Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri ve Türk-Yunan Sorunları

0 11.759

Doç. Dr. Hasan ÜNAL

Türkiye’nin Yunanistan ile yaşadığı sorunlar son zamanlarda Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinin neredeyse ayrılmaz bir parçası haline geldi. Yunanistan’ın o zamanlar AET olarak bilinen AB’ye 1981 yılında üye olmasından bu yana, Türkiye ile sorunlarını AB’nin bir parçası haline getirmeye yönelik çabaları özellikle son zamanlarda meyvelerini vermişe benziyor; zira, 1999 Helsinki Zirvesi ile birlikte Kıbrıs ve Ege sorunları Türkiye’nin AB’ye uyum sürecinde siyasi kriterler haline getirildi. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, Atina hükümetleri 1981 yılından bu yana yürüttükleri siyasette kendi açılarından başarılı olmuşlardır. Aynı çerçeveden hareketle Atina hükümetinin kazancının Ankara hükümetinin kaybı olduğunu kabullenmek pek mantıksız gelmiyor.

Her ne kadar pek çok çevre, 1999 Helsinki AB zirvesi kararlarıyla başlayan yeni dönemin hem Türkiye hem de Yunanistan açısından belirli kazançlar getireceğini iddia etseler de, ilk fırsatta kazançlı olan tarafın Yunanistan olduğu ortadadır. Bir manada Türkiye’nin yıllardan beri AB ile olan ilişkilerini Türk-Yunan sorunlarıyla irtibatlandırmamak için verdiği mücadelesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Veya karşı iddialar doğruya daha yakındır. Yani bu ‘yeni dönem’ hem Türkiye hem de Yunanistan açısından ciddi kazançlar oluşturması muhtemel bir dönemdir.

Bütün bunları anlayabilmek için bu çalışmada, Türkiye’nin AB ile ilişkilerini, kısa bir tarihçe ile birlikte ele almaya çalıştık. Ancak, Türkiye-AB ilişkilerinin bugününü detaylarıyla incelemeye ve bu ilişkilerin özellikle AB açısından ne manaya geldiğini anlamaya gayret ettik. Aynı şekilde Türk-Yunan sorunlarının yakın tarihçesini ve bugünkü seyrini masaya yatırdık; iki ülke arasında yaşanan yakınlaşma siyasetinin esasına vakıf olabilmek için son zamanlarda Atina’nın Ankara’ya yönelik siyasetinin değişen ve değişmeyen taraflarının analiz edilmesine özen gösterdik. Bu analizlerden bazı sonuçlar çıkarmak suretiyle hem Türkiye-AB ilişkilerinin hem de Türk-Yunan sorunlarının geleceğine yönelik öngörüler geliştirdik.

A. Türkiye-AB İlişkileri Kısa Tarihçe

AB (Avrupa Birliği) uzunca bir zamandan bu yana Türkiye’nin dış ilişkilerinin en önemli eksenini oluşturuyor. 1999 yılı Aralık ayında yapılan Helsinki zirvesinde Türkiye’nin ‘aday ülke’ ilan edilmesi, Türkiye içerisinde AB konusunda yapılan tartışmaların katsayısını yükseltti. Hatta denilebilir ki, AB merkezli tartışmalar artık sadece Dışişleri Bakanlığı’nın koridorlarında veya ilgili kuruluşların bürokratları arasında yapılmakla kalmıyor. Toplumun geniş kesimlerini içine çekecek tarzda bir tartışma ortamı var gazetelerde ve televizyonlarda. Bazen dozunun kaçtığı hissedilen ve tek taraflı propagandaya da dönüşebilen bu tartışmaların toplumu ne derece bilgilendirdiğini kesin ölçüleriyle bilmemiz mümkün görünmüyor. Ama, bu tartışmaların olması gerektiği biçimde yapılmadığını söylersek pek yanlış olmaz.

***

Türkiye AB ilişkilerini kavrayabilmek için öncelikle meselenin tarihi çerçevesine bakmakta fayda vardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir daha Alman-Fransız çatışması yaşanmaması ve Batı dünyasını tehdit eden Sovyet tehlikesine karşı Avrupalıların birlikte hareket edebilmelerini temin edebilmek için önce ‘Demir-Çelik Birliği’ olarak başlayan oluşuma bile Türkiye 1950’li yılların sonlarından itibaren ilgi duymaya başlamıştı. O zamanki Menderes Hükümeti’nin ilgisinin somut sonuçlara dönüşmesi 1963 yılında Başbakan İsmet İnönü’nün imzalayacağı ‘Ortaklık Antlaşması’ ile gerçekleşecekti. Bu arada Demir Çelik Birliği, 1963 yılında bizimle ortaklık antlaşması imzaladığı zaman ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’ (AET) adını almıştı.

Bu anlaşma Türkiye’nin o zamanlar yaygın tabirle ‘Ortak Pazar’ olarak bilinen AET’ye nihai üyeliğini öngörüyordu. Bu dönemde Türkiye, Batı dünyası ile tam bir entegrasyon sürecine girmişti. 1950 yılında Kore Savaşı’na asker göndermiş ve 1952 yılında da NATO’ya kabul edilmişti. Yani Türkiye dünyanın stratejik coğrafya itibariyle ikiye bölündüğü ve yaklaşık kırk yıl sürecek bu yeni siyasi yapıda geleceğini Batı dünyası ile birleştirmiş oluyordu. Bütün bunlar Türkiye’nin AET ile ortaklık anlaşması yapmasını kolaylaştırmıştı. Daha doğrusu, AET o zaman Türkiye’ye bu anlaşmayı teklif etmişti. Türkiye bir ara böyle bir anlaşmayı imzalamak konusunda tereddüt etmiş; ancak, o zamanki hükümetler Yunanistan’ın üye olduğu her yere Türkiye’nin de üye olmasını stratejik bir hedef olarak gördüklerinden, Atina’nın Ortak Pazar ile benzeri bir anlaşma imzalamasının ardından ortaklık anlaşmasına imzayı basmışlardı.

Söz konusu anlaşmaya 1972 yılında ilave edilen bir ek protokol ile Türkiye’nin AET ile ilişkilerinin geleceği ve nihai üyelik konusu yeniden tanzim edilmiş; Gümrük Birliği’ne ne zaman geçileceği gibi konular karara bağlanmış ve 1978’de Yunanistan’ın tam üyelik müracaatı yaptığı günlerde Türkiye’nin de benzeri bir müracaatta bulunup bulunmayacağı AET üyeleri tarafından Ankara nezdinde araştırılmıştı. O zamanlar Türkiye, Batılı dünyanın stratejik kartı en değerli üyelerinden birisi olduğu için bugünkü gibi itilip kakılmıyordu. Ve eğer Türkiye o günlerde tam üyelik müracaatı yapmış olsaydı belki üye dahi olabilirdi. Veya Yunanistan’la birlikte dışarıda tutulabilirdi. Ancak o günlerde Türkiye’de Üçüncü Dünyacı görüşler sadece aydınlar ve üniversitelerde rağbet görmekle kalmıyordu. Bu görüşler hükümette de revaçtaydı ve ‘onlar ortak biz pazar olmak istemiyoruz’ sloganlarının ardına gizlenen Ecevit hükümeti üyelik başvurusunda bulunmadı.

1972’den 1980’lere kadar geçen dönemde Türkiye’nin Batılı dünya ve NATO içerisindeki stratejik değeri aynı kalmakla hatta daha da artmakla birlikte Avrupalı ülkeler nezdindeki ekonomik değeri ciddi bir erozyona uğradı. Bu dönemde bilhassa 1974 petrol kriziyle birlikte Avrupalı ülkelerde başlayan ekonomik yavaşlama Türk işçisine olan rağbeti azaltmıştı. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren iyice etkisini hissettiren ve özellikle Japonya’nın yükselişiyle başlayan Uzak Doğu rekabeti Avrupalı ülkelerin ihracat merkezli ekonomik yapılarını ciddi ölçülerde zorlamaya başlamıştı. Dolayısıyla yavaşlayan bu ekonomiler için Türk iş gücü artık pek cazip gelmiyordu. Oysa özellikle 1960’larda başta Almanya olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi için Türk iş gücü kalkınmanın lokomotifi olmuştu.

Bu durum 1980’li yıllarda Avrupa açısından iyice belirgin bir sorun olmaya başladı. Uzak Doğu’nun baskısı karşısında ezilen Avrupa ülkeleri Türkiye gibi nüfusu hızla artan bir ülkenin AET’ye alınmasını artık bir ekonomik tehdit olarak algılamaya başlamışlardı. Bu yüzden de 1960’lı yıllarda stratejik kartından dolayı Türkiye’ye yapılan vaatleri yerine getirmeye niyetleri yoktu artık. NATO içerisindeki ittifak ilişkileri Sovyet tehdidi dolayısıyla sürdürülüyordu; ancak, iş AET’ye üyelik konusuna gelince tavırlar değişiyordu. 1980’lerden itibaren AET’nin siyaseti Türkiye’nin muhtemel üyeliğine dair hemen her şeyi adeta yok etmek ve Ankara’yı bu işten soğutmak üzerine kurulmuştu.

1970’lerde çok ciddi ekonomik krizlerden geçen ve toplumda ‘sağ-sol çatışması’ olarak bilinen kargaşa ortamı yüzünden yaklaşık on yılını hemen hemen hiçbir şey yapmadan geçiren Türkiye’nin AET üyeliği için yaptığı veya yapmaya niyetli olduğu fazlaca bir şey de yoktu zaten. Dolayısıyla AET’nin bu dönemde Türkiye’yi bu işten soğutması pek de zor olmamıştı. Ayrıca 1981 yılında AET üyesi olan Yunanistan daha önce vermiş olduğu taahhütlerin aksine, üye olduktan hemen sonra Türkiye’nin üyelik süreci aleyhine elinden gelen her şeyi yapmaya başlamıştı. Bu, AET açısından da gayet güzel bir oyundu; zira, başta Almanya olmak üzere diğer üyeler bu sayede suçu Yunanistan’a atabiliyorlar ve kendilerinin Türkiye konusunda art niyetli olmadıklarını söyleyebiliyorlardı.

Türkiye 1987 yılında üyelik başvurusu yaptığı zaman AET içerisinde aleyhine oluşan havanın ne derece güçlenmiş olduğunu görecekti. 1989 yılında Türkiye’nin başvurusuna resmen olumsuz bir cevap veren AET, kısa bir süre sonra birbiri ardına devrilen komünist rejimlerin yaşandığı Doğu Avrupa ülkelerini bünyesine alabilmek için hummalı bir faaliyete başlayacaktı.

Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte AB, Türkiye konusunda belli ölçülerde daha rahat hareket etmeye başladı. Bu dönemde eski komünist ülkeleri artık Avrupa Birliği adını almış bulunan ve giderek bir Avrupa Birleşik Devletleri tarzında örgütlenmek isteyen AB bünyesine almak için değişik programlar uygulamaya konuldu. Kısaca ‘istikrar programı’ olarak bilinen bu uygulamalar sayesinde eski komünist ülkelere ciddi miktarlarda maddi kaynak transferi yapılırken, söz konusu ülkeler yabancı yatırım çekebilmek için önemli ekonomik reformlara imza attılar. Sonuçta on yıllık bir hazırlık döneminin sonunda yani 2001 yılında bu ülkelerin en geride kalanları bile AB üyelik müzakerelerine giriştiler. 2004 senesinde vuku bulması beklenen genişlemenin ilk dalgasında bu ülkelerden Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Estanyo ve Slovenya’nın AB’ye girmesi bekleniyor.

Aynı dönemde Türkiye’nin AB ile ilişkileri oldukça sancılı bir süreçten geçti. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Türkiye’ye eskisi kadar ihtiyaç duymayan AB, genişleme konusunda Türkiye’yi düşünmediğini uzunca bir süre her türlü davranışıyla ortaya koymaktan geri durmadı. Bir yandan PKK başta olmak üzere Türkiye’ye karşı terör kampanyası yürüten örgütlerin kendi ülkelerinde rahatça at koşturmalarına izin veren Avrupa ülkeleri, Doğu Avrupa için uygulanan üyeliğe hazırlama programlarına Ankara’yı dahil etmediler. Ancak aynı dönemde Türkiye ile Gümrük Birliği antlaşması yapılmasına genel olarak destek verdiler. Türkiye’nin, tam üyelik yolunda ciddi bir adım oluşturacağı düşüncesiyle büyük bir istek ve heyecanla dahil olduğu Gümrük Birliği 1995 yılında imzalandı. 1996 yılı başından itibaren de uygulamada bulunuyor.

Gümrük Birliği ekonomik açıdan Türkiye’ye fazlaca bir şey getirmezken (hatta belki de Türkiye’den AB’ye kaynak transfer edilmesine sebep olurken), siyasi olarak Türkiye’nin AB’ye yakınlaşması yönünde de fazlaca bir fayda sağlayamadı. Bu arada Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Kıbrıs adasının tamamının sahibi, tek meşru temsilcisi ve tek hükümeti sıfatıyla AB’ye yaptığı üyelik başvurusu 1995 senesinde kabul edildi. 1997 yılında Lüksemburg’da toplanan AB zirvesi Türkiye’nin AB üyeliği konusunda açıkça ‘hayır’ derken, GKRY ile tam üyelik müzakerelerine başlama kararı aldı. Ancak bu karar AB açısından uygulamada pek çok sorun ortaya çıkaracaktı.

1997 Lüksemburg zirvesi kararlarıyla AB’nin genişleme sürecinden dışlandığının farkına varan Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarına karşı gayet etkili bir gerginlik siyasetini uygulamaya koymakta gecikmedi. Kıbrıs Rumlarının Ada’ya S-300 füzeleri getirme çabaları Türkiye’nin bu siyasetine dayanak oluşturmuştu. 1998 yılı içerisinde Türk-Yunan ilişkileri o denli gergin bir hale gelmişti ki, sonuçta AB, GKRY’yi ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla ve Ada’nın kuzeyini de temsilen AB üyesi yapmanın çok ciddi riskler yaratacağını fark etmekte gecikmedi. Her şeyden önce Türkiye böyle bir gidişata şiddetle itiraz ediyordu ve GKRY’nin Ada’da bir çözüm olmasa dahi Kıbrıs’ın tamamını temsilen AB’ye alınmasına Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile tam bir entegrasyona giderek karşılık vereceğini açıklamaktaydı. Bu yönde çalışmalar yapıldığı da ortadaydı.

Dolayısıyla AB, Türkiye’yi zaten AB sürecinden uzaklaştırdıktan sonra, Ankara’yı kendisine düşman edecek böyle bir girişimde bulunmanın sadece Türkiye-AB ilişkilerinde tehlikeli sonuçlar doğurmakla kalmayacağını; aynı zamanda, belki de Avrupa-Atlantik sistemini ciddi sarsıntılara uğratacak risklerle yüz yüze getireceğini anladı.

Ancak ‘Kıbrıs’ konusunda AB olarak geriye adım atmak da kolay değildi; zira, böyle bir adımı Yunanistan’ın AB içerisinde veto edeceği muhakkaktı. Durum böyle olunca, dört AB üyesi ülke, Almanya, Fransa, Hollanda ve İtalya kendi parlamentolarında kararlar almak suretiyle Ada’da bir çözüm olmadığı takdirde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ sıfatını kullanan GKRY’nin AB üyesi olmasını onaylamayacaklarını açıkladılar. Atina buna cevap vermekte gecikmedi ve genişlemenin ilk dalgasına ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ilave edilmediği takdirde, bütün genişleme sürecini kendi parlamentosunda veto edeceğini belirtti.

Atina, geçmişte Makedonya ile yaşadığı kriz sırasında da AB’nin diğer bütün üyelerini karşısına almaktan çekinmemişti. Bu defa da böyle yapabilirdi. Eğer yapacak olursa, bilhassa Almanya’nın istediği Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliği suya düşecek ve AB’nin en önemli iki ayağından biri olan genişleme (diğeri derinlemesine entegrasyon) süreci askıya alınmak zorunda kalınacaktı. Yani bir manada Kıbrıs meselesi AB’nin geleceğini belirleyecek ve kendi kimliğini tanımlamada önemli bir aşama oluşturacak olan genişleme sürecini bilinmeyen bir meçhule sürükleyebilecekti. Bunu önlemek için AB’nin Türkiye’yi bu sürecin içerisine çekmesi ve Ankara’yı AB çerçevesinde bir çözüm önerisine ikna etmesi gerekliydi.

Aynı günlerde AB, kurmak istediği Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) konusunda da Türkiye ile gergin ilişkilere hazırlanıyordu. Türkiye, AB’nin kurmak istediği ve zamanla Avrupa Ordusu adını alacak bu yeni askeri oluşumun karar alma mekanizmalarında eşit statü ile yer almadığı takdirde, söz konusu ordunun NATO’nun imkan ve kabiliyetlerini otomatikman kullanmasına izin vermeyeceğini belirtmekteydi. Üstelik Türkiye, bu görüşlerini 1999 yılı Nisan ayında Washington’da yapılan NATO zirvesinde diğer NATO üyelerine de kabul ettirerek, bunları zirve kararları haline getirtmişti. Kısacası AB açısından bu konu da kilitlenmişti ve bu kilidi açabilmenin yolu da Ankara’nın ikna edilmesine bağlıydı. Ankara’nın ikna edilmesi ise Türkiye’yi genişleme sürecinden dışlayan o zamanki AB politikasının sürdürülmesi halinde mümkün görünmüyordu.

Ayrıca 1997 Lüksemburg zirvesinden itibaren AB, siyasi konularda Türkiye üzerindeki nüfuzunu da kaybetmişti. Bu arada PKK, Türk güvenlik güçleri tarafından büyük ölçüde çökertilmiş ve örgüt lideri Öcalan Kenya’daki Yunanistan Büyükelçiliği ikametgahından çıkarken Türk özel kuvvetleri tarafından yakalanarak Türkiye’ye getirilmişti. Bu esnada Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan gerginlik en üst noktalara tırmanmış ve ilişkiler aynı şekilde devam ettirilecek olursa bir Türk-Yunan savaşı muhtemel hale gelmişti. Aynı dönemde PKK’ya destek vermiş bulunan Avrupa ülkeleri, bu örgütün taleplerini değişik yollardan Ankara’ya iletmek konusunda nüfuz kaybına uğramışlardı; zira Türkiye kendisini genişleme sürecinden dışlamış bulunan AB’nin bu konulardaki tavsiyelerini ciddiye bile almıyordu artık. Bu, AB açısından sürdürülebilir bir ilişkiler sistematiği değildi. AB en kısa zamanda Türkiye ile AGSK/AGSP meselesini ve Kıbrıs sorununu çözmeliydi. Ve Türkiye üzerinde kaybetmiş olduğu nüfuzunu yeniden elde etmeliydi. İşte bu düşüncelerle AB, Helsinki zirvesine geldi.

Helsinki Zirvesi Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri

Helsinki zirvesi kararları Türk gazete ve televizyonları tarafından tek yanlı bir propaganda bombardımanı halinde kamuoyuna yansıtıldı. Bu propagandaya göre, Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili olarak AB’nin daha önceki yıllarda taşımakta olduğu endişeleri aşılmış ve tam üyeliğin önü açılmıştı. Artık top Türkiye’deydi. Türkiye, Kopenhag kriterlerinin siyasi ve ekonomik kısımlarına uyum sağlamak için çok ciddi ev ödevleri yapmak zorundaydı. Bu arada pek tabii ki, Kıbrıs meselesinin çözülmesi ve AB’nin yapılmasını istediği konuların halledilmesi gerekiyordu.

Helsinki zirvesi kararlarını bu ‘olumlu’ cepheden görenler açısından artık top gerçekten Türkiye’nin sahasındaydı. Ancak Helsinki zirvesi sonrasında AB’nin ısrarla AGSK/AGSP meselesine yoğunlaşması ve Kıbrıs sorununun Rum-Yunan tezleri doğrultusunda çözülmesi fikrinden hatta önyargısından vazgeçmemesi kafalarda kuşkular oluşmasına ve mevcut şüphelerin artmasına sebep olacaktı. Mesela Avrupa Parlamentosu Başkanı, her konuşmasında ‘aday’ ülkelerden söz ederken sadece on iki ülkeyi sayıyor; Türkiye’yi aday kategorisine katmıyor ve diğer AB yetkilileri de on iki aday ülke ile Türkiye arasına hep bir mesafe koyuyorlardı. Sanki Türkiye üye olması beklenmeyen bir aday ülke gibiydi.

Bu arada resmi yetkili olmayan ancak vaktiyle Almanya başbakanlığı ve Fransa cumhurbaşkanlığı gibi çok önemli görevler üstlenmiş bulunan zevat, Türkiye’nin AB’ye tam üye yapılamayacağını her vesileyle söylemekteydiler. 2000 yılının sonunda toplanan Nice zirvesinde Türkiye on yıl içerisinde genişleyecek olan AB içerisinde görülmemişti. Bu, Helsinki zirvesi sonrasında Türkiye’nin üyelik sürecinin gerçekten başladığını düşünenler açısından ciddi bir geri adımdı. Ancak her şeye rağmen Türkiye-AB ilişkilerini mevcut çerçeve içerisinde sürdürmek isteyen çevreler, bu geri adımı veya AB’nin niyetlerini görmemekte kararlıydılar.

Gelinen noktada, AB’nin Türkiye’nin nihai üyeliğine üç temel açıdan itirazı olduğu görülüyor. Bunlardan ilki, Türkiye’nin AB açısından devasa gibi görünen nüfusu. Gerçekten de yetmiş milyona ulaşan ve önümüzdeki yirmi yıl içerisinde seksen ila seksen beş milyon civarında bir rakama ulaşması beklenen Türkiye, bu hacmiyle AB üyesi yapıldığı takdirde, AB kurumları içerisinde en büyük katılım ve temsil hakkı elde etmiş olacaktır. Bu yönüyle Türkiye, birleşmeden sonra seksen bir milyona ulaşmış bulunan Almanya kadar veya ondan bile fazla AB kurumlarında temsil hakkı elde edecektir.

Bu kadar büyük bir temsil hakkı elde edecek olan Türkiye, aynı zamanda AB’den de çok büyük miktarlarda fonlar tüketecek ve AB’ye önemli oranda ekonomik külfet yükleyecektir. Oysa 1963 yılında AB ile Ortaklık Antlaşması’nı imzalayan Türkiye, yirmi iki milyon civarında bir nüfusa sahipti. Avrupa ülkeleri ise o günlerdeki nüfusunun üzerine fazlaca bir şey eklememişler; hatta pek çoğunun nüfusu aradan geçen sürede düşmüştü. Dolayısıyla, neticede doksan beş ila yüz milyona kadar büyümesi beklenen bir Türkiye nüfusunun ‘federasyon’ olmaya çalışan bir AB içerisinde kolayca emilmesi pek mümkün görünmüyor.

AB’nin kafasını karıştıran ikinci sorun ise Türkiye’nin jeopolitik coğrafyasıdır. Türkiye, ABD’nin terörist veya teröre destek veren ülkeler listesinde yer alan üç ülkeyle doğrudan komşudur ve bu ülkelerle uzun kara sınırları vardır. Türkiye’yi AB üyesi yapmak, AB’yi, İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerle doğrudan komşu haline getirecektir. Askeri varlığı itibariyle fazlaca bir kıymeti harbiyesi olmayan AB açısından böyle bir komşuluk ilişkisi en azından şu an ve görünebilir bir gelecek itibariyle pek çekici görünmemektedir. Hatta oldukça ürkütücüdür. Bu ülkelerin bir bölge ötesi ise Pakistan, Afganistan, Bengladeş ve Hindistan’dır. Türkiye’nin doğrudan komşusu olduğu ülkeler ve onların bir bölge ötesinde bulunan bu devletler, hem mevcut durumları hem de potansiyelleri itibariyle illegal göçmen deposudurlar. Şu anda Türkiye’ye bu ülkelerden her gün ortalama beş yüz civarında insanın illegal yollarla giriş yaptığı ve Türkiye siyasi sığınma hakkı vermediği için bu kişilerin Türkiye üzerinden AB ülkelerine gitmeye çalıştığı biliniyor. Türkiye AB üyesi olduğu takdirde, bütün bu ülkelerden gelecek mülteci trafiği AB üyesi olan Türkiye tarafından emilmek durumunda olacaktır ve böyle bir durumun söz konusu mülteci trafiğini azdırmasına mutlak gözüyle bakılmalıdır. Bütün bunlardan dolayı AB, Türkiye’yi bir müstakbel üye olarak görmek yerine bu istenmeyen ülkeler ve bölgelerle kendisi arasında az çok istikrarlı bir bariyer şeklinde görme eğilimindedir.

AB açısından çok açıkça söylenmese de kafa karıştıran bir diğer mesele de var olduğu düşünülen kültürel farklılıklardır. Türkiye laik bir ülke olmasına ve siyasi hayatta önemli ölçüde sekülerleşmeyi temin etmiş bulunmasına rağmen, AB’deki önemli çevreler açısından neticede bir Müslüman ülkedir ve AB’ye göre bu Müslüman kültür AB değerleriyle uyumlu değildir. Bu, Türkiye’ye bir şaşı bakışı göstermektedir; zira, Türkiye iki yüzyıldır sürdürdüğü modernleşmesiyle, Avrupalı değerlerle bütünleşebileceğini göstermiştir. Ayrıca NATO’nun tek Müslüman ülkesi olan ve Müslüman dünyadaki tek modern demokrasiyi temsil eden Türkiye’nin AB üyesi olması halinde, ‘medeniyetler çatışması’ tezine ciddi bir darbe vurulacağı aşikardır. Ancak bu olumlu örnekler ve argümanlar AB içerisinde oldukça kuvvetli, geniş bir kesimin Türkiye hakkında var olan ön yargılarını değiştirmeye yetmiyor. Ve onlar Türkiye’nin, kurulmaya çalışılan ‘Avrupa Birleşik Devletlerinin temel kültürel nosyonlarıyla uyum sağlayamayacağını ve/veya sağlamaması gerektiğini düşünmeye devam edecekler gibi görünüyorlar.

AB’nin kafasını karıştığına hiç şüphe bulunmayan bu sorular, hiçbir zaman açıktan açığa Türkiye’ye söylenmiyor. Türkiye ile yürütülen AB diplomasisi içerisinde bu unsurlardan söz edilmiyor; ancak, AB’nin Türkiye ile çarpık bir tarzda yürüttüğü ilişkileri bu soruların belirlediğine şüphe yok. Zaten bu sorulardan dolayı, AB, Türkiye’ye karşı diğer aday ülkelerden farklı bir strateji izlemektedir. Bu endişelerini açıkça ortaya koyup, Türkiye’ye üye olamayacağını söylemesinin AB’ye önemli faturaları olacağını gayet iyi bilen Brüksel, Türkiye’den beklentilerini elde ederken oldukça hızlı; ancak Türkiye’nin beklentilerine karşılık verirken ise oldukça yavaş bir siyaset uyguluyor.

Mesela, sanki Türkiye üye olacakmış gibi bir hava yaratılarak, hemen bugünden yarına Türkiye’den Kıbrıs ve AGSK/AGSP konularında çok önemli tavizler istenirken, AB’nin yapılanması çabalarında Türkiye’ye yer vermemeyi tercih etmektedir. Türkiye’ye diğer on iki adayın işi tamamlandıktan sonra ele alınacak bir ülke nazarıyla bakmaktadır. Böyle bir durum ilişkilerde sürekli gerginlik yaratmakta ve muhtemelen yaratmaya da devam edecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin yakın gelecekte AB ile mevcut çerçevedeki ilişkileri devam ettirmesi halinde ciddi krizler yaşayacağına kesin gözüyle bakılmalıdır. Belki de doğru olan, olması mümkün görünmeyen üyelik ısrarı üzerine kurulmuş bu politikadan vazgeçerek, yerine en azından yirmi yıl önümüzü göreceğimiz yeni ve sürdürülebilir bir yeni siyaseti inşa etmek olacaktır.

Türkiye’nin AB ile yürüttüğü ilişkilerin dünü ve bugünü hakkında ortaya konulan bu genel değerlendirmeler çerçevesinde Türkiye-Yunanistan sorunlarını ele almak gerekir. Ancak Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları ele almadan evvel, Yunanistan’ın son yirmi yılına damgasını vuran PASOK hükümetleri döneminde Türk-Yunan ilişkilerinin nasıl bir seyir izlediğini görmekte fayda vardır. Aynı çerçevede, Türk-Yunan ilişkilerinin mevcut durumunu da ayrıntılarıyla analiz etmek, meseleyi kavramak açısından oldukça elzemdir.

B. Yunanistan’ın Türkiye Politikaları Türk-Yunan Sorunlarının Kısa Tarihçesi

Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan sistematik gerginlik ve hatta sistematik düşmanlık siyaseti Atina’da 1981 yılında PASOK’un iktidara gelmesiyle başlar. Çoğu zaman Yunanistan’ın dört yüz yıllık Osmanlı hakimiyeti yüzünden Türkiye ile dostluk kuramadığı; iki ülke arasında yaşanan sorunların aslında tarihten kaynaklandığı; bu yüzden de kolayca çözülemeyeceği şeklinde ifade edilen görüşlerin analitik ve bilimsel bir tarafı yoktur. Çünkü Yunanistan 1830 yılında kurulduğundan bu yana çıkarları doğrultusunda hareket eden tipik bir milli devlet görüntüsü sergilemiştir ve gerek Osmanlı döneminde gerekse Türkiye Cumhuriyeti ile olan ilişkilerinde bu çizgiyi sürdürmüştür.

Mesela Balkanlar’da Slav yayılması ihtimalinin arttığı on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı’ya yaklaşmış; ancak çıkarları bu Slav ülkelerle birlikte Osmanlı’ya saldırmayı gerektirdiği Balkan Savaşları sırasında da onlarla birlikte hareket etmekten imtina etmemiştir. Balkan Savaşlarından itibaren Osmanlı ve Türkiye’ye karşı ‘düşmanca’ denilebilecek bu siyasetini 1922 Anadolu yenilgisine kadar yılmadan sürdüren Yunanistan, daha sonra Balkanlar’da Bulgaristan’ın izlemekte olduğu revizyonist politikalardan ürktüğü için yeniden Türkiye’ye yanaşmış ve iki ülke arasındaki ilişkiler 1930’lu yıllarda adeta stratejik müttefik düzeyine kadar yükselmiştir.

Atatürk-Venizelos dostluğu diye adlandırılan bu dönemin ardından Türk-Yunan ilişkileri yaklaşık otuz sene kadar stratejik düzeyde sürdürülebilmiştir. 1930’larda başlatılan Balkan Antantı girişimi İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam etmiş ve Yunanistan’ın Mihver ülkeleri tarafından işgal edilmesini Türkiye, kendi güvenliği açısından oldukça tehlikeli bulmuştur. Yunanistan işgal altında iken, Türkiye, sürgünde (ağırlıklı olarak Mısır’da) faaliyet gösteren Yunanistan hükümetini tanımaya devam etmiş ve o hükümet adına Ankara’daki büyükelçilik ve İstanbul’daki başkonsolosluk kesintisiz olarak görevlerini yürütmüşlerdir.

Savaştan hemen sonra patlak veren ve neredeyse komünistlerin iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanma istidadı gösteren Yunan iç savaşı sırasında (1946-1949) Türkiye, Yunan hükümetine elinden gelen her türlü desteği vermiş; sonra Atina ve Ankara NATO üyesi olabilmek için birlikte Kore’ye asker göndermişler; 1952 yılında birlikte NATO’ya girmişler; bunun ardından 1950’li yıllarda daha önce Comintern’den atılan Yugoslavya ile birlikte Balkanlar’da bu defa da Balkan Paktı’nı kurmuşlar ve böylece Sovyetler Birliği’ni kuşatma siyasetine bölgesel katkı sağlamışlardır.

Bu dönemde Yunanistan’ın ziyaret eden Türkiye Cumhurbaşkanı onuruna Yunanistan hükümeti Batı Trakya’da Türk okulları kurulmasına müsaade etmiş ve mevcutların durumlarının düzeltilmesi için gayret sarf etmiştir. Ancak, bütün bu stratejik ittifak tarzı gidişat, önce 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren Kıbrıs olayları yüzünden sekteye uğramış; daha sonra 1959-1960 Antlaşmaları yapılmak suretiyle yeniden onarılan ilişkiler bu defa da 1963 senesinde Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türk toplumunu yok etmek gayesiyle başlattıkları saldırılarla tarihe gömülmüştür.

İşin ilginç yanı 1963 olayları başladığında Yunanistan’da bulunan hükümetin, bu tedhişçilere destek vermek konusunda pek istekli olmamasına rağmen bir kaç ay sonra seçime gidecek olan ülkede ana muhalefet partisinin Türklerin yok edilmesi çabalarını seçim kampanyasının ana unsuru haline getirmesiydi. İşin daha da ilginç olan yanı, o zamanki ana muhalefet partisi liderinin şimdiki Dışişleri Bakanı olan Yorğos Papandreu’nun dedesi olmasıydı. Onun adı da Yorğos idi. Dede Yorğos Papandreu’nun Türk-Yunan ilişkilerini kökünden dinamitleyen siyaseti bir süre sonra 1967 yılında kendisini de iktidardan uzaklaştıracak askeri darbeyle son buldu. Ancak Türk-Yunan ilişkileri bir daha toparlanamayacak şekilde bozulmuştu.

Bir başka ilginç hadise ise, 1974 Kıbrıs Harekatı’ndan sonra iktidara gelen Karamanlis, Rallis gibi Yeni Demokrasi Partisi’ne mensup siyasetçiler zamanında bile Türkiye ile Yunanistan arasında kapsamlı ve sistematik bir gerginlik siyasetinin olmamasıydı. Türkiye’nin Kıbrıs çıkarması Yunanistan açısından büyük bir yenilgi ve facia olmasına karşılık, iki ülke arasında sorunların çözümüne ilişkin olarak kapsamlı müzakereler yapılmış ve bu müzakereler sonuç alınamadan 1981 yılında Türk düşmanlığı düşünce ve tezleriyle iktidara gelecek olan PASOK’un görüşmeleri durdurmasına kadar yürütülmüştür.

Buradaki izahtan da anlaşılacağı üzere, Türk-Yunan sorunlarını tarihten gelen meseleler olarak düşünmek yanlış olur. Bu tez çoğunlukla Yunanistan tarafından üçüncü ülkelere, kendi aşırılıklarını kapatmak için söylenen bir tür propagandadır. Ancak Yunanistan’da 1981 yılında iktidara gelen ve o tarihten bu yana üç yıllık bir ara dönem hariç (1980-1983) hep iktidarda kalan PASOK döneminde Türkiye ve Türklere karşı ırkçılık kokan bir sistematik düşmanlık politikasının Yunanistan iç politikasında yapılmakta olduğu aşikardır.

Son iki buçuk yıldır Türkiye ile Yunanistan arasında yaşandığı farz edilen yumuşama havasına rağmen kültürel ve siyasi alanlarda sürdürülen bu politika kesintisiz devam etmektedir. Dolayısıyla Türk-Yunan sorunlarını PASOK merkezli bir prizmadan ele almak ve ona göre değerlendirmek yanıltıcı olmayacaktır.

PASOK, iktidara geldiği 1981 yılından itibaren Türkiye’ye yönelik olarak iki cepheli bir siyaset izlemiştir. Amacı Türkiye’ye zarar vermek olarak özetlenebilecek bu iki başlı düşmanca siyasetin birinci ayağını 1974 öncesi ve sonrasında da görmek mümkündür. Geleneksel diyebileceğimiz bu ayağın amacı, uluslararası platformlarda ve özellikle de Batı dünyası içerisinde Türkiye’yi zor durumlara sokmak, Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkilerini mümkün mertebe bozmaya çalışmak ve bu sayede Kıbrıs’ta istenilen tavizleri Ankara’dan almak şeklinde özetlenebilir.

Diğer ayak ise tamamen PASOK tarafından geliştirilmiş ve uygulanmış (ve halen uygulanmakta olan) bölgesel düşmanlık siyasetidir. Buna göre, Yunanistan NATO’nun global çıkarlarına ve ilişkilerine bakmaksızın Türkiye’nin bölgesel rakipleriyle ilişki kurmaktan çekinmemiştir. Hatta öyle ki, Atina hükümeti belli dönemlerde Sovyet bloku üyesi Bulgaristan’a bile Türkiye’ye karşı askeri ve siyasi işbirliği yapma önerileri götürecekti.

PASOK’un Türkiye Siyaseti ve Sonuçları

PASOK zamanında uygulanan siyasetin birinci ayağı önceleri ABD Kongresi ve BM Güvenlik Konseyi nezdinde sürdürülürken, bu siyaset 1980’lerde giderek AB’ye daha doğrusu o zamanki adıyla AET’ye doğru genişletildi. ABD Kongresi’nde 1974 yılında Türkiye’ye karşı bir silah ambargosu kararı aldırmak suretiyle başlayan ‘başarılı’ politika giderek aynı derecede başarılı olamadı. 1978 yılında başkan seçilen Carter, Türkiye’ye uygulanan silah ambargosuna son vermek zorunda kaldı. Oysa ABD’deki Rum lobisi, bütün diğer azınlık grupları gibi (Amerika’daki Kübalılar bu konuda tek istisnadır), Demokrat aday Jimmy Carter’a çok güvenmiş; Carter seçildiği zaman Yunanistan’da kiliselerin çanları çalınmış ve Türkiye’nin ABD tarafından Kıbrıs’tan atılacağı zannedilmişti. Fakat Carter tam tersine, belli bir süre sonra, Türkiye’nin ABD çıkarları açısından ne kadar önemli olduğunu farkedecek ve 1978 yılında silah ambargosunu kaldıracaktı.

ABD Kongresi yoluyla Türkiye’ye zarar vermek isteyen Rum lobisinin faaliyetleri 1980’de seçilen ve iki dönem başkanlık koltuğunda kalan Ronald Reagan zamanında ciddi ölçülerde geriledi; zira o dönemde ABD, Sovyetleri çökertmek amacıyla uygulamaya koyduğu yeni siyasetinde Türkiye’ye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktaydı. Dolayısıyla ABD içerisinde yütütülen Türkiye karşıtı Yunan siyaseti yeterince verimli olamamaktaydı, Atina açısından. Ancak PASOK’un kurucusu ve şimdiki Dışişleri Bakanı Yorğos Papandreu’nun babası Andreas Papandreu Türkiye karşıtı siyasetinin birinci ayağını çoktan AET bünyesine taşımıştı bile.

1981 yılında tam üye olurken Türk-Yunan sorunlarını AET bünyesine taşımayacağına dair yazılı taahhütte bulunmasına rağmen, üye olur olmaz bu taahhütlerini unutan Yunanistan, AET içerisinde yıllar sürecek ve hala da devam eden bir Türkiye düşmanlığı politikasını yılmadan, usanmadan uygulayacaktı. Türkiye 1980’li ve özellikle de 1990’lı yıllarda AB üyeliğini adeta ne pahasına olursa olsun istediğini gösterdikçe Yunanistan’ın AB içerisinde Türkiye’ye karşı yürüttüğü siyasetin beklentileri de yükseldi.

Aynı dönemde Yunanistan, başta Suriye olmak üzere Türkiye ile sorunu olan hemen her bölge ülkesine yanaştı ve onlarla birlikte Türkiye’yi kuşatma amaçlı bir siyaset izledi. Belli ölçülerde İran ile de işbirliğini gerektiren bu politikanın bir başka ayağı ise Türkiye’ye karşı PKK terör örgütüne kapsamlı destek vermekti. Nitekim 1980’lerde PKK’ya destek vermeye başlayan, Yunanistan, bu desteğini 1990’larda giderek daha aşikar hale getirdi. Yunanistan’daki resmi ve gayri resmi pek çok kuruluş açık veya yarı açık şekillerde PKK terör örgütüyle işbirliği yapmaktaydı.

Suriye ve İran’ın PKK’ya verdiği desteğin Batı ayağını oluşturan Yunanistan ve Kıbrıs Rumları, ayrıca PKK’nın Avrupa’daki örgütlenmesine de yardımcı oldular. PKK ile Yunanistan arasındaki ilişkiler giderek o denli aşikar ve o denli içli dışlı hale geldi ki, 1990’larda hükümetin de bilgisi dahilinde Yunan halkı ‘Ege’nin güvenliği PKK’ya verilecek destekle sağlanacaktır’ tarzındaki açıklamalarla PKK’ya oluk oluk yardım toplamaya çağrıldı. PKK’nın Türkiye içerisinde artan silahlı eylemleri, Yunanistan hükümet çevrelerini Türkiye’nin içeriden çökertilebileceği düşüncesine sevketti. Bu yüzden de PKK’ya verilen askeri ve lojistik desteğin kapsamı genişletildi. Mesela, 1996 yılında Türk helikopterlerine karşı Sırbistan’dan SAM füzeleri alınması ve PKK teröristlerinin bu silahları kullanacak tarzda eğitilmesi işinde, Yunan istihbarat unsurlarının Sırbistan’daki meslektaşlarıyla doğrudan bağlantılar kurduğu ortaya çıktı.

Aynı yıllarda Yunanistan’daki kamplarda eğitilen PKK unsurlarının turistik sahilleri bombalamak için Anadolu kıyılarına gönderildikleri de pek çok vesileyle görüldü. Yine aynı dönemde Yunanistan Meclis Başkanı ve beraberindeki bir grup milletvekilinin, Bekaa Vadisi’nde Abdullah Öcalan ile bir araya gelerek Bakü-Ceyhan boru hattı projesini baltalamak gayesiyle terör faaliyetlerini hattın geçebileceği alanlara genişletmesi isteğiyle görüşmeler yaptıkları Yunan basınında yer aldı. İlginçtir ki, bu görüşmelerden hemen sonra PKK ve taşeronları vasıtasıyla terör faaliyetleri söz konusu bölgelere yayıldı. Kısaca söylemek gerekirse, bu dönemde Yunanistan bir yandan Suriye, İran ve 1990’lara kadar da Bulgaristan gibi Sovyet Bloku mensubu ülkelerle işbirliği yapıyor ve öte yandan da PKK’ya aktif destek veriyordu.

AET’den AB haline dönüşen birlik içerisinde Türkiye’ye zarar verme ve AB’den Türkiye’yi uzak tutma siyaseti ile birlikte düşünüldüğünde, Yunanistan’ın bu dönemde Türkiye’nin parçalanabileceği ihtimali üzerine hesaplar yaptığını ve bu ihtimalin gerçekleşmesi için elindeki bütün imkanları devreye soktuğunu söylemek mümkündür. Stratejik olarak ise, bir yanda Suriye ve öbür yanda da kendisi olmak üzere Türkiye’yi iki cepheli gerginlikler ve gerekli olduğu takdirde iki cepheli savaşa zorlamak istediği anlaşılıyor. Bu iki cepheli gerginlik ve iki cepheli savaş ihtimalinin, iki buçuk tarafını da bir manada PKK oluşturmaktaydı. Yani Türkiye, gerekli görüldüğü bir zamanda iki cepheli bir savaşa zorlanacak ve PKK’nın da içeriden Türkiye’yi çökertme çabalarıyla desteklenecek olan bu stratejide, Türkiye pes ettirilecekti. Böylece Yunanistan Türkiye’den hem Kıbrıs hem Ege’de istediklerinin tamamını hatta belki de daha fazlasını elde edebilecekti. Ancak 1990’ların başlarında mümkün gibi görünen bu Yunan siyaseti 1990’ların sonlarına doğru gayri mümkün hale gelecekti.

Yunanistan’ın Bölgesel Kuşatma Politikasının Çöküşü

Yunanistan’ın büyük beklentilerle yürüttüğü bu Türkiye siyasetinin bölgesel ayağı 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren ciddi bir tökezleme ve giderek yıkılma riskiyle karşılaştı. İlk olarak Türkiye’nin 1993 yılı ortalarından itibaren yeni bir anlayışla devreye soktuğu ve geniş anlamda artık tamamen Silahlı Kuvvetler tarafından yürütülmeye başlanan terörle mücadele programı 1995’den itibaren sonuç vermeye başladı. Öyle ki, bu iki yıllık dönemde PKK’nın harekat kabiliyeti büyük ölçüde sınırlandı ve beli kırıldı. 1995-1997 arasında yürütülen çabalar sonucunda ise PKK artık Türkiye’ye yönelik bir askeri tehdit olmaktan çıkarıldı. Her ne kadar PKK hâlâ bir terör örgütü konumunu korumaya ve bazı mevzii saldırılar düzenlemeye devam ettiyse de, artık Yunanistan’ın bölgesel siyasetinin bir askeri unsuru olmaktan çıkmıştı.

1998 Ekimi’nde Silahlı Kuvvetlerin başlattığı bir askeri ve diplomatik kriz sonucu Suriye de Yunanistan’ın Türkiye siyasetinin bölgesel unsuru olmaktan çıkarıldı. Yaklaşık bir hafta süren ve Suriye’nin dize getirilmesiyle sonuçlanan bu kriz, Yunan hükümeti ve Yunan kamuoyu tarafından yakından izlendi. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve Şam hükümetinin Adana mutabakatını imzalamasıyla sonuçlanan bu krizle birlikte, Atina açısından iki cepheli bir gerginlik ve gerekli olduğu takdirde iki cepheli bir savaş senaryosu devre dışı kalmış oldu.

Aynı yıllarda İran’da başlayan sistem içi muhalefet giderek Hatemi’yi ön plana çıkarmış ve bu ülkeyi kendi iç meseleleriyle daha fazla uğraşan bir konuma zorlamıştı. Gerçi, muhafazakar güçler hala Türkiye’ye karşı olan başta PKK olmak üzere herkese destek vermeye devam ediyordu ve bu destek iç politikadaki güç mücadelesinin bir uzantısı olarak yapılmaktaydı; ancak, İran’ın genel manada Türkiye’ye karşı Yunanistan’la birlikte bir stratejik işbirliğine yönelmesi pek mümkün görünmüyordu. Artık Bulgaristan’da vaktiyle Andreas Papandreu’nun işbirliği yaptığı Jivkov yönetimi yoktu. Yeni yönetim, Türkiye ile gergin ilişkilerden yana değildi. Ve bu çerçevede bölgeye bakıldığında Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı yıllarca yürütmüş olduğu bölgesel düşmanlık siyaseti tamamen çökmüş oluyordu.

Yunanistan’ın bölgesel politikası çökerken, Türkiye’nin bölgedeki konumu epeyce güçlenmişti. Örneğin, Türkiye, İsrail ile yakın askeri, siyasi ve ekonomik ilişkilere girmiş ve bu sayede Suriye’nin Türkiye’ye karşı yürüttüğü politikaları dengelemeyi başarmıştı. Başlangıçta Suriye’nin Arap ülkelerini, İsrail bağlantısından dolayı Türkiye’ye karşı kullanma siyaseti belli ölçülere kadar başarılı olduysa da, 1997 yılından itibaren Arap ülkeleri arasında Şam’ın Türkiye politikalarına yönelik eleştiriler artmıştı.

Türkiye Ekim 1998’de Suriye krizini bir manada bu desteğin çözülmesinden de cesaret alarak başlatmıştı.

Yunanistan’ın bu dönemde yani 1990’larda, sadece bölgesel siyaseti çökmekle kalmadı; aynı zamanda doğrudan Ege ve Kıbrıs’ta Türkiye’ye karşı izlediği politikalar da tam manasıyla iflas etti. Yunanistan 1980 ve 1990’lı yıllarda Ege ve Kıbrıs siyasetini kontrollü gerginlik üzerine inşa etmişti. Buna göre, belli dönemlerde Ege’de Türkiye ile bir kriz yaratılır; sonra bu kriz belli noktalara kadar çekilir; vaziyet gerginleştirilir ve nihayet Batılı arabulucuların devreye girmesi beklenirdi. Onların devreye girmesiyle birlikte, taraflar geri adımlar atmaya zorlanırlar ve böylece Yunanistan kendi kamuoyuna Türkiye ile rahatça boy ölçüşebildiği mesajını verir; aynı zamanda bu krizleri de AB içerisinde kullandığı ‘Türk tehdidi’ tezlerine destek olarak sunardı. Yunanistan tarafından ‘başarıyla’ uygulanmış bulunan bu siyaset Kardak krizi ile artık kullanılması çok riskli bir politikaya dönüşecekti.

Zira Kardak krizinde Türkiye, silaha başvurabileceğini ve bir silahlı çatışma çıkması halinde Atina’nın büyük bir bedel ödeyeceğini Yunanistan’a göstermiş oldu. Ayrıca Kardak kriziyle, Yunanistan, tartışmasız olarak kendisine ait olduğunu iddia ettiği iki küçük ada parçasını artık terketmek zorunda kalmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, başta ABD diplomatları olmak üzere hemen herkes, bu krizden sonra Atina’ya Türkiye’nin sabrının bu tür krizlerle test edilmesinin iyi bir siyaset olmayacağını anlatmışlardı. Kısacası Kardak krizi Yunanistan’ın Ege’de o güne kadar rahatlıkla oynayabildiği veya oynayabileceğini düşündüğü bir senaryonun, kendisi açısından çok ağır bir faturayla sonuçlanabileceğini görmesinin başlangıcını oluşturdu.

Ancak mesele Kardak kriziyle bitmeyecekti. 1996 başlarında vuku bulan Kardak krizinin ardından 1997 başlarında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Rusya Federasyonu’na S-300 füzeleri ısmarladığı haberleri ajanslardan gelmeye başlayınca, Türkiye buna şiddetli bir tepki göstermekten geri kalmadı. Türkiye, bu füzeler Ada’ya getirildiği takdirde askeri olanlar da dahil olmak üzere her türlü tedbire başvuracağını açıkladı ve bu tavrını 1998 yılı sonuna kadar sürdürdü. Bu dönemde Türkiye, 1997 Aralık ayında yapılan Lüksemburg zirvesiyle birlikte AB’nin genişleme sürecinden dışlandığı için artık daha rahat hareket edebiliyor ve AB ülkelerinden gelen, askeri tedbirlere de başvuracağı açıklamasını geri alması yönündeki telkinlere direnebiliyordu. Yunanistan ve GKRY, 1998 sonunda yaptıkları iştişarelerin sonucunda S-300 füzelerini Ada’ya getirmektan vazgeçtiklerini açıkladılar. Füzeler Kıbrıs yerine Yunanistan’ın Girit Adası’na yerleştirilecekti. Bu, Yunanistan açısından ciddi bir boyun eğme anlamına geliyordu. Çünkü, hem Yunanistan hem de Kıbrıs Rumları bu füzeleri Ada’ya getirme konusunda kendi kamuoylarını inanılmaz ölçülerde propagandaya tabi tutmuşlardı. Klerides bu sayede Ada’da seçimleri kazanmıştı. Şimdi bu konuda geriye adım atmak Rum-Yunan ikilisi açısından sancılı bir süreçti; ama bunu yapmaya da mecbur olmuşlardı.

Yunanistan ve Kıbrıs Rumları açısından çöken siyasetin sancılı sonuçları henüz tamamlanmamıştı. Suriye’den çıkarılan ve önce Rusya’ya, sonra da İtalya’ya sığınmak isteyen; ancak bunu başaramayan Abdullah Öcalan Şubat 1999’da Kenya’daki Yunanistan Büyükelçiliği konutundan çıktıktan sonra Türk özel kuvvetleri tarafından yakalanarak Türkiye’ye getirilmişti. Bu hadise Yunanistan açısından tam bir fiyaskoydu ve iki türlü bir aşağılanmayı içeriyordu. Bir yanda Yunanistan’ın en büyük müttefiki olan ve yıllarca Yunanistan’ın bölgesel siyasetinin temel direklerinden birisini oluşturmuş bulunan Öcalan, Türkiye’ye kaptırılmış; öte yandan da Yunanistan teröre destek verirken suçüstü bir şekilde yakalanmıştı. O tarihe kadar Türkiye Yunanistan’ı PKK’ya destek verdiği için eleştirmiş ve uluslararası platformlarda bu konuyu anlatmıştı. Ancak, Yunanistan bunları her defasında Türkiye’nin mesnetsiz suçlamaları olarak geçiştirmişti. Ama bu defa iş başka görünüyordu; çünkü, cürmü meşhut söz konusuydu.

Türkiye siyasetinin bölgesel tarafı tamamen çöken ve uluslararası arenada yürüttüğü Türkiye karşıtı politikalarda iyice zorlanan Yunanistan, bütün bunlar yetmiyormuş gibi Kosova meselesinden dolayı Sırbistan’ın NATO tarafından bombalanması sırasında da NATO içerisinde tecrit edildi. Sırp tezlerine yıllarca destek veren Yunan hükümetleri NATO içinde şüpheli gözlerle görülüyordu. Ayrıca NATO operasyonları sırasında Yunan kamuoyu yüzde doksan yedilik rakamlarla NATO aleyhine ve Sırbistan lehine bir tavır takınmıştı. Aynı günlerde Türkiye ise, operasyonlara iki filo F-16 tahsis etmiş ve NATO içerisindeki prestiji oldukça yükselmişti. Kısacası Türkiye hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde daha prestijli bir konum elde ederken, Yunanistan her iki cephe de adeta tepetaklak gidiyordu.

Bu arada yıllarca Yunanistan’ın AB içerisinde kotardığı ve Lüksemburg zirvesi kararlarıyla iyice somut hale getirdiği Kıbrıs politikası da çıkmaza girmişti; zira, Ada’da ve Ege’de yükselen Türk-Yunan gerginliği yüzünden AB ülkeleri daha önce destek verdikleri, Rumların Ada’nın tamamı adına AB’ye tek taraflı olarak üye olması projesine kuşkuyla bakmaya başlamışlardı. Çünkü böyle bir durumda Ada’nın kuzeyi Türkiye’nin ‘işgalinde’ olan topraklar haline dönüşecekti ki, bu, Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginliğin katlamalı bir şekilde artması ve hatta belki de iki NATO üyesi ülke arasında bir savaşa kadar gidebilecek sürecin başlaması demekti. Ayrıca bütün bu sorunlar da AB içerisine taşınmış olacaktı. Bu, AB açısından çok riskli bir politika olurdu. Ancak AB olarak buna ‘hayır’ demek de mümkün değildi; zira, Yunanistan buna müsaade etmezdi. Bu durumda Almanya, Fransa, Hollanda ve İtalya kendi parlamentolarında GKRY’nin üyeliğini onaylamayacaklarını açıkladılar. Buna Atina tepki göstermekte gecikmedi ve GKRY’nin alınmaması halinde bütün genişleme sürecini veto edeceğini belirtti. Kıbrıs sorunu yüzünden AB’nin en önemli hedeflerinden birisi olarak gösterilen genişleme süreci çıkmaza girmişti. Ancak daha da önemlisi Yunanistan’ın AB içerisinde yürüttüğü Kıbrıs siyaseti çıkmaza girmişti.

Bu noktada Yunan hükümetinin yeni bir siyaset planlamasına ihtiyacı olduğu açıktı. Ya aynı politikalarda ısrar edilecek ve bunun bedeli ödenecek veya bu siyaset belli ölçülerde tadil edilecekti. Yeni Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorğos Papandreu ve Yunanistan Başbakanı Simitis siyaseti tadil etmekten yanaydılar. Bu değerlendirmelerin sonunda, Türkiye ile taktiksel düzeyde yumuşama ve Türkiye’yi AB’nin etki alanına çekmenin Yunanistan çıkarlarına daha fazla hizmet edeceği yönündeki görüşler ağırlık kazandı ve Helsinki zirvesi kararlarıyla somutlaşacak yeni Yunan siyaseti devreye sokuldu.

Helsinki Zirvesi ve Sonrasında Yunanistan’ın Türkiye Siyaseti

Yaklaşık üç senedir Ankara-Atina ekseninde yaşanan yumuşama siyasetine, Türkiye’de meydana gelen 17 Ağustos deprem felaketi üzerine Yunan halkı arasında kendiliğinden patlak veren bir dostluk ve yardımseverlik duygusunun sebep olduğunu savunan tezler tamamen yanlış bir değerlendirmedir. Yukarıdaki analizde de ortaya konulduğu gibi, Türkiye ile taktiksel düzeyde bir yumuşama siyasetine yönelme fikri Yunanistan tarafından depremden aylar önce benimsenmiş ve Yorğos Papandreu ile İsmail Cem arasında telefon diplomasisi yoluyla başlatılmıştı. Ancak Sırbistan bombardımanı sırasında bu politikayı aşikar hale getirmek Yunan hükümeti açısından gayri mümkün göründüğü için, bombardımanın tamamlanması beklenmiş ve 1999 yılı Haziran ayı sonunda iki bakan New York’ta bir araya gelerek, bu politikayı aşikar hale getirmenin ilk adımını atmışlardır.

Burada ulaşılan mutabakat Yunanistan açısından istenilenlerin elde edilmesi anlamına geliyordu. İki ülke arasındaki gerginliğin kademeli bir şekilde yumuşatılması için, bazı komisyonlar kurulacak ve bu komisyonlar, temel sorunların dışındaki alanlarda işbirliği imkanlarını araştıracaklardı. Depremden aylar önce başlayan bu siyasete 17 Ağustos depremi ciddi bir imkan hazırlamış oldu. Depremle birlikte Yunanistan hükümet birimleri gayet bilinçli bir şekilde Yunan halkını, Türkiye’ye karşı iyi niyete davet etmiş ve bu sayede uygulamaya koyduğu yeni siyaseti kamuoyuna kolaylıkla satmıştı. Türkiye’de de basın ve televizyonlar bu yeni Yunan siyasetini ballandıra ballandıra anlatmak konusunda adeta bir mutabakat içinde göründüklerinden, Yunan halkının ilgisi ve yardımları inanılmaz bir biçimde abartıldı. Bu arada yıllarca Türk düşmanlığı yapan bazı PASOK mensubu veya destekçisi sanatçılar Türkiye’ye veya Batı Trakya’ya gönderilerek, oralarda dostluk konserleri vermeleri sağlandı. Türkiye tarafı da bunu ister göründüğü için Yunanistan açısından yeni siyaseti devreye sokmak hiç zor olmadı.

Temel sorunlar konusunda yıllarca savunduğu görüşlerden hiç geriye adım atmadan, taktik düzeyde Türkiye ile yumuşama siyasetine giren Atina’nın bu politikasının amacı Türkiye’yi AB’nin etki alanına geri çekmek ve Türk-Yunan sorunlarını Türkiye ile AB arasındaki meseleler haline getirmekti. Aynı dönemde AB içinde de benzeri bir eğilim gelişmekteydi. 1997 yılı Lüksemburg zirvesiyle genişleme sürecinden tamamen dışlanan Türkiye, Kıbrıs ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK veya son haliyle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası-AGSP) konusunda AB’nin isteklerine olumsuz cevap vermekteydi. Bu siyasette ısrar edildiği takdirde hem Kıbrıs yüzünden AB genişlemesinin sonuçsuz kalması hem de Türkiye’nin NATO içerisindeki vetosu yüzünden AGSK/AGSP projesinin suya düşmesi riskleri bulunuyordu. Bu sorunları çözmek için Türkiye’yi AB’nin etki alanına geri çekmek AB ülkelerinin de işine gelmekteydi. Bütün bu faktörler Helsinki zirvesi kararlarıyla somutlaşacak olan yeni bir dönemi oluşturacaktı.

Helsinki zirvesi kararlarını Türk basın ve televizyonları Türkiye açısından büyük bir başarı olarak alkışlamışlardı; ancak, ertesi gün çıkan Yunan gazetelerine göre Helsinki zirvesi kararları ‘Helenizmin zaferi’ idi. Çünkü, bu zirve kararlarıyla ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak AB ile görüşmeler yapan GKRY’nin açılmıştı. Ayrıca, Ege meseleleri de Yunanistan’ın istediği tarzda Helsinki zirvesi kararları içerisindeki yerini almıştı. Yani bir manada artık hem Kıbrıs hem de Ege meseleleri Yunanistan’ın istediği tarzda Türkiye’nin AB ile çözmek zorunda olduğu meseleler haline gelmişti. Bu iki mesele de Ankara açısından siyasi kriter olmuştu.

Ankara’nın Helsinki zirvesi sonrasında, zirve kararlarını farklı yorumlama çabalarına Yunanistan 8 Kasım 2000 günü AB Komisyonu tarafından açıklanan ‘Katılım Ortaklığı Belgesi’ ve bu belge çerçevesinde şekillenen Nice zirvesi kararlarıyla karşılık verdi. Buna göre, Kıbrıs meselesinin çözümü Türkiye açısından kısa vadeli kriterlere eklenirken, Ege meselesi de orta vadeli kriterler arasında yerini aldı. 8 Kasım günü Cenevre’de Kıbrıs konusunda dolaylı görüşmeler için bulunan Türk heyetinin karşısına Rum-Yunan tezleri doğrultusunda hazırlanmış bir ‘belge olmayan belge’ konulmuştu. Aralık 1999’dan itibaren devam eden dolaylı görüşmeler, kapsamlı ve anlamlı müzakereler için zemin hazırlayacaktı. Eylül 2001’de yapılan bir önceki görüşmelerde Türk tezlerinin bir kısmını ihtiva eden bir bilgi notunun taraflara verilmesi üzerine Rum tarafı ve Yunanistan büyük bir gürültü koparmışlar ve sonunda 8 Kasım günü BM Genel Sekreteri’nin hazırladığı ve taraflara sunduğu ‘belge olmayan belge’nin istedikleri gibi şekillenmesini sağlamışlardı.

Bu şartlarda görüşmelere devam edemeyeceğini açıklayan Denktaş, artık uzlaşmaz olarak anılırken, AB üyeliği perspektifi için adeta her şeyi yapmaya hazır görünen Türkiye köşeye sıkıştırılmıştı. Bütün açılardan bakıldığında, Yunanistan 1999 Şubat-Nisan döneminde düştüğü sıkıntılı durumdan gayet başarılı bir manevrayla çıkmasını bilmiş ve kendi meselelerini Avrupa Birliği’nin sorunları haline getirmişti. Bundan sonra yapması gereken AB’yi Türkiye’nin üzerine sürmekti ve öyle de yapıyor.

***

Öyle görünüyor ki, Türk-Yunan sorunları belli bir süre daha Türkiye-AB ilişkilerinin bünyesinde kalmaya devam edecek. Ancak o çerçeve içerisinde Türk-Yunan sorunlarına çözüm bulmak hemen hemen imkansız gibi görünüyor. Çünkü, AB çerçevesi içerisinde bir çözümden Atina’nın anladığı, Kıbrıs’ta Türk tarafını tamamen teslim almak ve Ada’daki Türk tarafını bir tür azınlık haline dönüştürecek düzenlemeler yapılmasını sağlamaktır. Böyle bir düzenlemeyi Türk tarafının kabul etmesinin oldukça zor hatta gayri mümkün olduğu söylenilebilir. Öte yandan AB, Kıbrıs sorununda adeta meselenin bir tarafı olarak kalmaya devam ettikçe, sadece ve sadece Yunan tarafını gerçekte mümkün olmayacak bir çözüme cesaretlendirmekten başka bir fonksiyon icra etmiyor ve etmeyecektir.

Aynı sorun, Ege meselelerinde de yaşanıyor ve önümüzdeki yıllarda artan bir oranda yaşanmaya devam edilecektir. Yunanistan AB belgelerine Ankara ile Atina arasında var olan Ege sorunlarının kendi istediği tarzda çözümünü kolaylaştıracak bölümler eklettirmeyi başardığı ve Türkiye de bir manada Yunanistan’ın AB metinlerine koydurduğu bu çerçeve içerisinde Ege sorunlarının ele alınmasını zımnen kabul etmiş gibi göründüğü için, bu meselenin kilitlenmiş olduğu söylenebilir; zira, Yunanistan’ın, sorunun AB çerçevesinden çıkarılmasına müsaade etmesi düşünülemez. Öte yandan mevcut çerçeve içerisinde Yunanistan, Ege Denizi’ni büyük ölçüde kendi egemenliği ve kullanımına veren bir düzenlemeyi elde etmeye çalışacaktır. Bu, Türkiye’nin hayati çıkarlarından vazgeçmesi ve Ege konusunda kelimenin tam anlamıyla bir hezimeti kabul etmesi demektir. Türkiye’nin bu noktaya gelmesi düşünülemez. Dolayısıyla mevcut AB çerçevesi hem Kıbrıs hem de Ege sorunlarının çözümüne katkı sağlamaktan ziyade, adeta bu sorunları çözülemez ve kilitlenmiş bir hale getirmiştir.

Türk-Yunan sorunlarının çözüm sürecine girmesi, bu meselelerin AB çerçevesinden çıkarılmasıyla mümkün olabilir. Bu da iki şekilde temin edilebilir. Mesela, AB, Türk-Yunan sorunlarında taraf olmaktan çıkmayı deneyebilir; ancak, bu, hemen hemen imkansız bir senaryodur ve Türkiye, AB’ye gerçekleşmesi oldukça zor üyelik iddiasını sürdürdükçe gerçekleşmesi mümkün olmayan bir senaryodur; zira AB’nin işleyiş tarzı böyle bir gidişatın önündeki en büyük engeldir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, AB içerisinde kararlar oybirliği ile alındığı için, her üye ülkenin her konuda tatmin edilmesi mecburiyeti bulunuyor. Mesela, her AB toplantısına pek çok değişik devlet pek çok farklı konuları diğer üyelere kabul ettirmek ve böylece kendi milli çıkarlarını tatmin etmek düşüncesiyle geliyor. Ve orada birbirleriyle hiç alakası olmayan konuların adeta takası yapılıyor. Bu dosya takası sırasında Yunanistan gayet kolay bir şekilde kendi daimi dosyaları olan Kıbrıs, Ege ve Türkiye aleyhtarı konuları diğerlerine kabul ettirebiliyor; zira bu konularda Yunanistan’a destek veren ülkeler, bu destekleri karşılığında bir bedel ödemek zorunda kalmıyorlar. Bunun karşılığında o ülkeler kendi dosyalarına AB üyesi olan Yunanistan’ın desteğini sağlamış oluyorlar.

Üstelik Türkiye, AB’ye üye olmayı aşırı derecede arzu ettiğini ortaya koyan bir ülke görüntüsü sergiledikçe, Yunanistan’ın dosyalarına destek vermek AB ülkeleri açısından daha da kolay ve az riskli hale geliyor. Türkiye, AB saplantısını AB içerisinde kendi lehinde bir niyet ve irade olmadığını göre göre sürdürmeye devam ettikçe, bir manada sadece Yunanistan’ı değil, diğer AB ülkelerini de taviz verebileceği düşüncesine itiyor. Ve AB açısından, Türk-Yunan sorunlarını Türkiye üzerinden çözmek daha mantıklı hale geliyor. Aksi takdirde, Yunanistan ile AB içerisinde cebelleşmek anlamına gelecek girişimlerde bulunmaları gerekecek ki, bu tür faaliyetler, AB ülkelerine belli bedeller getirecektir. Ayrıca Yunanistan, kendi milli tezlerinden kolay kolay taviz vermeyen ve vermeyecek bir ülke olduğunu AB içerisinde vaktiyle yaşanan Makedonya sorunu sırasında defalarca AB ülkelerine göstermiş bulunmaktadır. AB üyesi bütün ülkeler, riski olmayan ve bedel ödetmeyen bir siyaset önerisi olan Türkiye üzerinden sorunları çözme fikrine çok daha yakın görünüyorlar. Dolayısıyla mevcut şartlarda, AB’yi Türk-Yunan sorunları konusunda taraf olmaktan çıkarmak oldukça güç görünüyor.

AB’nin Türk-Yunan sorunları konusunda taraf olmaktan çıkması, Türkiye’nin AB ilişkilerini başka bir platforma taşıması ile mümkün olabilir. Bu da, Türkiye’nin AB’ye kısa, orta ve hatta görünebilir uzun vadede üye olamayacağını fark etmesi ve siyasetini bu öngörü üzerine inşa etmesiyle mümkün hale gelebilir. Aslında bu yönde işaretler az da değil. Örneğin, AB içerisinde Türkiye’nin kısa ve orta vadede üyeliğine ilişkin olarak ne sağlam bir niyet ne de bir irade olmadığı ortadadır. Ancak AB, Türkiye ile ilişkilerini bozmamak ve Türkiye üzerinden başta Kıbrıs ve Ege olmak üzere pek çok sorunu çözmek istediği için, bu niyetsizliğini Türkiye’ye beyan etmek istememektedir. Bu tavır, taktiksel olarak AB açısından gayet iyi bir siyaset çizgisi gibi görünüyor. Ancak, her halükarda Türkiye bunu fark ederek, bu oyunu oynamama yolunu seçebilir. Bu da bazı hadiselerin bir araya gelmesi sonucunda ortaya çıkabilir.

Bunlardan birincisi, Türk-Yunan sorunları konusunda Rum-Yunan ikilisine destek veren AB, bu tutumunu devam ettirirse ne Kıbrıs ne de Ege konularında bir çözüm sağlanamaz. Bu çözümsüzlüğe rağmen AB, GKRY’yi AB’ye hem de Kıbrıs adasının tamamının temsilcisi sıfatıyla alacak olursa, o zaman AB ile Türkiye arasında çok ciddi bir krizin patlak vermesi kaçınılmazdır. Zaten öyle bir senaryoda, AB, Türkiye’yi üye yapmak gibi bir niyeti olmadığını açıkça ortaya koymuş olacaktır. Avrupa-Atlantik sisteminde ciddi sorunlara yol açması muhtemel böyle bir gelişmenin sonunda Türkiye-AB ilişkilerinin mevcut çerçevenin dışına çıkacağı açıktır.

Böyle bir sert kırılma olmaz ve Rumların AB üyeliği ertelenirse, o zaman da Türkiye’nin AB genişlemesiyle ilgili yeni bir zihni düzenlemeden geçmesi mümkün olabilir. Mesela, AB genişlemesinin birinci dalgasında yer alan ülkelerden Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya ile üyelik müzakereleri neredeyse son aşamaya gelmek üzeredir. Bu ülkelerin 2004 yılında AB’ye üye olmaları oldukça yüksek bir ihtimaldir. Ancak bu ülkelerin üyelikleriyle ilgili olarak son aylarda hız kazanan tartışmalar ilginç bir noktaya doğru ilerlemektedir ve sanki bu ülkelere teklif edilen üyeliğin ikinci sınıf bir üyelik olacağı intibaını vermektedir. Şöyle ki, söz konusu ülkelere 2004 yılında üye olmakta ısrar etmeleri halinde, AB’den yaklaşık on yıl boyunca fon almayacaklarını taahhüt altına almaları istenmektedir. Veya üyeliklerinin on yıl boyunca erteleneceği ifade edilmektedir. AB’nin genişleme ilgili politikasının izah edildiği resmi belgelere de giren bu görüşler, AB genişlemesinin birinci dalgasında yer alan ülkelere bile teklif edilecek üyeliğin ikinci sınıf bir statü olacağını ortaya koymaktadır. AB genişlemesinin dördüncü dalgasında yer alan Türkiye’nin üyelik ihtimalinin ciddileşmesinin yaklaşık yirmi beş yıl alacağı düşünülecek olursa, Türkiye AB’ye üye olduğu zaman yaklaşık otuzuncu üye olarak girecek ve böyle bir AB’den kalkınmasını kolaylaştıracak hiçbir fon alması mümkün olamayacak. Adeta içi boşaltılmış bir AB’ye üye olmanın Türkiye’ye sağlayacağı hiç bir fayda olmayacağı açıktır. Oysa Türkiye, bu içi boşaltılmış AB’ye girebilmek için başta Kıbrıs, Ege sorunları ve Güneydoğu meselesi olmak üzere, bir dünya konuda çok ama çok büyük tavizler verecektir. Ve bu taviz isteklerini de ‘hemen ve derhal’ kaydıyla yerine getirecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB politikasını gözden geçirmesi ve böylece Türk-Yunan meselelerinin AB çerçevesinin dışına çıkarılmasını sağlaması Türkiye’nin milli çıkarları açısından ehemmiyet arz etmektedir.

Doç. Dr. Hasan ÜNAL

Bilkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 197-208

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.