Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye Selçuklularında Ordu ve Donanma

0 25.184

Ayşe Dudu Erdem KUŞÇU

Ordu, ilk Türk devleti olarak kabul edilen Büyük Hun Devleti’nden günümüze Türk milleti ve oluşturduğu siyasi teşekküllerin en önemli unsuru olagelmiştir. Büyük Hun Hakanı Mete Han (M.Ö. 206-174) ölümünden iki yıl önce Çin İmparatoruna yazmış olduğu bir mektubunda; “Tanrının yardım ve şefaati; subay ve askerlerimin yüksek savaş yeteneği, atlarımın gücü ve kuvveti ile bütün Yüeçileri ezdi. Başlarını kesti; ölenler öldü; teslim olanlar teslim oldu; böylece göğün altında, (yani dünyada) asayiş ve dirlik kurulmuş oldu.”[1] şeklinde bir ifadeyle düzen ve asayişi sağlamada, düşmanlarını bertaraf etmede ordunun ehemmiyetini belirtmektedir.

Gerçekten de ordu Türk devletlerinde son derece önemli ve adetâ herşeyin merkezidir. Bağımsız yaşamak, yeni yerler fethedip yeni devletler kurmak hep ordu sayesinde gerçekleşmiştir. Türk hükümdarı herşeyden önce bir başkumandandır. Ve onun en önemli vazifelerinden biri ordusunun başında akınlar ve savaşlar yapmaktır. İşte bu anlayış içinde Türkler sadece ana vatanları olan Orta Asya’da değil onun dışında diğer coğrafyalarda da bağımsız devletler kurmuşlar; zaman zaman gittikleri ülkelerde nüfusları az da olsa hakimiyeti ele geçirmeyi başarmışlardır. Türklerin askerlikteki maharetleri teşkilatçılıktaki maharetleri ile birleşmiş ve bu sayede asırlara hükmeden büyük devletler kurmuşlardır.

Onların askerlikteki üstünlükleri sadece kendi millet ve devletleri için bir teminat olmaktan başka diğer millet ve devletlere de fayda sağlamıştır. Meselâ Abbasi halifelerinden Me’mun (813-833) Türk askerlerini düzenli bir şekilde hilâfet ordusu saflarına almış böylece asayiş bakımından durumu pek parlak olmayan devleti içinde bulunduğu durumdan kurtarmak istemiştir. Abbasi Halifeliği’ni tehdit eden iç ve dış baskılar Türkler’in orduya alınmasıyla bir nebze hafiflemiş, özellikle Mısır isyanlarının bastırılmasında ve Bizans’a karşı yapılan seferlerde Türkler önemli rol oynamışlardır.[2]

Abbasi Devleti’nin kuruluşunda büyük rolü olan ve giderek devletin bir Fars Devleti haline gelmesini arzu eden Fars unsuru bertaraf etmek isteyen Mu’tasım (833-842) devlet içinde Arap ve Fars unsurunun dışında olmak şartıyla kendisinin rahatlıkla güvenebileceği üçüncü bir unsura ihtiyaç duydu. O’nun düşündüğü bu unsur askerlikteki maharetleri kadar cesurluk, güvenilirlik ve sadakatlarıyla meşhur olan Türklerden başkası değildi. Nitekim onun döneminde orduya alınan ve kısa zamanda sayıları otuz bine ulaşan Türk askerleri sayesinde Azerbaycan’da başgösteren Babek tehlikesi ortadan kaldırıldı (837). Ayrıca Bizans ile yapılan mücadelelerde önemli başarılar elde edildi ve Bizans’ın İstanbul’dan sonra üçüncü büyük şehri olan Amorion (Ammûriye) fethedildi.[3]

Türk askerlerinin Abbasi Devleti içindeki müsbet hizmet safhaları kesintisiz yarım asır devam etti. Ve İslâm tarihinde 836-892 yılları arasındaki bu döneme “Samerra Devri” denildi ki adını hususi olarak Türk askerleri için kurulan ve Arapça “surre men rea” (gören sevindi) mânâsındaki Samerra şehrinden almaktaydı.

Türklerin askerlikteki maharetleri ve İslâm Devleti’ndeki hizmetleri dönemin müverrihlerinin de dikkatini çekmiştir. el-Cahiz Türklerin faziletlerinden bahsederken Türk askerleri ile Horasan birlikleri ve Hariciler arasında bir karşılaştırma yaparak; “Horasanlılar düşmanla karşılaşmanın başlangıcında geri çekilirler. Bu sırada kaçmaya başlarlarsa hezimete uğramışlardır.

Bununla beraber çok defa geri dönmezler. Fakat bu, askeri tehlikeye marûz bıraktıktan ve düşmanı hücuma tama ettirdikten sonra vukubulur. Haricîler bir geri kaçtılar mı kaçmışlardır. Artık geri çekildikten sonra tekrar hücuma geçmeleri hesaba katılmayacak kadar nâdirdir.

Türk Horasanlı gibi geri çekilmez. Geri döndüğü takdirde öldürücü bir zehir, insanın işini bitiren bir ölümdür. Zirâ, arkasındaki insana önündeki insan gibi okunu isabet ettirir. Bu kadar hızlı gitmesine rağmen kemend atmasından, kemendi ile düşmanın atını yere yıkmasından ve süvariyi atının üzerinden kapıp almasından emin olunamaz” diyerek Türklerin savaştaki cesaret ve hünerlerinden bahseder ve devamla; “Türk hücum ettiği zaman şahsı, silahı, hayvanı, hayvanının takımları ile ilgili herşeyi yanında bulundurur. Hızlı yürüyüşe, devamlı yolculuğa, uzun gece yürüyüşlerine ve memleketler katetmeye gelince bu hususta o cidden şâyân-ı teaccüptür” demektedir.[4] Bundan da anlaşılıyor ki; Türkler askerlikte cesaret, maharet, disiplin ve sebati birleştirip çoğu zaman imkansızı başarmışlardır.

Türklerin askerlikteki üstünlükleri ve bu teşkilata verdikleri değer kurdukları devletlerin bünyesine de etki etmiştir. Meselâ Büyük Selçuklu Devleti tarihine baktığımızda askeri teşkilatın gerek hükümet ve gerekse eyalet teşkilatında müstesna bir yere sahip olduğunu görürüz. Esasen Selçuklu tarihi, mülkî teşkilat kadrolarını işgal eden İranlılarla, askerî teşkilat kadrolarını işgal eden Türkler arasında, bazen Türk hükümdarı ile mülkî teşkilatın başı olan veziri de içine alan gizli veya açık daimi bir nüfuz mücadelesi örnekleriyle doludur. Bu mücadelenin akisleri İranlı vezir Nizamü’l-Mülk’ün eserinde de yer almıştır.[5]

Büyük Selçuklu Devleti’nin Anadolu’daki uzantısı olan Türkiye Selçuklu Devleti’nin de en önemli özelliği askerî bir bünyeye sahip olmasıydı. Bu nedenle ordu devlet ve toplum hayatında son derece önemliydi. Türkiye Selçukluları İranlı ve İslâm hüviyetindeki idare sistemini tevârüs etmiş oldukları Büyük Selçuklulardan daha ileri derecede eski Türk hususiyetlerini muhafaza ettiklerinden[6] askerî teşkilatda Büyük Selçuklulardan farklı bir takım uygulamalara da yer vermişlerdi. Bu farklılık şüphesiz zaman ve şartların zorlaması yanında coğrafi mekan ve yaşanılan tecrübelerin tabii sonucundan kaynaklanmaktaydı.

Türkiye Selçukluları Büyük Selçuklular gibi devletin temel unsuru olan Türkmenleri Anadolu’da dağıtmak ve iskân etmek amacını taşıyorlardı. Diğer yandan Büyük Selçuklulardan farklı olarak kumandanlara vilâyetler büyüklüğünde iktâlar vermemek suretiyle hakimiyetin parçalanmasına ve feodalizmin kurulmasına engel oldular. Bundan başka yine Büyük Selçukluların aksine sübaşılar (serleşker, kumandan) iktâlarına ve askerlerine sahip değil, sadece askerî amir mevkiinde idiler. Esasen bu askerler sübaşılara bağlı köle değil devletin asıl sahibi Türklerden oluşan sipahiler idi. Bunların geçinme masrafı kumandana ve onun iktâına değil devletin kendilerine tahsis ettiği küçük iktâlara bağlanmıştı. Türkiye Selçuklularında uygulanan bu iktâ veya toprak sistemi sayesinde devletin feodal bünyesi tedricen hafifletilmişti.[7]

Bunun yanı sıra Büyük Selçuklularda devletin bekâsı için kardeşi Çağrı Bey ile büyük bir uyum içinde olan Tuğrul Bey zamanında uygulanmaya başlamış olan devletin merkezileştirilmesi hususu daha sonraki dönemde fetihler, Türk devlet telakkisi ve Türkmenler meselesi yüzünden tam olarak başarıya ulaşmamıştı. Sayılan sebeplere bağlı olarak uygulanan toprak hukuku yani iktâ sistemi devlet otoritesinin güçlü olduğu dönemlerde askerî yönden fevkâlade mühimdi. Ancak zamanla hanedan üyelerine, devlet hizmetinde bulunan büyük emirlere, savaşlarda yararlık gösteren neferlere verilen iktâlar bazen bir veya birkaç vilâyeti içine alacak kadar genişledi ve âdeta feodal bir yapı özelliği gösterdi. Büyük iktâlarda sahipleri emrinde bazen 100, 150, 300, 500, 800 hatta 1000 asker bulunmaktaydı ki gerçekte 10 askerden fazla asker besleyenleri büyük iktâlar grubuna sokmak mümkündü.[8] İdarelerinde geniş topraklar ve maiyetlerinde mühim askerî kuvvetler bulunan ve merkezdeki devlet teşkilatının küçük bir örneğini teşkil eden iktâ sahiplerinin bazen sultan ile, bazen kendi aralarında mücadelelere giriştikleri, iktâlarını yetersiz görenlerin tek başına veya aralarında ittifak kurarak isyan ettikleri görüldü.[9]

Türkiye Selçuklularında ise II. Kılıçarslan’ın devleti on bir oğlu arasında paylaştırması devletin feodal esaslara göre paylaştırılması esasının son örneği oldu.[10] II. Kılıçarslan’dan sonra Türkiye Selçuklu Devleti Moğol istilâsına kadar tam bir merkeziyetçi devlet manzarası arz etti. Selçuklulardan sonra Osmanlılar da devlet ve mirî arazi sistemini geliştirerek uyguladılar. Diğer bir husus Türkiye Selçuklularında devlet teşkilatında görev alan kişiler arasında askerî kadrolar sivil kadrolara nazaran daha kalabalık ve daha etkiliydi. Devlet ileri gelenlerinden büyük bir kesim “ehl-i Seyf”den olup emir rütbesini taşıyordu.[11]

Orduya ait bütün idarî işlere büyük divana bağlı olup ikinci derecedeki divanlar kategorisinde değerlendirebileceğimiz “Divan-ı Arz” bakardı. Ordunun levazımat ve ihtiyaçlarına bakan, maaşlarını veren, defterlerini tutup yoklamalarını yapan Divan-ı Arz reisine ise “Emir-i Arız” denirdi.[12]

Divan-ı Arz’ı bugünkü Milli Savunma Bakanlığı’na, Emir-i Arız’ı ise Milli Savunma Bakanı’na benzetmek mümkündür. Ordunun sevk ve idaresi ise “Beylerbeyi” veya “Melikü’l-Ümerâ” denilen kumandanın uhdesinde bulunuyordu. Önemli vilâyetlerde ise “Arzü’l Ceyş”ler vardı. Bunlar bir çeşit askerî defterdar konumunda idi.[13]

Günümüzde olduğu gibi Selçuklu ordusu üç temel unsurdan oluşuyordu. Bu unsurlar insan, teşkilât ve teçhizâtdı.

İnsan Unsuru

Ordunun en temel unsuru insan idi. Teşkilât ve teçhizâtın kullanımını sağlayan ve ordunun zafere ulaşmasında birinci derecede rol oynayan bu unsurdu. Türkiye Selçuklu Devleti’nde ordunun bünyesi yedi farklı şubeden meydana geliyordu.

Fuad Köprülü’nün de ifâde ettiği bu şubeleri şöyle sıralayabiliriz:

1-) Doğrudan doğruya sultanın şahsına bağlı olan ve daima merkezde bulunan kuvvet (hassa birlikleri); Bunlara “müfred” ya da çoğul olarak “mufarede”;[14] “gulamân-ı has”,[15] mulâzıman-ı yatak/yayak ve “halka-i hass” deniliyordu. Sarayda çeşitli hizmetlerde bulunan Serhenkler, candarlar, perdadarlar da bu zümreye dahildiler.[16] Memlük askerî teşkilatına ait bir ıstılâh olan “Halka-i Hass”[17] tâbiri müfârede askerlerinin bir kısmı idi.[18] Gulamân-ı hass, gulamân-ı dergah gibi tâbirlerle ifâde edilen gulâmlar yine Memlükler devrinde “memlük” veya “vişaki” ya da “uşaki” adını alan zümre idi. Osmanlı teşkilâtında “kul” ıstılahı da buradan alınmıştır.[19] Yine Selçuklularda bu ıstılahdan mülhem olan visakbaşı[20] tabirini görüyoruz ki bu sultanın odabaşısı veya muhafız komutanına verilen isimdi. Sultanın özel askerlerine ise “haşem-i has” deniliyordu.[21]

Bu hassa askerleri Büyük Selçuklularda olduğu gibi Türkiye Selçuklularında da değişik unsurlardan oluşuyordu. Bunlar muhtelif milletlerden ya esir edilmek veya köle satın alınmak suretiyle tedârik edilmişti.[22] Mesela I. İzzüddin Keykâvus’un Kazvinli, Deylemli, Rum ve Frenk serhengleri yani çavuşları mevcuttu.[23] Sultan I. Alâeddin Keykubad döneminde ise yine Kazvinli, Deylemli, Frenk, Rum ve Ruslardan oluşan hassa birliklerinin sayısı 500 kişi idi.[24] O, Ahlat’ı ele geçirdikten sonra şehrin tahriri için görevlendirdiği Vezir Pervâne ve Müstevfi ile beraber şehre maiyetindeki “müfârede” ve “gulâmân-ı has”dan bin süvari sevketmişti.[25]

Hususi surette talim ve terbiye gören gulamlardan oluşan bu daimi kuvvetin sayısı hakkında elimizde kesin bir kayıt yoktur. Ancak İbn Bibi’nin bazı kayıtlarında bunların sayıları hakkında değişik bilgiler mevcuttur. Meselâ o, I. Alâeddin Keykubad döneminde Selçuklu ordusunun Ermenistan üzerine yürüdüğü sırada müfârideden 10 bin savaşçı yiğit olduğunu belirtir.[26]

Fuad Köprülü’nün İbn Bibi’nin Houtsma’nın yayınladığı muhtasar Selçuknâme’den naklettiği rakam ise 3-5 bini geçmemektedir.[27] Ve bunların ekseriyeti süvaridir. Ancak Uzunçarşılı’nın İbn Vasıl’ın eseri Müferricü’l-Kurûb’dan naklettiği bir ifâdeye göre 1234 yılında Eyyûbî meliki Melik Kâmil ile I. Alâeddin Keykubâd arasında vukubulan çarpışmada Selçuk ordusunda piyadeler de bulunmaktaydı.[28]

Halka-i Has müfredleri sultanı muhafaza hizmetini gören Büyük Selçuklu sarayındaki müfredlerin aynısı idi. Bunların içindeki Mülazımân-ı Yatak veya Yayak tabiri ise tamamen Türkçe bir kelime olan otak veya otag kelimesinden alınmış bir ıstılah idi. Bu sınıf hükümdarın çadırını beklerdi. Bu teşkilâtın aynısını Memlüklerde görmek mümkündür.[29] Yine Osmanlılardaki Yeniçeri solakları Selçuklulardaki bu teşkilatın bir benzeri idi. Bu grubun Sultanın muhafazası hususunda önemli bir yer işgal ettiği İbn Bibi’de geçen bir kayıtta sarih olarak kendini gösterir; 1211 yılında Sultan I. Gıyâsüddin Keyhüsrev İznik Rum Devleti hakimi I. Laskaris’e karşı sefere çıkmış ve Bizanslıları Alaşehir civarında bozguna uğratmıştı. Bu sırada Laskaris’in askerleri hükümdarlarının yenildiğini görünce dağlara ovalara kaçmaya başladılar. Bunun üzerine I. Gıyâsüddin’in bütün silahdar, candar ve müfârede birlikleri sultanı yalnız bırakıp ganimete dalmışlardı. Bu sırada aniden sultanın karşısına çıkan Frenk askerî bir hançer darbesi ile sultanı şehit etmişti.[30]

İbn Bibi’de Mülâzıman-ı Yatak kuvvetlerinin görevine dair bahislerde “seraperde”[31] ve Memlük tarihlerinde kullanılan “dehliz”[32] kelimesinin kullanılması bu grubun hükümdarın otağını muhafazayla görevli olduğunu ispatlar.[33] Candarlar ve bunların reisi olan “Emir-i Candar”ın görevi ise, müfârede kuvvetleriyle beraber, sultanı muhafaza etmekti. Bunlar süvari olup bellerinde altın işlemeli hamayil ile asılı kılıç taşırlardı.[34] Hükümdarın muhafızı olan candarların bir kısmı divanı muhafaza etmekte de istihdam edilirdi.

Hükümdarın hassa askerlerinden olan Mülâzıman-ı Yayak grubunun “Kanun-ı Yayak” adı verilen kanunları mevcut idi. Ve bunlar muhtemelen piyade olup kendilerine her zaman silah verilmezdi. Ancak sefer ve savaş halinde yani ihtiyaç hasıl olunca silah verilirdi.[35]

Bu gulâmân içinde saraya ayrılıp yetiştirilen köleler arasından Mübârizüddin Ertokuş, Celâlüddin Karatay, Melikü’l Ümerâ Seyfüddin Torumtay[36], Rum asıllı olup ihtidâ eden Emir Seyfüddin Hasoğuz[37] gibi değerli devlet adamları da çıkmıştı. Selçuklu Sultanları bu hassa askerlerinin intizamına oldukça dikkat ederlerdi. Sultan II. Gıyâsüddin Keyhüsrev tecrübeli komutanlarının itirazlarına rağmen Gulâmân-ı Has’ın teşvikiyle Kösedağ Savaşı’nı yapmaya karar vermişti.[38]

Hükümdarın hassa birliklerinin Sâmânîler, Gazneliler ve Büyük Selçuklularda olduğu gibi “Bitegani” yani maaşlı olmaları kuvvetle muhtemeldir.[39]

2-) Kayseri başta olmak üzere Sivas, Harput, Develi-Karahisar, Niksar, Malatya, Erzincan, Niğde, Ladik, Honas, Amasya gibi önemli askerî merkezlerde daimi surette bulunan muhafaza kuvvetleri[40]; bu merkezlere bağlı olan mıntıkalardaki iktâ sahipleri, Türkmenler ve müstahkem mevkilerdeki daimi kuvvetlerin komutanları o mıntıkanın sübaşısına ya da kaynaklarda geçen Farsça tâbir ile “serleşker”ine bağlıydılar.

Meselâ, Selçuklu Devleti’nin Moğol tahakkümüne girdiği dönemde naiblik ve vezirlik görevlerinden uzaklaştırılan Fahrüddin Ali 1274 yılında İlhanlı başkenti Tebriz’e gitmiş ve Abaka ile görüştükten sonra kendisine vezirlik makamı tekrar verilmiş, iki oğluna da Ladik (Denizli), Honas ve Karahisar-ı Devle sübaşılığı bırakılmıştı.[41] Yine Moğol hakimiyetine karşı ilk istiklâl harekâtına girişen beyler arasında mühim bir yere sahip olan ve Moğollar tarafından şehit edilen meşhur Hatiroğlu Şerefüddin Niğde Sübaşısı idi.[42]

1230’dan önce Harezmşahlar Devleti içinde bulunan ve 1230 Yassı-Çemen Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya göçüp Malatya’ya yerleşen Germiyan aşireti reisi Alişiroğlu Muzafferüddin’in 13. yüzyılın ikinci yarısından önce Malatya sübaşısı olduğu tarihi kaynaklarda mevcuttur.[43] Aynı dönemde Amasya sübaşılığı Hacı Armağanşah’ın, Sivas sübaşılığı Çaşnıgir Mübârizüddin Çavlı’nın ve Niksar sübaşılığı ise Mübârizüddin Yavtaş’ın uhdesinde bulunuyordu.[44]

Şehrin mülki idaresi ve inzibatı sübaşının emri altında bulunan kumandanlara aitti. Sübaşılar aynı zamanda savaş sırasında kaza, nahiye ve köyledeki, Tımarlı sipahiye kumandanlık ederlerdi.[45] Türkiye Selçuklularında en önemli askerî merkezlerden biri Kayseri idi. Sultan I. Alâeddin Keykubâd döneminde Kayseri sübaşılığı Kemalüddin Kâmiyâr’a verilmişti.[46] Ermeni seferi sonrasında Gürcü, Erran ve Azerbaycan sübaşılığı ise Emir Sinanüddin’e tevdi edildi.[47]

Antalya’nın 1216 yılında ikinci defa fethedilmesinde büyük rol oynayan Mübârizüddin Ertokuş’a da Alâeddin Keykubâd şehrin valiliğini ve sübaşılığını vermişti.[48]

3-) Merkezde veya kendi mıntıkasında bulunan büyük iktâ sahibi devlet adamlarının şahıslarına bağlı, gulam veya ücretli askerler; bunlara örnek olarak hem saray teşkilatında yer alıp hem de sübaşılık görevlerini üstlenen Sivas sübaşısı Çaşnıgir Mübârizüddin Çavlı ile önceleri Niksar sübaşısı olan, daha sonra da Beylerbeyi makamına yükselen Mübârizüddin Yavtaş’ı verebiliriz. II. Gıyâsüddin Keyhüsrev’in Amid’i ele geçirmek üzere harekete geçtiği sırada Çaşnıgir Mübârizüddin Çavlı ile Niksar sübaşısı olan Mübârizüddin Yavtaş’a bir mektup gönderip Danişmend vilayetinin bütün askerleriyle, büyük bir görkem ve ihtişamla tam bir kararlılık ve vakarla, mükemmel bir güç ve kuvvetle Amid yolunu tutmalarını, acele etmeyi gerekli, durup eğlenmeyi mahzurlu saymalarını emrettiğini görmekteyiz.[49]

İbn Bibi bu büyük emirlerin de şahıslarına bağlı müfredlerinin ve gulamlarının olduğundan bahsetmektedir. Bunlara “ücr-i har”[50] denilip adından da anlaşılacağı üzere paralı askerlerden oluşmaktadırlar. Hevâşi tabirinin ise bunların umumi heyetine verilen isim olması muhtemeldir.[51]

4-) Küçük iktâ sahiplerinin maiyetindeki kuvvet; yani Türkiye Selçuklu Devleti ordusunun asıl mühim kısmını oluşturan sipahiler. Bunlar ocakzâde yani babadan oğula geçmek suretiyle devletin en esaslı Türk askeri idiler.[52] Tımarlı sipahiler ellişer kişilik müfrezeler halinde kısımlara ayrılmışlardı. Bunların başlarındaki kişiye “ellibaşı” denirdi. Son derece vatansever insanlardan oluşan bu süvari grup arasında yaşı ilerlemiş pek çok harp ve darp görmüş kişiler de mevcuttu. Meselâ Sultan I. İzzüddin Keykâvus döneminde Haleb Seferi sırasında Mübârizüddin Behramşah’ın Sivas’ın sübaşısı ellibaşı olan ve seksen yaşını geçmiş bulunan Mahmud Alp’in ikâzlarına uymaması neticesi muvaffak olunamamıştı.[53]

Antalya’nın fethine vesile olan Hüsamüddin Yavlak Arslan da Konya’nın ocakzâde sipahilerindendi.[54]

Tımarlı sipahilerin mühim vilayet merkezlerindeki kumandanlarına “sübaşı” denirdi. Sübaşıların “emir-i sipehsâlâr” ve “serleşker” ismi verilen mıntıka kumandanlarına tâbi olduklarını belirten Uzunçarşılı “serleşker” ıstılahı hususunda Köprülü ile ayrılığı düşer. Zirâ Köprülü sübaşı kelimesinin kaynaklarda Farsça “serleşker” ile aynı mânâda kullanıldığını iddia eder.[55] Fakat şurası bir gerçektir ki sübaşılar; emir-i sipehsâlâr, sipehsâlâr, emirü’l-kebir sipehsâlâr, isfehsâlâr, emir-i isfehsâlâr, ecelü’l- kebir veya melikü’l-ümerâ adıyla anılan bir komutana bağlı idiler. Ve serleşkerlerin ehliyet ve liyâkat sahibi olanları Melikü’l-Ümerâ yani Beylerbeyi olabilirdi.[56]

5-) Uçlarda ve beylerinin emrindeki kuvvet; Bunlar genellikle uçlara yerleştirilmiş Türkmen kabilelerine mensup kuvvetlerdi ki sadece savaş zamanında değil barış zamanında dahi komşu devletlere, Bizans, Ermeni ve Gürcülere akınlar yaparlardı. Bunları hudut muhafızı olarak değerlendirmek yanlış olmaz, ancak bunların Türkiye Selçukluları döneminde ve sonrasında pozisyonları gözönüne alındığında eksik bir değerlendirme olduğu ortaya çıkar. Zirâ bunların bir kısmı Selçuklular döneminde timarlı yani iktâlı idiler. Merkezi idarenin zayıflaması ile birlikte kendi hesaplarına hareket edip merkezi tanımıyorlar ve çoğu zaman isyan ediyorlardı. Ya da kendi bağımsız devletlerini kuruyorlardı.

İlk bakışta bunların Anadolu’daki siyasi birliği parçaladığı düşüncesi hasıl olsada Moğol tahakkümü döneminde Anadolu’nun Türkleşmesinde birinci derecede rol oynadıkları ortaya çıkar. Önceleri uçlara yerleştirilen ve sonraları küçük birer beylik kurmuş olan Karaman, Germiyan, Eşref, Hamidoğulları bu teşkilatın en çarpıcı örneklerini teşkil ederler.

1203’lü yıllarda Rüknüddin Süleymanşah zamanında batı uçlarına yerleştirilen Danişmend Hükümdarı Yağıbasan’ın oğulları Muzafferüddin Mahmud, Bedrüddin Yusuf ve Zahirüddin İli Selçukluların hudud kumandanlarından idiler. Bu kardeşlerin soyundan gelen Kalem ve Karası Beyler 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın başlarında Balıkesir, Bergama ve Çanakkale çevresini fethederek burada “Karasioğulları” adı ile anılacak beyliği kurmuşlardı.[57]

Sultan I. Alâeddin Keykubâd zamanında kendisine Batı uçlarından Kastamonu’nun iktâ olarak verildiği Hüsâmüddin Çoban ise sultanın emri ile Suğdak seferine gönderilmiş ve büyük başarılar elde etmişti.[58]

6-) Savaş zamanında ihtiyaç duyulduğunda Türkmenlerden veya ülke dahilinde yaşayan yabancı ırklara mensup halktan ücret ile alınan kuvvetler; bunlara “ücr-i har” veya “kadim-i cera-hur” deniliyordu. Meselâ Kösedağ Savaşı öncesinde II. Gıyâsüddin Keyhüsrev’in ordusuna kadim-i cera- hurdan ve iktâlara bağlı sipahilerden oluşan 70 bin süvari iltihâk etmişti.[59] Paralı askerleri sadece hükümdar değil ihtiyaç hasıl olduğunda büyük emirler de istihdam ediyorlardı.

7-) Türkiye Selçuklu Devleti’nin vassallığını kabul eden veya yapılan bir anlaşma mücibince harp zamanında belirli miktarda asker göndermeyi taahhüd eden müslüman veya Hıristiyan devletlerin gönderdikleri yardımcı kuvvetler; Bunlar 13. yüzyılın ilk yarısında Bizans veya Trabzon İmparatorlarının, Ermeni ve Gürcü krallarının, Suriye ve el-Cezire bölgesindeki müslüman bazı küçük devlet hükümdarlarının gönderdikleri yardımcı kuvvetlerdi. Bunların techiz ve iaşe masrafları ve miktarları meselesi muahedelerle tesbit edilirdi.[60] Meselâ Kösedağ Savaşı sırasında her savaşa iki bin askerle katılması gereken Nasuhuddin Farisî sözünü yerine getirmişti.[61]

Sinop’un 1216 yılında I. İzzüddin Keykâvus tarafından fethini müteakiben Sinop tekfuru Kyr Aleksi Sultan I. İzzüddin Keykâvus’tan emân dileyip canının bağışlanması şartıyla sultana yardım vaadediyor; “askerimi ondan esirgemem” şeklinde bir ifâde kullanıyordu.[62]

Bütün bunların yanısıra 13. yüzyılın ortalarında devlet hizmetine girmiş aşiret kuvvetleri de vardı. Bunların mühim bir kısmı uclara yerleştirilmişti. Celâlüddin Harezmşah’ın vefatından sonra Ahlat Seraskeri Sinanüddin Kaymaz’ın gayretleriyle Harezm aşiret reislerinden Kır Han, Bereket Han, Köşlü Han ve Saru Han maiyetiyle birlikte Selçukluların hizmetine girmişti. Daha sonra bu mühim Türk kuvveti II. Gıyâsüddin Keyhüsrev’in basiretsizliği yüzünden Cezire ve Suriye taraflarına göçmeye mecbur kaldı.[63]

Farklı yedi şubeden oluşan Türkiye Selçuklu Devleti ordusunun sayısı hakkında 13. yüzyılın ikinci yarısına kadar bilgi veren kaynak yoktur. Ancak İbn Bibi’nin Kösedağ Savaşı öncesinde birtakım rakamlar vermesi kesin olmasa da Selçuklu ordusunun sayısı hakkında fikir edinmemizi sağlıyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi İbn Bibi, sipahilerden ve ücretli askerlerden meydana gelen grubun sayısının 70 bin olduğunu, ayrıca uçlardan ve etraf komşu müslüman ve hristiyan devletlerden gelenlerin dışında sipahiden 80 bin kişinin bulunduğunu kaydeder.[64]

Selçuklu ordusunun en büyük kısmını süvariler teşkil etmekteydi. Bunun yanı sıra piyadelerin de bulunduğu ve kuşatma savaşlarında bunlardan istifâde edildiği açıktır. Günümüzdeki istihkâm kıtalarına benzeyen lağım ve mancınık kıtalarının bulunması da gerekir. Çünkü o dönemde yakma ve yıkma silahlarının özellikle kale kuşatmalarında ehemmiyeti büyüktü.

Türkiye Selçuklu Devleti ordusu görüldüğü gibi sadece Türkler ve Türk kabilelerinden müteşekkil değildi. Orduda farklı din ve milliyetlere mensup unsurlar bulunuyordu. Bunlar İran, Arap, Rum, Ermeni, Gürcü, Frenk ve Rus unsurlardı. Gerek Büyük Selçuklu Devleti’nde gerekse Türkiye Selçuklu Devleti’nde mütecanis olmayan kuvvetlerin teşkili devlet içinde sürekli mesele çıkarmaya mütemayil Türkmenlere karşı oluşturulmuş bir usuldü. Osmanlılar da bunu devam ettirmişler ve Yeniçeri teşkilatını oluşturmuşlardı.[65]

Türkiye Selçuklu Devleti ordusunu meydana getiren şubelerde Moğol istilâsından sonra birtakım değişiklikler olmuştu. Sultanın şahsına bağlı hassa ordusu ile, bazı müstahkem mevkilerdeki kuvvetler muhafaza edilmişti. Ancak devlet içinde zaman zaman büyük problemler çıkaran Türkmenlerin bu dönemde ordudakı varlığını devam ettirdiği söylenemez. Paralı asker uygulaması devam etmişti. Bunun yanısıra Darü’l-Feth (Kayseri), Darü’l-Cihâd veya Darü’zafer (Aksaray) gibi adlarla anılan büyük askerî merkezlerde ve büyük iktâ sahiplerinin emrinde bulunan kuvvetlerin sayısı azalmıştı. Ordu mevcudunun 1277’ye kadar olan yıllarda tedricen azalmasının ve devletin yıkılış dönemine denk gelen yıllarda hemen hemen tamamen ortadan kalkmasının en büyük nedeni, iktâ sisteminin Moğol İşgali ile sarsılmasıydı.[66] Moğollar iktâ sisteminin bozulmasını sağlamakla kalmamışlar, Selçuklu ordusunu sürekli kontrol altında tutarak sayıca büyümesine de engel olmuşlardı. Tahtta kalabilmek ve kardeşlerini bertaraf edebilmek için Moğolların desteğini sağlayan IV. Kılıçarslan döneminde iktâ bölgelerinin mülk haline getirilmesi timar sisteminin ifsâdına sebep olan en önemli hadiselerden biridir.

1277 yılında İlhanlı hükümdarı Abaka’nın Pervâne’yi ortadan kaldırmasından sonra Anadolu’daki Moğol tahakkümü iyice artmıştır. Bu tarihten sonra Selçuklu Devleti ve ordusu da fiilen ortadan kalkmış, iktâ idaresi yıkılmıştır. Bunun üzerine meslek ve maişetlerini kaybeden halk, Selçuklu Devleti yıkılıncaya kadar isyan ve kargaşalıklara sebep olmuş, Moğollar da tahakküm altına aldıkları oldukça zayıf durumdaki Selçuklu ordusuyla birlikte bu isyanları bastırmaya çalışmışlardır. Moğol-Selçuklu kuvvetlerinin ortak harekatına en iyi örnek Moğol tahakkümüne karşı istiklâl hareketine girişen ve bu duruma meşruiyet kazandırmak için yanına Selçuklu şehzadesi “cimri” lakaplı Gıyâsüddin Siyavuş’u alan Karamanoğlu Mehmed Bey zamanında gerçekleşmiştir. Mehmed Bey, Konya’da Selçuklu tahtını ele geçirmiş, Siyavuş’u sultan, kendisini de vezir ilân etmişti. Bu olay üzerine İlhanlı hükümdarı Abaka Moğol destekli Selçuklu ordusunu Sahib Ata Fahrüddin Ali komutanlığında Mehmed Bey üzerine göndermiş, Mehmed Bey de Ermenek taraflarındaki dağlık bölgeye çekilmişti. Fahrüddin Ali, Mehmed Bey’i takip ederek Mut taraflarına gitti. Elli nefer Selçuklu ve elli nefer Moğol askerini ileri karakol olarak gönderdi.[67] Mehmed Bey, Siyavuş’u savaşa sokmayıp, iki kardeşi ve amcaoğullarıyla birlikte Moğol-Selçuklu öncü kuvvetleri üzerine yürüdü. Moğollar sahte ricat takdiğini uygulamak suretiyle Mehmed Bey’i pusuya düşürüp birliklerini mağlup ettiler. Kendisini, kardeşlerini ve amcasının oğullarını öldürüp başlarını kestikten sonra Selçuk ordugahına gönderip halka teşhir edilmesini sağladılar.[68]

Ordu İçinde Komuta Mevkii ve Hiyerarşik Düzen

Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Türkiye Selçuklularında da hükümdarın en büyük vazifelerinden biri harekât sırasında orduya kumanda etmekti. Zaman zaman orduya vezir[69] veya “Melikü’l-Ümerâ” adı verilen komutan da kumanda edebiliyordu. Kumandan mevkiindeki sultana emirler (ümerâ), serleşker (sipehdâran-ı memâlik), reisler (rüesa) ve ileri gelenler (mü’teberân) refakat ediyorlardı.

Orduyu başlıbaşına bir teşkilat olarak değerlendirdiğimizde bu teşkilatın başında bulunan kişiye “Beylerbeyi” veya “Melikü’l-Ümerâ” denilmekteydi. Merkezde en yüksek askerî makamı işgal eden beylerbeyi protokolde de devlet teşkilatı içinde askerî ricalin en ön safında yer alıyordu. Ancak I. İzzüddin Keykâvus zamanında “emir-i meclislik” makamını işgal eden Mübârizüddin Behramşah rütbe ve makam itibariyle sultanın kendisine verdiği ehemmiyete ve itimata binaen en yüksek askerî mevkii olan beylerbeyi derecesinin dahi üzerine çıkarıldı.[70]

II. Kılıçarslan zamanında 1178 yılında Malatya’nın daha sonra da Sivas’ın alınmasıyla Danişmend Devleti ortadan kalkmış, Sivas hakimi Danişmendli Yağı basan oğulları Müzafferüddin Mahmud ile kardeşleri Zahirüddin İli ve Bedrüddin Yusuf da maiyetiyle birlikte Batı uçlarına tenkil edilmişti. Kaynaklarda Batı uclarında faaliyet gösteren Müzafferüddin Mahmud, I. Alâeddin Keykubad zamanında güney sahillerinin fethedilmesinden sonra Maraş çevresine hakim olan Nusratüddin Hasan ve Kastamonu bölgesinde bulunan Hüsâmüddin Çoban da Melikü’l-Ümerâ şeklinde geçmektedir.[71] Bu da gösteriyor ki devlet ordusunun başında herhangi bir sefere giden ya da devletin askerî teşkilatında önemli bir yeri olan kişilere de sadece unvan olmak şartıyla “Melikü’l-Ümerâ” denilebiliyordu.[72] “Sipehdâr-ı bozorg” ya da “emir-i bozorg” tâbiri de uç beylerbeyi ile aynı mânâya geliyordu.[73]

Diğer devlet erkanı gibi beylerbeyi de iktâlara sahipti. Ve genellikle hükümet merkezinde ya da merkeze yakın olan kendi iktâsında bulunur ve savaş zamanı cepheye giderdi. Meselâ beylerbeyi Hatiroğlu Şerefüddin kendi iktâı olan Niğde’de bulunuyordu.[74] Selçuklu tarihi boyunca kendi dönemleri içinde devletin bütün işlerinde bariz olarak nüfuzu görülen komutanlar arasında Seyfüddin Eyne, Şemsüddin Yavtaş, Şemsüddin Mes’ud bin Hatir, Seyfüddin Torumtay, Kemâlüddin Kamiyâr ve Hüsamüddin Çoban en meşhurları idi. Ordunun sübaşıları ile mıntıka serasker veya serleşkerleri de beylerbeyine tâbi olduğundan bu makamı temsil eden kişiler büyük bir müsellah güce sahiptiler. Bu yüzden hükümdarlar çoğu zaman kendilerinden çekinirlerdi.

Gerek şehzâdeler arası mücadelelerde gerekse devletin içinde bulunduğu kargaşalıklar esnasında devreye giren ordu devletin idare mekanizması içinde büyük bir nüfuza sahipti. Şehzadeler arası mücadelelerde I. Alâeddin Keykubâd ve İzzüddin Keykâvus mücadelesinde olduğu gibi orduyu yanına alan şehzade başarılı olabiliyor ve tahta geçip otoritesini tesis ediyordu.

Türkiye Selçuklu Devleti’nin “Yükselme Dönemi” de diyebileceğimiz 1176-1243 tarihleri arasında Selçuklu tahtında bulunan sultanlar Beylerbeyinin nüfuzunu kırmayı başarmışlar zaman zaman onları hile ile öldürmek ya da bu makama güvendikleri birini tayin etmek suretiyle kendilerini güvenceye almışlardır. Meselâ I. Alâeddin Keykubâd kendisinden şüphe ettiği Seyfüddin Eyne’yi öldürmüş ve yerine Komnen ailesinden bir mühtedi olan Emir Komninos’u tayin etmişti.[75]

Alâeddin Keykubâd’ın ölümünden önce kendisinin son Beylerbeyi, ilim ve faziletiyle meşhur Kemâlüddin Kamiyâr’a Eyyübi hükümdarı Melik Adil’in kızından doğan oğlu İzzüddin Kılıçarslan’ın tahta geçirilmesi hususunda vasiyette bulunmuş ve kendisinden söz almıştır. Ancak büyük oğlu daha tedârikli davranarak tahtı ele geçirmiş Kemâlüddin Kamiyâr’ı da öldürmüştür.

İbn Bibi’de geçen bir kayda göre Kemâlüddin Kamiyar orta dereceli bir emir (Ümerâ-yı Evsat’dan) iken Sultan I. Alâeddin Keykubâd’ın Alâiye’de kale dışında yaptırdığı av evine (şikar-hane) giderken sultanın yanında kendisi de yer almış ve dönüşte kalenin ayağında atı tökezleyip düşmüştü. Bunun üzerine Kemâlüddin atının eyerini sırtına vurup evine giderken durumu gören sultanın has nedimlerinden ve yakınlarından olan Şeş Telâk-ı Ahlatî’nin oğlu Nureddin onun bu halini sultana söylemişti. Sultan kaleye dönüp atının üzerinden indikten sonra Kemâlüddin Kamiyâr’ı yanına çağırıp gönlünü aldı. Ve kendisine özel bir hil’at, bin kırmızı dinar, 5 palanlı katır, 10 eyerli ve başlıklı at ve 5 erkek köle (gulam) verdi. Emirlerine de ona saygı göstermelerini söyledi. Ayrıca o zamana kadar geliri 100 bin akçe olan ve 60 asker barındıran Sivas’ın “Kars” adıyla meşhur Zara vilâyetini iktâ olarak verdi.[76]

Bu vesileyle sultan indinde yıldızı parlayan Kemâlüddin daha sonra Beylerbeyi makamına dahi getirildi.

Aksarayî’nin eserinde “emâret-i beylerbeyi” adı ile zikredilen beylerbeyliği makamı 1243’ten sonra Moğollar’ın kontrolüne geçmişti. Moğollar “Sipehdar-ı Kebir” ve “Sipehdâr-ı Memleket” unvanını da taşıyan beylerbeyini ya ençok güvendikleri Selçuk ricali arasından ya da kendilerine en çok hediyeler sunan kişiler arasından seçiliyorlardı. Ayrıca beylerbeyi yaptığı bütün icraatından dolayı Moğollara sorumlu idi ve yargıya çekilebiliyordu. Uc beylerbeyliği ise “Emir-i Vilâyet-i Uç” adını taşıyordu.[77]

Vilâyetlerde ise serleşkerler vardı. Bunlar kaynaklarda “emir-i leşker-i vilayet” veya “sipehdâr-ı vilâyet” olarak da geçmektedir.[78] Serleşkerler görevli oldukları vilâyetlerin en yüksek askerî amiri idi. Ayrıca emniyet ve asayişi sağlamakla da mükelleftiler. Bunlar savaş veya sefer esnasında sultanın ya da Melikü’l-Ümera’nın kumanda ettiği orduya katılıyorlardı.

Serleşkerlerin emrinde kale kütuvali (muhafızı) bulunmaktaydı ki; bunlara Türkçe Uluğ Kutluğ Bilge Kütüvâl-Beg veya Emir-i Sipehsâlâr-ı Kebir ve Melikü’l-Mustahfizîn gibi lakaplar veriliyordu.[79] Kütuvallerin maiyetinde hâris, durc-dâr, diz-dâr gibi muhafızlar bulunuyordu.[80]

İbn Bibi’de geçen “igdişbaşı” tabiri de orduya ait ıstılahlardan biridir.[81] Uzunçarşılı’dan öğrendiğimiz malumata göre iğdiş iki mânâya gelmektedir. İğdişin birinci mânâsı kısırlaştırılmış insan veya hayvan demektir. İğdişin diğer mânâsı ise karışık soydan gelen insanlara yani ya annesi veya babası Türk olanlara denilir. Nitekim Selçuklu tarihi boyunca iki farklı olayda iğdişlerden bahsedilir. Bunlardan ilki I. İzzüddin Keykâvus ile kardeşi Alâeddin Keykubad arasındaki Ankara Mücadelesi esnasındadır. İzzüddin Keykâvus kardeşini Ankara kalesinde teslim olmağa mecbur etmiş, sonra da onu şehrin sarayından çıkartıp iğdişlerin birinin evinde göz altına aldırmış ve başına muhafızlar koymuştur.[82]

İkinci olay ise II. Gıyâsüddin Keyhüsrev zamanında geçer. 1240 yılında Anadolu’da sosyo-politik bir ayaklanma çıkaran Baba İshâk ve taraftarları Anadolu’da tedhiş esasına dayanan faaliyetlerini sürdürdükleri bir esnada Sivas’a girmişler ve Sivas iğdişbaşı olan Hurremşah adlı kişiyle diğer ileri gelenleri öldürmüşlerdir.[83]

Selçuklu ordusu hükümdarın lüzum gördüğü yerde (muasker) toplanır ve sonra da uğurlu sayılan bir günde hükümdarın otağı taşraya çıkarılıp kurulurdu.[84]

Ordu tertibatı diğer İslâm orduları gibi yapılırdı. Yani “Talâye”,[85] “talia” veya “pişdar” denilen mukaddime birlikler önde, sağda meymene, solda meysere yer alıyordu. Sultan genellikle ordunun “kalbgâh” denilen merkezinde bulunurdu. Ardcı birliklere ise “Saka” denilirdi.[86]

Sultan I. İzzüddin Keykâvus 1218 yılında Suriye seferi için güneye yönelmiş ve ordusuyla Elbistan’a kadar gelmişti. Bu sırada ileri gelen adamlarıyla bir meşveret meclisi tertip ederek harekâta nereden başlanılması gerektiği hususunda fikir teatisinde bulundu. Adamları da kendisine Merzban, Raban ve Tell-başir yolunun en uygun güzergâh olduğunu bildirdiler. Zirâ bu yol Halep’e kadar düzlük idi. Bunun üzerine Emir-i Arız orduyu yukarıda belirttiğimiz düzene uygun bir şekilde hazırlayıp planı yazıya geçirdi ve durumu sultana bildirdi. Sultan I. İzzüddin Keykâvus da kendisine arz edilen plan ve tertibi beğendi.[87] Böylece sefer başarılı bir şekilde gerçekleşti.

Selçuklu Sultan ve kumandanları aralarındaki haberleşmeyi de “kussad” denilen haberciler sayesinde gerçekleştiriyorlardı. Kussadlar sadece savaş veya sefer sırasında muhabereyi sağlamakla kalmayıp bir sultanın cülus haberini ülkenin her tarafına bildirmek, vilâyetlere fetihnâme, emsile (misaller) ve fermanlar ulaştırmak, devlet erkânı arasındaki haberleşmeyi sağlamak ve istihbarat yapmak gibi görevleri de ifâ ediyorlardı.[88]

Techizat

Türkiye Selçuklu Devleti ordusunun piyâde ve süvari birliklerden oluştuğunu ancak süvarilerin orduda önemli bir yer işgal ettiğini daha önce belirtmiştik. Bu durumda atın süvari birliklerin vazgeçemeyeceği unsur olması tabiidir. Bütün Türk Devletlerinde olduğu gibi Türkiye Selçuklularında da gerek orduda ve gerekse sultanlar indinde atın özel bir yeri var idi. Meselâ Sultan III. Gıyâsüddin Keyhüsrev çok iyi ata binerdi.[89] Aynı şekilde IV. Kılıçarslan da maiyetinin bütün uyarılarına ve ısrarına muhalif bir şekilde Aksaray sarayının merdivenlerini at ile inip çıkardı.[90] Bu da gösteriyor ki; o dönemde at yetiştiriciliği ve at neslinin ıslahı oldukça önem arz ediyordu. Nitekim bunun en güzel örneği Pervâne Muinüddin zamanında yaşanmıştı. Takip etmiş olduğu iki yönlü siyaset yüzünden Pervâne’nin öldürüleceğini anlayan has adamlarından biri Pervâne’ye İlhanlı hükümdarı Abaka gelmeden önce kaçması için iyi bir cins at getirmiş, Pervâne de kendisinin kaçması halinde Anadolu halkına zulüm edileceğini ileri sürerek bu yola başvurmamıştı.[91]

Bu devirde at sadece savaş techizatı değil, aynı zamanda kıymetli bir hediye addediliyordu. Niğde civarında bir kalede bulunan Türkmenler isyan etmişler, bunun üzerine Saltanat Naibi Emirşah bu isyanı bastırmak için harekete geçmişti. Bunun üzerine kaledeki Türkmenler kendilerinin affedilmesi için ona ve beraberindeki Moğol kumandanına iyi cins atlar göndermişler, ancak buna rağmen Emirşah kaleyi cebren almıştı.[92]

1243 yılına kadar bölgenin en büyük ve en müreffeh devletini ikâme eden Selçuklular, ordularında devrin bütün klasik silâhlarını isti’mal ediyorlardı. Özellikle kale muhasarasında kullanılan ve mancınık nev’inden bir düzenekle karşı tarafa ok atan çarh veya tiriçarh, ok ve yay,[93] kılıç, kargı, çomak, demir, topuz (debbuz), gürz (derbaş), nacak (teberzin),[94] zırh (kaz-agand),[95] kalkan (siper),[96] taş gülle, arrâde ve kaleye tırmanmak için merdiven gibi savaş ve kuşatma silahları birinci planda idi. Ayrıca yakma ve yıkma silahı olarak kullanılan tiner, neft ve mancınık da önemliydi. Osmanlı Devleti’nde lağımcılarla aynı görevi ifâ eden neftçiler mevcuttu. Barutçular da neftçiler gibi yakma ve ateşe verme hususunda büyük bir ehemmiyeti haizdi. Kale delme görevini “Nekkab” denilen kişiler üstlenmişti. I. Gıyâsüddin Keyhüsrev, Antalya’yı fethederken şehrin etrafına 10 mancınık,[97] I. Alâeddin Keykubâd Harput kalesini muhasara ettirirken de 19 mancınık kurdurmuştu. Yine I. Alâeddin Keykubâd zamanında beylerbeyi olan Kemâlüddin Kamiyar ile Çaşnıgir Emir Mübârizüddin Çavlı Gürcü vilayetlerini fethe çıkarken mancınık, arrade, neffatlar, nekkâblar, taş atanlar, yaycılar ve diğer savaş araç ve gereçlerini kullananları bulup bütün cephane aletlerini tertip etmişlerdi.[98] Cephanelik mânâsında ise “zered-hane” tâbiri kullanılıyordu.[99]

Teşkilât

Teşkilât tâbiri oldukça şumûllü bir mânâ arz etmesine karşılık buradan kastımız ordunun adedleri, taktik ve stratejisidir.

Ordu Âdetleri

Selçuklu ordusunda disipline büyük bir önem verilirdi. Düzeni bozan ve emre itaat etmeyenler bunun cezasını hayatıyla öderdi. Meselâ III. Gıyâsüddin Keyhüsrev ve Sahip Ata Fahrüddin Ali Cimri isyanında sefere katılmayan Emir-i Bozorg-i Uç (uç beylerbeyi) Ali ile maiyetini öldürmüşlerdi.[100]

İki ordu arasında mübâreze (teke tek kavga) usulü vardı. İzzüddin Keykâvus kardeşi Alâeddin Keykubâd’ı Ankara Kalesi’nde muhasara ettiği sırada iki tarafın kumandanlarından, aralarında çocukluktan itibaren bir düşmanlık bulunan Emir-i Candar Necmüddin Behramşah ile Emir Mübârizüddin İsa ellerine mızrak, topuz ve kılıç alarak mübârezeye girişmişlerdi.[101]

Orduda ganimetin paylaşılması hususunda İslâmi gelenek hakimdi. Zaferden sonra sultan ordunun elde ettiği ganimet malından “Humsuhâs” adıyla beşte birini alırdı. I. Gıyâsüddin Keyhüsrev 1206 yılında Antalya’yı fethedip payitahta dönerken sahilden bir menzil yol aldıktan sonra Dudan mevkiinde durup Saltanat divanı Naibi’ni (Nüvvâb-ı Divan-ı Saltanat) davet ederek ganimetden beşte birinin “ahmâs-ı has” olarak hazineye verilmesi gerektiğini ferman etmişti.[102]

Selçuklu ordusu çeşitli vesilelerle bahsettiğimiz gibi etnik bakımdan oldukça çeşitli idi. Yassı- Çemen, Kösedağ gibi büyük muharebelerde müslüman Türk askerlerinin yanı sıra, Gürcü, Ermeni, Frenk, Rum, Rus ve Arap birlikleri de yer alıyordu.[103]

Selçuklu ordusunda bir diğer uygulama da savaş sırasında İznik ve Trabzon Rum Devletleri ile Ermeni Krallığı gibi vassal devletlerin birliklerinden istifâde edilmesiydi. Birliklerin vasfı, sayısı ve görevi gib hususlar metbû ve tâbi arasında yapılan karşılıklı ahid ve anlaşmalarla düzenlenirdi. Bu aynı zamanda vassallığın bir yükümlülüğü idi. I. Alâeddin Keykubâd zamanında Kahta Kalesi’nin Mübârizüddin Çavlı tarafından kuşatılması sırasında İznik Rum Devleti’nden gelen ve Ferdahle evladından olan beş kişi kuşatmada yardımcı birlikler arasında görev almış ve büyük hizmetleri geçmişti.

Orduda gûy-i çevgan (çevgan oyunu) rağbette idi. Bu oyun sultanlar arasında da büyük rağbet görmekteydi. I. İzzüddin Keykâvus haftada bir, I. Alâeddin Keykubâd da haftada iki kez sarayın bahçesinde teşrifat usullerine uygun olmak kaydıyla çevgen oynarlardı.[104]

Savaşta rehin alma usulü de uygulanıyordu. Lûlûve Kalesi kütuvali Sabıküddin isyan ettiği zaman üzerine saltanat naibi Emirşah sevkedilmişti. Emirşah, Sabıküddin’in naiblerinden birini ve küçük oğlunu rehin alarak kaleye gönderdi. Bunun üzerine Sabıküddin itaatini arz etti. Emirşah da rehinlere hediyeler verdi ve dönmelerine izin verdi.[105]

Ordunun gerisinde zayi olan eşya ve hayvanları toplamakla görevli bir müfreze vardı. Asker kendisine ait olmayan hiçbir eşyayı almaz; sahipsiz eşyaları toplayıcılara haber verirdi. Toplayıcılar o eşyayı veya hayvanı alır, eğer eşya ise hükümdarın otağının kapısına asıp teşhir edilmesini sağlar, sahibi bulununca da teslim ederlerdi. Hayvan ise sahibi bulununcaya kadar hizmette kullanılırdı. Orduda kayıp eşya veya hayvanları, şahit gösterip almaları için dellâllar bağırtılırdı; kendisine ait olmayan eşyayı alan veya hayvanlarını zapt edemeyip başkasının tarlasına ve bostanına zarar verilmesini sağlayan kişiler derhal idam edilirdi.

Ordunun Emirü’l-Ümerâsı veya harekât esnasında en yetkili olan büyük kumandan muharebe hususunda yapacağı işlere dair ordu erkanıyla meşveret ve müzâkerelerde bulunurdu. Bu da gösteriyor ki ordu içinde hiyerarşik düzen olmakla beraber demokratik bir sistem uygulanıyordu.

Bir ülke zapt edildiği zaman veya bir zafer kazanıldığında etrafa fetihnâmeler, hükümdarlara hediyeler (Hanı yağma) göndermek ve bayram (berâm) yapmak usul ve kanundu. Meselâ I. İzzüddin Keykâvus Antalya’yı 1216 yılında ikinci defa fethettiği zaman bir fetihnâme yayınlamıştı. Ayrıca şehrin fethi Cuma günü gerçekleşmiş, fetih bayramıyla Ramazan Bayramı birleşmişti.[106] Ayrıca Şehrin fetihnâmesi İbn Bibi’nin ifâdesi ile dünyanın her yerine gönderilmiş, fetihten elde edilen ganimetler de padişahlara önem sırası ile hediye edilmişti.[107]

Fetihnâmeler sadece sultanların fetihlerde bulunduğu ikbâl devirlerinde değil, Moğol tahakkümü altında bulunulduğu inkırâz devirlerinde de yayınlanıyordu. IV. Kılıçarslan döneminde Türkmenlerden Kerimüddin Karaman ile kardeşleri Bunsuz ve Zeynü’l Hac isyan etmişlerdi. Kılıçarslan isyanı bastırınca fetihnâmeler hazırlatıp kussad (haberciler) vasıtasıyla bütün vilayetlere göndertmişti.[108] Moğol tahakkümüne isyan eden Niğde emiri Hatiroğlu Şerefüddin de zafer kazandığını zannedip etraf vilayetlere fetihnâmeler göndermişti.[109]

Selçuklu Ordusunun Uyguladığı Taktik ve Stratejileri

Bilindiği üzere taktik askerî kuvvetleri savaş meydanında hareket ettirme ve kullanmaktır. Strateji ise birliklerin hazır bulunması gereken yerlere tesbit ve belli noktalara sevkedilmesi yani “sevkü’l-ceyş” hadisesidir.

Selçuklu ordusu yapmış olduğu muharebelerde genellikle eski Türk savaş taktik ve stratejilerini uygulamışlardır. Meselâ II. Kılıçarslan 1176 yılında Eskişehir yolunu bırakıp Denizli yönünde ilerlemeye başlayan ve Selçuklu ordusunu gafil avlamak ve Konya’yı ele geçirmek isteyen Bizans İmparatoru Manuel’e karşı oldukça usta bir taktik uygulamıştı. O askerlerinin bir kısmına adetâ gerilla görevi vermek suretiyle düşmanın sağ ve solundan rahatsız edilip yıpranmalarını sağladı. Köyleri, su ve iâşe kaynaklarını tahrip ettirdi. Bu sırada Bizans ordusunda dizanteri başlamıştı. Bizans ordusu, Denizli’den çıkıp dar ve sarp kayalıklarla çevrili Kumdanlı (Miryokefalon) vadisine girdi ve sultanın kurduğu pusuya düştü. Geçitler kapatıldı. Bizans ordusu uçurumlar ile çevrili bu dar vadide şiddetli bir hücuma uğratılıp imhâ edildi. Pek çok ganimet elde edildi. İmparator Manuel geçidi açmak için bizzat hücuma geçti ise bunu başaramadı, kalkanı ve miğferi parçalandı.[110] Bunun üzerine İmparator II. Kılıçarslan’a sulh teklifinde bulundu.

I. İzzüddin Keykâvus’un Halep seferi sırasında ordunun sevk ve idaresi de yine tamamen Türk aded ve geleneklerine uygun bir şekilde düzenlenmişti.

Türkiye Selçuklularında Donanma

Türklerin Anadolu’yu fethedinceye kadar yaşadıkları coğrafyaya baktığımızda onların daha önce Anadolu gibi etrafı denizlerle çevrili bir coğrafyaya hiç de alışık olmadıklarını görürüz. Bu sebeple diyebiliriz ki bozkırların mücadeleci kavmi Türkler ilk defa 1071’den sonra denizlerle tanışmışlardır. Onların bu döneme kadar geçirdikleri merhalelerde deniz ve denizciliğe dair tecrübelerinin bulunmaması yeni fethedilen bu coğrafyanın stratejik konumu düşünüldüğünde dezavantaj gibi

gözükmektedir. Ancak onlar Anadolu’ya yerleşir yerleşmez yeni bir vatanı sahiplenmenin heyecanı yanı sıra bu yeni coğrafyanın tabii özelliklerine adapte olmanın da heyecanını yaşamışlardır. Bu ruh hali içerisinde bulundukları coğrafyanın stratejik konumunu en iyi şekilde kavrayıp ona uygun bir politika takip etmeyi başarmışlardır.

1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya göçen Türkler arasında Ege Denizi’nde Koyun Adaları önlerinde faaliyet gösteren Çaka Bey’i Türk denizcilik tarihinde ilk donanma kurucusu olarak kabul etmek mümkündür. Çaka Bey 1080’lerde İzmit’te kurmuş olduğu donanmasıyla ciddi fetihlerde bulunmuş, Trakya ve hatta Karadeniz’in kuzeyindeki Peçenekler ve damadı I. Kılıçarslan ile ittifak kurmak suretiyle İstanbul’u fethetmek istemiştir.

Ancak Bizans’ın devreye girmesi neticesinde Bizans’ın klasik entrikalarından birine aldanan I. Kılıçarslan kayınpederi Çaka Bey’in faaliyetlerinin kendi aleyhinde olduğunu düşünerek vermiş olduğu bir ziyafetle Çaka Bey’i öldürtmüştür.[111]

Kaynaklarda hakkında fazla bilgi bulamadığımız ilk Selçuklu donanması ise Süleyman Şah’ın Antakya seferine çıkarken yerine başkumandan olarak bıraktığı Ebu’l-Kasım tarafından kurulmuştur. Süleyman Şah’ın metbû devlet Büyük Selçuklu Devleti ile giriştiği rekabet sebebiyle doğuya yöneldiği bir sırada İznik’te kalan, Osman Turan’ın tespitiyle Selçuklu hanedanına mensup olan ve bu yüzden “sultan” unvanını alan Ebu’l Kasım tam bir sultan edasıyla 1086 yılında Marmara sahillerinde Kios limanında gemi inşâsına başlamış, Bizans ile donanma sayesinde daha iyi mücadele edileceği idrâkine varmıştı.[112] Hattâ bu çerçevede Çaka Bey ve Peçeneklerin desteğini almayı da düşünüyordu. Durumu istihbarat eden Bizans Makedonya’da yerleştirdiği “Vardar Türkleri”ne Tadik (Tadikios) kumandasında bir orduyu İznik üzerine gönderirken donanmayı da Butumites idâresinde harekete geçirdi. Bizans ordusu İznik önlerinde karargâh kurup kuşatma hazırlıklarına girişti. Türkler küçük bir baskın yapıp hemen surlar içine kapandılar. Bizans donanması da henüz inşâ halindeki Selçuklu gemilerini ateşe verdi.[113] Böylece Bizans karada Türkü Türk’e kırdırmakla denizde de Selçuklu donanmasını yakmakla başarıya ulaşmış gözüküyordu. Ancak bu durum Selçuklu Devleti’ni yıldırmadı. Aksine Selçuklular bundan sonra denizlerdeki faaliyetlerin ve donanmanın ehemmiyetini daha da iyi kavradılar.

Selçuklu Devleti için denizcilikte üstünlük ve güçlü bir donanmanın mevcudiyeti üç bakımdan büyük önem arz ediyordu. Bunlardan birincisi; savunma amaçlı idi. İkincisi; Türk hâkimiyet anlayışından kaynaklanan hükümdarın milletine karşı vazifeleri çerçevesinde değerlendirilebilirdi. Çünkü Türk devletlerinde hükümdarın en önemli vazifelerinden biri halkın refahını temin etmekti. Bu sebeple Selçuklu Sultanlarının uygulamış oldukları ekonomik politikalarında bu amil birinci sırada rol oynamıştır. Selçuklu sultanları devletin yükselme devrinin başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz 1176 Kumdanlı Zaferi’nin akabinde Selçuklu ekonomisinin gelişmesi için büyük bir çaba sarfetmişler, Selçuklu ekonomisini dünya ekonomisi ile bütünleştirmeye (entegre etmeye) çalışmışlardır. Bunun için ticarette özellikle de Anadolu’nun coğrafi konumu ile yakın alakalı olan deniz ticaretine büyük önem vermişlerdir. Üçüncüsü ise yeni fethedilen bu ülkenin bütün nimetlerinden istifâde daha doğrusu onu vatan haline getirebilme ile alâkalıdır. Selçuklu sultanlarının temel politikalarından biri de Anadolu’nun tabii sınırlarına ulaşmak, onu tam anlamıyla bir Türk vatanı haline getirmektir. İşte bu sayılan amiller neticesinde Selçuklu sultanları denizciliğe ve donanmaya gereken ehemmiyeti vermişlerdir.

İlk Selçuklu hükümdarı olan Süleyman Şah zamanında onun komutanlarından olan Kara Tekin 1085 yılında Sinop ve çevresini fethetmişti. Sinop 1096 yılında gerçekleşen ilk Haçlı Seferinden sonra tekrar Bizans’ın eline geçti. Esasen I. Haçlı Seferine kadar gerek Batı Anadolu’da ve gerekse Marmara sahillerinde Üsküdar’a kadar ulaşan fetihler bu tarihten sonra belli bir süre duraklamış ve bu seferden sonra Türkiye Selçuklu Devleti bir “kara devleti” haline gelmiştir. Bu tür acı tecrübeleri yaşayan Selçuklu Sultanları daha sonraki dönemlerde daha temkinli davranıp güçlü donanmalar inşâ ettirdiler. Bu donanmaların inşâ edildiği üç önemli merkez vardı. Bunlar güneyde Antalya ve Alaiye ile kuzeyde Sinop idi. Çünkü dönemin en önemli liman şehri olan bu yerler hem gemi kerestesi tedârikine hem de donanma inşâsına en uygun yerlerdi.

İlk olarak II. Kılıçarslan uygulamış olduğu ekonomik politikaya muvâzeneli olarak güneyde önemli bir ticaret limanı olan Antalya üzerine bir sefer düzenledi. 1182’de Antalya’yı kuşattı. Ancak alamadı. Bu şehri 1207’de I. Gıyâsüddin Keyhüsrev ele geçirdi.[114] Fakat birkaç yıl sonra şehir tekrar elden çıktı. Şehrin ikinci defa fethedilmesi 1216 yılında I. İzzüddin Keykâvus zamanında gerçekleşti.

1176’dan sonra II. Kılıçarslan’ın ülkesini on bir oğlu arasında paylaştırması neticesinde Tokat meliki olan Rüknüddin Süleyman Şah Samsun kıyılarını fethetmiş, Rumların elinde bulunan bu şehrin yakınlarında Müslüman Samsun’un kurulmasını sağlamıştı.

Kuzey’in en önemli ticaret limanı olan Sinop, ikinci kez Türklerin eline 1214 yılında I. İzzüddin Keykâvus zamanında geçti. Ancak Kösedağ Savaşı’ndan sona devletin siyasî gücünü yitirmesi sebebiyle 1259 yılında şehir tekrar Trabzon Rumlarının işgaline uğradı. Şehrin üçüncü kez 1266 yılında ele geçirilmesi o dönemde vezir olan Pervâne Müinüddin’in ve inkırâz içindeki devletin en önemli hadisesi olmuştur. Sinop’u kendi eli ile fethetmek sonra da bu şehri bir nevi kılıç hakkı olarak almak isteyen Pervâne, Danişmend ili, Niksar, Samsun ve çevresinden topladığı 4000 kadar süvariyle karadan harekâta geçmiş, ancak başarılı olamamış, sonradan temin ettiği gemiler ve 1000 kadar askerle pek çetin bir mücâdele sonucunda 1266 baharında şehri ele geçirmiştir.[115] Fetihten sonra sultandan şehrin ve ona ait ilin kendisine temlikini istemiş, Sultan IV. Kılıçarslan da beklenen “temlik menşurunu” derhal göndermiştir.[116] Zirâ Pervane bu fetih planını ve temlik hususunu daha Tebriz’e Abaka’nın yanına gittiği bır sırada Abaka’dan izin almak suretiyle kararlaştırmış, kendisine temliknâmenin gönderilmesi sadece olayın tasdik edilmesini ve sağlama alınmasını temin etmiştir.

Müteaddid defalar Türklerin elinden çıkan ve tekrar ele geçen Sinop’un bir diğer özelliği de bütün Karadeniz ve hattâ Kırım sahillerinde faaliyette bulunmaya elverişli önemli bir üss olması idi. Filhakika I. Alâeddin Keykubâd zamanında Kastamonu muktaı olan Hüsâmeddin Çoban’ın Karadeniz ticaret yolunu açmak için Suğdak üzerine sefere gönderilip büyük başarılar elde ettiği bilinmektedir. Bir plan dahilinde gerçekleşen bu sefer sonunda devrin önemli ticaret merkezlerinden olan Suğdak ele geçirilmiş, Rus knezliklerine ağır darbeler vurulmuş ve Karadeniz ticaret yolu açılmıştır. Ayrıca bu yolun açılmasıyla pek çok Kıpçak Türk’ü Anadolu’ya akın edip Karadeniz bölgesine yerleşmiş ve bölgenin Türkleşmesini sağlamıştır.[117]

Güney’deki ikinci büyük liman şehri olan Alaiye’nin ele geçirilmesi ise I. Alâeddin Keykubad zamanında gerçekleşmiştir. Alâeddin Keykubâd 1221 yılında Rumların elinde bulunan ve “Kalonoros” adıyla anılan şehrin kalesini ele geçirmiş ve şehrin adı kendi adına nisbetle “Alâiye” olarak anılmıştır.

Alâeddin Keykubâd şehri ele geçirdikten sonra burada adı ve şanıyla mütenâsip medeni tesisler inşâ ettirmiş, kışı bahar gibi güzel olan şehri kendisi ve halefleri için kışlık bir istirahat beldesi haline getirmiştir.[118] Burada 12 kapılı bir saray yaptıran Keykubâd şehrin Antalya’ya yakın olması sebebiyle burada bir donanma da inşâ ettirmiştir.

Türkiye Selçuklu Devleti donanmasındaki komutanlara gelince; XIII. yüzyılın ilk yarısı sonlarında Selçuklu teşkilatında “Reisü’l-Bahr” unvanlı büyük bir memur bulunup Selçukluların Karadeniz’de en mühim deniz üssü olan Sinop’ta oturduğu bilinmektedir.[119] Bu dönemde Şüca’üddin adında biri Reisü’l-Bahr iken bir aralık Moğolların itimadına binean II. Gıyâsüddin Keyhüsrev zamanında saltanat naibliği gibi devletin en mühim vazifelerinden birine tayin olunduğu sonra da vezir Şemsüddin ile aralarının açılıp tekrar Sinop’a çekildiği bildirilir.[120] Aynı yüzyılın ikinci yarısında kaynaklarda Selçuklu ümerâsı arasında pek mühim bir mevkii olan “Emirü’s Sevâhil Hoca Yunus” ile “Melikü’s-Sevahil Bahaüddin”den bahsedilmektedir.

F. Köprülü, Selçuklu Donanması içinde en yüksek askerî mevkii olan Reisü’l-Bahr unvanının Moğol istilâsından sonra ilk olarak Emirü’s-Sevahil’e ve daha sonra da Melikü’s-Sevahil’e tebdil edildiğini belirtir.[121] Bu unvanın Akdeniz sahillerinde özellikle Antalya ve çevresinde faaliyet gösteren Teke Beyliği gibi emâretlerde de değiştiği ve tam bir istiklâli ifade eden “sultan” kelimesine dönüştüğü düşünülecek olursa durum daha da iyi anlaşılır. Ayrıca Osmanlılarda gemi kaptanlarına “reis” denilmesi de bununla alakalı olsa gerek. Menteşe Beyliği’ne dair ciddî bir çalışma yapmış olan P. Wittek’in 676 (1277-78) yılında Alanya’da bir caminin kitabesinde Emirü’s-Sevahil ve yine başka bir kitabede ise Melikü’s-Sevahil ibaresi bulunduğu kaydı[122] bu memuriyetin Selçukul Devleti’nin Akdeniz kıyılarını içine alan bölümünde de bulunduğunu bildirir. İbn Bibi’nin ve Aksarayî’nin isimlerini zikrettiği Emirü’s-Sevahil Hoca Yunus ile Melikü’s-Sevahil Bahâüddin de esasen Akdeniz sahillerinde görevliydiler.

Selçuklu Ordusunun Yaylak ve Kışlak Yerleri

Yaylak ve kışlaklar ordu kumandanının ve efradının savaş zamanı dışında dinlendikleri, talim yaptıkları yerlerdir. Yaylak ve kışlaklarda ordu mensupları bulundukları bölgede dağılıyorlardı.[123] Bu sebeple Moğol işgali devrinde Moğolların yaylakta olmasından istifâde ederek isyana kalkışanlar oluyordu.[124] Ordu için kışlak ve yaylak seçimi son derece önemlidir. Selçukluların Anadolu’da muhtelif yerleri kışlak ya da yaylak olarak seçtikleri görülmektedir. Moğollar Anadolu’ya geldikleri vakit ilk zamanlar yaylak ve kışlak yerlerini Selçuklular’dan sorup öğrenmişlerdir. Bunun yanısıra Anadolu’da bazı yerlerin hem yaylak ve hem de kışlak için uygun olduğu anlaşılıyor. Mesela I. Kılıçarslan yaylak ve kışlak için Birecik, Urfa, Diyarbakır ve Fırat sahillerini tercih etmiştir.[125] Moğol komutanı Baycu da Erzincan’ı yaylak ve kışlak olarak seçmiştir.[126]

Selçuklu Devleti ordusu ve Moğol ordusu Anadolu’da Aksaray’da Ribat-ı Kılıçarslan civarında[127], Delice’de,[128] Niksar’da,[129] Karabük’te,[130] Sakarya[131] ve Konya’da[132] kışlamışlardır. Yaylak için seçilen yerler ise genellikle yazın serin, suyu ve otlağı bol olan yerlerdir. Bu sebeple Kırşehir[133] ve Yabanlu[134] tercih edilmiştir. Sivas ve Elbistan arasında bulunan önemli bir ticaret şehri ve aynı zamanda milletlerarası bir fuar merkezi olan Yabanlu, Selçuklu ordularının doğu ve güneye yapacakları seferlerde toplanma yeriydi. Konya’nın 6 km. kuzeyinde bulunan Ruzbe ovası ise payitahttan sefere çıkıldığı zaman ilk konaklama veya ordugâh kurma yeriydi.[135]

Ayşe Dudu Erdem KUŞÇU

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 176-188


Kaynaklar:
♦ AKSARAYÎ, Kerimü’d-din Mehmed, Müsâmeretü’l-Ahbâr, (Moğollar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi), (Nşr. O. Turan), Ankara, 1944.
♦ BAYKARA, Tuncer, I. Gıyâsüddin Keyhüsrev (1164-1211), Ankara, 1997.
♦ İBN BİBİ, El-Evâmirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye, (Selçuk-nâme), (Ter. M. Öztürk), Ankara, 1996, I. ve II. Ciltler.
♦ EL-CÂHİZ, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ankara, 1988, II. Baskı. DUHMAN, Muhammed Ahmed, Mu’cemü’l-Elfazü’t-Tarihiyye fi’l-Asri’l-Memlukiyye, Suriye, 1990. KAYMAZ, Nejat, Pervâne Mü’inü’d-din Süleyman, Ankara, 1970.
♦ EL-CÂHİZ, “Anadolu Selçuklu Devleti’nin İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü”, D. T. C. F. Tarih Araştırmaları Der., (1964)., II. Cilt, S. 2-3.
♦ KOCA, Salim, I. İzzeddin Keykâvus, (1211-1220), Ankara, 1997.
♦ KÖPRÜLÜ, M. Fuad, “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri”, T. H. İ. T. Mec., (1931), I. Cilt.
♦ KÖYMEN, M. Altay, Alp Arslan ve Zamanı II, Ankara, 1983.
♦ ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul, 1988, III. Baskı.
♦ SEVİM, Ali-YÜCEL, Yaşar, Türkiye Tarihi, Ankara, 1989.
♦ TANERİ, Aydın, Osmanlı Kara ve Deniz Kuvvetleri, Ankara, 1981.
♦ TANERİ, Aydın, “Müsâmeretü’l Ahbâr’ın Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilâtı Bakımından Değeri”, D. T. C. F. Tarih Araştırmaları Der., (1966), IV. Cilt, S. 6-7.
♦ TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1993, III. Baskı.
♦ TURAN, Osman, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara, 1988, II. Baskı.
♦ TURAN, Osman, Türk Cihân Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, İstanbul, 1993, VI. Baskı.
♦ TURAN, Osman, “İkta Mad. ” M. E. B. İslâm Ansiklopedisi, V. Cilt, II. Kısım.
♦ UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara, 1988, IV. Baskı.
♦ UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Anadolu Beylikleri, Ankara, 1988, IV. Baskı.
♦ WITTEK, P., Menteşe Beyliği, Ankara, 1986, II. Baskı.
♦ YILDIZ, H. Dursun, “Türkler’in Müslüman Olmaları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, 1989, Çağ Yay.
Dipnotlar :
[1] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul, 1988, III. Baskı, s. 65.
[2] Hakkı Dursun Yıldız, “Türkler’in Müslüman Olmaları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, 1989, Çağ Yay., VI. Cilt, s. 44.
[3] H. D. Yıldız, a. g. m., s. 44.
[4] el-Câhiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri, Ankara, 1988, II. Baskı, s. 67.
[5] M. Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı II, Ankara, 1983, s. 218.
[6] Nejat Kaymaz, “Anadolu Selçuklu Devleti’nin İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü”, D.T. C. F. Tarih Araştırmaları Der., (1964), II. Cilt, S. 2-3, ss. 97.
[7] Osman Turan, Türk Cihân Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, İstanbul, 1993, VI. Baskı, II. Cilt, s. 18.
[8] Osman Turan, “İktâ Mad.” M. E. B. İslâm Ans., V. Cilt, II. Kısım, s. 955.
[9] Osman Turan, aynı yer.
[10] O. Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, II. Cilt, s. 12.
[11] Aydın Taneri, “Müsâmeretü’l Ahbâr’ın Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilâtı Bakımından Değeri”, D. T. C. F. Tarih Araştırmaları Der. (1966), IV. Cilt, S. 6-7, ss. 162.
[12] İbn Bibi, el-Evamirü’l-Ala’iye fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk-name), (Ter: Mürsel Öztürk), Ankara, 1996, II. Cilt, s. 74; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara, 1988, IV. Baskı, s. 96.
[13] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 97.
[14] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 117.
[15] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 99.
[16] M. Fuad Köprülü, “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri”, T. H. İ. T. Mec., (1931), I. Cilt, s. 242.
[17] “Ecnadü’l-Halka” da denilen bu ıstılah ilk olarak Memlük askerî teşkilatında görülmektedir. Bunlar hükümdarın hassa birliklerinden olup 40’ar kişilik gruplardan oluşurlardı. Saraydaki diğer Memlüklerden farklı olup herhangi bir hükme tâbi değillerdi. Onlardan sadece savaş ve sefer zamanı istifâde edilirdi. Muhammed Ahmed Duhman, Mu’cemü’l-Elfazü’t-Tarihiyye fi’l- Asri’l-Memlukiyye, Suriye, 1990, s. 12.
[18] İ. H . Uzunçarşılı, Medhal, s. 100
[19] M. F . Köprülü, a. g. m., s. 243.
[20] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 67.
[21] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 124.
[22] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 101
[23] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 194.
[24] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 234.
[25] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 101.
[26] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 428.
[27] M. F. Köprülü, a.g.m., s. 244.
[28] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 100.
[29] M. A Duhman, a.g.e., s. 155.
[30] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 130.
[31] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 71.
[32] “Dehliz-i Mübârek” olarak da geçmektedir. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 163.
[33] F. Köprülü, a.g.m., s. 245.
[34] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 81.
[35] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 101.
[36] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 155.
[37] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 93.
[38] II. Gıyâsüddin Keyhüsrev’in bu hususdaki müzâkereleri için bkz. İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 64-65.
[39] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 102.
[40] M. F. Köprülü, a.g.m., s. 245.
[41] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 175-176.
[42] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 165.
[43] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 50.
[44] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 44.
[45] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 103.
[46] Sultan I. Alâeddin Keykubâd’ın Kemâlüddin Kâmiyâr’a gönderdiği subaşılık menşuru ve ayrıca subaşının görevlerine dair bilgi için bkz. Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, II. Baskı, s. 74-78.
[47] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 429.
[48] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 119.
[49] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 44.
[50] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 117.
[51] M. F. Köprülü, a.g.m., s. 246.
[52] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 102.
[53] O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1993, III. Baskı, s. 317.
[54] İ. H. uzunçarşılı, Medhal, s. 103.
[55] M. F. Köprülü, a.g.m., s. 245.
[56] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 104.
[57] Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Ankara, 1989, s. 262.
[58] Hüsâmûddin Çoban’ın Suğdak Seferi hakkında geniş bilgi için bkz. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 315-345.
[59] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 67.
[60] M. F. Köprülü, a. g. m., s. 247.
[61] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 67.
[62] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 174.
[63] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 105.
[64] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 67-68.
[65] M. F. Köprülü, a.g.m., s. 249.
[66] A. Taneri, a.g.m., s. 163.
[67] İ. H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, Ankara, 1988, IV. Baskı, s. 6.
[68] İ. H. Uzunçarşılı, aynı eser, s. 7.
[69] Kerimû’d-din Mehmet Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr (Moğallar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi), (Nşr. O. Turan); Ankara, 1944, s. 112.
[70] Sultan I. İzzüddin Keykâvus döneminde Ermeniler’in elinde bulunan Keban Kalesi kuşatması sırasında “Emir-i Meclislik” görevinde bulunan Mübârizüddin Behramşah Sultan gelmeden önce Ermenilerle kıyasıya bir mücadeleye başlamıştır. Gerek sultan gelmeden önce verdiği mücadele ile gerekse kuşatma esnasında büyük bir şöhrete sahip olan Ermeni başkomutanı Baron Konstantin komutanlardan Osin ve Noşin’i esir almak suretiyle zaferin kazanılmasında başlıca rol oynayan Mübârizüddin Behramşah I. İzzüddin Keykâvus tarafından büyük bir takdir toplamıştı. Hatta Keykâvus üzerinden çıkardığı elbiseyi kendisine hil’at olarak verip kendisini o güne kadar görülmedik bir şekilde mükafatlandırdı. Salim Koca, I. İzzeddin Keykâvus, (1211-1220), Ankara, 1997, s. 45.
[71] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 319.
[72] N. Kaymaz, a.g.m., I, s. 126.
[73] A. Taneri, a.g.m., s. 165.
[74] Aksarayî, a.g.e., s. 274.
[75] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 289; İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 99.
[76] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 290.
[77] Aksarayî, a.g.e., s. 132.
[78] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 167.
[79] O. Turan, Vesikalar, s. 34.
[80] Kütuval tâyini ve maiyeti hakkında geniş bilgi için bkz. O. Turan, Vesikalar, s. 33-34.
[81] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 51.
[82] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 106; Salim Koca, a.g.e., s. 27.
[83] İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 51.
[84] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 107.
[85] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 395.
[86] İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 107.
[87] İbn Bibi, v., I. Cilt, s. 205.
[88] A. Taneri, a.g.m., s. 166.
[89] Aksarayî, a.g.e., s. 88.
[90] Aksarayî, a.g.e., s. 82.
[91] Aksarayî, a.g.e., s. 117.
[92] Aksarayî, a.g.e., s. 254.
[93] Bunlar arasında Şam ve adını Özbekistan’ın başkenti bugünkü Taşkent’in eski adı olan Şaş’dan alan ve “Çaç” olarak adlandırılan yaylar en makbul olanlarıydı. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 233.
[94] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 234.
[95] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 129.
[96] Gılân ve Hint yapısı olanlar meşhurdu. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 233
[97] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 117.
[98] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 421.
[99] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 164.
[100] Aksarayî, a.g.e., s. 132.
[101] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 156.
[102] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 119; Tuncer Baykara, I. Gıyâsüddin Keyhüsrev (1164-1211), Ankara, 1997, s. 38.
[103] Yassı-Çemen Savaşı’nda ordunun durumu için bkz. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 394, aynı şekilde Kösedağ Savaşı için aynı eser, II. Cilt, s. 70.
[104] A. Taneri, a.g.m., s. 169.
[105] Aksarayî, a.g.e., s. 254.
[106] O. Turan, Vesikalar, s. 101.
[107] İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 167.
[108] Aksarayî, a.g.e., s. 132.
[109] Aksarayî, a.g.e., s. 104-105.
[110] A. Taneri, Osmanlı Kara ve Deniz Kuvvetleri, Ankara, 1981, s. 51.
[111] O. Turan, S. Z. T., s. 98.
[112] O. Turan, S. Z. T., s. 84.
[113] O. Turan, aynı yer.
[114] A. Taneri, a.g.e., s. 54.
[115] Nejat Kaymaz, Pervâne Mü’inü’d-din Süleyman, Ankara, 1970, s. 112-113.
[116] N. Kaymaz, a.g.e., s. 114.
[117] Melikü’l-Ümerâ Hüsâmüddin Çoban’ın Hazar Denizi (Kırım ve Kıpçak Sahilleri) tarafına yönelmesi ve Suğdak seferi hakkında geniş bilgi için bkz. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 325 v. d.
[118] O. Turan, S. Z. T., s. 337.
[119] A. Taneri, a.g.e., s. 55.
[120] M. F. Köprülü, a.g.m., s. 206; İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 125.
[121] M. F. Köprülü, a.g.m., s. 206.
[122] P. Wittek, Menteşe Beyliği, Ankara, 1986, II. Baskı, s. 29-30.
[123] A. Taneri, a.g.m., s. 167.
[124] Aksarayî, a.g.e., s. 71.
[125] Aksarayî, a.g.e., s. 27.
[126] Aksarayî, a.g.e., s. 145.
[127] Aksarayî, a.g.e., s. 42.
[128] Aksarayî, a.g.e., s. 108, 112, 192.
[129] Aksarayî, a.g.e., s. 309.
[130] Aksarayî, a.g.e., s. 311.
[131] Aksarayî, a.g.e., s. 312.
[132] Aksarayî, a.g.e., s. 113.
[133] Aksarayî, a.g.e., s. 85.
[134] Aksarayî, a.g.e., s. 286-308.
[135] Aksarayî, a.g.e., s. 69; İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 59
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.