti mülk sahiplerine veriliyordu. Vakfiye ve kitabe halindeki vergi kanunnâmelerinde olduğu gibi bunların sonuna da “bunu değiştiren Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğrasın” formülü ilâve edilirdi. Bunlar o mahallin vergi tahrirlerinde hulâsa olarak defterlere geçirilirdi.
[40] Vakıflar U. M. Tomar Nr. 243.
[41] Osmanlı devrinde malikâne-dîvanî sistemi Prof. O L. Barkan’ın (Türk Hukuk ve İktisad Tarihi Mecmuası II, s. 119-184) makalesinde tetkik edilmiş ve Osmanlılardan daha önceki zamanların bazı izleri tespit edilmiştir.
[42] Bu fikirlerin hülâsası için Prof. Fuad Köprülü’nün yukarıda zikredilen makalesinde ve 1938’de Zürich’te toplanan “Tarihi İlimler Kongresi” ne sunduğu muhtırada verilmiştir (Belleten XIX). Bu fikirlerin münakaşası ve Abbâsî iktâı ile mukayesesi mîrî toprak rejiminin menşeini izahta lûzumsuzdur.
[43] Rumyantsev, Yedi-Su vilâyetinin yerli ve eski Rus muhaciri işletmeleri ve arazi istifadesine dair materyaller (Rusça), Petersburg 1912, III, s. 164-171.
[44] Auhagen, Die Landwirdschaft in Transkaspien, Berlin 1905, s. 20-29. Beni bu kayıtlardan haberdar eden dostum B. Tahir Çağatay’a çok müteşekkirim.
[45] Thomsen, Inscriptions de l’Orkhon, Helsingfors 1896, s. 108.
[46] Nizâmülmük, Siyâset-nâme nşr. Schefer, s. 115.
[47] Nşr. Orhan Şaik, İstanbul 1938, s. 114.
[48] St. Julien, Documents sur les Tou-kiue, JA 1864, s. 417.
[49] Benim “Eski Türklerde Okun Hukuki Bir Sembol Olarak Kullanılması” (Belleten, XXXV) adlı makaleme bak.
[50] Chavannes, Les Tou-kiue Occidentaux, Ext. T’oung Pao, s. 36.
[51] Selçuk istilâsından sonra, bilhassa Komnen’ler zamanında, Selçuk iktâı gibi hususî mülklere ve kilise arazisine değil, sadece devlete ait topraklar üzerinde kurulan Bizans pronoya sisteminin Selçuk iktâı ve mîrî sisteminden gelmesi mümkündür ve bu hususta Bizantinistlerin nazarı dikkati çekilebilir. Filhakika Türk istilâsı dolayısıyla sahipsiz kalıp devlete intikal eden toprakları Bizanslıların Selçukluların tesirile bu yerleri mîrî rejime tabi tutmuş olmaları mümkündür. Esasen Selçuklulardan önce Anadolu’da böyle bir şeyin mevcut olmaması bilâkis küçük ve büyük bir hususî toprak mülkiyetinin hâkim bulunması bu imkânı kuvvetlendirmektedir. Artık Osmanlı toprak idaresi ve hukukunun Selçuklulardan geldiği bedaheti karşısında Osmanlı tımarının Bizans pronoyalarıyla münasebeti tarihî realiteye aykırı olacağı dolayısıyla, bahis mevzuu olamaz. (Pronoya hakkında bak. F. Chalandon, Jean II. Comnene et Manuel I. Comnene, Paris 1912, s. 614).
[52] Bu hususun iyi anlaşılması için ayrıca Türklerde hâkimiyet telâkkisinin tetkikine lûzum vardır.
[53] Kaynaklarda bu hususa dair oldukça malûmat vardır.
[54] Bak. Kitab a1-harâc, trad. par. E. Fagnant, Paris 1921, s. 86-89.
[55] Michel le Syrien, trad. par Chabot, Paris 1905, s. 247, Laurent, Byzance et l’Origine du Sultanat de Roum, Melanges Ch. Diehl, I, s. 180. Byzance et les Turcs Seldjoucides, s. 74. Ermenilerin Türk hâkimiyetini bu suretle tercihleri, zamanın Hıristiyan müelliflerini onları Hıristiyanlığa ihanetle ithama vesile olmuştur.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.