Anadolu, yaklaşık iki bin yıldır kalıcı köprülerin inşa edilmesini olanaklı kılan coğrafi özelliklere sahiptir. Türkiye’nin ırmakları ne Rusya’nınkiler ne de Kuzey Amerika’nınkiler kadar geniş ve yüksek debili akarsular değildir. Buysa, mütevazı konstrüktif olanaklarla köprü inşa etmeyi kolaylaştırmıştır. Gerçi, erken dönemlerde Boğazlar gibi geniş su yollarını aşmanın çözümleri bile üretilmiştir, ama eski dünyanın ulaşım sorunsalları bu coğrafyada sadece akarsuları geçmek için köprüler yapılmasını gerekmiştir. 19. yüzyıldan daha eski ahşap örneklerin günümüze ulaşamamasına karşın, çoğu Anadolu uygarlığının yaptığı kargir köprülerinin çok sayıda örneği ayaktadır. İşlevlerini neredeyse yapımından bu yana kesintisiz sürdürenler olduğu gibi, akarsuların yatak değiştirmesi nedeniyle işlevsiz kalanlara ve zamanın, daha çok da Türkiye akarsularının aşırı değişken debilerinin zorlu etkilerine dayanamayıp harap olanlara da sıkça rastlanır.
Köprülere ilişkin bilgiler genelde mevcut yapı stoğunun tarihsel-mimari analizine yaslanır. Ancak, seyahatnamelerde de yazılı ve/veya görsel köprü betimlemelerine rastlanmaktadır. Öte yandan, özellikle Türk araştırmacılar tarafından yapılan az sayıda çağdaş mimarlık tarihi araştırması 1930’ların sonundan itibaren çoğunlukla Osmanlı dönemi ve Mimar Sinan yapıtlarına ağırlıklı olarak yer vermiş, kargir köprüler için hazırlanan iki katalog çalışması dışında, Türkiye köprüleri kapsamı günümüze dek uzanan toplu bir değerlendirme çerçevesinde incelenmemiştir.
Örneğin, Türk mimarlık tarihçiliğinin öncüsü olan C. E. Arseven, “Anadolu’da Selçuk ve Beylikler Devri’nden kalan köprüler varsa da bunların çoğu Osmanlılar devrinde tamir ve tecdid edilmiştir. Osmanlıların Anadolu ve Rumeli’nde inşa ettikleri köprüler o kadar çoktur ki bunları ayrı ayrı tetkik eden bir eser henüz vücuda getirilmemiştir” der ve “Türk Sanatı Tarihi” adlı incelemesinde birkaç önemli köprünün adını verdikten sonra, yalnızca Edirne köprülerini tanımlar.[1] O. Bozkurt ilk kez Sinan köprüleri üzerine kapsamlı bir araştırma ve belgeleme denemesi yapar.[2] E. H. Ayverdi ise, Osmanlı mimarisinin ilk devrini ele aldığı anıtsal “corpus”unda önyargılı olarak “Romalılar köprülerinde tuğla kullandıklarına, Bizanslılardan nümune kalmadığına göre, bu usulü Selçuklular te’sis etmiş olsalar gerektir” diyerek Osmanlı öncesi dönemin tüm kesme taş köprülerine ilişkin içeriksiz bir genellemede bulunur.[3] C. Çulpan tarafından hazırlanan Türk taş köprülerine ilişkin incelemede, ele alınan eserler Ortaçağ’dan Osmanlı devri sonuna kadarki aralıkta tanımlanmakla birlikte, daha erken örneklere de değinilmiş, Anadolu ve Trakya’da inşa edilmiş olduğu bilgisine ulaşılmış ahşap ve tombaz (yüzer) köprüleri de içeren ek listeler düzenlenmiştir.[4] Ancak, bu çalışma köprülere ilişkin birçok bilgiyi biraraya getirse de, ayrıntılı gözlemlere dayalı mimari ve strüktürel çözümlemelere yer vermez.
Köprülerin bakım ve onarımından sorumlu kuruluş olan Karayolları Genel Müdürlüğü, daha önceleri kendi bültenlerinde yayınlanmış olan araştırmalara[5] ek olarak G. Tunç tarafından yapılan bir derlemeyle 260 köprünün yer aldığı alfabetik bir katalog çalışmasını yayınlar.[6] Bu sorumluluk kapsamında ilgili kurum tarafından 1973 yılından itibaren yaklaşık on yıl süresince yapılan tespitler sonucunda 354 köprünün saptandığı ve tescil edildikleri bilinmektedir.[7]
Türkiye sınırları içinde bulunan köprüler üzerine yukarıda tanıtılan çalışmalar dışında, Türk ve yabancı araştırmacıların bölgesel ya da dönemsel incelemeler kapsamında özgün örnekleri ele aldıkları geniş denebilecek bir yayın birikimi de bulunmaktadır. Ancak bunların çoğu genelde köprü mimarisinin ve özelde de Anadolu köprü mimarisinin sorunlarına açıklık getirmekten uzaktır. En önemli sorunlardan biri ise, kullanımda kaldıkları neredeyse yüzyıllar boyunca, sürekli müdahale görmüş, onarılmış bu yapıların geçmişlerini ve özgün durumlarını çözümlemeye mimarilerinden malzeme sorunlarına, yapım tekniklerinden strüktürel problemlerine uzanan bir çerçevede girişilmemiş olunuşudur. Oysa, Anadolu’nun kesintisiz iskan tarihi hemen hemen her köprünün çok uzun bir aralıkta farklı kültürler ve dönemler boyunca işlevini korumasına yol açmıştır. Kimi zaman modern bir köprünün en azından konum olarak eski bir Roma köprüsünün yerinde inşa edildiği görülür (Diyarbakır’ın doğusunda Anbarçayı Köprüsü), Kimi zamansa, bugün Osmanlı yapısı görünümünü taşıyan bir köprü, doğrudan doğruya bir Roma yapısının onarımlar sonucu aldığı biçimden başka birşey olmayabilir.
Geleneksel Kargir Köprü Yapım Teknikleri
Konumlandırıldıkları yerin özellikleri ve yapım için kullanılan olanaklar köprünün biçimini belirler. Sözgelimi, merkezi yönetim kaynaklarını ve kalifiye yapım emeğini kullanamayan, yani yerel olanaklarla yetinmek zorunda olanlar, ahşap köprü yapımına girişmek zorunda kalmışlardır. Anadolu ahşap köprüleri ise, en eskisi 19. yüzyıl öncesine ulaşmayan görsel belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, karmaşık asma sistemlere ve kafes kiriş kullanımına yer vermeyen yalın yatay atkı sistemlerinden ibarettir. Amasya ve Edirne kentlerinin içinde çok sayıda köprüden ahşap strüktürlü olanlar varlıklarını son yüzyıla dek sürdürmüş, olanak bulunduğunda kargire dönüştürülmüştür. Kayda değer strüktürel başarılarla karşılaşmak içinse, her zaman kargir köprülere bakmak gerekir. Bu alanda tek gözlü çözümlerin cüretli örnekleri azdır. Tek gözlü köprüler daha çok dar akarsular üzerinde konumlanır. Geniş yataklı düşük debili akarsuların üzerinde sıra gözlü uzun köprüler yapılmıştır. Nehir yatağının çok geniş bir alana yayılması durumunda bataklık oluşumları üzerinde sağlam mesnet noktaları bulunarak (Uzunköprü) ya da oluşturularak (Büyükçekmece Köprüsü) doğrultu değiştiren veya parçalı strüktürler kurulmuştur. Hatta, Osmanlılar tarafından Macaristan’da yapılan Ösek Köprüsü’nde olduğu gibi karma stüktürlü olanlar da inşa edilmiştir.[8] Nehir yatağının derin vadilerden yüksek hızla aktığı yerlerde iki yaka arasının tek kemerle aşılması yeğlenmiştir. Az sayıda örneği etkileyici strüktürler olan bu türden kemerlerin mesnet noktaları su seviyesinden epeyce yukarıda olabilmektedir. Tek gözlü köprüler derin yataklı ve su seviyesinin çok yükseldiği akarsuların üzerinde de görülür. Bu türden örneklerde çoğunlukla su üzerinden yükseklik kemer açıklığından fazladır. En etkili örneği sayılabilecek Malabadi Köprüsü’nde olduğu gibi yol kotu, açıklığı geçen kemerin zirvesinin altında kaldığı için oldukça dik eğimli yan bağlantılar yapılmıştır. Çoğu zaman bunların üzerinde taşkın gözleri ya da strüktürü hafifleten ve işçiliği kolaylaştıran açıklıklar da tasarlanmıştır.
Köprü açıklıklarının mesnet noktalarını oluşturan ayakların akarsu yatağı içinde bulunduğu durumlarda ayakların özel olarak berkitilmesi gerekir. Bu amaçla, ayağa ırmağın akış yönüne karşıt doğrultuda selyaranlar, akış yönünde de mahmuzlar eklemlenir. Her iki elemanın görevi de akışın ve bu akışla birlikte taşınan çeşitli ağır maddelerin ayağı ve ayak temelini tahrip etmesini önlemektir. Selyaran ve mahmuzların biçimleri Antik Dönem’den itibaren çok fazla bir değişim göstermemiştir. Köprünün menba ve mansab taraflarında aldıkları biçimler bu strüktürlerin yaşadıkları sorunlar dikkate alınarak geliştirilmiş olmalıdır. Öte yandan, kargir köprü yapım teknikleri de kabaca Antik Roma’dan endüstri çağına kadar çok köklü değişiklik geçirmemiştir.[9] Hatta, kimi açılardan bugün bile Roma teknolojisine fazla uzak düşmeyen bir teknolojik birikimin geçerli olduğu söylenebilir.[10]
Yapım öncesindeki teknik ön hazırlıklar, üzerinde inşaatın gerçekleştirileceği alanın topografik durum krokisinin hazırlanmasıyla başlamaktadır. Romalıların oldukça gelişkin ve 16. yüzyıla kadar aşılamayacak bir topografik ölçüm teknolojisine sahip oldukları anlaşılmaktadır.[11] Ortaçağ yapımcıları ise; Anadolu’da olduğu gibi Avrupa’da da, daha mütevazı ölçümlerle yetinmişlerdir. Osmanlı köprü yapımcılarının topografya bilgisi de ortalama Ortaçağ bilgisinin sınırlarını zorlamış gibi gözükmüyor.
Osmanlı Türkçesinde “misaha” (mesaha) denilen bu işlem genellikle mimarlar tarafından gerçekleştirilmektedir.[12] Ne var ki, kimi belgelerde onların yanısıra, “mühendis” diye adlandırılan kişilerin ve seyrek olarak da “mesahacı” (topograf) denilen teknik elemanın da ölçüm işlemleri yaptığı anlaşılmaktadır.[13] Bu amaçla yapılan işlemler sırasında yatay uzunlukların ölçümünde belgelerde adı “iki ucu mühürlü urgan”, uzunluğuysa 75 terzi ziraı olarak verilen ipekten yapılma ve üzerine birim boyutları düğüm atılarak işaretlenmiş özel bir araç kullanılmaktaydı.[14] Düşey yüksekliklerin ölçümündeyse, “havayi terazi” ya da genellikle kısaca “terazi” denilen araçtan yararlanılıyordu. Özellikle su yolu yapımlarında güzergah profilini çıkarmak bir zorunluluk olduğundan, bu işlemin uygulandığı bilinmektedir.[15]
Köprünün yeri ve konstrüksiyon sistemine ilişkin kararlar sonrasında temel yapımı süreci başlar. Köprü ayaklarının oturması gereken noktalarda şayet kaya vb. bir sağlam zemin bulunmuyorsa kazıklı sistemler kullanılmaktadır. Osmanlılar da Romalılar gibi kısa, ama sık aralıklı olarak çakılmış temel kazıkları kullanmayı yeğlemişlerdir. 1552 tarihinde yapılan bir köprü onarımında 3.75-6.00 m. uzunluğunda yaklaşık 40.000 adet kazık kullanıldığı bilinmektedir.[16] Bir 17. yüzyıl belgesi ise ahşap temel kazıklarının ucunda demir pabuçlar bulunduğunu açıklamaktadır.[17] 17. yüzyıl öncesindeki yaygınlık derecesi bilinmeyen bu uygulama sonraki yüzyıllarda sürmüştür.
Köprülerde inşaat doğrudan doğruya su içinde gerçekleştirileceği zaman batardolar yapılmaktadır. Batardo köprü ayağını inşa edebilmek amacıyla, içine suyun girmeyeceği geçici bir çalışma alanı oluşturmayı sağlar. Sinan’ın Büyükçekmece Köprüsü (bitim: 1567-68) inşaatında bu tür batardoların nasıl yapıldığına ilişkin oldukça ayrıntılı bilgiler vardır. Sai’nin Sinan’ın yaşamını anlatan Tezkiret-ül Bünyan’ın bir yazma nüshasında köprünün temel yapımı şöyle anlatılır:[18] “(Köprünün) her ayağına bir kalyon gibi ‘sanduka’ (batardo) yapılıp deniz suyunu tulumbalarla… boşalttılar…. ve iki üç adam boyu kazıkları şahmerdanla temellere çakıp onun üzerine kesme blok taşları sağlam demir kenetlerle bağlatıp aralarına kurşun akıtıp… (temel inşaatını tamamladılar).” Bu temel inşaatında dikkat çekici olan şey kara yapılarında temelin moloz taşla yapılmasına karşılık, köprü yapımında kesme taş blokların ve kenetli örgünün yeğlenmiş oluşudur. Osmancık, II. Bayezid (Koyun Baba) Köprüsü’nün temellerinde de katranlı ardıç kazık üzerinde kenetli kesme taş bloklarıyla oluşturulmuş temel sistemi gözlenmiştir.[19] Romalıların da benzer bir uygulama yaptıkları biliniyor. Oldukça büyük bir kesinlikle Osmanlı batardo ve kazıklı temel inşaatlarının Antik Roma teknolojisiyle bağlantılı olduğu ileri sürülebilir.
Köprü ayaklarının nehir sularının azaldığı dönemlerde ve inşaatın sırasına göre yatağın yönü değiştirilerek inşa edilmesi yöntemi de sık sık uygulanmış olmalıdır. Anadolu akarsularının debileri mevsimlere göre düzenli olarak azalıp çoğaldığından, köprü temellerinin yapımının genellikle kuru mevsimlere denk düşürülmesi yeğlenmiştir. Batardo yapımı teknik açıdan zor ve pahalı bir yöntemdir ve ancak su akışının sürekli olduğu yerlerde yapımı kaçınılmaz olduğunda gerçekleştirilmiş olmalıdır.
Temel inşaatı, kazık çakımının ardından kazık başlarını birbirine tespit eden yatay bir ızgaranın yapımı ile devam etmekteydi. Erzurum, Pasinler’de Aras nehri üzerinde Çoban Köprüsü’nün (13. yüzyıl sonu) onarımı sırasında ayaklarının altına yatay olarak yerleştirilmiş ardıç cinsi ağaçlardan oluşan bir temel ızgarasının açığa çıktığı belirtilmektedir.[20] Bol horasan harcı içinde konumlanan ahşap ızgara yalnız köprülerde değil her tür önemli kargir yapının inşaatında rastlanan olağan bir temel sistemi bileşenidir.[21]
Köprü ayağının temel inşaatı bitirildikten sonra ayağın örülmesi oldukça kolay bir aşama oluşturmaktadır. Asıl sorun ayakları birbirine bağlayan kemerlerin örülmesi sırasında gündeme gelir. Kuru mevsimlerde ya da kuru bir yatak üzerinde bu işlem kemerin ahşap kalıbı doğrudan doğruya doğal zemine oturtularak kolayca çözülür. Akarsunun akışının devam ettiği durumlardaysa, kemer kalıbı ayak üzerinde bırakılan özel yuvalara oturtulmaktadır. Bu her anlamda geleneksel köprü yapımının en zor kesimini oluşturur. Özellikle geniş tek kemer açıklıklı köprülerde kalıp ve taşıyıcısı olan ispitler tek bir parçadan değil, iki veya üç parçadan oluşurlar.[22]
Anadolu köprücülük tarihi de neredeyse tüm eski dünyada olduğu gibi Romalılar ile başlar. Romalılar bilinen tüm geleneksel köprü yapım teknolojisinin yaratıcıları sayılabilirler. Başka yapılarda beton döküm yöntemini uygulamış olsalar da, köprü yapımında kesme taş bloklarla örgü yönteminden yararlanmışlardır.[23] Kenetli örgü Roma köprücülüğü için standart bir uygulama olmuş sayılabilir. Tuna gibi geniş ırmaklar üzerinde Trajan Köprüsü türünden cüretli örneklere rastlanırsa da, Anadolu’daki Roma örnekleri yalın strüktürlerdir. Tek veya sıra kemerli ve kemer biçimleri yarım dairesel uygulamalar Roma için her yerde olduğu gibi Anadolu’da da tipiktir. Roma Dönemi’nden beri dargeçit türü vadi oluşumlarında Selge (Zerk Köyü) yolu üzerinde Köprülü Kanyon’daki Roma Köprüsü örneğinde olduğu gibi tek kemerli köprü örnekleri de görülür.
Anadolu’daki Roma köprülerinin en tanınmışı olan Cendere Köprüsü’nün Kahta’da Cender Suyu üzerinde 2. yüzyılda yapıldığı yazıtından öğrenilmektedir. 34.20 m. açıklıklı bir tek kemeri bulunmaktadır. Köprü başlarında dört sütun üzerinde anıtsalığını vurgulayan heykeller olduğu bilinmektedir. Geniş açıklıklı ve dolayısıyla yükselen köprülerde eğimin dikliğinden ötürü döşeme yüzeyinin basamaklı olması konstrüktif sorunlar ve geçiş güvenliğiden ötürü yeğlenmiş olmalıdır. Son dönem onarımlarıyla çoğu köprünün bu türden kaplama ayrıntılarını yitirdiği kesindir. Cendere Köprüsü’nün eski durumunu yansıtan fotoğraflarda bu durum açıkça görülmektedir. Günümüzde üç sütunu mevcuttur ve yakın yıllarda oldukça ağır bir restorasyon geçirmiştir.
lustinianos Dönemi’nde Anadolu’da kapsamlı bir köprü yapım etkinliği yürütülmüş gibi gözüküyor. Gerek biçim, gerekse de teknik açıdan Iustinianos köprüleri Bizans’tan çok, Roma yapım geleneğinin sınırları içinde değerlendirilebilir. Bu köprülerden en sağlam durumda olan yapı Sakarya Nehri üzerinde MS. 561’de yapılmış sekiz gözlü strüktürdür. En büyük kemer açıklığı 23 metre olan yapının altından artık hiçbir akarsu geçmez. Köprü ayaklarının fazlasıyla kalın oluşu Sakarya’nın akışını engellemiş olmalıdır. Buysa, ırmağın akışını yavaşlatmış, yatağın hızla yükselmesine neden olmuş ve ovanın başka yatak oluşturmaya uygun oluşu nedeniyle de ırmak köprünün bulunduğu kesimden uzaklaşmıştır. Sakarya, Osmanlı döneminde de üzerinde kolay kolay köprü inşa edilemeyen ender Anadolu ırmaklarından biri olmayı sürdürmüştür. Hem geniş hem de düzenli akışlı ve debisi yüksek bir akarsu oluşu Sakarya geçişlerini pahalı ve sorunlu hale getirmiştir.
Adana şehir merkezinde Seyhan nehri üzerindeki Taş Köprü de Prokopios’a göre bir lustinianos yapısıdır.[24] 21 gözlüdür. İlk yapımının Hadrianus Dönemi’nde (2. yüzyıl) gerçekleştiği ileri sürülürse de, kent müzesinde bulunan yazıtında adı geçen mimarın 4. yüzyılda Roma’da bir başka köprüyü inşa etmiş olduğundan yola çıkılarak bu döneme tarihlenmesi de olanaklıdır. Prokopios’tan öğrenildiğine göre 6. yüzyılda temelleri takviye edilerek esaslı onarım geçirmiş olmalıdır. 18. yüzyıl başında Ramazanoğulları vakfının gelirlerinden yararlanarak onarıldığına ilişkin yazılı belgeler mevcuttur. 19. yüzyıl ortasında önce Kavalalı İbrahim Paşa’nın geri çekilişi sırasında köprünün hasar gördüğü, sonra da taşkın nedeniyle onarımının zorunlu hale geldiği anlaşılmaktadır. Sultan Abdülmecid Dönemi’nde yapılan onarımın yazıtları mevcuttur. Bu onarımdan sonra Adana’yı ziyaret eden Langlois’ten öğrenildiğine göre köprü ortasında dört sütun üzerine bir köşk yaptırılmıştır. C. Çulpan Adana Müzesi’nde bulunan yazıtların köprünün iki başındaki kapılar üzerine konduğunu ve bunların kapılar kaldırıldıktan sonra müzeye alındığını yazmaktadır. Söz konusu yazıtların köprü ortasındaki yapıyla ilişkili olması akla yakın gelmektedir. Aynı dönemde 6. ve 7. gözleri arasında 300 yıldır mevcut bulunan ahşap değirmenlerin onarım sırasında yıkıldığı ileri sürülerek yeniden yapımı için keşif yapılmıştır. Bu açıdan, özellikle Orta Avrupa’da görülen değirmenli köprü tipinin Türkiye’deki örneklerinden biri olduğu söylenebilir. Köprünün II. Abdülhamid Dönemi’nde onarıldığına işaret eden bir yazıtı daha vardır. Köprü ayaklarından birindeki selyaranın basamaklı olarak ayağın orta kesimine yükseltilmiş oluşu Roma Dönemi’ndeki yatak seviyesinin belirlenmesine olanak vermektedir.
Misis Köprüsü Adana ilinde Ceyhan nehri üzerinde Adana-Antakya yolu ve dolayısıyla Suriye bağlantısı üzerinde önemli bir geçit noktasında konumlanır. Constantinus Dönemi’nde inşa edilip lustinianos Dönemi’nde onarıldığı ileri sürülür.[25] Osmanlı dönemi onarımlarının en kapsamlısının IV. Mehmet zamanında gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Köprünün ucuna eklemlenen çeşitli yapılarla stratejik önemi vurgulanan bu geçişin 18. yüzyılda taşkından dolayı beş gözünün yıkıldığı, 19. yüzyıldaysa bir kemerinin İbrahim Paşa’yla yapılan savaşta tahrip olduğu ve ahşap konstrüksiyonla yapılan onarım sonrası 1852’ye dek bu durumda kullanıldığı bilinmektedir. 1998 depreminde ciddi hasar gören yapı ulaşıma kapatılmakla birlikte kaçak kullanım ve artçı şoklar sonrasında tümüyle kullanılmaz hale gelerek onarıma alınmıştır.
Anadolu’da Ortaçağ Köprüleri
Selçuklu ve Artukoğulları köprüleri özenli kesme taş işçiliği ve almaşık düzenli (Hoşap Güzelsu Köprüsü), zengin bezeme programı olan yapılardır. Yazıtlar yapının doğrudan beden duvarları üzerinde ya da bezeme programının bir ögesi olarak yer alır. Doğu Anadolu’daki köprülerde büyük açıklıklarda genelde kemer ve beden duvarları farklı tekniklerde inşa edilmiştir. Kemer, büyük kesme taş bloklarla özenli işçilikle, diğer kesimler yörenin teknik olanakları doğrultusunda yerel malzeme ve harçla moloz taş işçiliğiyle gerçekleştirilmiştir. Yuvarlak kemerli köprüler Roma ve Bizans geleneğinin devamı olarak varlıklarını sürdürürken (İstanbul Çobançeşme, Afyon Altıgöz, Sivas Kesik Köprü, Kayseri Çokgöz Köprüsü, Ermenek Ala Köprü), Doğu Anadolu’da sivri kemer ağırlıklı olarak uygulanmıştır.
Hasankeyf Köprüsü, Dicle üzerinde günümüzde yalnızca kemer ayakları mevcut olan Ortaçağ’ın Anadolu’daki en önemli yapıtlarından biridir. 40 metre açıklıktaki orta gözü, Anadolu’nun geleneksel konstrüksiyonla geçilmiş en büyük açıklığını tanımlayan kemeriyle dönemi için çok iddialı ve cüretli bir yapıdır. Yazıtının olmamasından ötürü genel kanı Artukoğulları Dönemi’nde inşa edildiği yönündedir. 13. yüzyılda İbn Şeddad’ın ve 14. yüzyılda Hasankeyf’ten geçen Barbaro’nun tanıklıklarına dayanarak, orta açıklığın üst kesiminin ahşap olduğu ileri sürülmektedir.[26] Gabriel tarafından hazırlanan restitüsyon çizimleri bu savı dikkate alır.[27] Adı geçen araştırmacı bu yazılı tanıklıkları köprünün orta açıklığının iki ince paralel kemer biçiminde yapılıp bunların arasındaki köprü yolunun ahşap bir kirişleme ile oluşturulduğu biçiminde yorumlamıştır. Yapımcılar bu çözümün 40 metrelik açıklığın yükünü azaltacağını varsaymış olmalıdırlar. Ne var ki, iki kemer arasında bırakılan boşluğun taşıyıcı sistem açısından zafiyet yarattığı ve köprünün bu nedenle yıkıldığı araştırmacıların ortak kanısıdır. Ilısu Barajı’nın yapılması durumunda köprü kalıntısı tümüyle sular altında kalacaktır. (Resim 1).
Çeşnigir Köprüsü, Kızılırmak üzerinde Ankara-Kırşehir yolunun nehri geçmek için en uygun konumunda inşa edilmiştir. Büyük göz açıklığı 20 metredir. Diğer gözler asimetrik düzenlenmiştir ve taşkın boşaltma gözleridir. Ayaklar nehir yatağındaki kayalar üzerinde konumlanır. Yapım tarihi tartışmalıdır.[28] Roma Dönemi’nde bu konumda bir köprü bulunmadığı, 4. yüzyılda İmparator Theodosios’a verilen bir dilekçede Kızılırmak üzerinden bir tombaz-köprüyle geçildiği belirtilerek, kargir köprü inşa edilmesi isteğinin iletilmiş olduğu Ramsay’den öğrenilir.[29] Köprünün mevcut durumunun Bizans Dönemi altyapısı üzerinde Türk dönemlerinde yapılan onarımlar olduğunu ileri sürenler olmakla birlikte, birçok araştırmacı da Selçuklu yapısı olduğu kanısındadır. Köprünün günümüze ulaşan biçiminin özgün tasarımı olduğu oldukça kuşkuludur. Derbend özelliği olan konumundan ötürü sürekli müdahale görmüş olan yapı üzerinde ayrıntılı çalışma yapılarak bazı soruların yanıtları bulunabilir.
Malabadi Köprüsü Batman Suyu üzerinde inşa edilmiş yüksek bir köprüdür.[30] Orta kesimde 38.60 metrelik açıklığı olan üç bölümlü yapı mevcut kitabesine göre 1147 yılında yapılmış olmalıdır. Son derece dik olan köprü eğiminden ötürü üzerinden geçişin ürkütücülüğü folklorik bir birikim yaratmıştır. Çağında, sadece köprü olarak tanımlanamayacak karmaşıklıkta, konaklama, savunma, denetim vb. gibi işlevleri barındırdığı kesindir. Zengin figürlü bezemelerinin anlamları üzerine çeşitli yorumlar yapılmıştır.
Tekgöz Köprüsü (Kayseri), Kızılırmak üzerindedir. Doğu cephesinde bulunan yazıtına göre 1202 yılında yapıldığı ileri sürülmekle birlikte kitabenin özgün yerinde olduğu kuşkuludur.[31] 27 metre açıklık 18 metre yükseklikteki ana gözünün bir yanında 11.5 metrelik taşkın gözü bulunur. Geçirdiği onarımlarla özgün ayrıntılarının çok önemli kesimini yitirdiği söylenebilir.
Halilviran-Artuklu Köprüsü (Diyarbakır), Devegeçidi Suyu üzerinde yedi gözlü bir köprüdür.[32] Oldukça ince kesme taş işçiliği vardır. Üzerinde bulunan üç yazıttan biri 1218 tarihinde yapıldığını tanımlar. Selyaranların kemer ayaklarıyla birlikte bir bütün olarak tasarlanmış oluşlarından kaynaklanan plastik etkisi dikkat çekicidir. Bu etkinin elde edilmesinde kemerlerin dış çizgisinin vurgulanmaması da rol oynar.
Hıdırlık-Tokat Köprüsü, Yeşilırmak üzerinde beş açıklıklı oldukça yalın bir köprüdür. Üzerinde bulunan kitabeliğin içinde gömülü olan yazıtlara göre 1250 yılına tarihlenmekle birlikte, bu yazıtların bir Osmanlı onarımı sonucunda buraya yerleştirildikleri düşünülmelidir.
Çoban Köprüsü’nün (Erzurum), Aras nehri üzerinde batı yönünde temelleri görünen, yıkılmış bir başka köprünün yerine 13. yüzyıl sonunda inşa edilmiş olduğu tarihi kayıtlara dayanarak ileri sürülür.[33] Kemer araları ayakların üzerinde iki yönde dörderden toplam sekiz oda bulunmaktadır. 17 ve 18. yüzyıllarda üzerinde Osmanlı onarımları yapıldığı yazılı kaynaklardan öğrenilir. Kemerlerin almaşık düzenlerinin bozulmuş olması bu durumu doğrular. Köprü planının eğriselliği sağlam zemin sorunu ve iki çayın (Bingöl ve Hasankale Çayları) birleştiği yerde konumlanmasından ötürü akış yönlerinin dikkate alınması olarak açıklanmıştır. Ancak, bunun Ortaçağ’da Avrupa’da da Türkiye’de de sık rastlanan bir teknik yetersizlikten kaynaklandığı varsayılabilir. Benzer bir durum Dicle Köprüsü için de söz konusudur. Diyarbakır kentinin hemen yanıbaşında bulunan köprünün yazıtı 1065 tarihini vermekle birlikte, araştırmacıların çoğu Antik Dönem’den beri burada mevcut bir yapının devamı olduğu üzerinde görüş birliği içindedirler.[34] Kaçınılmaz olarak Osmanlı onarımlarıyla ciddi müdahaleler geçiren köprünün en az iki döneme işaret eden yapısal farklarının bulunduğu gözlenmektedir.
Belkıs (Köprü Çayı) Köprüsü, Aspendos yakınlarında Köprüçay üzerindedir.[35] Roma Dönemi’nde burada bulunan köprünün büyük ve yüksek olduğu yazılı kaynaklardan biliniyor, Bizans Dönemi’nde de kullanılan köprü Selçuklu Dönemi’nde Alaeddin Keykubat I tarafından yenilenmiştir. Eski köprü mesnetlerinin bazılarından yararlanıldığı için kırık hatlı bir plan verir. İki başında Roma Dönemi köprü ayak kalıntıları görülebilir. Son yıllarda çok kapsamlı bir onarım geçirmiştir.
Kızılırmak üzerindeki Sivas Eğri Köprü ile Kayseri Çokgöz Köprüsü’nün Osmanlı öncesi döneme aidiyetleri yapım özelliklerinden dolayı ileri sürülmüştür.[36] Ancak, Eğri Köprü için ileri sürülen bu savı doğrulayacak mimari veriler köprünün Doğu yolu üzerindeki stratejik önemi nedeniyle Osmanlı Dönemi’nde sürekli onarım geçirmesinden ötürü, günümüze ulaşamamıştır.
Karamanoğlu egemenliğine ve 14. yüzyıl başına tarihlenen Ermenek yakınlarında Görmel Köprüsü (Ala Köprü) Göksu vadisinin oldukça dar bir noktasında 21 metrelik açıklığı geçen kemeriyle iki kıyıdaki kayalara oturur.[37] Roma Dönemi’nden beri dargeçit türü vadi oluşumlarında uygulanan sistemin görkemli bir uygulamasıdır. Fırtına Deresi vadisindeki köprü de benzer bir örnektir.
Osmanlı Kargir Köprüleri
Osmanlı egemenliğine giren topraklarda çok sayıda köprü inşa edildiği görülüyor. Birçok eski köprü de aynı yüzyıllarda elden geçirilmiş olmalıdır. Hatta, Romalılardan sonra bu coğrafyada en kapsamlı köprücülük etkinliğini Osmanlıların gösterdiği de söylenebilir. En azından 15-18. yüzyıllarda geçerli olan genel bir Osmanlı köprü tipolojisinden söz etmek de olanaklıdır. Osmanlı köprü yapım tercihleri Ortaçağ’da özellikle Doğu Türkiye’de örneklerine rastlanan narin tek kemerli yapılardan farklıdır. Geniş açıklıklı tek kemerli çözümler enderdir ve bunlar ancak alttaki akarsunun zorunlu kılması durumunda uygulanmışlardır. Yaygın olan tip sıra kemerli olanlardır. Bunlarda da eşboyutlu dizi kemerli tipler ve farklı boyutlu dizi kemerli tipler olarak iki ana grup ayırt edilebilir (Resim 2,3).
Birinci tipte kemerli açıklıklar hemen hemen eşit boyutlardadır. İkinci tipteyse, ortadaki açıklık daha geniştir ve yanlara doğru açıklıklar giderek daralır. Bundan ötürü de köprü profili yanlarda alçalan, ortada yüksek üçgen bir görünüm kazanır. En fazla karşılaşılan tip de budur. Her tür köprüde yanaşık derzli kesme taş örgü standart bir uygulamadır. Köprü kemerleri hemen daima sivri yapılmakta ve profillerinin çökertilerek belirginleştirilmesi de yine genel bir tercih gibi gözükmektedir. Köprü boşaltma gözleri de benzer özellikleri yineler. Ermenek Bıçakçı[38] ve Saraybosna Keçi Köprülerinin[39] daire biçimli boşaltma gözleri genelleşmiş çözümlere aykırı uygulamalardır. Kaynaklar erken tarihli olduklarını ileri sürmekle birlikte bu köprülerin geçirdikleri onarımlarla son durumlarını aldıkları savlanabilir. Dairesel boşaltma gözleri olan köprülerin 18. yüzyıldan başlayarak Avrupa’da, örneğin, Galler’de uygulanmış örnekleri vardır.[40] Türkiye’deki geç dönem uygulamaları da Avrupa ile bağlantılı bir değişim olarak yorumlanabilir.
Osmanlı köprülerinde görülen ve başka yapım geleneklerinde rastlanmayan bir elemansa tarih ve seyir köşkleridir.[41] Bunlar genellikle köprünün ortadaki en yüksek noktasında konumlanan dışa doğru konsol biçiminde taşkın olarak konumlandırılmış inşai elemanlardır. Tarih köşklerinde konsolun üzerinde yazıtı içeren bir duvar bulunur. Seyir köşkleriyse köprü yol kotundan kısmen seki biçiminde yükseltilmiş ve dinlenme amacıyla kullanılmış olabilecek yalın mekanlardır. 16 ve 17. yüzyılda gerçekleştirilmiş önemli örneklerin çoğunda köprünün bir bileşeni haline gelmiş olan tarih ve seyir köşklerinin ilk örneklerinin Bursa ve Edirne illerinde gerçekleştirilmiş olması gerekir. Günümüze ancak birkaç eski fotoğrafını ulaşmış 15. yüzyıl ortalarına tarihlenen Bursa Selçuk Hatun Köprüsü almaşık örgülü tarih köşküyle erken bir örnek olmalıdır. II. Bayezid tarafından inşa ettirilmiş olduğunu bildiğimiz Kızılırmak ve Sakarya üzerindeki iki önemli köprünün yazıtları bu bağlamda incelenmelidir. Kızılırmak üzerindeki (Çorum-Osmancık) köprünün kendisinden bağımsız olarak kent tarafında yer alan yazıtına karşılık, Geyve’deki köprü çok kereler deprem ve selden hasar görmüş olmakla birlikte tarih köşkünün özgün olduğu izlenimini vermektedir.
Trakya’da Ergene Nehri üzerinde inşa edilen Uzunköprü (II. Murad Köprüsü), 15. yüzyılın en önemli mimari etkinliği olmuştur. 174 adet gözü olan köprü, kitabesine göre yaklaşık 16 yıllık bir çaba sonucunda 1443-44 yıllarında tamamlanmıştır. Oldukça geniş nehir yatağının bataklık arazideki uygun mesnet noktalarında dirsek yaparak sel sularının toplanmasını sağlayıcı bir biçim verildiği öne sürülmüştür.[42] Köprü ayaklarında ve kemerlerin kilit taşlarında bugün çoğu yitirilmiş olan hayvan figürlerinin (fil, arslan, kuş) bezeme programının ögeleri olarak kullanılmış oluşu Güneydoğu Anadolu’daki Ortaçağ köprüleriyle benzeşir. Yapının korkuluk duvarları üzerinde bulunan taş güllelerin anlamı ve işlevini çözmek özgün örnekler ortadan kalktığı için kolay değil. Benzer biçimde görsel belgeler aracılığıyla varlığından haberdar olduğumuz balkonunun yapının özgün bir ögesi olarak daha sonraları inşa edilecek Osmanlı köprülerinde görülen dinlenme köşklerinin ilk örneği olup olmadığını bilmemiz de olanaksız. Badi Efendi tarafından aktarılan II. Mahmud Dönemi onarımı 1822/23 tarihindedir.[43] Ancak, yapının daha önceleri de onarıldığına ilişkin belgeler bulunmaktadır.[44] Söz konusu onarımlar sırasında bazı ayrıntılarının, kemer biçimlerinde olduğu gibi, değişmiş olabileceği düşünülmelidir.
Bursa’da Irgandı Köprüsü[45] Osmanlı köprü yapım pratikleri içinde benzersiz gözüken bir uygulamanın örneğidir. Genel olarak “iskan edilmiş köprü” (inhabited bridge) denen[46] bu tür köprülerde köprü hem bir akarsu engelini aşmayı sağlamakta hem de üzerinde dükkan ve/veya konut gibi başka işlevlere hizmet eden mekanlar yer almaktadır. Irgandı Köprüsü’nde köprü aynı zamanda iki sıra dükkanı içeren küçük bir çarşı niteliğindedir. Gerek bu mimari düzeni, gerekse de eski fotoğraflarda[47] dikkat çeken tuğla örgü ayrıntıları nedeniyle bu köprünün doğrudan doğruya İtalya ile ilişkili bir ürün olarak nitelenmesi olanaklıdır (Resim 4). Ne yazık ki, kimi tarihsel kazalardan ötürü köprü dükkanlarını yitirmiştir ve bugün sadece araç trafiğine hizmet etmektedir.
Mimar Sinan’ın çok sayıda köprü inşa ettiği bilinir (Resim 5). Gene kanının aksine, gerçekçi bir değerlendirme Sinan köprülerinin en azından 15-18. yüzyıllardaki genelleşmiş Osmanlı planlama ve teknik alışkanlıklarının ürünleri oldukları biçiminde olmalıdır. Sinan yapıtları arasında adları geçen köprülerinin bugünkü Türkiye sınırları dışında kalan ikisi haricinde diğerleri Marmara Bölgesi’nde bulunur.[48] Büyükçekmece Köprüsü, birbirlerine yapay adalarla eklemlenen dört parçalı sistemi ve 638 metrelik uzunluğuyla önemli bir mimari etkinlik olarak gerek Sinan’ın tezkirelerinde, gerekse döneminin özgün tarihsel kayıtlarında özellikle vurgulanmıştır.[49] Alpullu yakınlarında Ergene Irmağı üzerindeki Sokollu Mehmed Paşa (Sinanlı) Köprüsü orta açıklıktaki yüksek sivri kemeri ile ve Silivri Köprüsü ise 32 gözlü basık kemerleriyle diğerlerinden farklılaşır. Sinan’ın Vişgrad’daki köprüsü (Drina Köprüsü) de, sürekli ve hızlı akan bir ırmak üzerinde inşaat yapmanın zorluğu bir yana bırakılırsa, dönemin olağan çizgisini zorlamaz. Osmanlı klasik çağının en cüretli köprücülük işinin bir Sinan yapısı değil, Mimar Hayrettin tarafından gerçekleştirilen tek gözlü Mostar Köprüsü[50] olduğu söylenebilir.
Osmanlı Dönemi’nde köprülerin korunması ile bakım ve onarımından sorumlu olanları “köprücü” olarak adlandıran özel bir hizmet sınıfı oluşturulmuştur.[51] Devlet tarafından ya da vakıf olarak yapılmalarına bakılmaksızın köprülerin bakım ve korunmasına tayin edilmiş olan kimselere genelde köprücü adı verilmekle birlikte bazı belgelerde “meremmetçi” olarak tanımlandıkları da görülür. Ancak, her iki tanımın birlikte kullanıldığı durumlar da vardır ve her iki terim mevcut bir köprünün işlevini sürdürmesine yönelik gözetim altında tutulmasını tanımlar. Köprücü olanların vergi yükümlülüklerinden muaf tutulmaları ve bu durumun tahrir ve mevkufat defterleri gibi çeşitli kayıtlarda işlenmesi gözde bir görev olmasına neden olmuştur. Köprücülerin sayısı köprünün yeri ve büyüklüğüne göre değişmekteydi. Köprünün bir köyden 15-20 kişinin sorumluluğuna bırakıldığı ya da köyün tüm halkının köprücü atandığı durumlar görülür. Bir köprücü köyünün birkaç köprünün bakımından sorumlu olması yanı sıra, Sakarya ve Adapazarı’nda bulunan uzun köprüler için birkaç köyden köprücü yazılarak sayıları yüzün üzerinde olan ekipler oluşturulmuştur.[52]
Evliya Çelebi’de kimi köprülerin (Misis, Malabadi, Irgandı) iki başında demir kapı bulunduğunu ve bac alındığını belirtir.[53] Köprü geçiş parası hemen hemen her uygarlıkta ve ülkede rastlanan yaygın bir uygulamadır. Ancak, Osmanlı Dönemi’nde yapılan köprülerden çoğunlukla devlet sorumlu olduğundan, en azından 19. yüzyıla kadar köprü geçiş parası istisnaidir. Olsa olsa, genel Osmanlı alışkanlığına uygun olarak Osmanlı öncesinden kalma bazı köprülerde eski uygulamanın sürdürüldüğü düşünülebilir. Irgandı Köprüsü ise bir özel girişim “yatırımı” olduğundan ötürü bac alınmış olmalıdır. İstanbul’da Galata’dan Tophane’ye çıkan kapının dışındaki hendek üzerinde bulunan bir köprüyü kendi olanaklarıyla onarmak isteyen Süleyman adlı kişiye izin verilmesine ilişkin bir hüküm bulunmakla birlikte amacının ne olduğuna yönelik bilgi vermez.[54] Öte yandan 16. yüzyılda güvenlik amaçlı bir köprünün kent içinde varlığını hâlâ sürdürdüğünü göstermesi açısından ilginçtir.
Osmanlı Yüzer Köprüleri
Yüzer köprü[55] Osmanlıların icat ettiği bir yapı türü değildir. Normal kargir ya da ahşap köprülerle aşılamayacak kadar geniş akarsularla karşılaştıklarında çeşitli kültürler yüzer köprüler inşa etme zorunluluğu duymuşlardır. Özellikle askeri ve stratejik gereksinmeler yüzer köprü yapımının tarih boyunca ana nedenlerinden biri olmuştur. Engeli geçecek ordu kalabalık ve hem yapım hem de geçiş süresi kısıtlı olduğunda tüm ordular bu yola başvurmuşlardır.
Yüzer köprü yapımına ilişkin ilk ayrıntılı bilgiler de askeri gereksinmelerin bu alandaki belirleyici önemini kanıtlıyor. Örneğin, Herodotos, Pers Kralı Dareios’un M.Ö. 513-512’deki İskit Seferi sırasında İstanbul Boğazı üzerinde gemilerden oluşan bir köprü yaptırdığını yazar. Mimar Sisamlı Mandrokles’in yaptığı bu köprünün üzerinden ünlü tarihçiye bakılırsa 700 bin kişi geçmişti.[56] Sonra yine İyonyalılar aynı hükümdar için İstros (Tuna) üzerinde bir başka yüzer köprü gerçekleştirmişlerdir.[57] Perslerin kurdukları ordular Antik Çağ için öylesine kalabalık olmuşlardır ki, bu denli büyük kitleleri olağan bir gemi taşımacılığıyla geniş bir suyolunun bir yakasından öte yakasına geçirmek ne süre, ne de bu karmaşık işlemin örgütlenmesi açısından olanaklıydı. Bu olanaksızlık başka bir Pers hükümdarı olan Kserkses’i de Çanakkale Boğazı üzerinde yine gemilerle bir köprü inşa etmek zorunda bırakacaktı.[58] Ne var ki, Kserkses’in yaptırdığı ilk köprünün halatları akıntıya dayanamayıp parçalanmış, hemen bir ikincisinin yapılması gerekmiş, ilkinin yapımcıları da cezalandırılmışlardı.
Perslerden sonra antik dünyanın en büyük silahlı kitlelerini örgütleyen Romalılar tüm mühendislik alanlarında olduğu gibi, yüzer köprü yapımı alanında da çalışmışlardır. M.S. 113 yılında Forum Traiani’de dikilen Trajan Sütunu’nun üzerindeki kabartma kuşağının bir kesimi, imparatorun ordusunu gemilerden yapılmış bir yüzer köprü üzerinden Tuna’nın karşı kıyısına geçerken betimlemektedir.
Roma’dan Osmanlılara gelinceye dek askeri amaçlı büyük yüzer köprü yapımlarıyla karşılaşılmıyor. Ancak, sivil amaçlı yüzer köprüler yapıldığına ilişkin veriler vardır. Sözgelimi, Abbasilerin en parlak Dönemi’nde Bağdat’ta Dicle’yi aşan birkaç yüzer köprünün kurulduğu biliniyor.[59] Ancak bunların tarihçesi ve hatta ne zamana dek kullanımda kaldıkları bile meçhuldür. Teknik özellikleri konusunda da bir bilgi mevcut değil. Hatibü’l-Bağdadi’deki bir kısa ifade bu ilk Bağdat köprülerinin mütevazi strüktürler olduğunu düşündürüyor. Yazara göre, Babü’t-Tak’ta yanyana iki köprü vardı ve bunlardan biri gidiş, diğeri de geliş için kullanılıyordu.[60] Gerek bu veri, gerekse de art arda çok sayıda köprünün yapıldığından söz edilişi, bunların ileride görülecek Osmanlı köprüleri gibi tombazlar ya da gemiler üzerine inşa edilmediklerini ve belki de sal biçiminde basit ve dar birer geçitten ibaret olduklarını düşündürür. Geliş-gidiş için yanyana iki ayrı köprü yapılması Bağdat’ın yaya trafiğinin yoğunluğuyla açıklanabilecek bir olgu gibi gözükmüyor.
Ne Abbasi Dönemi Bağdat’ındaki bu köprüler ne de İslam dünyasında Nil, Dicle, Fırat, Seyhun ve Ceyhun gibi geniş ırmakların var oluşu, bu kültür alanında Osmanlılar’a gelinceye dek önemli bir yüzer köprü yapım etkinliği görülmesine neden olmuyor. Tarihsel kaynaklarda kaydı geçen ilk Osmanlı yüzer köprüsü ise, Fatih’in İstanbul kuşatması sırasında Haliç’te kurdurduğu köprüdür (Resim 6). Kritovoulos, bir köprünün yapımına daha kuşatmanın başlarında girişildiğini, ancak gerçekleştirilmesinin gemiler karadan Haliç’e indirildikten sonra mümkün olduğunu belirtiyor.[61] Tursun Bey’in Tarih-i Ebü’l-Feth’ine göre, Fatih Sultan Mehmed Moldavya’daki Kili ve Akkerman kalelerini fethe giderken Tuna üzerinde de bir yüzer köprü inşa ettirmiştir.[62]
Osmanlı yüzer köprülerine ilişkin ikinci önemli veri grubu Balkanlar’a değil, Irak’a ilişkindir. Matrakçı Nasuh, ünlü kitabı Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn’de Kanuni’nin 1434-35 Irak Seferi sırasında Dicle ve Fırat üzerinde birkaç köprü yaptırdığını belirtir. Matrakçı, Bağdat ve Hille kentlerini resmederken bu köprülerden ikisini de betimler.[63] Sözü edilen köprülerin bu ikisinden ibaret olup olmadığını bilmiyoruz; ancak, kesin olan şu ki, bunlar sefer sırasında inşa edilmelerine karşın, askeri olmaktan çok sivil kullanıma yönelik strüktürlerdi. Sultan, sefere ara verip Bağdat’ta kışladığı sırada yapılmışlardı ve ordunun, örneğin Hille’de ve genel olarak Bağdat’ın güneyinde bir harekata girişmesi olasılığı yoktu. Nitekim, sonraki yüzyıllarda da Bağdat’ta kentin iki yakasını daima bir Osmanlı yüzer köprüsü birbirine bağlamıştır. Evliya Çelebi’nin “Dicle üzerinde Cisr Kapısı’ndan Kuşlar Kalesi’ne uzanır; tombaz gemileri üzre bir vacibü’s seyr cisr-i azimdir” diye betimlediği 17. yüzyıl yüzer köprüsü, Tunaboyu için geliştirilen teknikte kurulmuş tipik bir Osmanlı ürünüydü.[64] Evliya Çelebi’nin tüm masrafının miriden karşılandığını bildirdiği Bağdat yüzer köprüsü sonraki yüzyıllarda da sürekli yenilenip yeniden yapılarak varlığını korumuş olmalıdır. Irak’ta Türk yönetimi bittiğinde bile ırmak üzerinde aynı tür bir köprü mevcuttu.
Osmanlı yüzer köprüsünün ana bileşenini ‘tombaz’ ya da ‘tonbaz’ adı verilen güvertesiz özel gemi oluşturmaktadır. Evliya Çelebi, köprü yapımında tombazın yanısıra kullanılan bir ‘transa gemisi’nden söz ederse de bu terime başka kaynaklarda rastlanmaz.[65] Kimi acil durumlardaysa Tuna üzerinde çalışan değirmen gemilerinin toplatılarak köprü yapımı için kullanıldığı bilinir.[66] Ancak, bu istisnai bir durum olmalıdır. Yüzer köprünün ana ögesi her çağda ‘tombaz’ denilen özel tekne olmuştur. Sözcük bugün de bir istihkamcılık terimi olarak kullanılmaktadır. Sözcüğün etimolojisi kesin olarak bilinmiyor.
Tombazın fiziksel özellikleri etimolojisinden daha kolay aydınlatılabiliyor. Sözgelimi, bu tür teknelerin kayık boyutunda olmadığı kesin. Boyutlarına ilişkin bir fikir vermek için, bir Osmanlı belgesinde üç araba yanyana geçecek genişlikte köprüler yapılmasına ilişkin buyruk verildiği belirtilebilir.[67] Bir yüzyıl sonra Evliya Çelebi de bu genişliği doğrular. Bağdat’taki yüzer köprü ona göre, üzerinde ‘üç araba yürüyecek derecede enlidir.[68] Bu ise, en az 8-9 metrelik bir köprü tabliyesi genişliğinin söz konusu olduğunu, tombaz boylarınınsa 12-13 metreden daha kısa olmadığını gösterir. Daha küçük kayıklardan oluşan bir köprünün ne denli yavaş akışlı olursa olsun, bir ırmak üzerinde sabitlenemeyeceği açıktır. Kaldı ki, askeri gereksinmelerle çok daha geniş köprüler de yapılabildiği anlaşılıyor. Yine Evliya Çelebi ordunun Varat Savaşı’na giderken üzerinden geçtiği yüzer köprünün 800 zira (yaklaşık 560 m.) uzunlukta ve 50 adım (30 m.) genişlikte olduğunu yazar.[69] Bu bilgilere inanmak gerekecektir; çünkü, kalabalık bir ordunun tüm donanımıyla ince bir köprü üzerinden geçişi büyük ve tehlikeli bir tıkanıklığa yol açabilecektir (Resim 7).
Yanyana yerleştirilen tombazların birbirine zincirlerle bağlandığı anlaşılıyor. Bu bağlantı Matrakçı Nasuh’un minyatürlerinde açıkça görülür.[70] Onlara göre tombazlar baş ve kıçtan birbirlerine ve oradan da kıyıya bağlıdırlar. Belgelerde köprü yapımı için zincir gerektiğine ilişkin bilgilere rastlanışı Matrakçı’nın tasvirlerini doğruluyor. Bu zincirli bağlantıların yanı sıra, tombazların üzerlerine oturan ahşap tabliye de bir bağlantı oluşturmaktadır. Ayrıca, her tombaz baş ve kıçtan ırmak tabanına yaban asması çubuklarından yapılma sepetlere doldurulmuş taşlardan meydana gelen özel ‘çapa’larla sabitlenmiştir. Evliya Çelebi bu tekniği Bağdat’taki yüzer köprüyü anlatırken açıklamaktadır. 18. yüzyıl sonlarında da aynı tekniğin geçerli olduğu 1777 tarihli iki hükümden anlaşılabiliyor.[71] Bunlarda Balçık, Silistre, Ziştovi, İsakçı ve Varna kadılarından İsmail’den Tuna üzerinde kurulacak köprü için gerekli yaban asması çubuklarını temin etmeleri istenmektedir. Doğal olarak, yüzer köprüye ilişkin herhalde pek çok şey gibi, bu yaban asması kullanımı da yine Tunaboyu’na özgü ve kökeni Türk fetihleri öncesine dek giden bir tekniktir. Tuna üzerindeki özel şahıslara ait değirmen gemileri de aynı teknikle sabitlenmekteydi ki, bunun o yöre için adeta folklorik bir uygulama olduğu düşünülebilir.[72]
19. Yüzyıldan Erken Cumhuriyet’e Köprüler
Köprü yapımının büyük bir atılım içinde olduğu geç 18 ve 19. yüzyıl içinde Osmanlı dünyasında durağanlık egemendir. Türkiye sınırları içinde önemli sayılabilecek erken tarihli metal köprü yoktur. Karayolları, Geç Osmanlı Dönemi’nde de eski köprüler üzerinden geçmeyi büyük oranda sürdürmüştür. Yeni yapılan demiryolu köprülerinde yalın metal çözümlerden ötesine rastlanmaz. Ahşap köprüler de aynı oranda yalın çözümlerdir. Ancak, 19. yüzyılın sonlarına doğru kimi kargir köprülerde geleneksel Osmanlı yapımcılarının başvurmadığı segman (yay) kemerli bir açıklık profiliyle karşılaşılır. Geç Ortaçağ İtalyası’ndan başlayarak Avrupa’nın pek çok yerinde görülen bu tip, köprücülükte önemli bir mühendislik aşamasının başladığına işaret eder ve buradaki örnekleri doğrudan Batı kökenli ve/veya eğitimli tasarımcıların elinden çıkmış olmalıdır. Bu türden ilginç bir örnek Bursa-Mudanya yolu üzerindeki 1886 tarihli Geçit Köprüsü’dür.[73] Üzerinde tasarımcısının adını “Leclercq” olarak veren bir yazıtı da bulunan köprü, muhtemelen 1877’de bir “Fenn-i Mimari”[74] kitabı yazan Belçikalı İstihkam subayı Leclercq’e aittir.
Segman kemerli uygulama örnekleri 19. yüzyılın sonlarında Halil Rıfat Paşa (Tecer-Gürün), Şeytandere (Kırklareli), Beyler (Boğazlıyan-Yozgat), Köprülerinde tekrarlanır. Edirne, Mihalgazi Köprüsü de eski bir Roma köprüsü yerinde defalarca onarıldıktan sonra çok harap durumda olduğu için 1900-1903 yılları arasında yıkılarak İtalyan ustalar tarafından mevcut ayak temelleri üzerinde segman kemerli olarak yenilenmiştir.[75]
Köprü mühendisliği bağlamında Geç Osmanlı Dönemi’nde gündeme gelen en önemli gelişme önemli yeni strüktürlerin inşa edilmiş olmasından çok, bu alana ilişkin yeni mühendislik bilgisinin ülkeye transfer edilmeye başlanmasıdır. Yeni mühendis mektepleri bu bilginin Türkiye’ye aktarılmasında başrolü oynamıştır. 20. yüzyıl başlarında ise bu alandaki ilk kuramsal yayınların belirmeye başladığı görülür. Örneğin, 1327-29’da (1911) Ziya Bey’in Mühendis Vigman’dan çevirdiği “Kargir Köprüler” adlı bir kitap yayımlanacaktır. 1338’de ise (1922) Mühendis Fikri Bey bir “Ahşap Köprüler” ve ardından da bir “Demir Köprüler” kitabı yazmıştır. Söz konusu yıllar yeni doğan betonarme bilgisinin de ülkeye girmekte olduğu yıllardır. Mühendis Mektebi’nin hemen 1900’lü yıllardaki yayınları içinde buna ilişkin kitaplar da vardır.
Cumhuriyet’in ilk üç yılı içinde yapılan biri taş diğerleri betonarme olan köprüler Garzan, Adagide, Etlik, Gazi Çiftliği adlarını taşır.[76] Demiryolu ulaşımına ağırlık verilmesiyle ilk on yıl içinde kargir ve demirköprü yapımına hız verilmiş yanı sıra çoğu ahşap strüktürlü köprü yenilenerek ve yeni güzergahların gereksinimi doğrultusunda bazıları büyük açıklıklı şose köprüleri de inşa edilmiştir. Nafıa Vekaleti çalışmalarını tanıtan bir yayında, 1923’ten 1949’a dek 205 köprü, 50-57 aralığında 788 adet köprünün devletçe yapıldığına ilişkin istatiksel bilgiler verilir[77] (Resim 8).
İstanbul Köprüleri
İstanbul’un köprüler tarihi Anadolu’nun aynı alandaki geçmişinden büyük oranda kopuktur ve başlıbaşına ayrı bir kategori olarak düşünülmesi yararlı olur. Haliç ve Boğaziçi bu coğrafyadaki akarsuların ortaya koyduğundan çok daha karmaşık ve pahalı çözümleri gerektiren iki suyoludur.
Özgün kaynaklardan Bizans Dönemi’nde 5 ve 6. yüzyıllarda Haliç üzerinde iki köprünün varolduğuna ilişkin bilgiler edinilmektedir. Bu köprülerden birinin Ayvansaray’da Blakherna mahallesini karşıya bağladığını, diğerinin ise Kağıthane Deresi üzerinde kurulmuş olabileceği ileri sürülmüştür.[78] Biri 6. yüzyılda Iustinianos tarafından yaptırdığı bilinen Hagios Kallinikos Köprüsü olan her iki köprünün de ahşap olarak yapıldığı ve daha sonra bunlardan birinin kargire çevrilmiş olabileceği konusunda da çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu spekülasyonlara 16. yüzyılda İstanbul’a gelen bir seyyahın Ayvansaray’da suyun içinde kargir köprü ayakları görüldüğünü aktarması ve 17. yüzyılda da Evliya Çelebi’nin “…zaman-ı küffarda bu mahalde zincir üzre bir büyük köprü varmış, hâlâ asar-ı binası meşhuddur” demesi neden olmuştur.[79] İnanılır gözüken bu savlar, söz konusu köprünün kargir ayaklar üzerine ahşap tabliyeli bir yapı olduğunu, İmparator Trajan’ın Tuna üzerinde inşa ettirdiği ve Roma’daki sütunu üzerinde betimlenene benzer strüktürel özellikler gösterdiğini düşündürtür.
Yukarıda sözü edildiği üzere, Osmanlı Dönemi’nde ilk kez Fatih’in İstanbul’u fethi sırasında geçici bir köprünün Haliç’te kurulduğuna ilişkin veriler vardır.[80] Daha sonraları Rönesans’ın iki büyük İtalyan ustasının Haliç üzerine köprü kurma tasarımları geliştirdiği bilinmektedir. Leonardo da Vinci, II. Beyazıt’a mektup göndererek böyle bir istekte bulunmuştur.[81] Bu köprünün Leonardo’nun eskizleri arasında bulunan krokisine göre tek açıklıklı ve kargir olarak tasarlandığı anlaşılmaktadır.[82] Michelangelo’ya ise böyle bir köprüyü yapması için İstanbul’dan teklif yollandığı, ancak kendisinin bu iş için düşündüğü geziyi gerçekleştiremediği ileri sürülmüştür.[83]
16. yüzyıl başındaki bu girişimlerin ardından 19. yüzyıla dek, gerek kentlinin iki yaka arasında hareket yeteneğinin artmasına neden olacak ilişkilerin yeterince kurulamayışı, gerekse de henüz kara ulaşımında yürümeden başka seçeneğin olmaması ve deniz yoluyla ulaşımın kolaylığı nedeniyle, Haliç üzerinde iki kıyı arasında bağlantıyı sağlayacak bir köprüye gerek duyulmamış olmalıdır. Asya- Avrupa bağlantısı ise zaten teknolojik açıdan düşünülemeyecek kadar olanaksız görülmüş ve geç 19. yüzyıla kadar akla bile gelmemiştir.
Galata ile İstanbul’u bağlayan ilk köprülerin yapılması kentsel gelişmenin ivme kazandığı yıllarda, yani 19. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşmiştir. 16. yüzyılda sefer zamanlarında Tuna gibi büyük nehirleri birkaç gün içerisinde yapılan köprülerle aşabilen, Balkan bölgesindeki geniş ırmaklar üzerinde de sürekli yüzer köprülerle ulaşımı sağlayan Osmanlı teknolojisinin Haliç üzerine köprü yapmak için de yeterli olduğu kesindir. Ancak, bu olanağın İstanbul’da kullanılmasına gerek duyulmamıştır. 19. yüzyılın sonları Osmanlı yüzer köprü yapım teknolojisi için de bir bitim noktası oluşturmaktadır. Ancak, Osmanlı köprücülük teknolojisi bu bitiş noktasına ulaşmadan hemen önce, elindeki birikim ve olanaklarla, yüzyıllardır yapabileceği halde, fetih sırasındaki bir girişimden sonra, hiç denemediği bir yapımı başaracak, bir Haliç Köprüsü gerçekleştirecektir.[84] Fakat, bu köprü standartlaşmış Osmanlı köprücülük alışkanlıklarının büyük oranda dışında kalmaktadır; çünkü Unkapanı ile Azapkapı arasında kurulan bu köprü tombazlar tarafından değil, sallarla taşınmaktaydı. Bu tercihin nedeni bilinmiyor. Ancak, sallı sistemde uzun süre ısrar edilmediği anlaşılmaktadır. Kısa bir süre sonra Galata ile İstanbul arasına yapılacak olan köprünün ahşap dubalı sisteminin taşıyıcıları üstleri örtülmüş tombaz gemilerinden çok farklı değildi.[85] Bu son yapım tekniği yukarıda belirtilen güzergahlarda 1853 ve 1863’de birer kez daha ve 1863’de Ayvansaray-Piripaşa arasında tekrarlandıktan sonra, yerli teknoloji Batı’daki gelişmeye ayak uyduramadığı için 1870’li yıllarda ter kedilir.[86] Sonraki dönemlerde bu alanda (en azından teknolojik açıdan) kayda değer ürünler verildiğine ilişkin herhangi bir veri mevcut değil. Böylelikle, en az beş yüzyıllık bir yapı geleneği noktalanmış olmaktaydı.
1836’dan başlayarak 1970’lerin başına dek Haliç’e önce ahşap, sonra demir strüktürlü olarak toplam dokuz köprü inşa edilmiştir. Sallarla taşınan ilk köprüden (Hayratiye) sonra ahşap dubalı olarak inşa edilen diğer dört köprü yarım yüzyıl boyunca iki yaka arasında ulaşımı sağlamışlardır. Ancak, muhtemelen deniz suyu içinde konumlanışı nedeniyle, ahşap köprülerin uzun süre kullanılamadığı anlaşılıyor. Bundan ötürü, yeni çözümler aranmış olmalıdır. Geçen yüzyılın son çeyreğinde Batı’da en hızlı dönemini yaşanan Sanayi Devrimi’nin mimari etkileri Osmanlı İmparatorluğu’na ulaştığında, Haliç köprüleri de zamanın ileri teknolojisinin bu topraklarda ilk uygulandığı örnekler arasında yer alacaktır. Ancak, ahşaptan demire geçilmesi bile, Haliç üzerindeki köprü yapımının neredeyse gelenekselleşmiş alışkanlıklarını uzun süre etkilememiştir. Dubalı köprü modelinin burada son Galata Köprüsü’ne dek hep gündemde kalışı bu alışkanlıkla da ilgili olmalıdır. Haliç’e kurulan köprüler içinde en uzun ömürlüsü, 1912 tarihli Alman teknolojisinin ürünü olan köprü,[87] duba aralarının çok dar olması nedeniyle su akışını engelleyerek Haliç’in kirlenmesini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu nedenle 80’li yılların sonunda bu köprünün yerine kazıklar üzerine oturan yeni bir köprü tasarımı/önerisi gündeme gelmiş ve eski köprünün yanarak kullanım dışı kalmasının hemen ardından, bitmekte olan yeni köprü İstanbul trafiğini rahatlatmak amacıyla bazı eksiklerine rağmen 1992 yılında ulaşıma açılmıştır.
1850’lerdeki ilk girişimden sonra Haliç üzerinde üçüncü geçişi oluşturan Haliç Köprüsü, hizmete girdiği 1974 yılından bu yana Boğaz Köprüsü çevreyollarının Ayvansaray-Halıcıoğlu bağlantısını sağlamaktadır. Öte yanda 1912 tarihli Galata Köprüsü’nden vazgeçilmeyerek dördüncü bir geçişi sağlamak üzere o da Haliç üzerinde Balat-Hasköy arasına yerleştirilerek tekrar kullanıma açılmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Haliç sahil şeritlerinin düzenlenerek bir başka konuma taşınmasına yönelik projelendirme süreci kapsamında yeniden ele alınması gündemdedir.
İstanbul Boğazı’nın iki yakasını bağlama fikri, yüzyıl başında gündeme gelen iki öneriden yaklaşık üç çeyrek yüzyıl sonra 1973 yılında Ortaköy-Beylerbeyi arasında yapılan ilk asma köprüyle gerçekleşebilmiştir. Fransız mühendis Arnodin’in,[88] 1900’de Kandilli ile Rumelihisarı arasına önerdiği ilk köprünün yerinde bugün ikinci boğaz geçişi olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü (1988) gerçekleştirilmiştir. Aynı mühendis Üsküdar ile Sarayburnu arasına yapılacak bir köprüyle de Asya ve Avrupa yakalarındaki demiryollarının bağlanmasını hedeflemişti. Arnodin’in her iki önerisinin de Osmanlı yönetiminin talebi üzerine hazırlandığı düşünülmemelidir. Mühendis, muhtemelen o yıllarda sık rastlanan bir yaklaşımla Osmanlı ülkesinde kârlı bir yatırım yapma fırsatı aramaktaydı. Üsküdar- Sarayburnu geçişi ise hâlâ gündemde olmayı sürdürmektedir. Ancak, bugün artık deniz altından tüple yapılması öngörülen bu geçişe ilişkin uygulamanın ne zaman gerçekleşeceği belirsizdir.
İstanbul Üniversitesi Mimarlık Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 231-241