İki ülkenin temsilcileri 4 Nisan 1949 tarihinde Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nü (NATO) kuran antlaşmayı imzaladılar. İngiltere antlaşmaya imza koyan kurucu ülkelerden biriydi. Türkiye ise Yunanistan ile birlikte Şubat 1952 tarihinde ittifakın üyesi oldu. Türkiye’nin NATO’ya katılımı, sadece stratejik ya da askeri sebeplerle açıklanamaz; bu, aynı zamanda Türkiye’nin yeni ve daha kapsamlı Batı yanlısı politikasının da bir sonucuydu. K. H. Karpat da dahil olmak üzere akademisyenlerin çoğu[1] bu konuda hemfikirdirler.[2] Türkiye, Batı ile yakın ilişki kurmanın hem barış içinde yaşamasına katkıda bulunacağını, hem de bağımsızlığını güçlendireceğini düşünmüştü.
Katıldığı ilk andan itibaren Türkiye, Atlantik ittifakının en önemli ve en sadık üyelerinden biri olduğunu ortaya koydu. Coğrafi konumu, Türkiye’yi, Stalin’in savaş sonrasında gerçekleştirdiği Sovyet nüfuzunu işgal edilmiş Doğu Avrupa’nın ötesine, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’ya doğru yayma çabalarının birincil hedeflerinden biri haline getirmişti. Türkiye, bundan dolayı Yunanistan’la birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejik korumasından faydalanacak ilk devletlerden biri olacaktı. Türkiye’nin Atlantik İttifakı’na üye olmaya davet edilmesi, olması gereken çok doğal bir olaydı. Bu şekilde Türkiye, NATO’nun doğudaki en önemli kalesi haline geldi ve daha sonra da Orta Doğu’da 1950’lerde oluşturulan ve Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan savunma sistemlerinin de önemli bir halkası konumunu kazandı.
O zamandan itibaren Türkiye’nin, Batı ittifakı ve bu ittifakın gittikçe hassas hale gelen ve istikrarsız bir yapıya kavuşan güneydoğu kanadı açısından taşıdığı önem konusunda herhangi bir şüphe ortaya çıkmamıştır. Kuvvetli ve yüksek düzeyde disiplinli silahlı kuvvetleri ile Türkiye, güçlü komşusu Sovyetler Birliği’ne karşı ciddi bir ağırlık oluşturmak üzere kendisine güvenilebilecek bir devlet olarak gözükmekteydi. Türk toprağı, üzerinde, Akdeniz’de sayılan gittikçe azalan hava koruma ve deniz üsleriyle birlikte stratejik istihbarat ve iletişim tesisleri barındırmaktaydı. En önemlisi ise Türkiye, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan dar boğazlar konumundaki Çanakkale ve İstanbul boğazlarının sahibi ve koruyucusu olan devletti. Sovyetler Birliği, 1960’lı yılların ortasında Akdeniz’de sürekli bir varlık oluşturmak için harekete geçtiğinde Türkiye’nin bu fonksiyonu daha da önemli hale geldi. Moskova, Türkiye’nin anahtar niteliğindeki öneminin çok iyi farkındaydı.[3]
Türkiye’de Demokrat Parti dönemi 1960 yılına kadar sürdü ve bu dönemde Türkiye NATO’nun güvenilir müttefiklerinden biri olmayı sürdürdü. Yönetimi devralan yeni askeri hükümet, NATO’ya yönelik dış politikanın önceki yönetiminkinden farklılık göstermeyeceğini (“Türk hükümetinin NATO’ya inandığını ve ona bağlı kalmaya devam edeceğini”) ilan etti. Daha sonra Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olacak olan General Cemal Gürsel, Sovyet lideri Nikita Kruşçev’in Türkiye’nin bağlantısız olması yönündeki çağrısını kategorik olarak reddetti.
1962 yılında, Küba krizi sırasında Kruşçev 27 Ekim’de Beyaz Saray’a bir mektup gönderdi. Kruşçev, mektubunda Küba ve Türkiye arasında bir paralellik kurmaya çalıştı: Türkiye’deki Amerikan füzelerinin çekilmesi karşılığında Küba’daki Sovyet füzeleri çekilecekti; bundan başka Amerika’nın benzer bir garantiyi Küba hakkında vermesi durumunda Sovyetler Birliği de Türkiye’yi işgal etmeyeceğine dair güvence verecekti.[4] Kruşçev’in bu talebi, güvenlik ve askeri konularla ilgili olmaktan çok siyasi nitelikli hususlara dayanmaktaydı. Amerika, zaten 1961 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzelerinin geri çekilmesi yönünde öneride bulunmuştu. Amerikalılar Türkiye’deki füzelerin eski ve kullanışsız olduğunu düşünmekteydi.[5] Türkiye’deki askeri liderler ise Amerikalıların önerdiği planı kabul etmedi ve Türkiye’nin savunması ve güvenliği için bu füzelerin çok önemli olduğunu ileri sürdüler. İngiliz büyükelçiliği Türkiye’nin itirazıyla ilgili olarak söz konusu olan ekonomik nedenleri şu şekilde ortaya koymaktaydı.
“Halkın dikkati, tedrici olarak üsler konusu üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Büyük oranda, Türkler esas itibariyle yavaş hareket eden ve pragmatik insanlar oldukları için, tamamen bilgi verici nitelikte çok az şey söylenmiştir. Onlar spekülasyona ya da nüfuz edici analize kolay kolay teslim olmazlar… Türkler bir dereceye kadar Jüpiter füzelerinin çekilmesinin ekonomik etkileriyle ilgileniyor olabilirler. Ülkede bulunan Amerikan görevlilerinin çoğunluğu tabi ki bundan etkilenmeyeceklerdir, fakat Amerikan üslerinin varlığından dolayı ortaya çıkan görünmez kazançların en azından az miktarda azalması beklenebilir. Türkiye’nin elde ettiği hizmetlerin bundan tam olarak nasıl etkileneceğini söylemek oldukça zor. İlk olarak ortaya çıkacak olanlar, bu değişikliklerin ekonomik yansımalarıdır.[6] Batı’nın Türkiye’ye karşı ilgisinde bir azalma meydana gelmesi, yüksek oranda ekonomik büyüme gerçekleştirilmesini daha da zorlaştıracaktır.”[7]
Amerikan Başkanı, Sovyet tehdidi altında Türkiye’deki füzelerle ilgili olarak ne yapacağı konusunda bir ikilem ile karşı karşıya kalmıştı; (NATO ve Türkiye’ye danışmaksızın ya da zaman azlığı yüzünden bu danışma olayını gerçekleştiremeden) Sovyetlerin füzeleri çekme isteğini kabul edebilir ya da hava saldırılarıyla Küba’daki Sovyet füzelerini tahrip etme yolunu seçebilirdi ki, bu durumda Sovyetler de Türkiye’ye saldıracaktı. Bütün NATO ülkeleri -hatta gerçek anlamda tüm insanlık- bu olayın içine çekilecekti böylece. Ankara’da Sovyet büyükelçisi Ryzhov Türk hükümetinin bakanlarına nükleer bir savaşın Türkiye’nin kapısına dayandığını söylüyordu.[8] Başkan Kennedy sonunda açıktan Küba füzelerine karşılık Türkiye füzelerinin çekilmesi pazarlığını yapmayı reddetti. Diğer taraftan Amerikan Adalet Bakanlığı, Sovyet büyükelçisine Jüpiter füzelerinin daha sonra Türkiye’den çekileceği bilgisini verdi,[9] fakat bunun Sovyet tehdidi altında gerçekleştirilmeyeceğini söyledi. Kennedy’nin ortaya koyduğu tepki oldukça ılımlı ve uzlaşmacı nitelikteydi. Sovyet liderini devlet adamına yaraşır şekilde karar almasından dolayı övdü, fakat Amerikan füzelerinin Türkiye’den çekileceği yönünde Sovyetlere verdiği sözü kamuoyuna duyurmayarak Kruşçev’e prestijini kurtarma konusunda yardımcı olmadı.[10]
Küba füze krizi, açıktan bir savaşın çıkmasına meydan verilmeksizin 1962 yılı Ekim ayının sonunda barışçıl bir şekilde çözüldü. 24 Ocak 1963’te Başkan Kennedy, Jüpiter füzelerinin hem Türkiye’den hem de İtalya’dan çekileceğini doğruladı ve onların yerine Akdeniz’de görev yapmak üzere Amerikan Polaris denizaltılarının devreye sokulacağına dair söz verdi. Ancak Kennedy, bu gelişmenin Küba krizi sırasında Sovyet liderleriyle yaptıkları tartışmalarla bir ilgisi olduğu iddiasını yalanladı.[11] 15 Jüpiter füzesi Mart 1963 tarihinde Türk toprakları üzerinden kaldırıldı. Küba krizi, Amerika’nın güvenliğinin, diğer NATO müttefiklerinin güvenlikleriyle nasıl karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde olduğunu ortaya koymuştu. Fakat aynı zamanda Türkiye’nin, Washington’un aldığı bir karar yüzünden nasıl kendi güvenliğinin ve hatta varlığının tehlikeye düşebileceğini fark etmesine neden oldu. 1960’ların ikinci yarısında bu durum ve Kıbrıs sorunu, Türkiye’deki entelektüel elit arasında Amerika ve NATO karşıtı duyguların güçlenmesine neden oldu.[12]
Jüpiter füzelerinin Türkiye’den ve İtalya’dan çekilmesi konusu, NATO’nun gündemine de geldi. İngiltere’nin NATO nezdindeki daimi delegasyonunun gönderdiği bir raporda belirtildiğine göre, Amerika’nın NATO’daki temsilcisi Finletter, füzelerinin çekilmesi konusunun, Türk ve İtalyan hükümetleriyle gerçekleştirilen ikili görüşmeler yoluyla hala tartışılmakta olduğunu açıklamıştı.
Finletter, sıvı yakıtla çalıştırılan Jüpiter füzelerinin demode olduklarını ve sabit olarak monte edilmiş oldukları yerde saldırıya aşırı derecede açık olduklarını vurgulamıştı; Amerika’nın niyeti, onların yerine bölgede SACEUR’un NATO açısından hedef gerekliliklerini karşılayacak ve Akdeniz’de görevlendirilecek olan Amerikan füzelerini devreye sokmaktı. Diğer taraftan Türk temsilcisi Birgi, Jüpiter füzelerinin çekilmesinin, Küba krizi sırasında Ruslar tarafından yapılan takas önerisiyle hiçbir alakasının olmadığını belirtti. Birgi, aynı zamanda Amerikalıların taktik nükleer silahları Avrupa’dan çekme niyeti taşımadıklarını teyit etmelerini memnuniyetle karşıladığını açıkladı ve Amerikan kuvvetlerinin sağladığı güvenlik garantisinin ortadan kalkması durumunda Avrupa’nın etkili bir savunmaya sahip olamayacağının unutulmaması gerektiğini söyledi.[13] 23 Şubat 1963 tarihinde gerçekleştirilen NATO delegasyonlarının toplantısında da Jüpiter füzelerinin geri çekilmesi konusu ele alındı. Amerikalı temsilciler, Jüpiter füzelerinin çekilmesi ve onların yerine Polaris denizaltılarının devreye sokulması konusunda kendileri adına olduğu kadar Türk ve İtalyan hükümetleri adına da bir açıklamada bulundular. Türk ve İtalyan temsilcileri de Amerikalıların açıklamasını onaylamakla yetinmeyi tercih ettiler.[14]
Türk makamları, NATO Şartı çerçevesinde bir müttefik olarak bütün sorumluluklarına sadık kaldıklarına ve imzaladıkları antlaşmalar çerçevesinde de Amerika’yla aralarındaki ikili ittifaka bağlı kaldıklarına inanmaktaydılar. Türkiye Küba krizi sırasında Amerikalıların takip ettiği politikayı desteklemişti; Türk gemileri Amerika’nın Küba etrafında ilan ettiği ablukaya uymuşlardı. Bu şartlar altında Türk yetkililer, Amerikalıların Sovyet yetkilileriyle Türkiye üzerinde bir oyun oynamayacağına da inanmışlardı. Kriz sırasında Amerika’nın Sovyet tekliflerine vermiş olduğu karşılıktan tatmin olmuşlardı.
Türkiye’nin NATO çerçevesinde İngiltere’yle gerçekleştirdiği iş birliği ise her zaman uyumlu bir şekilde yürümüyordu. İngilizlerin ‘topyekun karşılık’ stratejisi yerine ‘esnek mukabele’ stratejisine hayranlık duymaları, Türkiye’nin stratejik gereklilikleriyle uyuşmuyordu. Türk tarafının görüşüne göre, İngilizlerin konvansiyonel bir Sovyet tehdidinden uzakta ve korunmuş olarak dar görüşlü bir tutum takınmaları, Sovyet tehdidine açık bir bölgede bulunan Türkiye’nin stratejik ihtiyaçlarıyla uygunluk arz etmiyordu. Türkiye büyük bir orduya dayanmak zorunda kalırken, İngiltere, kısmen mali nedenlerden dolayı büyük ordu bulundurma stratejisini tedrici olarak terk etmekteydi.[15] Yine de İngiltere, Türkiye’yle yakın ilişki içinde olmaya her zaman büyük önem atfetmekteydi. Türkiye üzerinden uçuş hakkına sahip olmayı Orta Doğu politikası açısından bir gereklilik olarak görmekteydi. Kıbrıs’la ilgili İngiliz politikaları da rastlantısal bir şekilde Türkiye’nin takip ettiği politikalarla aynı doğrultuda bulunmaktaydı. Yakın ve Orta Doğu’da bölgesel barışın sağlanması, her iki ülke açısından da çok önemliydi. İngiltere, aynı zamanda özellikle Kıbrıs konusunda ortaya çıkan Türk-Yunan anlaşmazlıklarından dolayı NATO’nun güneydoğu kanadının zayıflamasından ya da istikrarsız hale gelmesinden de korkmaktaydı. Bu yüzden İngiltere, iki NATO üyesi ülke arasında barışın sağlanması üzerinde önemle durdu. İngilizler bu arada Türkiye’nin Sovyet politikasının yeni bir yön kazandığını da fark ettiler. Türkiye’nin herhangi bir şekilde bağlantısız politika takip etmesinin ya da doğu bloku yanlısı bir tutum içine girmesinin, İngiltere’nin Türkiye, Kıbrıs ve Orta Doğu’daki çıkarlarını etkileyeceğini hesaba katmak durumunda kaldılar.
Türk hükümeti NATO müttefiklerinden ekonomik ve askeri yardım talebinde bulundu. NATO üyelerinin çoğu bu talebe olumlu karşılık verdi. Fakat İngiliz Dışişleri Bakanlığı, 1963 yılı sonunda ve 1964 yılı boyunca Türkiye’ye spesifik yardım vaadinde bulunma konusunda isteksiz davrandı. Türk dışişleri bakanı, Türkiye’nin yardım isteği karşısında İngilizlerin nasıl tavır takındığını diplomatik danışmanları vasıtasıyla araştırdı. Bu konu ilk defa 17 Aralık 1963’te NATO Konseyi’nde Türkiye’nin isteği üzerine tartışıldı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda Batı Örgütlenmesi ve Koordinasyonu Dairesinde Başkan Yardımcısı olan W. N. Hugh-Jones, Türk tarafının sorusuna tepki gösterirken daha çok kendi kişisel görüşlerini ortaya koydu. Ona göre, İngiltere ilk önce Türkiye’nin ihtiyaçlarının tam olarak ne olduğunu bilmek isteyecek, ikinci olarak da konuyu NATO’nun ele almasını sağlayacaktı. Hugh-Jones, aynı zamanda kendi görüşüne göre İngiltere’nin kaynaklarının, Kıbrıs, Malezya, Doğu Afrika, Aden, İngiliz Gine’si, Swaziland ve Almanya’da üslendiği dünya çapındaki taahhütlerinden ve ülke içindeki ihtiyaçlarından dolayı sınıra dayanmış olduğunu da söyledi. İngiliz temsilcisi, İngiltere’nin NATO’nun Müttefik Kuvvetler Güney Avrupa kanadına katılıyor olsa da katkısının çok sınırlı düzeyde kaldığına da işaret etti. Kısaca onun görüşüne göre, İngiltere’nin konuyla ilgili davranışı, Türkiye’nin isteğine sempati göstermek ve katkıda bulunma kapasitesi konusunda ise dikkatli davranmak şeklinde olmalıydı.[16] Türkiye’nin yardım isteği konusu İngiliz dışişleri bakanlığının diğer dairelerinde de ele alındı. Hemen hemen bütün dairelerin Türkiye’ye yardım yapılmasıyla ilgili görüşleri birbiriyle uyum içinde bulunmaktaydı. Hepsi de yardım verilecek bile olsa bunun askeri alanda verilmesinden çok ekonomik nitelikli olmasını tercih etmekteydiler.[17] Merkezi Dairenin başkan yardımcısı olan M. Brown, Türkiye’deki durumu açıklarken ve Türkiye’nin yardım talebine İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın nasıl tepki göstermesi gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunurken aşağıdaki ifadeleri kullandı:
“NATO ve CENTO için yaptığı katkılardan dolayı ve bu katkıları temelinde Türkiye ekonomik ve askeri yardım elde etme konusunda güçlü bir aday konumunda bulunmaktadır. Onun henüz ortaya çıkmamış döviz konusundaki eksikliği yıllık 400 milyon dolar civarındadır ve öyle görünüyor ki OECD’nin oluşturduğu Türk konsorsiyumu bu eksikliği karşılamanın çok gerisinde kalacaktır.
Askeri alanda ise Türkiye Batı ittifakına çok sayıda ucuz asker sağlamaktadır. Amerikan yardımı şu anda azalmaktadır ve Almanlar epeyce büyük miktarda katkıda bulunmaya hazır görünseler de, eğer Türk kuvvetlerinin makul bir etkinlik düzeyinde tutulması isteniyorsa başka ülkelerin de katkıda bulunması gerekli görünmektedir. Yetersiz düzeyde askeri yardımın sağlanması durumunda Türkiye’nin NATO’ya askeri katkısı zayıflayacaktır. Bundan başka Türkiye içinde istikrarın sağlanmasında önemli rol oynamakta olan Türk ordusu içinde de huzursuzluğun doğmasına neden olabilir. Bu nedenlerden dolayı ve Kıbrıs’taki durum sebebiyle bizim tavrımız, Türkiye’nin askeri yardım isteğine iyi niyetle yaklaşmak şeklinde olmalıdır. Ancak Kıbrıs’ta ve başka yerlerde çok ağır bir yük taşımaktayken şu an için herhangi bir taahhütte bulunamayacağımızı söylememizin, savunulabilecek yönünün bulunduğunu düşünmekteyim. Bizim Kıbrıs’taki Canberra üssümüz Türkiye’nin savunmasına doğrudan katkıda bulunmaktadır… Buradaki birlikler ve Kıbrıs’ta yüklendiğimiz taahhütler sebebiyle, Türkiye’ye daha fazla savunma yardımı vaadinde bulunmak zorunda kalmaksızın NATO’nun güneydoğu bölgesinin savunulması konusundaki tartışmalara katılma hakkımız olduğunu düşünmekteyim. Eğer Yunanlılar rehinli tahvil sorununu tatmin edici bir şekilde çözüme kavuştururlarsa biz de Yunanistan’a karşı muhtemelen 1 milyon poundluk bir katkıda bulunma yönünde taahhüt altına girebiliriz. Ancak bunun şu anda hemen gerçekleşeceği pek olası görünmemektedir. Diğer taraftan rehinli tahvil konusu çözümlenirse ve Yunanistan’a savunma yardımında bulunacağımızı ilan edersek, bu durumda Türkiye’ye de bir miktar savunma yardımında bulunma önerisine karşı koymamızın çok zor olacağını da düşünmekteyim.”[18]
Türkiye’nin NATO’ya sağladığı askerlerin sayısı oldukça çoktu. Bir Amerikan askerinin maliyeti 6,500 doları bulurken, bir Türk askerinin maliyeti ise sadece 235 dolar civarındaydı.[19] 4 Mart 1964 tarihini taşıyan yukarıdaki rapor, açık bir şekilde İngiliz Dışişleri Bakanlığının, Türkiye’ye yardım görüşmelerine katılmak istediğini, fakat herhangi bir resmi taahhütte bulunulmaması gerektiğini düşündüğünü ortaya koymaktadır. Bu durumun iki nedeni bulunmaktadır: İngiltere’nin Kıbrıs, Aden gibi diğer devletlere karşı taahhütlerinin bulunması ile İngiltere’nin zaten Kıbrıs’taki üsleri yoluyla Türkiye’nin güvenliğine doğrudan katkıda bulunduğu gerçeği.
Oldukça güçlü ifadeler taşıyan ve (P.U.S.D)’den Arthur tarafından kaleme alınan diğer bir rapor, İngiltere’nin Türkiye’ye yönelik o zamanki politikasını İkinci Dünya Savaşından sonraki İngiltere’nin Türkiye politikası ile karşılaştırmaktaydı.
“CENTO çerçevesinde sağladıklarımızla, Canberra üssüyle ve Kıbrıs’taki kuvvetlerimizle Türkiye’ye oldukça cömert katkılar sağlamaktayız. Daha fazla savunma yardımı vermemizi hiçbir şekilde haklı gösteremiyorum. 1947 yılında kapatmış olduğumuz kapıyı yeniden açma yoluna gitmemeliyiz… Herhangi bir katkıda bulunmaksızın NATO çalışma gurubuna katılmamız gerektiği konusunda Lord Hood’un düşüncelerine katılmaktayım.”[20]
Bu iki raporu karşılaştırırsak, Merkezi Dairenin raporunun, Batı Örgütlenmesi ve Koordinasyonu Dairesinin raporundan daha gerçekçi olduğunu görürüz. Bu şu anlama gelmektedir: Merkezi Daire, Türkiye’ye karşı sorumluluk hissetmekteydi ve Türkiye’nin iç durumu ile bölgesel durumunu yakından takip etmekteydi; bundan dolayı da İngiliz politikası ve NATO’nun güneydoğu kanadı açısından Türkiye’nin taşıdığı stratejik ve askeri önemin farkında bulunmaktaydı.
9 Haziran 1964 tarihinde İngiltere ile Yunanistan arasında rehinli tahvil antlaşması imzalandı. İngiltere Yunanistan’a 1 milyon pound katkıda bulunması gerektiğini kabul etti. Bununla aynı zamanda İngiliz dışişleri bakanlığı daireleri arasında yapılan tartışma neticesinde Türkiye’nin de Yunanistan’a yapılan katkı miktarında yardım alması gerektiği sonucuna ulaşıldı. Dışişleri Bakanlığının Merkez Dairesi Türkiye’ye bir miktar yardım yapılabileceği kanısındaydı, fakat bu durumdan Türklerin haberdar edilmesi yoluna gidilmedi. Bunun bahanesi olarak da şunlar düşünülmekteydi.
“Eğer Türkler, Yunanistan’ın Türkiye’ye saldırma olasılığı olduğu bir dönemde, Yunanistan’a savunma yardımı sağlarken Türkiye’ye sağlamamakla dostça olmayan bir davranış içine girmekle bizi suçlarlarsa, bizim savunma yardımımızın, NATO çerçevesinde ve Türkiye ile Yunanistan’ın savunulmasının NATO’nun güneydoğu kanadının savunmasının tamamlayıcı parçaları olduğu gerçeğine dayanılarak verildiğine işaret edebiliriz.”[21]
Kıbrıs çatışması, İngiltere’nin Türkiye’ye yönelik politikasını NATO çerçevesinde önemli oranda etkilemekteydi. Kıbrıs’taki Türk ve Rum toplumları ile garantör devletler olan İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan Zürih, Londra ve Lefkoşe anlaşmalarıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin oluşturulmasından 3 yıl sonra 1963 yılı sonuna doğru Kıbrıs’taki iç durum oldukça kötüleşmişti. Türkiye, diğer garantör devletlerle danışmalarda bulunmak ve sorunu NATO’nun gündemine getirmek gibi her yola başvurarak sorunu çözmeye çalıştı, fakat gösterdiği bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlandı. Sonunda Türkiye garantörlük hakkına dayanarak 1964 yılı içinde Kıbrıs’a asker çıkarmaya karar verdi. Fakat NATO üyesi ülkeler, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’yi Kıbrıs’ı işgal etmeme konusunda ikna ettiler. Bu çerçevede özellikle Amerikan Başkanı Johnson’ın Başbakan İnönü’ye gönderdiği mektup Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalede bulunmaktan vazgeçmesi kararında çok etkili oldu. Ancak diğer taraftan Türkiye, NATO ittifakı içerisinde müttefikleri olan İngilizlerin ve Amerikalıların ortaya koydukları tavırdan hiç de tatmin olmadı.
Bu durum, Türk dış politikasında Sovyetler Birliği’yle yakınlaşma için çaba gösterme şeklinde yeni bir yönelimin ortaya çıkmasına neden oldu. Johnson mektubu ile NATO üyesi ülkelerin Türkiye’nin Kıbrıs konusunda gerçekleştirdiği faaliyetlere olumsuz tavır göstermeleri böyle bir gelişmenin ortaya çıkmasına neden olan temel faktörlerdi. Türkiye ile SSCB arasındaki yakınlaşma Türkiye’deki sol görüşlü entelektüel kesim tarafından da desteklendi. Sol görüşlü yazarlar, Türkiye’nin ulusal gururunun çok kötü şekilde yara aldığını, Türkiye’nin kendi ulusal çıkarı çerçevesinde politikalarının yönünü değiştirmesi gerektiğini ve özellikle de doğu bloku ülkeleriyle, bağlantısız hareket mensubu devletlerle, Balkanlardaki ve Orta Doğu’daki komşularıyla ilişkilerini düzeltmesinin lüzumlu olduğunu vurguladılar. NATO Genel Sekreteri Brosio da Kıbrıs sorununa değinerek Türkiye ve Kıbrıs’la ilgili korkularını ifade etti. Brosio, o an için onu en fazla endişelendiren şeyin, Türkiye’nin, müttefiklerinden beklediği desteği alamaması neticesinde uğradığı hayal kırıklığının bir sonucu olarak tarafsız politika izleme yoluna gitmesi, hatta karşı kampa geçme yolunu tercih etmesi tehlikesi olduğunu söyledi.[22]
Fakat İngiliz Dışişleri Bakanlığından Paris’e gönderilen bir cevapta Türkiye’nin aşağıdaki nedenlerden dolayı temel politikasında herhangi bir değişiklik yapma yoluna gidemeyeceği vurgulandı.
“Mantık, bunun Türklerin yapabileceği en son şey olduğunu göstermektedir. Ülkeleri, geleneksel düşmanları olan Sovyetler Birliği’ne karşı savunmasının garanti altına alınması konusunda NATO’ya aşırı derecede bağımlı bulunmaktadır; askeri ve ekonomik yardım elde etme hususunda da Batı ittifakına aşırı derecede bağımlı oldukları ortadadır. Tarihsel arka plan dikkate alındığında Türk ekonomisinin kendi başına ayakta kalmasının da çok zor olduğu bellidir; bu yüzden Türkiye’nin Rusya’ya dönmesi ya da Sovyet blokuna katılması beklenemez. General Gürsel, ilk defa yönetimi eline aldığında Rusların yardım önerisini kesin bir dille reddetmişti.
Benzer şekilde şu anki şartlarda Türkiye’nin bağlantısızlar grubuna geçmesi de çok zor görünmektedir. Araplarla ilişkileri geleneksel olarak hep kötü olmuştur ve komşuları arasında da doğal dostu olabilecek devletler bulunmamaktadır. Bundan başka Türkiye, tarafsız bir devlet olması durumunda Rus baskılarına tamamen açık hale gelecektir.
Bu düşüncelerden, Türkiye’nin NATO’dan ayrılmaya karar vermesi durumunda girebileceği “daha iyi bir yer” bulamayacağı ve bundan dolayı da böyle bir yolu tercih etmesinin kendisi açısından çok düşüncesizce bir davranış olacağı sonucu çıkmaktadır.[23]
İngilizlerin değerlendirmeleri doğruydu. Türkiye, o dönemde Batılı müttefikleriyle zıtlaşmasına neden olabilecek herhangi bir politika takip etmedi. Sovyetler (Ruslar), Türklerin doğal ve tarihsel düşmanları olarak görülmekteydi.[24] Diğer taraftan W. N. Hugh-Jones’un da vurguladığı gibi Türk kamuoyunun tepkisi ve ulusal duyguları büyük önem taşımaktaydı.
“Diğer taraftan bizim bilge kişilerimiz, bu tür argümanları çok ileri götürmenin akıllı bir davranış olmayacağını vurgulamaktadırlar. Türklerin ulusal gururunun çok kötü şekilde yaralanması durumunda, Batıdan olduğu kadar Doğu blokundan da yardım almaya istekli olacak öfkeli bir Türk subaylar grubunun yönetimi ele geçirilmesi şeklinde ortaya çıkacak Mısır ya da Irak örneklerine benzeyen ulusal bir devrimi Türklerin gerçekleştirmesi hiçbir şekilde olasılık dışı değildir. Böyle bir gelişme ortaya çıkarsa, Sovyetler Birliği’nin kenarda bir şey yapmadan beklemesi uzak bir ihtimal olacaktır.
Bu olasılıkların ortaya çıkma ihtimali düşük de görülse, yüksek de görülse Genel Sekreterin korkularına karşı çıkmamız için elimizde hiçbir neden bulunmamaktadır. Türklerin Kıbrıs sorununda kaybeden taraf olduğu bir dönemde, Genel Sekreterin, diğer NATO üyelerinin, Türklerin dönüşü olmayan bir noktaya itilmesinin pek akıllıca bir davranış olmayacağını hissetmelerini sağlaması çok kötü bir şey olmayacaktır.”[25]
Bu analiz, Türkiye’nin dış politikasının yürütülmesinde hesaba katılması gereken bir faktör olarak Türk halkının ulusal duygularının önemine dikkat çekmesi açısından büyük önem arz etmektedir. Hugh-Jones, Johnson mektubunun ve Kıbrıs’taki toplumlar arası şiddetin durdurulmasında etkisiz kalan Batılı müttefiklerinin tutumlarının Türk halkını aşırı derecede yaraladığını söylerken oldukça haklıydı. O, sadece bu politika tarzını yanlış değerlendirmişti. Hugh- Jones, Mısır’daki ve Irak’taki devrimlere göndermelerde bulundu, fakat Türkiye’deki olası politika değişikliklerinin sivil hükümetler tarafından gerçekleştirileceğini de vurguladı. Gerçekten Türk Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin 30 Ekim 1964 tarihinde Moskova’ya bir ziyarette bulundu, ardından da Ocak 1965’te Sovyetler Birliği Başbakanı Nicole Podgorny Ankara’ya geldi. Karşılıklı ziyaretler daha sonraki tarihlerde de devam etti. Fakat Türkiye NATO üyesi olmaya devam etti ve Sovyetlerle ve diğer ülkelerle ilişkilerini geliştirirken aynı zamanda Batı ülkeleriyle mevcut bağlarını da korudu.
Sonuç
1959-65 döneminde NATO, İngiltere ile Türkiye’nin içinde birbirleriyle müttefik oldukları önemli bir örgüttü. Türkiye, daha çok jeostratejik öneminden dolayı 1952 yılında NATO’ya katılmıştı. Soğuk Savaş dönemi boyunca Türkiye, NATO ülkeleri açısından önemli bir müttefik olma konumunu korudu. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bölgede bir Amerikan askerini bulundurmanın maliyeti, aynı görev için Türk askerini kullanmanın maliyetinden 27 kat daha fazlaydı. Bu, Türk ordusuna yardımda bulunmanın, doğrudan Amerikan ve NATO çıkarlarına ve dolayısıyla da NATO üyesi ülkeler ile Amerika’nın ekonomisine katkıda bulunmak anlamına geldiğini ortaya koymaktaydı.
İngiltere, Türkiye’yi NATO’nun güneydoğu kanadında sadık ve önemli bir müttefik olarak görüyordu. Diğer taraftan Türkiye’ye ekonomik ve askeri olarak yardımda bulunma konusunda ise oldukça isteksizdi. İngilizler Türkiye’yle ilişkilerini CENTO çerçevesinde geliştirmeyi istiyorlardı, Türk yetkililer ise NATO’ya daha fazla önem atfediyorlar, CENTO’ya ise bölge dışı devletlerden daha fazla yardım elde etme ve bölgesel müttefikleriyle aralarındaki işbirliğini geliştirme hususunda yardımcı olacak bir kanal olarak görüyorlardı.
İngiltere, aynı zamanda Kıbrıs sorununun, NATO’nun güneydoğu kanadı ülkeleri olan Yunanistan ile Türkiye arasındaki gerginliği artırmasına meydan verilmemesi gerektiği düşüncesini taşımaktaydı. Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak bu iki ülke arasında bir savaşın patlak vermesinin önüne geçmek için İngiltere, Amerikan yönetimiyle yakın temas halinde bulunmaktaydı. İngilizler, NATO’nun güneydoğu kanadının zayıflatılmamasına önem veriyorlardı. Böyle bir olasılık İngiltere’nin Akdeniz’deki çıkarları için çok tehlikeli olabilirdi; özellikle Kıbrıs adası yoluyla Sovyetler bölge meselelerine karışırlarsa İngiltere Kıbrıs’taki üslerini kaybedebilecekti. Burrows, bu açıdan Türkiye’nin taşıdığı önemi hazırladığı raporda açık bir şekilde ifade etmiştir.
“[Türkiye], Amerika açısından, bizim Orta Doğu politikamız açısından, Kıbrıs’taki stratejik tesislerimiz açısından ve şu anda faydalanmakta olduğumuz üstünden uçuş yapma hakları bakımından önem taşımaktadır.”[26]
Sonuç olarak İngiliz hükümetleri, inceleme konusu yaptığımız dönemde CENTO ve NATO gibi askeri ve ekonomik örgütleri kullanma yoluna giderek Orta Doğu’daki ve Akdeniz’deki çıkarlarını korumak için Türkiye’yle yakın ilişki içinde olmaya önem vermişlerdir.
Kafkas Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 110-115