Türkistan’dan Türkiye’ye Bir Göç’ün Kısa Hikâyesi
Türkiye tarih boyunca Dünya Türkleri için bir yurt, bir ikinci vatan olmuştur. Gerek Osmanlı döneminde ve gerekse Cumhuriyet yıllarında, herhangi bir nedenle yurtlarını kaybeden Türkler, dil, din ve kültür farklılığı yaşamayacaklarını bildikleri Türkiye’yi tercih etmişlerdir. Özellikle, 19. Yüzyıl sonlarında yaşanan Kırım Savaşı ve bunu takip eden 93 harbi, 20. Yüzyıl başlarında yaşanan Balkan harpleri ve Birinci Dünya Savaşı, eski Osmanlı topraklarında yaşayan Türklerin yoğun göçleriyle sonuçlanmıştır.
Çarlık Rusya’sının yıkılması ve yerine Sovyetler Birliği’nin kurulması sürecinde ise farklı bir durum yaşandı. 1917 yılı Bolşevik ihtilali sonrasında bağımsızlıklarını veya muhtariyetlerini ilan eden Türk bölgeleri Sovyet işgaline uğradıkça, Sovyetlere karşı bağımsızlık savaşı veren kadrolar ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar. Sırasıyla, Azerbaycan, Kuzey Kafkasyalı, Kırımlı, İdil Urallı ve Türkistanlı liderler doğrudan veya dolaylı yollarla Türkiye’ye yöneldiler. Avrupa’ya giden bir kısım kadrolar da Milli bir devlet kurma çabası içerisindeki genç Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri tarafından davet edildi. Sonuç olarak 1920’lerin ortalarına gelindiğinde Türkiye, Dış Türk mültecileri tarafından kurulan teşkilatların ve yürütülen faaliyetlerin merkezi haline dönüşmüş durumdaydı.[1]
O yıllar da Türkiye’ye sadece siyasi liderler değil, çeşitli bölgelerden, özellikle de Türkistan merkezli topluluk ve gruplarında göçleri Türkiye’ye akıyordu. Çok meşakkatli ve sıkıntılı geçen göç hikâyelerinden birini aşağıda gözler önüne sermeye çalışacağız.
16 yılda İstanbul’a Gelen Türkistanlılar
Yola çıkarken 18.300 kişi idiler, bunlardan İstanbul’a ancak 106 kişi varabildi.
Dün gece Türkistan’dan İstanbul’a 106 yolcu geldi. Hepsi sevinç içindeydiler. Onlarla ilk defa, Sirkeci’de Göçmen evinde karşılaştık, kadın, erkek, çoluk çocuk bir Türkiye haritasının önünde toplanmış oturuyorlardı. Sıcak bir sobanın yanına çömelip konuşmaya başladık, kafile başkanı Hüseyin Taci idi. Çok konuşmak istemiyordu. Şükür Allaha kavuştuk ya diye söze başladı ve sonra şöyle devam etti: 20 seneden beri Ruslarla harp halindeyiz! Bir avuç insan, milyonlarla nasıl baş ettiniz, diye sormayınız! Bir avuç Türk onların milyonlarına bedeldir. Misal mi istiyorsunuz? İşte biz! 1936’da 18.300 adamla Türkistan’dan ayrıldık. 5 sene muhasara altında kaldık. Silahlarımız, gece baskınlarında öldürdüğümüz Rusların silahı idi. Top tüfek her şeyi bulduk. Başbuğumuz Çelikpan şehit düştü, yılmadık. Tokuşa tokuşa Kaşmire kadar geldik.
O zaman 98.000 koyunumuz, 14 bin kısrağımız, 9.000 sığırımız, 1000 tane de Devemiz vardı. Dağlarda Kımız içerdik. Kabuklu Pirinç yer ve harp ederdik. 1936’dan bu yana harp ede ede yaşadık. 18.300 adamımızdan ancak 2000 adam Hindistan’a ve Pakistan’a geçebildiler.
8 aydır Hindistan’da, 24 gündür de yoldayız. Kafilemizin bir kısmı gelemedi, İstanbul’a 106 kişi geldik, 2’si yolda öldü. Onların yerine iki erkek çocuk dünyaya geldi. Şimdi kafilemiz gene 106 kişi.[2]
Çoluk çocuk hepsi bizi dinliyorlar. Hepsi seviniyor hepsi neşe içindeler. Hüseyin Taci anlatmaya devam ediyor: Ne koyunumuz, ne kısrağımız, ne de devemiz kaldı. Hepsini yollarda kaybettik. Muhabere bu kolay mı? Komünist Rus’la, Komünist Çin’le harp ede ede buralara geldik. Sincan (Türkistan) neresi, İstanbul neresi?
Varsın hepsi feda olsun, Vatanımıza geldik ya. Onun için Allaha şükrediyoruz. Biz Keşmir’de iken Keşmir liderlerinden Şeyh Abdullah bize dedi ki: Gitmeyin! Burada size yer, yurt verelim. Oturun, yerleşin, çalışın! Hayır dedik, gideceğiz diye ısrar ettik. Türk vatanına, Türk kardeşlerimize varacağız, Türk toprağını öpeceğiz dedik.
Allaha bin, yüz bin şükürler olsun, bize bu günleri gösterdi. Türk toprağına gelir gelmez yerleri öptük. Şehitlerimizin ruhu şad olsun. 18.300 adam çıktık. İstanbul’a 106 kişi geldik. Ama buna da şükür, gelebildik ya, bir tek kişi kalsak dahi gelecektik.[3]
Sonuç
20’nci asır, Anadolu Türklüğünün en sıkıntılı, Türk dünyasının da en karanlık yüzyılıdır. Bu asırda, Anadolu Türklüğü bu coğrafyada var olma mücadelesi verirken, Türkistan’daki Türklük de darmadağın edilmiştir. Türkistan coğrafyasındaki Türkler, sistemli bir şekilde asimilasyona tabii tutularak etkisiz hale getirilmiştir. Bu coğrafyadaki Türklerin bir kısmı harpler de en ön saflara sürülerek yok edilmiştir. Bir kısmı daha sonraki yıllarda göçe mecbur edilerek vatanlarından çok uzaklara, bir gece yarısı trenle hayvan vagonlarına doldurularak Orta Asya ve Sibirya’ya sürülmüştür. Birçok kişi bu yolculukta hayatını kaybetmiştir. Bu insanlar yurtlarından tek bir bebek bırakılmamacasına sürülmüştür. Vagonlarda, açlık, susuzluk ve havasızlıktan birçoğu hayatını kaybetmiştir. Türkistan aydını çeşitli bahane ve sahte suçlamalarla, Türk işbirlikçisi iddiası ile rejim ve halk düşmanı ilan edilerek kitle halinde katledilmiştir.
Yine bu yüzyıl savaşlar ve ihtilaller yüzyılı olmuştur. İki büyük dünya savaşı ve onları izleyen uzun ideolojik soğuk savaş döneminde milyonlarca insan hayatını kaybetti ve milyonlarcası da ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Özellikle Sovyetler Birliğinde komünist ideolojinin kontrolü altına giren milletler, insanlık tarihinin en büyük trajedisini yaşadılar. “Gelecek adına “Bugünü” köleleştirmek isteyen bu ütopya ’ya, hiç ses çıkarmadan boyun eğenler hayatta kalabildi. Karşı çıkanlar ise acımasızca yok edildi.
Bu insanlık dışı ideolojiye karşı savaşmak ve ülkelerini bağımsızlığa kavuşturmak ümidiyle dış memleketlere çıkan kadrolar ile kafileler halinde göçe zorlanan gruplar ve toplumlar her türlü zorluklara ve meşakkatlere canı pahasına göğüs gererek, vatan bildiği Türklüğün ebedi beşiği olan Anadolu’ya hicret ederek geldiler. Türkistan’dan Türkiye’ye yapılan göçlerden sadece birisinin kısaca hikâyesini anlatmaya çalıştık. Umarım ki, bu göç hikâyesinden alınacak çok ders vardır.
TİKA-Araştırmacı