Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu

0 16.149

Doç. Dr. Haluk SELVİ

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’ne nazaran yeni bir devlet biçimi olmakla beraber yoktan var edilmedi; Osmanlı Devleti’nin sosyal ve iktisadi mirası ya da kalıntıları üzerine kuruldu. Bu sebeple devralınan mirasın özelliklerini ortaya koymak, cumhuriyet dönemindeki gelişmeleri anlamak açısından olduğu kadar, bugün karşı karşıya kalınan birçok sorunun halledilmesinde de fayda sağlar niteliktedir.

Sosyal ve ekonomik yönden ele alınacak konular, ülkenin kuruluş dönemindeki bilgi birikimini, kültür düzeyini ve siyasi yapısını ortaya koyacaktır. Her şeyden önce XX. yüzyılın başında Osmanlı Devleti dağılma sürecine girmiş, Türkiye Cumhuriyeti bu devletin sadece bir bölümünde, Anadolu Yarımadası ile Doğu Trakya’da kurulan bir devlet olmuştur. Bu devlet, Osmanlı Devleti içerisindeki ayrılıkçı hareketler ve parçalanmalar sonunda Türk millî bağımsızlık hareketi ile ortaya çıkmıştır. Bu hareketin doğuş sebeplerinden birisini de, XX. yüzyılın başlarında kesin şekilleri ortaya çıkan, dünyada yeni bir statükonun kurulması süreci oluşturmaktadır. Bu statüko icabı, İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya, Osmanlı Devleti toprakları üzerinde kazanç elde etmeye ve başarabilirlerse topraklarını işgal etmeyi planlamışlardı. Osmanlı Devleti’nin müttefiki olarak hareket eden Almanya bile bu ittifaktan kazanç elde edebilmek için Osmanlı topraklarına yerleşmeyi hedeflemiştir. Osmanlı Devleti’nin mevcut durumu Balkanlardan itibaren değişmeye başlamış, toprakları daralmış, böylece ülkenin iktisadi açıdan en değerli ve en gelişmiş bölgeleri kaybedilmiştir. Bu süreçte Trablusgarp ve Ortadoğu topraklarının da kaybedilmesi Osmanlı Devleti’nin tamamıyla çöküşünü hazırlamıştır.

XIX. yüzyılda, dünyanın merkezi sayılan Avrupa’da, uluslar arası ilişkiler dengesinde değişiklikler olurken Osmanlı Devleti de kendi durumunu düzeltebilmek ve Avrupa’daki değişim sürecine ayak uydurabilmek için çeşitli reform çalışmalarında bulunmuştur. Türk reformcuları yasama işlemleri ile Türkiye’ye bir Avrupalı devlet şekli ve yapısı vermeye çalışmışlardır. Bu çalışmalar, 1876 Kanun-ı Esasisi ile en yüksek noktaya ulaşmış ve meşruti bir düzen kurulmuştur.

Yeni Türk devletinin doğuşu reform hareketleri ile başlamıştır. Avrupa’yı yakından tanımak isteyen aydınlar bir taraftan, Avrupa’dan uzmanlar getirmek suretiyle devletin çöküşünü durdurmak isteyen saray diğer taraftan bu yeni oluşumda önemli pay sahibi olmuşlardır. Hem yabancı uzmanlar, hem de Genç Türkler bu yenileşme hareketinde Avrupalılaşmak ve Avrupa’daki düşünce akımlarından Osmanlı kamuoyunu haberdar etmek konusunda önemli çalışmalar yapmışlardır. İlk reformlar, daha iyi ordular eğitmek ve donatmak için çalışan padişahların eseriydi. Hürriyetçi, vatanperver ve hatta inkılapçı fikirler, Avrupa’yı tanımaya giden Türk sivil ve askerî öğrencilerine diplomat ve askerî ataşelerine bulaştı. Bu düşünceler Türkiye’de sırasıyla 1876 ve 1908 meşruti hareketlerine yol açtı.

Yaklaşık 10 yıl süren İttihat ve Terakki Fırkası idaresinde gelişen II. Meşrutiyet dönemi, ülkenin idari, sosyal ve ekonomik problemlerine modern bir yaklaşımla çözümler arama süreci olarak devam etti. Bu dönemde üzerinde en çok durulan konuların başında, meşruti idarenin gerekleri olan hürriyet ve eşitlik düşüncesi geliyordu. Bu düşüncenin gelişmesi çeşitli fikir çalışmalarını da yanında getiriyordu. Hâkimiyet-i Milliye kavramı, bağımsız bir ekonomi ve bağımsız bir ülke yönetimi inşa edebilmek, İttihat ve Terakki yöneticilerinin özlemleri idi. Ancak Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve en önemlisi dünyaya yeni bir şekil verecek olan I. Dünya Savaşı, İttihatçı yöneticilerin özledikleri ülke inşası düşüncesini sonuçsuz bıraktı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen bu dönemdeki gelişmeler ve düşünce akımları yeni bir yaklaşımı ortaya çıkarıyordu: Millî bir ekonomi ve millî bir devlet. Savaşların meydana getirdiği hayal kırıklıkları, Osmanlı Devleti yöneticilerinde ve düşünürlerinde “milliyetçilik” fikrini ön plana çıkarmıştı. Türk Milleti tarihinin en kötü dönemlerinden birsini yaşıyordu. Çöküş artık kendisini açıkça gösteriyordu. Ancak yöneticiler, devam eden bu çöküş sürecini açık bir şekilde görebilecek durumda değillerdi.

II. Meşrutiyet dönemi ile birlikte pekişen meşruti idare anlayışı, meydana gelen savaşlar ve siyasi çekişmelerden dolayı gelişme gösterememiş, Osmanlı Devleti’nin çöküş süreci I. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. Bu savaşla birlikte devletin çöküşü tamamlanmış, Avrupalı devletlerin uygulamaya koydukları Orta Doğu ve Balkanlar planı başarıya ulaşmıştır. Ancak Anadolu için aynı şeyleri ifade etmek mümkün değildir. I. Dünya Savaşı sırasında büyük devletler arasında imzalanan gizli anlaşmalara konu olan ve paylaşılan Anadolu, Türk milletinin kendini koruma ve kurtarma düşüncesinden doğan yeni bir hareketin ve yeni Türk devletinin merkezi olmuştur.

Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin büyük savaş sonrası teslim olma belgesi idi. Bu metinde geçen maddelerin uygulanması, ülkeyi açıkça esir durumuna getirecekti. Savaşın son aylarında bu durumu gören İttihat ve Terakki yöneticileri, savaş sırasında İtilaf Devletleri arasında yapılan Osmanlı Devleti’nin paylaşılması ile ilgili gizli anlaşmalardan haberdar olduklarından, bu duruma karşı bazı tedbirler düşünmeye başlamışlardı. Bu tedbirlerden birisi de teslim olmayarak Anadolu’da yeni bir mücadele ortamı oluşturmaktı. Bu düşünceler uygulamaya konulmadan İngiliz ve Fransız işgalleri Anadolu’yu içerisine alacak şekilde başladı. İşgalcilerin dayandığı en önemli hareket noktalarının başında, ülkenin geçen on yıllık siyasi tarihi içerisinde aşağılandığını ifade ettikleri gayrimüslim unsurları, Rumları ve Ermenileri desteklemek geliyordu. Anadolu’yu bu unsurlar üzerine dayanan yeni bir şekle sokmak onların asıl gayelerinden görünüyordu.

Ülkede bu şartlar altında bir direniş örgütlemek isteyen İttihatçı liderler, merkez yürütme kurulunun aldığı kararla ülkeyi gizlice terk etmek zorunda kaldılar. İngiliz ve Fransız ordusu bunlardan ve Türk milletinden hesap sormak için geliyordu. Bu hesaplaşma Mondros ile birlikte başlamıştı. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na girerken 1.700.000 km2. olan coğrafyasından 1.000.000 km2.sini kaybetmiş, 22 milyon nüfusu 10 milyona inmişti. 1911’den 1918 yılına kadar savaşan Türk Milleti, düşmanlarına bezgin, yorgun ve ümitsiz görünüyordu. İngiltere eski başbakanı Gladstone yıllar önce dünyaya ilan etmişti ki, “İslam ve Türkler dünyanın yüz karasıdırlar. Onların kötülüğünü ortadan kaldırmanın tek yolu vardır, o da bunların varlıklarını ortadan kaldırmaktır.” Aynı şekilde İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un self determinasyon prensibinden bahsederken bile, “yüzyıllardan beri herkesi uğraştıran, başına bela açan bir entrika ve fesat kaynağı olan Türkler” diyerek Türkleri önce Avrupa’dan tamamen çıkarıp atmak, sonra Anadolu’da küçücük ve şüphesiz göstermelik bir Türk devleti kurdurmak fikrinde idi.

Avrupalılar bu düşüncelerini uygulamaya gelirken, İstanbul’da 4 Temmuz 1917 tarihinde tahta geçmiş olan Sultan Vahdettin, İttihat ve Terakki Fırkası’nın bıraktığı siyasi boşluğu doldurarak yönetimi ele geçirmek ve Osmanlı Saltanatını devam ettirmek istiyordu. Geçen on yıl boyuca İttihatçılar tarafından ezilmiş olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası taraftarları da bu siyasi boşluğu kendi lehlerine değerlendirerek işgalcilerle birlikte İttihatçılardan intikam almak düşüncesi ile harekete geçiyorlardı. Bu partinin desteği ile kurulan hükûmetler de, mütareke hükümlerinin uygulanmasına karşı kayıtsız ve galip devletlerin Osmanlı Devleti hakkında verecekleri kararlara razı görünüyorlardı. Bunlar silahlı bir mücadelenin açıkça devleti yıkacağını söylüyorlar, İngilizlerle birlikte çalışmaktan başka bir yol olmadığını ifade ediyorlardı. Bu duygu onların Sevr Antlaşması’nı kabul etmelerine sebep olacaktı. Sevr Antlaşması ile Doğu Anadolu’da büyük bir Ermenistan ve Kürdistan kuruluyor, Batı Anadolu Yunanlıların işgaline bırakılıyor ve Sultanın idaresindeki küçük Osmanlı Devleti her yönüyle sömürge bir devlet haline getiriliyordu.

1919 yılından itibaren galip devletler, mütareke hükümlerini hiçe sayarak birer vesile ile Anadolu’yu işgale başladılar. Bu devletlerin donanmaları ve askerleri İstanbul, Adana, Antep, Urfa, Maraş, Antalya, Konya, Samsun ve Merzifon’da yerleştiler. Bütün bu şehirlerde İtilaf Devletleri askerleri ve subayları hızlı bir çalışma içerisine girdiler. Nihayet 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir, Yunan ordusu tarafından resmen işgal edildi. Bundan başka ülkenin her yerinde Hristiyan unsurlar gizli ve açık, özel emel ve maksatlarının temini için devletin bir an önce çökmesine çalışıyorlardı. İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira Cemiyeti, vilayetler içerisinde çeteler kurup idare ediyor, mitingler ve propagandalar yapıyordu. Yunan Kızılhaçı bu cemiyetin işlerini kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyordu. Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira heyeti ile aynı düşünce doğrultusunda çalışıyordu. Ermenilerin hazırlıkları da Rumların hazırlıkları gibi ilerliyordu. Bütün Karadeniz bölgesinde kurulmuş olan Pontus Cemiyeti, İstanbul’daki merkeze bağlı olarak kolaylıkla çalışıyordu.

İşgaller ve azınlıkların çalışmaları karşısında İstanbul’daki yöneticilerin kayıtsız kaldığını gören Türk Milleti bu panik anını üzerinden atarak ilk tepkilerini protestolar ve mitinglerle gösterdi. Bunun yanında kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri de bölgesel kurtuluş çareleri aramaya başladılar. Ordunun terhis edilmesi birçok bölgede savunma tertibatını ortadan kaldırmıştı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri bir taraftan bulundukları bölge halkını millî müdafaa konusunda bir araya getirmeye çalışırken, diğer taraftan silahlı örgütler oluşturma yoluna gidiyordu.

1919 yılı Mayıs ayına kadar İstanbul’dan bu durumu izleyen, I. Dünya Savaşı boyunca çeşitli cephelerde başarılar kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, arkadaşları ile görüşmeler yaparak bu durumdan kurtulmanın ancak silahlı mücadele ile mümkün olabileceği sonucuna vardı. Mustafa Kemal Paşa’nın daha sonra iç ve dış cephe hakkında söyledikleri bu andaki duruma uyuyordu:

“Asıl olan dâhili cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Zahiri cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe, yıkılabilir, değişebilir, mağlup olabilir. Fakat bu hal hiçbir vakit memleketi mahvetmez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dâhili cephenin sükûtudur. Memleketimizde bulunan düşmanları silah kuvvetiyle çıkarmadıkça, çıkarabilecek kuvvet ve kudret-i milliyemizi fiilen ispat etmedikçe, diplomasi sahasında ümide kapılmak doğru değildir.”[1]

Bu prensiplere uyan Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’nun dört bir yanında ayağa kalkmış olan Türk Milletini bir araya getirerek işe başladı. Zira bu birlik sağlanmadan ülkenin düşman işgalinden kurtarılması mümkün değildi. Onun Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas kongrelerinde üzerinde durduğu en önemli konu birlik ve beraberlik düşüncesi idi. Farklı vilayetlerde bulunan sivil ve askerî idarecilere de ilk tavsiyesi, Türk Milleti’nde işgallerle başlayan heyecanın ve ruhun devam ettirilmesi yönünde idi.

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihi ile başlamıştır. Kendisinin de ifade ettiği gibi, modern bir devlet kurma düşüncesi onun zihnide Samsun’a çıktığında vardı. O, bu düşüncesini adım adım uyguladı ve bu düşüncesini “millî bir sır” olarak kendisinde sakladı. Bu yönüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması iki aşama halinde gerçekleşmiş oluyordu. Birincisi, işgal edilmiş olan toprakların kurtarılması ve bağımsızlığı sağlayacak bir anlaşmanın imzalanması, ikincisi eski devlet yapısını ortadan kaldırarak yeni ve çağdaş bir devlet kurmaktı. Bu iki aşama, kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış değildir. Bu düşüncenin mimarı ve uygulayıcısı olan Mustafa Kemal Paşa, tek adam olarak kurtuluş sürecinden itibaren dönüşümü başlatmış ve daha savaşlar devam ederken yaptığı çalışmalarla yeni devletin temellerini atmıştır.

Çağdaş bir devlet kurma fikri Mustafa Kemal’de gençlik yıllarından itibaren gelişmiştir. Mustafa Kemal tarihsel bir dönemeçte dünyaya gelmişti. O dönemi iki büyük olay belirliyordu. Birisi, Fransız İhtilali, diğeri Osmanlı Devleti’nin parçalanıp çöküşünün hızlanması. Mustafa Kemal, öğrencilik yıllarında Fransız İhtilali hakkında ilk bilgileri edinmiş, sonra ilgi alanının genişliği, okuma zevki ve öğrendiği yabancı dil sayesinde dünyada olup bitenleri, dönemin başlıca düşünce akımlarını ana çizgileriyle izleme imkânına kavuşmuştu. Ayrıca genç bir subay olarak farklı bölgelerde ve şartlarda aldığı görevler nedeniyle koskoca bir imparatorluğun nasıl çöktüğünü gözleriyle görmüştü. Bu tarihî dönemeç, Mustafa Kemal’i çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin yerine yeni bir Türkiye’nin kurulmasını düşünmeye sürüklemiş ve onun düşüncesinin mayasını oluşturmuştur. Bu düşünceyi eyleme geçiren gelişmeler bu sırada Avrupa’da kendisini gösteriyor ve Mustafa Kemal’e cesaret veriyordu. I. Dünya Savaşı ile birlikte Rus Çarlığı, Alman İmparatorluğu, Avusturya ve Macaristan İmparatorluğu yıkılmış, yeni cumhuriyetler kurulmuştu. Değişen Avrupa idare sisteminde Osmanlı Devleti’nin geleceği üzerinde en çok durulan konulardandı. Tabii olarak Türk aydınları da bu konu üzerinde duruyorlar, çeşitli çözüm yolları arıyorlardı. Ancak bunların tamamı çözümü Osmanlı Saltanatı etrafında arıyorlardı. Bunun dışında yeni bir devlet yapısı oluşturmayı açıkça kimse dile getiremiyordu.

Geçen elli yılını büyük devletlerin ekonomik ve siyasi baskısı altında yaşayan Osmanlı Devleti aydınları için tam bağımsızlık düsturu halledilmesi gereken önemli bir problemdi. Tam bağımsızlık düşüncesi, mütareke döneminde azınlıkların ve galiplerin baskılarından dolayı daha çok öne çıktı. Tam bağımsızlık siyasal, mali, ekonomik, hukuki, askerî, kültürel her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demekti. Bunların herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumluk, milletin ve ülkenin gerçek anlamıyla bağımsızlıktan mahrumluğu demekti.

Daha Millî Mücadele’nin ilk günlerinde, Amasya Tamimi, “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyerek millet iradesini mücadelenin dayanağı ve hareket noktası olarak kabul ediyordu. Erzurum ve Sivas kongreleri “millî iradeyi hâkim kılmak” kararını almıştı. Böylece ümmet yerini “millet”, padişahın tartışılmaz kudretinin yerini “millî hâkimiyet” almaya başlamıştı. Yeni kurulacak devlet anlayışında bu şekilde oluşan halkçılık düşüncesinin üç temel unsuru vardı: Halk yönetimi, eşitlik ve sınıf mücadelesinin kabul edilmeyişi.[2] Mustafa Kemal Paşa, Türk Milletine olan güvenini ve kuracağı yeni devlette millî hâkimiyet anlayışının önemli bir unsur olacağını, Halk Fırkası’nın kurulması ve çalışmaları sebebiyle değindiği Nutuk’ta şöyle diyordu:

“Milletin maddi ve manevi âlemdeki yenileşmesi ve gelişmesi yolunda söz ve teori ile iş ve icraata önem vermeyi tercih ettik. Bununla birlikte hâkimiyet milletindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında hiçbir makam millî mukadderata hâkim olamaz. Bütün kanunların düzenlenmesinde her türlü teşkilatta yönetimin bütün ayrıntılarında, umumi eğitimde, ekonomi konularında millî hâkimiyet esasları çerçevesinde hareket edilecektir.”[3]

Toplumu ve kendisini eyleme geçiren şartları ustalıkla hesaplayan, toplumun dinamiklerini başarı ile yönlendirebilen lider, ortak bilincin özlemlerini sosyal ve siyasal alanlarda şekillendirebilmiştir. O, geçmişle gelecek arasında, değiştirilmesi gerekenle değişik düzen arasındaki geçişi barış ile temsil edebilmiştir. Çok hızlı bir değişim gösteren olaylar ve akımlar karşısında, her sözü ve tutumu ile her zaman inkılapçı ve gerçekçi kalmasını bilmiştir. O, Türk Tarihi içerisinde yapıcı bir devlet adamı olarak yer almıştır.

Gerçekleştirilen inkılaplar kimseye ait olmayarak özgün bir yapı arz ederler. Mustafa Kemal Paşa, kendisinden iki yüz yıl önce başlamış olan teşebbüsleri, dağınık olan fikirleri ve enerjileri gözden geçirmiş, değişimin tam anlamıyla başarılmasını temin edecek yeni bir sistemi ortaya çıkarmıştır. Mustafa Kemal Paşa, açılan bir devirle kapanan bir devir arasında çok önemli bir tarihî görevi başarıyla yerine getirmiş, safha safha izlediği bir kurtuluş programını, ana çizgilerinde en ufak bir ödün vermeden, azimle yürütmüş ve uygulamıştır. Yeni oluşturulacak sistemin birinci amacı çağdaşlaşmak, ikinci amacı kalkınmak, böylece çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmaktır. Bunlar yapılırken millî birlik sağlanacak, devlet otoritesi kurulacak, halk arasında eşitlik gözetilecektir.[4]

Türk İnkılabı’nın ulaşmak istediği hedef neydi? İnkılapçı bir yöntemin uygulanması gerekli miydi? Osmanlı Devleti’nin artık yaşayamayacağı ortada dururken ve bir devlet organizmasının canlılığından yoksunken parçaları bir araya mı getirmek, yoksa yeni ve bağımsız bir devlet mi kurmak lazımdı? Bu soruların cevabı, girişilecek savaşın amacını ve gelişimini tespit etmiştir. Bu düşüncelerle meydana getirilen Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu bölgeye her şeyden önce çok sıkıntılı konuları kapsayan sağlam bir barış getirdi. Dünya yüzünde belki de tek olarak, tek partiden çok partili demokratik bir rejime geçişin örneğini verdi. Siyasi kurumlarını batılı bir anlamda kurdu ve ayarlamaya çalıştı. Bunlar yapılırken Türk Milletinin şiarına en uygun idare şeklinin cumhuriyet olduğu[5] ve yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğu sık sık vurgulandı.[6]

Mustafa Kemal Paşa’nın en çok kullandığı sözcük “medeniyet” olmuştur. Medeniyet, medenileşmek onun hareket noktasıdır. 1924’te şu sözleriyle medeniyet gerçeğini ortaya koymaktadır: “Medeniyet, cumhuriyeti yükseltecektir. Türk İnkılabı medeniyet dünyasında layık olduğumuz mevkii temin edecektir.” Ona göre, acılarımızın baş nedeni dünya gidişine yabancı kalışımızdır. Bu sebeple milleti en kısa yoldan medeniyetin nimetlerine kavuşturmak gerekiyordu. Türk İnkılabı’nın medeniyetçiliği, yapı değişikliğidir. Meşrutiyetten kalma bütün bocalamaları, kararsızlıkları bir tarafa itip, yeni ufuklara yönelmektir. Cumhuriyet de bu yönelişten doğmuştur. Millî devletin siyasal ve sosyal gerçeklerini kapsadığı için, köklerini Türk İnkılabı’nın en derinlerinden aldığı için önemli ve anlamlı bir aşamadır. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Devletçilik, Laiklik, Halkçılık ve İnkılapçılık ilkelerinin ışığında yapılan inkılaplar, Türk Milletinin tamamen yeni bir yapıya ulaşmasını sağlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mantığını üç önemli belgede görmek mümkündür: Bunlardan ilki, metnini Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının hazırladığı Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda 28 Ocak 1920 Çarşamba günü kabul edilip 17 Şubat 1920’de gazete ve ajanslar yoluyla bütün dünyaya ilan edilen Misakımillî’dir. Bu metin, Türk Millî Mücadelesi’nin ana programını ve Türkiye’nin millî ve etnik hudutlarını belirtmektedir. Misakımillî’nin altı maddesi şunlardır:

  1. Arapça konuşan ancak, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne göre; düşman işgali altında kalan bölge halkının durumu, bunların hür olarak verecekleri oylara göre belirlenmelidir. Mütareke çizgisinin içinde ve dışında kalan bu yerlerin İslam ve soyca bir olan Osmanlı çokluğunun oturduğu bölgelerin hepsi, hüküm ve fiil bakımından, ana yurttan hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütündür (Bu maddeye göre; Irak kuzeyindeki Musul-Süleymaniye-Erbil ve Kerkük bölgeleri Türkleriyle Suriye kuzeyindeki Rakka-Halep-Antalya ve İskenderun-Hatay kesimlerindeki Türklerin Anayurttan koparılamayacağını belirtiyor, Kıbrıs Adası, Devletler Hukuku bakımından Türkiye’ye ait olduğundan, 1914 sonunda İngiltere’nin tek taraflı ilhakı, hükümsüz sayılıyordu).
  2. Halkın, ilk serbest kaldıkları sırada (Haziran 1918’de) verdikleri oylarıyla ana yurda katılma kararını belirten Elviye-i Selase (Üç Sancak: Kars; Oltu, Olur ve Şenkaya dâhil Ardahan; Artvin ve Avara ile Çürüksu dâhil Batum) için gerekirse yeniden serbestçe oylama yapılmasını kabul ederiz.
  3. Batı Trakya’nın geleceği de oralarda oturanların serbestçe verecekleri oylara göre belirlenmelidir.
  4. İslam Halifeliği’nin, Osmanlı Saltanatı’nın ve Hükûmeti’nin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara Denizi’nin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara uyularak, Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazlarının dünya ticaretiyle ulaşımına açık tutulması için bizim de, ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar geçerli sayılır.
  5. Azınlıkların hakları, İtilâf Devletleriyle hasımları ve birtakım ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esaslarına göre (komşu ülkelerdeki Müslümanların da bu haklardan istifadeleri güveniyle) tarafımızdan sağlanacaktır.
  6. Millî ve iktisadi gelişmemize imkân vermek ve daha çağdaş, muntazam idare ile işleri yürütmek için, her devlet gibi, bizim de gelişmemizi sağlamak üzere tam bir serbestliğe ulaşmamız, hayat varlığımızın temelidir. Bu sebeple, siyasi, adli, mali ve diğerleri gibi gelişmemize engel olan bağların karşısındayız. Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın ödeme şartları da, bu esaslara aykırı olmayacaktır.[7]

Millî sınırlar içerisinde bağımsız bir Türkiye için bütün konuları kapsayan bu metin, Millî Mücadele’nin vazgeçilmez programı olmuştur. Bu metnin uygulamaya konulması için üç yıl hem cephelerde, hem de siyasi olarak uluslar arası alanda mücadele etmek gerekmiştir.

İkinci metin, eğitim konularını içerisine alan Misak-ı Maarif’tir. Modern ve çağdaş bir devlet olmanın en önemli gereklerinden birisi, hiç şüphesiz ki eğitim alanında önemli adımlar atarak, çağdaş uygarlık seviyesini yakalamaktır. Yapılan inkılaplar, ilerlemenin önüne dikilen engelleri kaldırma çabasından başka bir şey değildi. Yeni nesilleri ve geniş halk kitlelerini çağın gereklerine göre eğitmek, bu inkılabın başarısı için şarttı. Her türlü yenileşme hareketinin, eğitim alanındaki başarıya bağlı olduğuna ve kalkınmanın akıl ve bilimin önderliğinde gerçekleşeceğine inanan Mustafa Kemal Paşa’nın millî eğitime büyük bir önem vermesi kaçınılmaz bir gelişmeydi.

Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı’nın en çetin günlerinde Sakarya Savaşı öncesinde 15 Temmuz 1921’de Ankara’da bir eğitim kongresi toplamıştı. Burada yaptığı konuşmasında, “Türkiye’nin millî eğitimini kurmasını” istemiş ve o ana kadar izlenen eğitim yöntemlerinin, milletin geri kalmasındaki rolünü dile getirerek, hurafelerden uzak, Türk milletinin millî karakterine uygun bir eğitim sistemine geçilmesinin zorunluluğunu ifade etmiştir.

180’e yakın delegenin katıldığı bu kongrenin açılış konuşmasında Mustafa Kemal şöyle diyordu:

“Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin, tarih-i tedenniyatımızda en mühim bir âmil olduğu kanaatindeyim. Millî bir terbiye programından bahsederken eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, şarktan ve garbtan gelen ecnebi tesirlerden uzak ve seciye-i milliyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Deha-yı milliyemizin inkişafı ancak böyle bir kültür ile kabildir. Yaratacağımız kültür, herâis-i milliye zemini ile o zemin ise milletin seciyesi ile mütenasip olmalıdır. Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle mücehhez bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım. Yeni neslin ruhuna bu kabiliyeti terk etmek lâzımdır. Müstakil ve mevcut kalmak isteyen milletlerin felsefesi, en bariz şekilde bu evsafı kemal-i şiddetle talep etmektedir. Millî gaye hakkındaki umumî nokta-i nazarımı söylerken, yeni neslin techiz edileceği evsaf arasında kuvvetli bir aşk-ı fazilet ve kuvvetli bir fikr-i intizam ve inzibattan da bahsetmek lâzımdır… Eskiden çizilmiş alelâde yollar üzerinde yürümek değil, belki yukarıdan beri evsaf ve şeraitini arz ettiğim millî hars yolunda rehber olmak gibi mukaddes bir vazife bekliyoruz.”

O, öğretmenleri “gelecekteki kurtuluşumuzun saygıdeğer öncüleri” olarak tanımlamıştır. Büyük Zafer’den hemen sonra Bursa’da kendisini ziyarete gelen öğretmenlere, “Bugün eriştiğimiz nokta gerçek kurtuluş değildir” demiş ve “milletimizin siyasal, sosyal ve kültürel hayatında, milletimizin fikrî eğitiminde önderimiz bilim ve fen olacaktır” demiştir. Bu sahadaki faaliyetler içerisinde, Lozan Konferansı’nın son günlerinde Ankara’da toplanarak, memleketin tüm eğitim sorunlarının tartışıldığı “Birinci Heyet-i İlmiye”yi de saymak yerinde olacaktır. Bu gelişmelerden de anlaşılmaktadır ki, gerek Kurtuluş Savaşı sırasında ve gerek zaferin elde edilmesinden sonra, Türkiye’nin millî eğitim problemi, her zaman için öncelikli konular arasında yer almıştır.

Cumhuriyetin ilanının öncesi ve özellikle sonrasında bu konuda daha somut adımlar atılmıştır. Cumhuriyetin ilanından önce, dönemin Maarif Vekili İsmail Safa (Özler) imzasıyla bir millî eğitim genelgesi yayınlandı. Bu genelge Misâk-ı Maarif olarak da bilinmektedir.

8 Mart 1923 tarihinde yayınlanan genelge, 1925 y ılında yayınlanmaya başlayacak olan Maarif Vekâleti Mecmuası’nın ilk sayısında tam metin olarak da yayınlanmıştır. Maarif Misâkı’nın en önemli hükümleri şu şekilde özetlenebilir: Cahilliği ortadan kaldırarak, ulusal ve çağdaş eğitimi yurdun en uzak köşelerine kadar götürmek, yeni kuşakları geleceğin ihtiyaçlarına göre yetiştirmek, gençleri fikren çok kuvvetli, bilim ve ahlak açısından sarsılmaz bir karakter ile donatmak, ülkeyi ekonomik yönden kölelik altında bırakmayacak dimağları hazırlamak, bunun için, gençliği, çalışmak fikri ve üretim araçlarıyla donatmak, milliyetçi, halkçı, inkılapçı ve laik cumhuriyet vatandaşları yetiştirmek, birer hayat okulu olan orta dereceli okullardan çıkanların hayata güvenle bakabilmelerini sağlamak, her yerde kuvvetli ve azimli olmak ve kuvvetli, sorumluluk sahibi, kendisine güvenen ve haklarını korumayı bilen yurttaşlar yetiştirmek.[8]

Türkiye Cumhuriyeti için eğitim politikalarının çağdaş seviyeye ulaştırılması en önemli konu idi. Yeni kurulan cumhuriyetin mantığını genç kuşaklara kavratabilmek ancak eğitim sisteminin aynı görüşler doğrultusunda oluşturulması ile mümkündü. Eğitim, genç cumhuriyetin yaşatılabilmesi için de gerekli unsurlardandı.

Yeni kurulan devletin karakterini gösteren üçüncü belge, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde 1135 delege tarafından kabul edilen ve 12 maddeden oluşan Misak-ı İktisadi kararlarıdır.

Bütün Türkiye’nin ziraat, sanayi, ticaret ve işçi zümrelerinden seçilmiş 1135 delegenin iştirakiyle İzmir’de toplanan ilk Türkiye İktisat Kongresi’nin müttefikan kabul ettiği Misak-ı İktisadi esasları, her çeşit toplumsal, iktisadi, siyasi ve hukuki oluşumun temelinin beşeri irade olmasını zorunlu kılmıştır.

Atatürk, Türk milletinin gerçek ve kesin kurtuluşa mazhar olabilmesi için iki umdeye istinadın şart olduğunu ifade etmiştir. Bunlardan ilki olan Misakımillî, milletin tam istiklalini temin eden ve bunun için iktsadıyatında inkişafına mani olan bütün sebepleri bir daha avdet etmemek üzere lağveden bir düsturdur. İkincisi olan, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ise, bu yeni devletin hayatında bila kayd ü şart hâkimiyetin milletin uhdesinde kalacağını ifade eden kanundur. O, tam bağımsızlık temeline dayalı olarak, “Millî egemenlik” ile “iktisadi egemenlik” arasında mutlak bir bağlantı kurmakta ve “Hâkimiyeti-i Milliye, Hâkimiyet-i iktisadiye ile tersin edilmelidir” demektedir.

Mustafa Kemal Paşa, kongreyi açış konuşmasında, “Dâhil olduğumuz halk devrinin, millî devrin millî tarihini de yazabilmek için kalemler, sapanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat devri mefhumiyle ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki memleketimiz mamur, milletimiz müreffeh ve zengin olsun. Öyle bir iktisat devri ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin… iktisadiyat demek her şey demektir. Yaşamak için, mesut olmak için ne lazımsa bunların tamamı demektir, ziraat demektir, ticaret demektir, iş demektir, her şey demektir, yeni hükûmetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü her şey bunun içinde saklıdır.” diyerek, “iktisat devri” terimini sadece toplumun ekonomik düzenini ifade etmek için değil, aynı zamanda toplumun siyasi, hukuki, vs. temel düzenlerini ifade etmek için kullanmıştır.

İzmir İktisat Kongresi’nde, milleti temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından seçilmiş olan temsilcileri, “Misak-ı İktisadi Esasları” adı altında, Kurtuluş Savaşı sonunda siyasi kimlik kazanan ve hasımları karşısında barış masasına oturan bir toplumun, “beşeri irade” esas olmak üzere oluşacak ekonomik, toplumsal, siyasi ve hukuki temel düzenlerini tespite çalışmışlardır.

İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında, Atatürk, bilinçli bir biçimde “halk devri”, “millî devir”, “millî tarih”, “iktisat devri”, “millî iktisat” vs. kavramlarına yer vermiş, Kurtuluş Savaşı içinde doğan ve biçimlenmekte olan devletin ekonomik düzeninin “millî iktisat düzeni” olacağına işaret etmiştir. Mahmut Esat Bozkurt, “Ben hâkimiyet-i milliyeyi, hâkimiyet-i iktisadiye olarak anlarım. Böyle olmazsa hâkimiyet-i milliye bir serab olur” demektedir. İzmir İktisat Kongresi tutanaklarında, inatla “millî üretimi temin”, “madenleri kendi millî istihsali için işletmek”, “çocukları iktisadi misaka göre yetiştirmek”, “dâhili ve millî sanayi’in inkişafı”, “kabotajda istiklal hakkımızın tamamen ortaya konulması”, “aşarın kaldırılması” ve “Türkiye’de yaşayan bütün efrada şamil olmak üzere bir vergi konulması”, “tütün reji tekelinin kaldırılması” kavramlarına yer verildiği görülmektedir. O halde, bu demektir ki, Lozan Barış Konferansı’nın toplanma zamanına rastlayan İzmir İktisat Kongresi’nde, devletin ekonomik temel düzeninin, mutlak surette millî iktisat düzeni olmasına karar verilmiş ve bu bütün dünyaya duyurulmuştur.

12 maddeden oluşan ve dönemin muhalif basını tarafından çok sıradan, basit olarak eleştirilen, ancak geçen 85 yıl içerisinde önemini her geçen gün daha çok artıran Misak-ı İktisadi metni şudur:

Madde 1- Türkiye, millî sınırları dâhilinde, lekesiz bir bağımsızlık ile dünyanın barış ve gelişme unsurlarından biridir.

Madde 2- Türkiye halkı millî hâkimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiç bir şeye feda edemez ve millî hâkimiyete müstenit olan meclis ve hükûmetine daima zahirdir

Madde 3- Türkiye halkı, tahrip etmez; imar eder. Bütün emeği ekonomik yönden ülkeyi yükseltmek amacına yöneliktir.

Madde 4- Türkiye halkı, tükettiği malı olabildiğince kendi yetiştirir. Çok çalışır, zamanda, parada ve ithalatta savurganlıktan kaçar. Millî üretim için yeri geldiğinde geceli gündüzlü çalışır.

Madde 5- Türkiye halkı, servet olarak bir altın hazinesi üzerinde oturduğunun bilincindedir. Ormanlarını evladı gibi sever, bunun için ağaç bayramları yapar; yeniden orman yetiştirir. Madenleri kendi ulusal üretimi için işletir ve servetlerini herkesten fazla tanımaya çalışır.

Madde 6 Hırsızlık, yalancılık, ikiyüzlülük ve tembellik en büyük düşmanımız; köktendincilikten uzak dindarca bir anlayış her yerde ilkemizdir. Her zaman faydalı yenilikleri severek alırız. Türkiye halkı kutsallığına, topraklarına, şahıslarına ve mallarına karşı yapılan düşmanca propagandalardan nefret eder ve bunlarla mücadeleyi hep bir görev bilir.

Madde 7- Türkler, bilgelik ve yetenek aşığıdır. Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir; fakat her şeyden önce ülkesinin malıdır. Eğitime verdiği yücelik dolayısıyla Mevlûd-i Şerif Kandil günü, aynı zamanda bir kitap bayramı olarak kutlanır.

Madde 8- Birçok savaşlar ve zorunluluktan dolayı azalan nüfusumuzun artması ile beraber sağlıklarımızın, hayatlarımızın korunması en birinci amacımızdır. Türk; mikroptan, pis havadan, salgından ve pislikten çekinir, bol ve saf hava, bol güneş ve temizliği sever. Ata mirası olan binicilik, nişancılık, avcılık, denizcilik gibi beden eğitiminin yayılmasına çalışır. Hayvanlarına da aynı dikkat ve özeni göstermekle beraber cinslerini düzeltir ve sayılarını çoğaltır.

Madde 9- Türk, dinine, ulusuna, toprağına, hayatına ve varlığına düşman olmayan uluslara hep dosttur; yabancı sermayesine karşı değildir. Ancak kendi yurduna, kendi diline ve yasasına uymayan kurum ve kuruluşlarla ilişkide bulunmaz. Türk, bilim ve sanat yeniliklerini nerede olursa olsun doğrudan doğruya alır ve her türlü ilişkide fazla aracı istemez.

Madde 10- Türk, açık alın ile serbestçe çalışmayı sever; tekel istemez.

Madde 11- Türkler, hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar, birbirlerini candan severler. Meslek, zümre itibariyle el ele vererek birlikler, ülkelerini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar

Madde 12- Türk kadını ve kocası çocukları iktisadi misaka göre yetiştirir.[9]

Misak-ı İktisadi Esasları, 12. Maddesinde, “Türk kadını ve kocası çocukları iktisadi misaka göre yetiştirir” derken, yaygın ve örgün eğitim dâhil, toplumsal her konuda temel ilkenin millî hâkimiyet esası olduğuna işaret etmiştir. Misak-ı İktisadi Esasları, “Millî hudutlar dâhilinde” bağımsızlığı, barışçılığı ve ilerlemeyi millî değer saymıştır. Türkiye halkının “millî hâkimiyete müstenit olan meclis ve hükûmetine daima yardımcı olması” “ormanlarını evladı gibi sevmesi” vs., Misak- ı İktisadi Esaslarında millî değerler olarak ifadesini bulmuştur. Öte yandan, Misak- ı İktisadi Esaslarında, m. 3, 4, 5, 6, 7, 9, 10 ve 11, Türkiye halkını n, millî hâkimiyet esasına dayalı, evrensel ahlaki değerleri belirlenmiş, böylece daha barış görüşmeleri aşamasında Türkiye halkının, temsilcileri barış görüşmesine katılan halklar kadar uygar olduğuna ve ahlaki değerlere sahip bulunduğuna işaret edilmiştir.

Bu kongrede alınan kararlarla millî bir ekonominin kurulması kararlaştırılmış ve bu kararlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında taviz verilmeden uygulanmıştır.

Bu düşüncelerle kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden bugüne kadar, millî bağımsızlığından taviz vermeden, bulunduğu coğrafyada önemini her geçen gün daha çok artıran demokratik bir hukuk devleti olarak varlığını sürdürme mücadelesi vermektedir. Orta Doğu’nun istikrarsızlıkları ve bu bölgede kurulmuş olan devletlerin yaşadıkları siyasi ve ekonomik tecrübeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin başarısını açıkça göstermektedir. Türkler, devletin “ebed-müddet” yaşaması felsefesini, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşatma azmindedirler.

Doç. Dr. Haluk SELVİ

Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

Alıntı Kaynağı: Kuruluş ve Çöküş Süreçlerinde Türk Devletleri Sempozyumu Bildirileri (5-6 Kasım 2007)


Dipnotlar:
[1] Tarih IV, İstanbul, 2004, s. 116- 117.
[2]  Yücel Özkaya, “Atatürk ve Halkçılık”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, s. 59.
[3] M. Kemal Atatürk, Nutuk, II, İstanbul, 1996, s. 719.
[4] Suna Kili, Atatürk Devrimi, Ankara, 1981, s. 113-114.
[5] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, Ankara. 1997, s. 106-107.
[6] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, Ankara. 1997, s. 338.
[7] Misakımmillî ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Kerkük ve Erbil Meselesi Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998.
[8] Türk Eğitim Tarihi, Atatürk’ün eğitim politikaları ve Misak-ı Maarif hakkında bkz. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul, 1999; Cumhuriyet Döneminde Eğitim, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1983.
[9] İzmir İktisat Kongresi ve sonuçları ile ilgili olarak bkz. A. Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923), Ankara, 1989.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.