Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus’un Şahsiyeti Ve Tarihî Rolü

0 12.061

Prof. Dr. Salim KOCA

Gerek Türkiye Selçuklu Devletinin, gerek onun hükümdarlarının öteki Türk devletleri ve hükümdarları arasında özel bir yeri ve değeri vardır. Zira, Çin, Hindistan, Balkanlar ve Orta Avrupa’da devlet kuran Türklerin âkıbetleri hep Türklük dünyasından ebediyen kopmak şeklinde olurken, Anadolu’yu fethederek, burada önce Türkiye Selçuklu Devletini, sonra Osmanlı Cihân Devletini kuran Oğuz (Türkmen) kütleleri ise, hem siyasî hem de millî varlıklarını koruyacak azim ve iradeyi daima göstermişlerdir. Türklüğü bugünlere ulaştırmada gösterilen bu başarıda, hiç şüphesiz Selçuklu hükümdarlarının rolü ve payı büyüktür.

Bilindiği gibi, ilk Selçuklu hükümdarları, Anadolu’nun tamamını fethedip onu bir Türk vatanı haline getirmeye çalışırlarken, I. Haçlı Seferi sonucunda (1097-1101), başta başkentleri İznik olmak üzere bütün sahilleri ellerinden kaptırarak, İç Anadolu yaylasına çekilmek zorunda kalmışlardır. Böylece, bir kara devleti haline gelmiş olan Türkiye Selçuklu Devletinin hâkimiyet sahası da, Konya ve çevresinden ibaret kalmıştır. Bu durumda Selçuklular, Bizans ve Haçlılar karşısında ya varlıklarını koruyacaklar, ya da öteki soydaşları gibi tarih sahnesinden ebediyen silineceklerdi. Türkiye Selçuklu hükümdarları, bu hususta büyük başarı gösterdiler; hızla Türklüğün aleyhine akan tarihin seyrini başarıyla Türklük lehine çevirdiler: Sultan I. Mesud (1116-1155) ve Sultan II. Kılıç Arslan (1155-1192) gibi Türkiye Selçuklu hükümdarları, bu hususta siyasî dehalarını göstererek, bazen Danişmendliler Devleti, bazen de Bizans İmparatorluğu ile kurdukları ittifaklar sayesinde varlıklarını korumayı ve güçlendirmeyi başardılar. Bunlardan özellikle, siyasî dehasını askerî dehasıyla birleştiren Sultan II. Kılıç Arslan, Bizans’ın Malazgirt zaferinden beri Türkleri Anadolu’dan atmak şeklindeki ümitlerine, Miryokefalon zaferi ile (Eylül 1176) ebediyen son vererek, daha önce Batı dünyasının tescil etmiş olduğu Anadolu’nun Türk vatanı olduğu gerçeğini, bu devlete de kabul ettirdi. Öte yandan Kılıç Arslan, Türk birliği önünde büyük bir engel olan Danişmendliler Devletini ortadan kaldırarak, Türkiye Selçuklu Devletini, önce Anadolu’nun, sonra Orta Doğunun en büyük devleti haline getirmişse de, onu bir kara devleti olmaktan kurtaramadı. Daha sonra, Sultan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in Antalya’yı fethederek (1207), Akdeniz sahilinde açtığı tek pencere de, onun ölümünden hemen sonra kapandı. Üstelik devlet, kuzeyden İznik ve Trabzon Rum İmparatorlukları, güneyden ise Ermeni Kontluğu ve Mısır Eyyûbî Devleti ile sarılmış bir vaziyetteydi.

İşte tam bu sırada, Türkiye Selçuklu Devleti tahtına çıkan İzzeddîn Keykâvus (1211), isabetli bir siyasî kavrayışla bütün güç ve enerjisini, devleti sarılmış olmaktan kurtarıp, tabiî sınırlarına ulaştırma ve Anadolu’nun ekonomik bütünlüğünü sağlayıp, onu dünya ekonomisine açma gayesi üzerinde toplamıştır. Gerçekten o, arka arkaya Sinop (1214) ve Antalya (1216) gibi şehirleri fethederek, 3-4 yıl içinde devleti kara devleti olmaktan kurtarmış, onu kuzeyde ve güneyde tabiî sınırlarına ulaştırmıştır.

Keykâvus, bununla da kalmamış, Sinop ve Antalya limanlarını ticareti geliştirmede değerlendirdiği gibi, Kıbrıs Frank Krallığı ile yaptığı ticarî antlaşmalarla Selçuklu ekonomisini dünya ticaretine açmış ve onunla bütünleştirmiştir. Böylece, dünyanın en uzak yerlerinden gelen ticarî mallar, devletin bir başından öbür başına kadar hiç engele uğramadan akmaya başlamıştır. Bunun tabiî sonucu olarak, Anadolu, daha önce tarihinin hiçbir devrinde görülmemiş bir şekilde iktisadî ve medenî bir gelişmeye sahne olmuştur. Özellikle kervansaray, köprü, türbe, kale, medrese, hastane ve cami türünden günümüze ulaşan birçok Selçuklu eseri, bu gelişmeye bütün yönleriyle tanıklık etmektedir. Halbuki, aynı çağda Batıdaki ve Doğudaki bütün devlet adamları, Selçuklu devlet adamları gibi dinî, sosyal ve medenî hizmet veren eserler değil, kendi refah ve mutlulukları için muhteşem saraylar ve şatolar yaptırmaktaydılar.

Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, Anadolu’nun sadece ekonomik bütünlüğünü değil, aynı zamanda kuzeyde Trabzon Rum İmparatorluğu ile güneyde Ermeni Kontluğu’nu da tâbi devlet haline getirerek, siyasî bütünlüğünü de sağlamıştır.

Bütün bu esaslı faaliyetler, Türkiye Selçuklu Devletinin Sultan I. Alâeddîn Keykubâd zamanında zirveye ulaşmasında başlıca âmil olmuştur.

Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un hem saltanatı (1211-1220), hem de hayatı çok kısa sürmüştür. O, daha pek çok işler yapabilecek bir çağda, yani çok genç yaşta ölmüştür. Gerekli azim ve irade gösterildiği taktirde, devlet hayatında 9-10 yıl içinde nelerin yapılabileceğini göstermesi bakımından Keykâvus’un zamanı, sadece Selçuklu tarihinde değil, bütün Türk tarihi içinde örnek bir devirdir. Keykâvus, ancak 30-40 yıl içinde yapılabilecek işleri sadece 9 yıla sığdırmıştır.

Böyle bir girişten sonra, Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un şahsiyetini ve tarihte oynadığı rolü ele alabiliriz:

1. Fiziki Yapısı

Kaynaklardaki bilgilerin yetersizliği yüzünden Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un fizikî yapısını pek az tanıyoruz ve bu yüzden de onun tam bir tasvirini yapamıyoruz. Ancak kaynaklar, onun daha çocuk yaşta iken son derece dikkat çekici bir güzelliğe sahip bulunduğunu,[1] daha ileri yaşlarda da bu güzelliğini koruduğunu; ince, uzun ve fevkâlade bir vücut yapısına sahip olduğunu belirtirler.[2]

Öte yandan, Beyşehir Gölü kenarında Kubadâbâd sarayı harabelerinde ele geçen seramik levhalar üzerine çizilmiş ve Alâeddîn Keykubâd’a ait olduğu ileri sürülen tasvirlerin de, İzzeddîn Keykâvus’un kaynaklarda belirtilen fizikî yapısına uyduğu, burada tereddütsüz söylenebilir. Ayrıca, bu resimlerde olduğu gibi, Keykâvus’un da yüzünü çevreleyen ve bıyıkla tamamlanan toparlak bir sakal bırakmış olduğu tahmin edilebilir.

İzzeddîn Keykâvus’un fizikî yapısını tasvir için bilgi yokluğunda karşılaşılan güçlükler, onun giydiği elbiselerin çeşidini, modasını, renklerini ve diğer özelliklerini belirtmekte de kendisini göstermektedir. Kaynakta, Abbasî halifesi tarafından Keykâvus’a hediye olarak altın işlemeli, “altı dilimli elbiseler” gönderildiği kaydedilmişse de, onun bu elbiseleri giyip giymediği belirtilmemiştir.[3] Yine aynı kaynakta, Keykâvus’un “külah” adıyla belirtilen bir çeşit başlık giydiği birçok defa zikredilmiştir.[4] Bu külah, Kubadâbad çinilerindeki resimlerden de anlaşılacağı gibi, sultanlara has, üç dilimli bir başlık idi. Öte yandan, sıkı bir kuşatmanın sonunda Antalya şehrini almış olan İzzeddîn Keykâvus, belinde “kemer”, başında “keyanî bir külah”[5] ve kolunda da “yay” bulunduğu halde şehre girdiği dikkati çekmiştir.[6] Bilindiği gibi “kemer” ile “yay” hâkimiyet ve hükümdarlık sembollerinden biridir. Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarı Tuğrul Bey de, 1038 yılında Nişâpûr’a girerken, yine hükümdarlık sembollerinden olarak, “kolunda gerilmiş bir yay ile kemerinde üç ok” bulunuyordu.[7]

2. Karakteri

Bilindiği gibi, İzzeddîn Keykâvus, devlet adamlarının ve komutanların katıldığı bir çeşit danışma meclisinin kararı ile Türkiye Selçuklu Devletinin tahtına çıkmıştır.[8] Taht için, diğer kardeşleri arasında (Alâeddîn Keykubâd ve Celâleddîn Keyferîdûn) Keykâvus’un tercih edilmesinde ve seçilmesinde, onun büyük evlât olmasının yanında, yüksek vasıflara sahip olmasının da başlıca rolü olmuştur.[9]

Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un karakterinin en belirgin özelliği, onun son derece hassas ve duygulu olması idi. Onun hassas ruhu, sürpriz olaylar ve gelişmeler karşısında birden etkileniyor ve ağır bir şekilde sarsılıyordu. Hatta o, zaman zaman sonsuz bir iyimserlik halinden, geri dönüşü olmayan bir kötümserlik haline düşebiliyordu. Keykâvus’un bu şekilde maneviyâtını altüst eden bir olay, onun saltanatının ilk günlerinde meydana gelmiştir: Babasının 1211 yılında Alaşehir savaşında bir gaflet sonucu şehit düşmesi üzerine, devlet adamları tarafından Selçuklu tahtına davet edilen İzzeddîn Keykâvus, meliklik bölgesi Malatya’dan Konya’ya gelirken, Kayseri’de kardeşi Melik Alâeddîn Keykubâd tarafından ansızın kuşatılmıştır. Alâeddîn Keykubâd’ın safında amcası Erzurum meliki Mugîseddîn Tuğrul-şah ile eski uç beylerinden Pervâne Zahîreddîn İli de bulunmaktadır. Amcasının, kardeşi Melik Alâeddîn Keykubâd’ın yanında yer almasını normal karşılayan Keykâvus, aynı anlayışı Zahîreddîn İli için gösterememiştir. Zira, bu eski uç beyi ile aralarında sağlam bir dostluk ve arkadaşlık vardı. Dostlukların sürekli ve ebedî olduğuna inanan Keykâvus, eski dostu ve arkadaşı Zahîreddîn İli’nin karşısında yer almasından dolayı son derece müteessir olmuş ve o anda duygularını anlatan bir dörtlük yazarak, bir ulak ile İli’ye göndermiştir.[10]

Keykâvus, son derece vefalı ve cömert bir hükümdar idi. Yapılan iyilikleri hiçbir zaman karşılıksız bırakmazdı. Kendisine hizmette bulunanları, makam, ıkta, hil’at ve para bağışlarıyla cömertçe ödüllendirirdi. Bu hususta elimizde birçok örnek bulunmaktadır. Meselâ o, saltanatının ilk günlerinde, Kayseri’de kardeşi Melik Alâeddîn Keykubâd’ın yarattığı tehlikeden kurtulmasında başlıca rol oynamış olan eski Kayseri şahnesi Celâleddîn Kayser’i Pervâne olarak tayin etmiştir. Ayrıca, aynı tehlikenin atlatılmasında rolü olan komutanlardan Zeyneddîn Beşâra’ya Niğde’yi, Hüsâmeddîn Yusuf’a Malatya’yı ve Mübârizeddîn Çavlı’ya da Elbistan’ı ıkta olarak vermiştir.[11]

Keykâvus, savaşta başarı gösteren komutanları da bazen çeşitli hil’atlerle, bazen de terfi ettirmek suretiyle sık sık ödüllendirirdi. Meselâ o, Ankara kuşatmasında Melik Alâeddîn Keykubâd’ın hizmetinde bulunan komutan Mübârizeddîn İsa ile teke tek karşılaşıp, yiğitçe dövüşen Emîr-i Cândâr Necmeddîn Behramşah’a “hil’atı hâss” vererek, taltif etmiştir.[12] Aynı şekilde, Ermeni Kontu ile yaptığı savaşın zaferle sonuçlanmasında başlıca rol oynayan Emîr-i Meclis Mübârizeddîn Behramşah’a da, üzerinden çıkardığı elbiseyi ikram ederek, özel bir şekilde ödüllendirmiş, hatta onun rütbe ve makamını da bütün komutanları derecesinin üzerine çıkarmış, yani onu olağandışı denilebilecek bir şekilde terfî ettirmiştir.[13]

Adının ölümsüzleştirilmesinden büyük hoşnutluk duyan Keykâvus, kendisi için şiir yazan şairleri cömertçe ödüllendiriyordu: Sultanın methini duymuş olan Eyyûbî komutanlarında Hüsâmeddîn Sâlâr’ın kızı, onun için 72 beyitlik güzel bir kaside yazarak, Musul’dan bir elçi ile Selçuklu sarayına göndermiştir. Sultan, bu kasidenin her beyti için 100 dinar (toplam 7200 dinar. 1 dinar x 1 Cumhuriyet altını) ihsanda bulunmuştur. Ayrıca, söz konusu kasideyi getiren elçiye de, hil’at ve atlardan oluşan değerli hediyeler vermiştir. Kasideyi sunmaya vasıta olanlara da aynı hediyelerden 2000 adet göndermiştir.[14]

Keykâvus, bir defasında da, edebiyatçıların en büyüğü olan Nizâmeddîn Ahmed Erzincanî’nin bir kasidesine nazîre yazıp, bunu bir toplantı gününde okuyan Şemseddîn Tabes’i, İnşa memurluğundan Emîr-i Ârızlık (Millî Savunma Bakanlığı) makamına yükseltmiştir.[15]

Keykâvus, asıl cömertliği, Erzincan meliki olan amcası Fahreddîn Behramşah’ın kızı Selçuk Hatun ile evlenirken, düğün töreninde göstermiştir. Tarihî kayıtlara göre, İzzeddîn Keykâvus, gelin Erzincan’dan Konya’ya getirilince, son derece memnun olmuş ve gerdekten çıkınca da Emîr-i Meclis Mübârizeddîn Behramşah’a, gelini getiren Kadı Şerefeddîn ile Erzincan beylerine hil’atlerle birlikte türlü hediyeler vermesini emretmiştir. Behramşah da sultanın bu emri üzerine, “500 hil’at, 700 bin dinar, 100 baş at ve 100 baş deve”den oluşan muazzam bir hediye paketini Kadı Şerefeddîn’e teslim etmiştir. Kadı da, verilen bu hediyeleri kendi adamları arasında dağıtmıştır.[16]

Keykâvus’un kendi düğünü sırasında gösterdiği bu cömertlik, Erzincan’da büyük etki yapmış, başta Kadı Şerefeddîn’in oğlu Tâceddîn olmak üzere bazı beylerin gönlünü çelmiştir. Dünya zenginliklerine kavuşmak isteyen bu beyler, Fahreddîn Behramşah’dan ayrılıp, Selçuklu Devleti’nin hizmetine geçmişlerdir.[17]

Keykâvus, otoritesi önünde engel tanımaz bir hükümdar olmasına rağmen, kararlarında tamamen katı değildi, hatta bir derece kadar mütevazı idi. Bazen yakın çevresinin isteği üzerine, en kesin kararını bile uygulamaktan vazgeçebilmekteydi. Tıpkı amcası Sultan II. Süleymanye-şah’ın kardeşine yaptığı gibi, Keykâvus da, kardeşi Melik Alâeddîn Keykubâd’ı Ankara’da teslim alınca, öldürtmek istemiştir.[18] Hatta, bu konuda son derece kararlı gözükmektedir. Keykâvus üzerinde büyük nüfuzu olan hocası Şeyh Mecdeddîn İshak, onu bu korkunç kararından vazgeçirmek için araya girmiştir.

Keykâvus, hocaya saygı geleneğine uyarak, kararını değiştirmiştir. Yani, kardeşi Melik Alâeddîn Keykubâd’ı öldürmekten vazgeçmiştir.[19]

Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un karakterinin olumsuz yanları da vardır. Birçok hükümdar gibi o da kindar ve şüpheci idi. Bazen onun kindarlığı ve şüpheciliği normal ölçüleri aşıyor, hastalık derecesine kadar ulaşıyordu. Meselâ o, dostluğundan ayrılmak suretiyle vefasızlık gösteren Zahîreddîn İli’yi – ölmüş olmasına rağmen- bir türlü affedememiş ve bu hususta çok ileri giderek, Türk-İslâm inanç ve gelenekleriyle asla bağdaşmayacak bir şekilde ondan intikam alma yoluna gitmiştir: Keykâvus, Suriye seferi vesilesiyle geldiği Tell-bâşir’de Zahîreddîn İli’nin mezarını buldurarak açtırmış ve çürümüş cesedin kemiklerini toplatıp yaktırmıştır. Hatta bununla yetinmeyerek, kemiklerin külünü de rüzgârda savurtturmuştur.[20]

Saltanatının ilk günlerinde, genel bir af çıkarmak suretiyle yeni bir devir açan Keykâvus, otoritesine karşı koyan komutanları ve beyleri ise, şiddetle cezalandırıyordu. Ankara’da bir yıllık bir kuşatmadan sonra kardeşi Melik Alâeddîn Keykubâd’ı teslim alan Keykâvus, kardeşinin yanında yer alan komutanların ve beylerin cezalandırılmasını istemiştir. Bu emir üzerine, saçları ve sakalları tıraş ettirilen komutanlar ve beyler, birer ata bindirilip şehirde gezdirilerek, halkın tahkirine ve hakaretine hedef edilmiştir. Üstelik, arkalarında ve önlerinde yürüyen birer kişi tarafından kamçılanmak suretiyle epeyce hırpalanmıştır. Aynı anda tellâllar da, “Sultana ihanet edenin cezası budur” şeklinde sözlerle, durumu halka ilân etmişlerdir.[21] Bu, Selçuklularda sık sık uygulanan son derece etkili bir cezalandırma yöntemi idi.

Keykâvus, büyük adamlar için kusur sayılabilecek derecede şüpheci idi: Halep Eyyûbî idarecileri onun bu yanını çok iyi biliyor olmalılar ki, Suriye seferinde Keykâvus’un kafasına şüphe sokacak bir plân hazırlamışlardır. Plân gereğince, sanki Selçuklu komutanlar ile Eyyûbî sarayı arasında gizli bir ilişki varmış gibi sahte mektuplar yazılmış ve bu mektupların da İzzeddîn Keykâvus’un eline geçmesi sağlamışlardır. Bunun bir tertip olduğunu anlamayan Keykâvus, komutanları hakkında korkunç bir şüphenin içine düşmüş ve bütün sefer boyunca bu şüphenin ağır baskısı altında kıvranmıştır. Öte yanda seferin başarısızlıkla sonuçlanması, Keykâvus’un şüphesini bir kat daha artırmıştır. Bu yüzden, savaş meydanını âdeta kaçarcasına terk edip, Selçuklu ülkesine dönen Keykâvus, şüphelendiği komutanları bir kulübeye kapatarak, burada hepsini yaktırmıştır.[22] Fakat, bu korkunç olay, İzzeddîn Keykâvus’un hassas ruhunu son derece sarsmış, maneviyâtını büsbütün altüst etmiştir. Eğer o, içini kemiren şüpheden kurtulabilseydi, hiç şüphesiz bu korkunç olay yaşanmayacağı gibi, büyük bir ihtimalle Suriye seferi de başka türlü sonuçlanacaktı.

Bütün büyük hükümdarlar gibi, Keykâvus’un da batıl inançları vardı: Batıl inançları, ona zarar vermemiştir. O, müneccimlerin gelecek hakkındaki yorumlarına büyük değer verirdi. Bazen, müneccimlerden iyi haber almazsa, harekete geçmezdi. Meselâ Sinop’u düşürdüğü zaman, müneccimlere, talihine uygun uğurlu bir gün tayin ettirdikten sonra şehre girmiştir.[23]

3. Devlet ve Siyaset Adamı Olarak Özellikleri

Keykâvus, çok genç yaşta tahta çıkmış olmasına rağmen, bu makam için hiç de tecrübesiz sayılmazdı; hatta hazırlıklı bile idi. Daha çocuk yaşta, babasının yanında katılmak zorunda kaldığı ağır sürgün hayatının verdiği güçlükler, onu zamanından önce olgunlaştırmıştı. Ayrıca, 7 yıl süren meliklik hayatı da, devlet işlerinde acemilik çekmeyecek kadar yetişmesini ve tecrübe kazanmasını sağlamıştı. Gerçekten de o, sorumluluk mevkiine gelince, önünde bulunan ağır iç ve dış meseleleri, büyük bir dirayet ve maharetle çözmüştür.

Keykâvus’un ilk ele alması lâzım gelen meselelerin başında, tahtını ve hayatını tehdit eden Melik Alâeddîn Keykubâd ile mücadele geliyordu. Çünkü, eski Türk devletlerinde hanedan üyelerinden birinin tahta çıkmasıyla her zaman konu kapanmıyor; bu durum çoğu defa taht üzerinde aynı haklara sahip diğer hanedan üyelerinin harekete geçmesine yol açıyordu. Nitekim, Keykâvus, 1211 yılında Kayseri’de Selçuklu tahtına çıktığında, kardeşi Melik Alâeddîn Keykubâd’ın muhalefeti ile karşılaşarak, burada kardeşi tarafından kuşatılmıştı. Keykâvus, tahtı ve hayatı için kardeşinin yaratmış olduğu tehlikeyi, ancak devlet adamlarının aldığı tedbirler sayesinde atlatabilmiştir. Fakat onun, bu tehlikeden tamamen kurtulabilmesi için ordunun desteğini kazanması, daha doğrusu orduyu yanına alması gerekmiştir. O, bu hususta siyasî kavrayış sahibi olduğunu göstermiş, Konya’ya gelir gelmez, uç beylerine ve bütün sübaşılara (serleşker, serasker) birer ferman göndererek, onlardan emirlerindeki askerlerle devletin merkezinde toplanmalarını istemiştir. Başta Hüsameddîn Çoban ve Seyfeddîn Kızıl gibi uç beyleri olmak üzere bütün sübaşılar, gönderilen emre uyarak, devletin merkezi Konya’da toplanmışlardır. Bundan sonra, Selçuklu ordusunun başına geçen İzzeddîn Keykâvus, Ankara kalesine sığınmış olan kardeşinin üzerine yürümüştür. Öte yandan, ordunun desteğinden mahrûm kalmış olan Alâeddîn Keykubâd için hiçbir kurtuluş ümidi kalmamıştır. Daha doğrusu, İzzeddîn Keykâvus’un Selçuklu ordusunu yanına almasıyla, Melik Alâeddîn Keykubâd’ın kaçınılmaz âkıbeti belli olmuştur.[24] Zaten, netice de kendisini göstermekte çok gecikmemiştir. Gerçekten de Keykâvus, bu hususta kararlılığını ve otoritesini göstermiş ve bir yıl süren uzun bir kuşatmadan sonra Alâeddîn Keykubâd’ı teslim alarak, onu Malatya yakınlarında iyi korunan bir kaleye hapsetmiştir.[25]

Keykâvus, böylece içeride emniyetini sağladıktan sonra, aynı enerji ile dış meselelere yönelmiştir. Zira, kuzeyde ve güneyde büyük bir dikkatle ele alınması gereken önemli dış meseleler çözüm beklemekteydi. Bunlardan, İznik Rum İmparatoru Laskaris’in cezalandırılması meselesi ön sırayı alıyordu. Çünkü, İznik Rum İmparatoru Laskaris’ten Alaşehir savaşında şehit düşmüş olan babası Sultan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in intikamının alınması ve Selçukluların kırılmış olan gururunun düzeltilmesi lâzım geliyordu. Keykâvus, Laskaris ile hesaplaşmak, yani babasının intikamını almak istemesine rağmen, her büyük devlet adamı gibi, duygularına hâkim olmasını bilmiş ve gerçekçilikten ayrılmamıştır. Başka bir ifade ile, onun devlet adamlığı yanı, hissî yanına ağır basmıştır.

Bu sırada Laskaris ile çatışmanın devletin yüksek menfaatleri bakımından bir faydasının olmayacağını çok iyi takdir eden Keykâvus, kendisi ile bir barış antlaşması imzalamak suretiyle[26] siyasette de kabiliyet sahibi olduğunu açık bir şekilde göstermiştir. Gerçekten de Keykâvus, bu antlaşma ile Sinop üzerine yapmayı plânladığı seferde, kendisine karşı iki Rum imparatorunun birleşmesini önlediği gibi, hedefini de teke düşürmüştür. Böylece o, rakiplerini birbirinden ayırıp, bütün gücünü tek hedef üzerinde toplamak şeklinde olan siyasetini başarıyla uygulayarak, Sinop şehrini fethetmiş ve Trabzon Rum imparatorunu da vassal bir hükümdar haline getirmiştir.

Aynı siyaseti, güneyde Ermeni kontu Leon’a da başarıyla uygulayan Keykâvus, kesin sonuçlar almıştır: İzzeddîn Keykâvus, içinde Ermeni kontu Leon’un da bulunduğu Alâeddîn Keykubâd’ın müttefik grubu tarafından kuşatıldığında, büyük bir siyasî yalnızlık içine düşmüştür. O, bu durum karşısında bir ara bocalamışsa da, devlet adamları sayesinde kısa sürede kendisini toparlamış, usta bir politikacı olan eski Kayseri valisi Celâleddîn Kayser vasıtasıyla Ermeni kontu Leon’u sözü edilen ittifaktan ayırarak, bu defa rakibini siyasî yalnızlık içine sokmuştur. Keykâvus, çok ihtiyaç duyduğu bu nefes alma aralığında hem iç meselesini rahatça halletmiş, hem de kuzeyde aktif bir politika izleyebilmiştir. Ermeni kontunun üzerine yöneldiğinde ise, artık birçok meselesini halletmiş ve çok güçlü bir vaziyette idi. Buna rağmen Keykâvus, rakibini küçük görmemiş, Ermeni kontu üzerine yapmayı plânladığı seferde kendisine müttefikler aramıştır. Bu gaye ile, Halep Eyyûbî meliki Zahîr’e arka arkaya mahir elçiler göndererek, onu ittifakına almayı başarmıştır. Fakat onun, Ermenilere karşı, müşterek Selçuklu-Eyyûbî seferi plânı, Mısır Eyyûbî hükümdarı Melik Âdil’in karşı faaliyetleri yüzünden bir türlü gerçekleşememiştir.[27] Son derece kararlı bir hükümdar olan Keykâvus, kendisine yardım edecek müttefikler olmaksızın da zafer kazanabileceğini göstermiş, çıktığı seferde Ermeni kontu Leon’u büyük bir yenilgiye uğratmıştır.

Türk hükümdarları, yaptıkları seferlerde genellikle zafere ulaşmakla yetiniyorlar; zaferin siyasî sonuçlarını almayı ise, çoğu defa ihmal ediyorlardı. Keykâvus ise, bu hususta diğer Türk hükümdarlarının daima tekrarladıkları bu hataya düşmemiş, zaferinin siyasî hedeflerine ulaşmadan, mücadelesine hiçbir zaman son vermemiştir. Meselâ o, biraz yukarıda sözü edilen seferinde, Ermeni ordusunu imha derecesinde bir yenilgiye uğratmış olduğu halde, Ermeni kontu Leon’u yakalayamamış ve bu yüzden de zaferinin siyasî semeresini alamamıştı. Zaferinin siyasî semeresini almadan devletin merkezine dönmek istemeyen Keykâvus, seferini tekrarlamak azmi ile bütün kışı Kayseri’de geçirmiştir. Keykâvus’un kararlılığı karşısında “zillet yolu”nu tutmaktan başka çaresinin kalmadığını anlayan Ermeni kontu Leon, elçisi vasıtasıyla vergi vereceğini ve adına para bastıracağını bildirerek, sultandan ülkesinin tekrar kendisine bağışlamasını istirham etmiştir. Merhamet dileyen düşmanı daha fazla ezmeyi hükümdarlık anlayışı ile bağdaştıramayan Keykâvus, Ermeni kontunu affederek, onu vassal bir hükümdar haline getirmiş ve iki devlet arasındaki sınırları da kendi eliyle yeniden çizmiştir.[28] Böylece Keykâvus, ordusunu tekrar harekete geçirmeden siyasî gayesine ulaşmasını bilmiştir.

Keykâvus, sadece siyasî faaliyetlerde değil, ekonomik politikada da teşebbüs sahibi son derece başarılı bir hükümdar idi. O, Anadolu’da toplanmaya başlayan milletlerarası ticaret yollarının gereklerine uygun olarak ticarî faaliyetleri geliştirmeyi ve ticaret alanını genişletmeyi hedef alan bir dış politika izlemiştir. Gerçekten de Keykâvus, iç meselelerini yoluna koyar koymaz, zamanına göre çok ileri bir anlayışla Selçuklu ekonomisine yön verici tedbirler almaya ve uygulamaya başlamıştır. Bu tedbirlerin en önemlisi, hiç şüphesiz, Anadolu ile Kıbrıs arasında ticarî ilişkileri düzenleyen ikili antlaşmalardır.[29] Bu antlaşmalarla iki ülke arasındaki ticaretin güvenlik içinde işlemesi sağlandığı gibi, gümrük vergisi de karşılıklı olarak, belirli bir oranda tutularak, ticarî faaliyetler teşvik edilmiştir. Böylece, iki ülke arasında olan ticaret de son derece hızlanmıştır.

Keykâvus, bununla da yetinmemiştir; seferlerini ticarî gayelerine vasıta yaparak, devletin ticaret alanlarını daima genişletmeye ve Anadolu’nun ekonomik bütünlüğünü sağlamaya çalışmıştır. Meselâ o, Antalya (1214) ve Sinop (1216) şehirlerinin fetihlerini gerçekleştirerek, Selçuklu ekonomisine kuzeyde ve güneyde iki önemli ihracat ve ithalat limanı kazandırmıştır. Böylece Keykâvus, zaman zaman kesintiye uğrayan ticaretin düzenli işlemesini sağlamak için çeşitli tedbirler aldığı gibi, Selçuklu ekonomisini de dünya ticaretine bütünüyle açmış ve onunla bütünleştirmiştir.

Keykâvus, ekonomik politikanın temelini oluşturan altyapı çalışmalarını da ihmal etmemiştir. O, Sultan II. Kılıç Arslan zamanında başlatılmış olan altyapı inşasına hız vermiş, 9 yıllık kısa saltanat süresine on büyük eser sığdırmıştır.[30] Bunlardan, günümüze kadar ayakta kalmış olan Isparta- Antalya yolu üzerindeki “Evdir Han”, onun ne kadar bilinçli bir ekonomik politika takip etmiş olduğunu göstermek bakımından güzel bir örnek teşkil eder.

Böylece, içte ve dışta alınan bu tedbirlerle Anadolu, daha Sultan I. İzzeddîn Keykâvus zamanında ticarî ve kültürel faaliyetlerin son derece geliştiği bir ülke haline gelmiştir. Bunun tabiî sonucu olarak, Selçuklu Devletinin kuvvet ve kudreti gittikçe artmış ve çağdaş medeniyet yolunda büyük bir hamle yaparak, Sultan I. Alâeddîn Keykubâd zamanında doruk noktasına erişmiştir.

Keykâvus’un devrine damgasını vuran siyasî, askerî ve ekonomik alanlardaki başarılarını, burada şu şekilde özetlemek mümkündür:

a-) Trabzon Rum İmparatorluğu, Antalya Rumları ve Ermeni Kontluğu birer birer yenilgiye uğratılarak, kesin zaferler kazanılmış; Sinop ve Antalya şehirleri fethedilmiş; Ulukışla, Lârende ve Ereğli gibi önemli Selçuklu üsleri kurtarılmıştır.

b-) Türkiye Selçuklu Devleti, bir kara devleti olmaktan kurtarılmış, Karadeniz ve Akdeniz sahillerinde tabiî (doğal) sınırlarına ulaştırılmıştır. Böylece devlet, sarılmış olmaktan kurtarıldığı gibi, tabiî sınırlarına ulaştırılması ölçüsünde, emniyeti artmış ve savunması da kolaylaşmıştır.

c-) Trabzon Rum İmparatorluğu ve Ermeni Kontluğu birer tâbi devlet haline getirilmiştir. Böylece, dolaylı da olsa bu devletler üzerinde hâkimiyet kurularak, Anadolu’nun siyasî bütünlüğü büyük ölçüde sağlanmıştır.

ç-) Türkiye Selçuklu Devletinin dört taraftan sarılmış olmasından dolayı Anadolu’nun içinde yığılıp kalmış olan ticaret kervanlarına kuzeyde Sinop, güneyde Antalya limanlarıyla Suriye’ye ulaşan kara yolları açılarak, Anadolu’nun ekonomik bütünlüğü sağlanmıştır. Böylece, kuzey ile güney, doğu ile batı arasında işleyen kara ve deniz transit ticareti Anadolu üzerinde toplanmaya başlamıştır. Ayrıca, Sinop ve Antalya limanları vasıtasıyla Selçuklu ekonomisi dünya ticaretine açılmış ve onunla bütünleştirilmiştir.

d-) Zamanına göre çok ileri bir anlayışla, çeşitli devletlerle temas kurularak, ekonomik ve kültürel alanlarda yeni hamleler gerçekleştirilmiştir. Meselâ Kıbrıs Frankları ve Venediklilerle yapılan antlaşmalarla, ticarî faaliyetlerin sınırlar ötesinde de akışı sağlanmıştır. Öte yandan, Abbasî halifesi Nasır Lidinillâh ile kurulan temas sonucunda da, Fütüvvet teşkilâtı, Anadolu’ya getirilmiş ve himaye edilmiştir. Bilindiği gibi, dinî ve sosyal bir dayanışma kurumu olan bu teşkilât, daha sonra Ahilik adı altında bir meslek grubu olarak gittikçe gelişecek, devlet otoritesinin zayıfladığı ve çöktüğü yerlerde bir kuvvet faktörü olarak kendisini kabul ettirecek ve Ortaçağ Türk toplumunun medenî, kültürel ve ekonomik hayatında son derece müspet rol oynayacaktır.

4. Liderlik ve Komutanlık Özellikleri

İyi bir liderde ve komutanda bulunan ileri görüşlülük, kararlılık, kurnazlık, cesaret, azim, sezgi, sabır ve siyasî kavrayış gibi vasıflar, Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’da da vardı. O, ölçülü ve ılımlı; fakat sağlam ve şaşmaz bir inançla imkânlarının sınırını hiç gözden kaçırmadan ısrarla hedefine yürürdü. Tehlike ne kadar büyük olursa olsun acze düşmez, engeller onun cesaretini kıramazdı. Bir meseleyi çözüme kavuşturmadan başka bir meseleyi ele almazdı. Bütün aklını ve enerjisini, ele aldığı mesele üzerinde toplardı. Meselâ o, kardeşi Melik Alâeddîn Keykubâd’ın Ankara’daki hâkimiyetine son vermeden hiçbir işe başlamamıştır

İzzeddîn Keykâvus, çağına göre demokrat ruhlu bir lider idi. Gerek devlet meselelerini, gerekse özel meselelerini olsun, daima topladığı danışma meclisinde bütün cepheleriyle enine boyuna tartışıp bir karara varmadan, harekete geçmezdi.[31] Öte yandan, bu meclislerde bazen onun fikri, bazen de devlet adamlarının fikri galip çıkıyordu. Keykâvus, devlet büyüklerinin fikirlerine değer vermekle beraber, genellikle son kararın kendisinde olmasına dikkat ediyordu. Bu, inisiyatifi ve kontrolü daima elde tutabilmek için, hiç şüphesiz, zorunlu bir davranış idi.

İzzeddîn Keykâvus, bu meclisleri sadece devlet büyüklerinin ve büyük komutanların fikirlerinden yararlanmak için toplamıyordu. O, bu meclisler vasıtasıyla aynı zamanda kendi fikirlerini devlet büyüklerine ve komutanlara aşılıyor, onları kendi amaçları doğrultusunda fikren hazırlıyordu. Başka bir ifade ile, kendi amacını onların gözünde birer kutsal amaç haline getiriyordu. Böylece, her yetenekli lider gibi, bir işe başlamadan önce kendi fikri etrafında, emrindekiler arasında, kuvvetli bir birlik ruhu yaratıyordu. Çünkü, büyük liderlerin en büyük sermayesi olan etkili söz söyleme ve ikna etme kabiliyetine İzzeddîn Keykâvus da sahipti. Nitekim o, Ankara, Sinop, Antalya ve Suriye üzerine yapmayı plânladığı seferlerden önce topladığı danışma meclisinde, devlet büyüklerini ve komutanları kesin bir şekilde ikna etmiş ve onları bu seferlerin lüzumuna tamamen inandırmıştır.

Her büyük lider gibi Keykâvus da, tören, gösteriş ve sembollerden hoşlanırdı. İzzeddîn Keykâvus, Sinop’un fethi sırasında vassal hükümdar haline getirdiği Trabzon Rum İmparatoru Kyr Aleksios ile sahilde bir saat süren bir gezinti (seyran) yapmıştı. Sultanın yaptığı bu gezintide, özellikle bazı hükümdarlık sembolleri dikkati çekiyordu. Gerçekten de o, bu gezintide hükümdarlık sembolleri ile donatılmış olarak atının üzerinde ilerliyordu. Bu arada açılmış olan “saltanat sancağı”, sultan ile birlikte hareket ediyordu. Bu davranış, şüphesiz onun manevî gücünü ve otoritesini son derece artırıyordu. Öte yandan Aleksios ise, hiçbir hükümdarlık alâmeti taşımamakla birlikte, kendisine tahsis edilmiş olan atın eğer örtüsünü (gâşiye) omzuna alarak, kendi atının önünde, belirli bir mesafe ile sultanı takip ediyordu.[32] Bu aynı zamanda, metbu-vassal ilişkisini en etkili bir şekilde gözler önüne seren ender bir sahne idi.

İzzeddîn Keykâvus, liderlikte gösterdiği kabiliyeti, askerî alanda da göstermiştir. O, baş komutan olarak Selçuklu ordusunun sevk ve idaresinde, Türk savaş taktiğini zemine ve şartlara uydurmada eşsiz bir kabiliyet göstererek, önemli zaferler kazanmış ve bu sayede Türkiye’nin siyasî ve ekonomik bütünlüğünü büyük ölçüde sağlamıştır.

Bütün büyük Türk komutanları gibi,[33] İzzeddîn Keykâvus da fevkâlade iradeli, kararlı, cesur, tedbirli ve ileri görüşlü idi. O, iyi bir komutan için son derece lüzumlu olan tedbiri hiçbir zaman elden bırakmazdı. Meselâ Trabzon Rum İmparatoru Kyr Aleksios’un Sinop tarafı uç bölgelerindeki faaliyetleri kendisine haber verildiğinde, devlet büyükleri ve komutanlar derhal harekete geçilmesini tavsiye ve teklif ettikleri halde, Keykâvus, tedbirli her komutanın yaptığı gibi harekete geçmeden önce casuslarını bölgeye gönderip, imparatorun durumunu kesin bir şekilde öğrenmek istemiştir. Bu tedbir, onun yapmayı plânladığı Sinop seferinde, işini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Çünkü Keykâvus, yaptırdığı bu istihbarat sonucunda, Aleksios’un şahsî emniyetini sağlamaksızın ormanda eğlence partileri düzenlemekte olduğunu öğrenmiş ve tarihin önüne çıkardığı bu fırsatı çok iyi değerlendirerek, uç bölgesi askerleri vasıtasıyla daha ne olup bittiğini anlamadan, onu kıskıvrak ele geçirmiştir.[34]

İzzeddîn Keykâvus, askerî taktikte de kabiliyet sahibi başarılı bir baş komutan idi. O, Türklerin önceleri yabancısı oldukları kale kuşatmalarında, Türk savaş taktiğini başarıyla uygulayarak, kesin sonuçlar almıştır. Meselâ onun, Antalya kalesini kuşatması, Türk savaş taktiğinin[35] başarıyla uygulandığı kesin sonuçlu bir savaştır.

İzzeddîn Keykâvus, sözü edilen kuşatmada Türk savaş taktiğini uygulamakta gösterdiği başarıyı, aynı kuşatma sırasında savaş araç ve gereçlerinde yaptığı yeniliklerle sürdürmüştür. Meselâ o, kale burçlarına çıkmak için dar merdivenlerin yetersiz kaldığını görünce, derhal on kişinin birden çıkabileceği geniş merdivenler (nerdebân-ı ferah) yapılmasını emretmiştir. Okçular (tir endazân), kaledekileri yağmur gibi yağdırdıkları oklarıyla baskı altında tutarlarken, bahadırlar, yiğitler geniş merdivenlerden kale burçlarına çıkmayı ve kapıları içeriden açmayı başarmışlardır.[36] Böylece kale, kolayca ele geçirilmiştir.

Zamanına göre, önemli bir yenilik sayılan bu geniş merdivenler yapılmasaydı, şüphesiz kalenin fethi daha zor olacak ve sayısız insan telef olacaktı. Zira, dar merdivenler, kalenin savunucuları tarafından kolaylıkla devriliyor, ya da bu merdivenlerden çok az sayıda asker çıktığı için, yine kaledekiler tarafından hemen saf dışı edilebiliyordu. Halbuki, kale savunucuları, geniş merdivenleri ne devirebilmişler, ne de merdivenlerden çıkan askerleri hepsini saf dışı edebilmişlerdir.

Sultan İzzeddîn Keykâvus, hem ordusunun maneviyâtını yükseltmeyi hem de rakiplerinin maneviyâtını kırmayı çok iyi bilen bir başkomutan idi. Mesela o, Suriye seferi sırasında Merzbân kalesini kuşatırken, değişik ve orijinal bir metot uygulayarak, kale savunucularının maneviyâtını çökertmiştir: Merzbân kalesini bütün gücü ile zorladığı halde bir türlü düşürememiş olan Keykâvus, sipâhîlerin eline birer balta vererek, onlara, kale çevresinde bulunan meyve ağaçlarını kesmelerini ve bostanları harap etmelerini emretmiştir. Bu ekonomik tahrip, kale savunucularının maneviyâtını son derece sarsmıştır. Çünkü, onlar geçimlerini bu meyve ağaçlarından ve bostanlardan temin etmekteydiler. Bundan dolayı, hepsi birden kale komutanının huzuruna çıkarak, kalenin teslimi için ona baskı yapmışlardır. O da, kaleyi Sultan İzzeddîn Keykâvus’a teslim etmek zorunda kalmıştır.[37]

5. Kültür Cephesi

İzzeddîn Keykâvus, ünlü bilginler ve hocalar elinde yetişmiş, şair ve yüksek kültürlü bir hükümdar idi. O, hem ilim ve hukuk dili olan Arapça’yı,[38] hem de yazışmalarda ve edebiyatta kullanılan Farsça’yı çok iyi biliyordu. Hatta Farsça ile son derece güzel ve duygulu şiirler yazıyordu. Gerçekten de o, kendisini etkileyen olaylar karşısında duygularını şiire dökmekte, büyük şairleri imrendirecek kadar usta idi. Eski uç beylerinden Pervâne Zahîreddîn İli’nin, kendi dostluğunu hiçe sayıp, karşısında mücadeleye geçmesi üzerine yazdığı bir dörtlük, onun şairlik kudretini göstermesi bakımından fevkâlade güzel bir örnek oluşturmaktadır:

“Şem’im ki bu dem yandı ve döğündü tenim
Hiç olmadı ber veçhile handan dehenim
Pervâne ki yar-ı garem olmuştu benim

Razı ki uralar boynumu düşe bedenim[39]

Keykâvus’un hastalanıp, hayatından ümidini kestiği sırada söylediği ve sandukasına yazılmasını vasiyet ettiği dörtlük ise, daha anlamlıdır. O, bu dörtlüğünde hayatın acı, fakat gerçek yüzünü son derece içli ve zarif bir ifade ile şu şekilde dile getirir:

“Biz cihânı ki terk edüb gittik
Rencini dilde berk edüb gittik
Şimdiden gerü nevbet erdi size

Netekim evvel ermiş idi bize”[40].

Kültürlü her büyük hükümdar gibi, Keykâvus da, ilme ve ilim adamına çok değer verirdi. İbn Bibi’ye göre, o, âlimlerin dostu, cahillerin de düşmanı idi. Onun meclisinde, “bezm”lerinde (sazlı, sözlü, içkili eğlence meclisi) ve sarayında (devlet-hâne, dergâh ve bargâh) daima faziletli ve ilim sahibi kişiler bulunurdu.[41] Hatta seferlerinde bile ilim erbabının yanında bulunmasını arzu ederdi. Bazen de elçilerini ilim adamları arasından seçerdi. Meselâ o, aynı zamanda hocası olan ünlü bilgin Şeyh Mecdeddîn İshak’ı seferlerinde yanına aldığı gibi, tahta çıkışını bildirmek ve fütüvvet teşkilâtına kabulünü istirham etmek üzere, onu elçi olarak Abbasî halifesine göndermiştir. O da, elçilik görevini başarıyla ifa etmiştir.

İzzeddîn Keykâvus, milliyetine ve kültürüne bakmaksızın devrin ileri gelen edip, şair ve bilginlerini, vezirlik de dahil devletin en üst makamlarında istihdam ederdi. Meselâ o, Mecdeddîn Abî’yi (Ebû Bekir) vezir (sahib), Şemseddîn Hamza’yı “tuğrâî” (nişancı), Nizâmeddîn Ahmed’i “emîr-i ârız” (Millî Savunma Bakanı) ve daha sonra vezirliğe yükselen Şemseddîn Isfahanî’yi de özel katibi (müşî-i hass-ı hazret-i saltanat) olarak tayin etmiştir ki, bunların her biri aynı zamanda devrin en önde gelen edibi, şairi ve bilgini idi.[42]

İzzeddîn Keykâvus, bunla da yetinmemiştir; İslâm dünyasının her tarafından ilim, fikir ve sanat erbabını Anadolu’ya çekerek, bir taraftan fütüvvet, diğer taraftan tasavvuf kültürünün ülkede yerleşmesini ve gelişmesini sağlamıştır. Meselâ, onun Anadolu’ya çektiği bilginlerden Şihâbeddîn Sühreverdî, fütüvvet teşkilâtına has âdetleri Selçuklu toplumuna sokarken, ünlü mutasavvıf Muhiddîn Arabî de Anadolu tasavvuf kültürü üzerinde derin ve kalıcı etkiler bırakıyordu. Zira Sühreverdî, fütüvvet teşkilâtının en önde gelen temsilcisi, Muhiddîn Arabî ise, “vahdet-vücûd” (panteizm) teorisinin en kudretli savunucusu idi. Her iki bilgin de, Konya’da Sultan İzzeddîn Keykâvus’u ziyaret etmişler ve onun büyük ilgisine mazhar olmuşlardır. Keykâvus, bunlardan özellikle Muhiddîn Arabî’nin fikirlerine ve tavsiyelerine büyük değer veriyordu. Bundan dolayı o, sık sık Muhiddîn Arabî’ye mektup yazıyor ve bazı konularda onun fikrini alıyordu. Muhiddîn Arabî de, bu mektuplara verdiği cevaplarda, tavsiyelerinden başka sultana bol bol moral veriyor ve zaferi için dua ediyordu. Meselâ o, Antalya kuşatması sırasında gördüğü bir rüya ile Keykâvus’un şehri alacağını anlamış ve bunu mektupla bildirmek suretiyle kendisini cesaretlendirmiştir.[43]

İzzeddîn Keykâvus, dinî, ilmî ve kültürel faaliyetlerin altyapısını da ihmal etmiyor, seferlerden fırsat buldukça cami, medrese ve hastane gibi birçok dinî ve medenî eser inşa ettiriyordu. Kitâbelerinden anlaşılacağı üzere, Konya Alâeddîn Camii’nin inşasına Sultan I. Mesud zamanında başlanmış, II. Kılıç Arslan ve İzzeddîn Keykâvus zamanlarında devam edilerek, Sultan I. Alâeddîn Keykubâd devrinde tamamlanmıştır.[44] Bundan dolayı, bu cami, Alâeddîn Keykubâd’ın adıyla anılmıştır. Ayrıca, Sinop şehrindeki Alâeddîn caminin de Keykâvus tarafından yaptırılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Bu ve bunun gibi birçok eserin Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’ın adına bağlanması ise, bu büyük Selçuklu hükümdarının geniş şöhretinden ve büyük imar faaliyetinden ileri gelmiştir.[45]

Kaynaklarda, İzzeddîn Keykâvus’un birçok medrese inşa ettirmiş olduğu zikredilmişse de, bunlar hakkında hemen hemen hiç bilgimiz yoktur. Meselâ, Keykâvus’un Ankara kuşatması sırasında, kalenin önünde yaptırmış olduğu medrese, kardeşi Alâeddîn Keykubâd tarafından yıktırılmış ve vakıfları da dağıtılmıştır.[46] Ayrıca, kırılmış ve harap olmuş bir kitâbe vasıtasıyla Keykâvus’un Sinop’ta da bir medrese yaptırmış olduğu anlaşılmaktadır. Fakat, bu medrese de günümüze kadar ulaşamamıştır; Sinop’un işgali sırasında (1261), Rumlar tarafından yıkıldığı sanılmaktadır.[47] Bundan başka, onun Sivas’taki hastanesi (Dârü’ş-şifâ) yanında yaptırmış olduğu tıp medresesi (tıp fakültesi) zamanla yıkılmış, bugün sadece temeli kalmıştır.[48]

Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un adını ebedileştiren en önemli eseri, Sivas’ta 1217 yılında inşa ettirmiş olduğu “Dârü’ş-şifâ veya Dârü’s-sıhha” adıyla anılan hastanedir. Bütün ihtişamıyla günümüze ulaşan bu hastane, yanında kurulmuş olan tıp fakültesinin bir uygulama yeri idi ve burada tıp ilminin hemen hemen her dalı ele alınıyordu. Vakfiyesinden de anlaşıldığı gibi, hastanede dahiliye, göz, cilt ve ruh hastalıkları tedavi ediliyor, çeşitli ameliyatlar yapılıyor ve hastaların başında uygulamalı dersler veriliyordu.[49]

Burada son olarak, Keykâvus’un Türk kültürüne karşı tavrını da belirtmemiz gerekir: Esasen, diğer Selçuklu sultanları gibi, İzzeddîn Keykâvus’un da Türk kültürünü bütünüyle ayakta tutmak için bilinçli bir siyaset takip ettiğini ileri sürmek oldukça güçtür. Ancak, hemen ifade edelim ki, Türkiye Selçuklu Devleti üzerinde gittikçe artan Fars kültürü istilâsı, satıhta kalıyor, Türk toplum hayatının derinliğine nüfuz edemiyordu. Devletin resmî dili Farsça olmasına karşılık, ordu ve halk kendi kültürüne bağlılığını sürdürüyor, tamamen kendi hayatını yaşıyor, Türkçe konuşuyordu. Öte yanda, Keykâvus da, Türk geleneklerine tamamen kayıtsız kalmıyordu. Hatta, onun birçok Türk geleneğini korumakta gösterdiği titizliğe bakılırsa, Fars kültürünün saray hayatı üzerinde de etkisinin şeklî olmaktan öte bir anlamının bulunmadığı anlaşılır. Meselâ, düğünler tamamen Türk âdetine göre yapılıyordu: Keykâvus, kendi düğününde, nikahtan hemen sonra Türk âdeti gereğince büyük bir “toy” (hân-ı hâss) vermiştir. Bu toy sırasında, eski Türk âdetlerinden “saçı” da, ihmal edilmemiştir.[50]

Bu Türk âdetleri, sadece düğünlere münhasır kalmıyordu. Zamanımızda da çok sevilen bir gelenek olarak hâlâ devam eden “saçı”, başka vesilelerle de icra ediliyordu. Meselâ İzzeddin Keykâvus, babasının ölümünden sonra Selçuklu tahtının yeni hükümdarı olarak, Kayseri’den Konya’ya gelirken Aksaray şehri büyükleri ve iğdişleri tarafından saçılarla karşılanmıştır.[51] Aynı âdet, Konya’da Keykâvus’un tahta çıkış töreni sırasında da, üzerine inciler saçılmak suretiyle tekrarlanmıştır.[52] Ayrıca, İzzeddîn Keykâvus’un Sinop’un fethi dolayısıyla düzenlediği kutlama töreninde, şehir halkı da, altın (dinar) ve gümüş (dirhem) paralar saçmak suretiyle bu Türk âdetini yerine getirerek, mutluluğunu ve sevincini göstermiştir.[53]

Sultan İzzeddîn Keykâvus’un sık sık düzenlediği ve bazen haftalarca süren “bezm”ler de,[54] eski Türk âdetinin devamından başka bir şey değildi. Orta Asya’da Türklerin çok sevdikleri “kımız”ın yerini başka içkilerin alması hiçbir şeyi değiştirmemiştir.

Ayrıca, bu “bezm” meclislerinde, İzzeddin Keykâvus’un da tıpkı eski Türk hükümdarları gibi, ozanların ağzından kendisinin ve diğer Türk kahramanlarının zafer destanlarını memnuniyetle dinlemiş olması kuvvetle muhtemeldir.

“Yas” (matem) törenleri de, eski Türk âdetine göre yapılıyordu. Meselâ İzzeddîn Keykâvus’un ölümü üzerine Sivas’ta tahta çıkan Alâeddîn Keykubâd, kardeşinin ölümü dolayısıyla yas alâmeti olarak beyaz atlas giymiş; komutanlar ise başlıklarını (külah) ters çevirmişler, elbiselerinin üzerine beyaz örtüler çekmişlerdir. Üç gün, ağlama ve üzüntü âdetini yerine getiren yeni sultan, dördüncü günü yas elbisesini çıkarmıştır.[55]

Sonuç

Türkiye Selçuklu Devleti, geçirdiği ağır sarsıntılardan sonra Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un başarılı idaresi altında istikrara kavuşmuş ve onun başarılı icraatlarıyla Türk tarihinin en parlak dönemlerinden birine sahip olmuştur. Fakat, bu enerjik ve idealist Selçuklu sultanının hem hayatı, hem de saltanatı çok kısa sürmüştür. Buna rağmen, Keykâvus, kısa süre içinde son derece büyük ve müspet işler başarmıştır. Onun faaliyetleri, sağlam, esaslı ve kalıcı özellikleriyle daima gelecekteki gelişmelere yön verici olmuştur.

Selçuklu tarihinin en parlak devirlerinden birinin yaratıcısı olan Sultan I. İzzeddîn Keykâvuzs, her bakımdan Büyük Selçuklu sultanı Alp Arslan ile kıyas edilebilir: Büyük ideallerin ve büyük işlerin adamı olan her iki Türk hükümdarı da, girdikleri her savaşı zaferle sonuçlandırmakla kalmamışlar, bu savaşlarda birer Bizans imparatorunu da esir almışlar ve onları tâbî (vassal) birer hükümdar haline getirip, serbest bırakmışlardır.

Öte yandan, Alp Arslan’ın, Türklere Anadolu’nun kapılarını açarak, burada bir Türk devleti ve vatanı kurulmasına zemin hazırlamasına karşılık, İzzeddîn Keykâvus da, bu devleti bir kara devleti olmaktan kurtarmış ve onu tabiî sınırlarına ulaştırmıştır. Gerek Alp Arslan’ın ve gerekse Keykâvus’un kısa saltanat dönemlerinde Selçuklu Devletleri, her bakımdan hızlı bir gelişmenin içine girmiş ve kendilerinden sonra gelen hükümdarlar zamanında da doruk noktasına ulaşmışlardır.

Prof. Dr. Salim KOCA

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 580-589


Dipnotlar :
[1] İbn Bibi, El-Evâmîrü’l-‘Alâ’iyye, tıpkı basım, Ankara 1956, s. 78; nşr. N. Lugal – A. S. Erzi, I, Ankara 1957, s. 114; Yazıcızade Ali, Histoire des Seldjoucides d’Asie Mineure, III, nşr. Th. Houtsma, Leiden 1902, s. 64; Duda, Die Seltschukengeschichte des Ibn Bibi, Cophenhagen 1959, s. 37
[2] İbn Bibi 1956: 121; 1957: 172; Yazıcızade 1902: 108; Duda 1959: 55 vd.
[3] İbn Bibi 1956: 159; 1957: 223; Yazıcızade 1902: 140; Duda 1959: 69.
[4] İbn Bibi 1956: 118, 145; 1957: 168, 204; Yazıcızade 1902: 105, 127.
[5] Bu başlık üç dilimli olup, İran Ahamenişler hükümdarlarının sembolü idi (V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, trc. A. Yaran, Ankara 1988, s. 291).
[6] İbn Bibi 1956: 145; 1957: 206; Yazıcızade 1902: 127.
[7] Beyhakî, Târîh-i Beyhakî, nşr. A. E. Feyyaz, Tehran 1371, s. 732. “Bîşter zırıh puş û kemânî be zeh kerde daşt der bazu efkende u se çûbe tîr der miyan zede û selâh tamam ber-daşte”.
[8] Türk devletlerinde hanedan üyelerinin tahta çıkışları her zaman böyle olmuyordu; bazen şehzadeler arasında uzun ve kanlı bir mücadeleyi gerektiriyordu.
[9] İbn Bibi 1956: 113; 1957: 161; Yazıcızade 1902: 97; Duda 1959: 50.
[10] İbn Bibi 1956: 114; 1957: 163; Yazıcızade 1902: 100; Duda 1959: 52.
[11] İbn Bibi 1956: 119; 1957: 169; Yazıcızade 1902: 105; Duda 1959: 54.
[12] İbn Bibi 1956: 135; 1957: 194; Yazıcızade 1902: 115; Duda 1959: 59.
[13] İbn Bibi 1956: 167; 1957: 233; Yazıcızade 1902: 147; Duda 1959: 74.
[14] İbn Bibi 1956: 122-126; 1957: 173-180; Duda 1959: 56.
[15] İbn Bibi 1956: 126 vd.; 1957: 180-183; Yazıcızade 1902: 109; Duda 1959: 56.
[16] İbn Bibi 1956: 181 vd.; 1957: 250; Yazıcızade 1902: 159 vd.; Duda 1959: 81.
[17] Gordlevski 1988: 137.
[18] O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 262.
[19] İbn Vâsıl, Müferricü’l-Kürûb fî Ahbâr Benî Eyyûb, III, Kahire 1953-1960, s. 218.
[20] İbn Bibi 1956: 188; 1957: 258; Yazıcızade 1902: 171; Duda 1959: 84. Eseri, yanlış bilgiler ve değerlendirmelerle dolu olan Rus bilgini Gordlevski, mezarların açılarak, ölüye ait kemiklerin toplatılıp yakılmasını, eski bir Türk âdeti olduğunu ileri sürmüştür. Bu davranış, Türklere değil, Moğollara ve Araplara has bir âdet idi. Özellikle Moğollar, ele geçirdikleri yerlerde gömülü olan hükümdarların kemiklerini mezarlarından çıkarıp, yakıyorlardı. Meselâ onlar, Gazne şehrine girdiklerinde, Sultan Mahmûd’un kemiklerini mezarından çıkarıp yakmışlardır. Harezmşah Muhammed’in mezarını bulduklarında da, aynı muameleyi ona da yapmışlardır (İ Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara 1984, s. 284 vd.).
[21] İbn Vasıl 1953-1960: III, 218.
[22] İbn Bibi 1956: 195 vd.; 1957: 266 vd.; Yazıcızade 1902: 180-182; Duda 1959: 89 vd.; İbnü’l-Esîr 1867-1876: XII, 229. Anonim Selçuk-nâme nşr. ve trc. F.N. Uzluk, (Anadolu Selçukluları Tarihi, III), Ankara 1952, s. 29; Ebû’l-Ferec, Ebû’l-Ferec Tarihi, II, trc. Ö. R. Doğrul, Ankara 1950, s. 501.
[23] İbn Bibi 1956: 152; 1957: 215; Yazıcızade 1902: 136.
[24] Ordunun ve halkın desteğini kaybeden hükümdarlar, genellikle tahtından olmaktaydı. Meselâ, ordunun ve halkın desteğini büyük ölçüde kaybetmiş olan Hun hükümdarı Tuman, oğlu Mete’ye, Göktürk Kağanı Kapgan’ın oğlu İnel Kağan, yeğenleri Bilge ve Köl-tigin kardeşlere, Osmanlı hükümdarı II. Bayezid de, oğlu Selim’e tahtı kaptırmıştır.
[25] İbn Bibi 1956: 133-141; 1957: 191-200; Yazıcızade 1902: 114-122; Duda 1959: 58-61.
[26] İbn Bibi 1956: 129 vdd.; 1957: 186 vdd.; Yazıcızade 1902: 110 vdd.; Duda 1959: 57 vd.
[27] İbnü’l-Adîm, Histoire d’Alep, trc. E. Blochet, Paris 1900, s. 149 vd.; İbn Vâsıl 1960: III, 234 vdd.
[28] İbn Bibi 1956: 167-171; 1957: 233-238; Yazıcızade 1902: 145-152; Duda 1959: 73 vd.; Sımbat (Sempad), Chronique de Royaume de la Petite-Armenie, Documents Armeniens, Fr. Trc. Ed. Dulaurier, Paris 1869, s. 645; Hetum, Documents Armeniens, II, Fr. Trc. Ed. Dulaurier, RHC, Paris 1869, s. 483; Morgan, Histoire de Peuple Armenien, Venedik 1981, s. 202.
[29] O. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1958, s. 109-139; Martin, Notes and Doucuments. The Venetian-Seljuk treaty of 1220, EHR, (1980) s. 322 vd.
[30] Bayburt, Z.-Madran E., Anadolu’da 1308 M. Yılına Kadar Gerçekleştirilmiş Türk-İslâm Yapıları Üzerine Sayısal Sınamalar, VIII, TTKon., II, Ankara 1981, s. 948.
[31] İbn Bibi 1956: 133, 142, 147 vd., 182-184, 186; 1957: 191, 202, 209 vd., 251 vd., 255; Yazıcızade 1902: 115, 124, 130, 163 vd., 167; Duda 1959: 58, 81 vd., 83.
[32] İbn Bibi 1956: 153; 1957: 216. “Sultan sa’ti ber etraf-ı sevâhil ba rayat-i cihângir-i ber efrahte (…) seyran fermud…”. Yazıcızade 1902: 137 vd.; Duda 1959: 67.
[33] Türk komutanlarının ortak özellikleri hakkında bkz. Yusuf Has Hacib,   Kutadgu Bilig,   nşr. ve trc. R. R. Arat, Ankara 1974, s. 170-181; R. Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, Ankara 1981, s. 320-323; R. Dankoff, Animal Traits in the Army Commander, Annal of Turkish Studies, I, (1977), s. 95-112.
[34] İbn Bibi 1956: 147-150; 1957: 209-212; Yazıcızade 1902: 130-133; Duda 1959: 65.
[35] Türk savaş taktiği için bkz. S. Koca, Türk Kültürünün Temelleri II, Trabzon 2000, s. 98-103; İ Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ankara 1977, 242-246; M. A. Köymen, Malazgirt Meydan Muharebesinde Rol Oynayan Unsurlar, Millî Kültür, 8, (1977), s. 9 vd.; S. Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, Giresun 1997, s. 73-76, 147 vd.
[36] İbn Bibi 1956: 143-145; 1957: 204-206; Yazıcızade 1902: 125-127; Duda 1959: 62 vd.
[37] İbn Bibi 1956: 187; 1957: 257; Yazıcızade 1902: 169; Duda 1959: 84.
[38] İ. H. Uzunçarşılı, XII. ve XIII. Asırlarda Anadolu’daki Fikir Hareketleri İle İçtimâî Müesseselere Bir Bakış, III. TTKon. Ankara 1948, s. 296.
[39] İbn Bibi 1956: 114; 1951: 163 vd.; Yazıcızade 1902: 100; Duda 1959: 52.
[40] İbn Bibi 1956: 199; 1951: 211; Yazıcızade 1902: 183; Duda 1959: 89; R. Nafiz – İ. Hakkı, Sivas Şehri, İstanbul 1928, s. 102.
[41] İbn Bibi 1956: 121 vd.; 1951: 183; Yazıcızade 1902: 109.
[42] İbn Bibi 1956: 200-204; 1957: 273-218; Yazıcızade 1902: 184-187; Duda 1959: 90-92.
[43] A. Ateş, Muhiddîn Arabî mad., İA; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London 1968, s. 255; aynı yazar, La Turquie Pré-Ottomane, İstanbul, Paris, 1988, s. 215; V. Gordlevski 1988: 311 vd.
[44] O. Aslanapa, Türk Sanatı, II, İstanbul 1973, s. 39-41.
[45] Turan 1971: 306.
[46] İbn Bibi 1956: 135 vd.; 1951: 194; Yazıcızade 1902: 111; Duda 1959: 59 vd.
[47] Turan 1911: 306; M. Ş. Ülkütaşır, Sinop’ta Selçukîler Zamanına Ait Tarihî Eserler, TTAED, V, (1949), s. 142 vd.
[48] O. Aslanapa 1973: II. 103; A. Kuran, Anadolu Medreseleri, I, Ankara 1969, s. 104; M. Sözen, Anadolu Medreseleri, I, İstanbul 1970, s. 90-93. “Dârü’ş-şifâ”, 1168 yılında çıkarılan bir fermanla medrese haline getirilmiş ve bu tarihten sonra adı “Şifâîye medresesi” şeklinde anılmıştır.
[49] S. Ünver, Selçuk Tababeti, İstanbul 1940, s. 56-60; aynı yazar, Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında Vakıf Hastahânelerin Bir Kısmına Dair, Vakıflar Degisi, I, (1969), s. 20 vd.; O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1911, s. 122 vd.; Turan 1911: 322; Aslanapa 1973: II. 103; S. Eyice, Sivas’ta Keykâvus I. Dârü’ş-şifâsı, Bilgi Dergisi, 130-1, (1958). Dârü’ş-şifâ vakfiyesi için bkz. Vakıflar Gn. Md., Dos. Nr. 584, s. 288-290; kısmen nşr. ve trc. M. Cevdet, Sivas Dârü’ş-Şifâsı Vakfiyesi ve Tercümesi, Vakıflar Dergisi, I, (1969), s. 35-38. Vakfiyenin değerlendirilmesine dair bkz. M. A. Köymen, Selçuklu Devri Kaynakları Olarak Vakfiyeler, SPO, Napoli, (1976), s. 153-163; R. Yinanç, Kayseri ve Sivas Dârü’ş-Şifâlarının Vakıfları, Belleten, XLVIII, (1985), s. 299-307.
[50] İbn Bibi 1956: 111; 1951: 245; Yazıcızade 1902: 151.
[51] İbn Bibi 1956: 120; 1951: 110; Yazıcızade 1902: 101. “Bozorgân ve İğdişân-ı Aksera istikbâl-i çetr-i hümâyûn ve bargâh-ı meymûn nemudend ve nesâr-ı besyâr kerdend”.
[52] İbn Bibi 1956: 120; 1957: 170; Yazıcızade 1902: 107. “…tekrim-i herçe’ezimter sultan ra der şehr averdend ve ber taht-ı memleket ve serîr-i saltanat neşandend ve güherhâ-yı şehvâr nesâr kerdend”.
[53] İbn Bibi 1956: 152; 1957: 215; Yazıcızade 1092: 136. “Ehâli-yi şehir direm ve dinar nesâr kerdend”.
[54] İbn Bibi 1956: 120, 131, 139, 145, 152, 161, 186, 187; 1957: 171, 188, 199, 207, 214, 225, 255, 256; Yazıcızade 1902: 108, 112, 121, 128, 136, 141, 167, 168; Duda 1959: 83.
[55] İbn Bibi 1956: 210; 1957: 284; Yazıcızade 1902: 195; Duda 1959: 95.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.