Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkistan’da-Ceditçilikten Türkçülüğe – Uygurlarda

0 7.519

İklil KURBAN

Uygurlarda

Altışehir’deki Türkleşmiş son Çağatay Hanlığının (Seidiye Hanlığının) çökmesinden (1678), Birinci Çin İşgalinin tüm Doğu Türkistan topraklarında cereyan etmesine kadar (1759) süren 81 yıllık bir zaman Hocalar Devri olarak anılmaktadır. Türkistan Türklüğü için onarılması zor yıkıcı sonuçlar getiren bu devreden 100 yıl sonra, Yakupbeg dönemi (1865-1878) ortaya çıkmıştır. Fakat Yakupbeg idaresi de Doğu Türkistan için tam bir kurtuluş getirememiştir. Yakupbeg Doğu Türkistan’da, Buhara, Hokant, Hive Hanları gibi teokratik bir sistemi kurmaya-uygulamaya çalışır; netice yine 1878’de İkinci Çin İşgali ile biter. Doğu Türkistan’ın adı 1884’te, yeni toprak anlamına gelen Çince “Şin Cang”a çevrilir.

Hem Milliyetçi Çin, hem Komünist Çin dönemlerinde, Doğu Türkistan’ın siyasi ve eğitim sahaları boyunca yüksek mevkilerde bulunan Burhan Şehidi (1894-1990), eğitim konusunda şunları anlatmaktadır:

“Şin Cang’ın eğitimi sadece bir süs-gösteriş eşyası gibi idi. Nahiyelerde hükümet tarafından kurulan bir ikişer ilkokul olsa bile, öğrencilerin sayısı çok azdı; azınlıklar için okuma fırsatı daha da azdı; üstelik kişiler kendi evlatlarını öyle okullara vermek de istemiyordu. Şangyu (kaymakam) ve tercümanlar çocuklarını, biraz Çince dil ve yazı öğretip, gelecekte kendilerine varis yapmak için, hükümet tarafından açılan özel ilkokullara gönderiyordu. Doğu Türkistan boyunca en yüksek eğitim kurumu olarak bilinen-Rusça Kanun-Siyasal Okul öğrencilerinin çoğunu memur çocukları oluşturuyordu…. Tüm eyalet boyunca sadece Ürümçi ve Gulca’da ortaokul vardı. Kız okulları hiç yoktu. Ancak Cin Şurin devrinde (1928-1933) Ürümçi’de memurların kızlarını okutan özel kız okulu açılmıştı. İslam dini müritlerinin az sayıdaki evlatları medreselerdeki molla ve imamlardan Arapça dini kitapları ve bazı bilgileri öğreniyordu. Kaşgar ve Turfan’da birer yüksek medrese bulunup, özel dini görevlileri eğitiyordu. Bunlardan başka, bazı büyük şehirlerde zengin tüccarlar ve toprak ağalarının para karşılığında açtıkları okullar vardı. Parası çok okullar Türkiye’den öğretmen aldırıyordu. Orta Asya’daki aydınlardan böyle okullarda öğretmenlik yapanlar da az değildi. Bu sebepledir ki, bunun gibi okullardaki fikir cereyanları çok karışıktı. Bazı okullar Pantürkizmin-Panislamizmin propaganda yeri oluvermişti. Öğretmenler genelde kendilerinin düşünce-inançlarını esas alarak, kendi fikirlerini, mesela, sosyalizm, milliyetçilik, yerel milliyetçilik, Pantürkizm, Panislamizm fikirlerini ileri sürüyorlardı” (Burhan, 1986: 272).

1. Ahmet Kemal İlkul

Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa tarafından 1913’te Doğu Türkistan’a öğretmen olarak gönderilen Rodoslu Ahmet Kemal İlkul’un anlattıkları:

Kaşgarlı Musabay soyadı ile ünlü Ebulhasan Haci adlı bir zat vardı. Bu zat rehberlik eden, o zaman İstanbul’da tahsilde bulunan birçok Kaşgarlı gençler ve Musabay ailesine mensup Galata mektebi Sultaniyesinde tahsil eden Sabit Bey vardı. Ayrıca Tıbbiye mektebi talebesinden Gulcalı Mesut Sabri Bey de bu gençler arasında bulunuyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu gençleri manen himayesine almış ve bu suretle memlekete gelen nüfuzlu kişiler ile temas imkanları temin edilmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti merkezine bir gün Ebulhasan Haci davet edilerek, Talat Paşa tarafından, Kaşgar’a bir öğretmenin gönderileceği söylenip, Onun himaye edilmesi rica edilir. Böyle bir teklife teşne bulunan Kaşgarlı derhal teklifi kabul eder.

“O gün akşama kadar hazırlıklar yapıldı, talimatlar alındı. Bütün bu işlerin bitmesinden sonra akşama doğru Nuriosmaniye’de İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi binasında bulunan Ziya Gökalıp Beyi ziyarete gittim. Bu büyük Türkçünün, emsalsiz alimin ellerini öperek yarın Türkistan’a hareket edeceğim, kıymetli emir ve öğütlerinizi almaya geldim, diye söze başladım. Ziyalı gözlerini gözlerime dikerek keskin bakışlarla baştan aşağı bir süzme yaptıktan sonra:

Oğlum, bu karardan haberdarım. Size verilen vazifenin kutsiyetini takdir ettiğinize eminim. Yolun çok tehlikeli gibi görünür. Fakat bu yolun sonunda bilinmeli ki, cennet vardır, gaye mukaddestir; bu nurlu topraklara ve insan melekleriyle meskun diyarlara salimen ulaşmanı dilerim. Tanrı yardımcın olsun, her yerde ve her işte nefsine hakim ol, girdiğin elin adetlerine uy, temiz kalpli, yumuşak huylu bu halkın arasında yaşadığın müddetçe dilinde dirlik ve temizlik, gönlünde iyilik yer etsin, iyi huylarınla muhitte sevgi ve benlik yarat, sen şimdi bu diyarlara gönül avcılığına gidiyorsun, iyi ahlak, tevazu ve feragat en müessir silahın olacaktır, dedi.”

Fakat o zamanlar Doğu Türkistan’da bilime dayalı bir eğitimin yürümesi çok güç olmuştur. “Tarih ve coğrafya bilimleri okumak haram imiş; hesap, hendese aklı bozarmış; resim dersi Allah’ın yarattığı şekli tahrif ve tahkir etmekmiş; diye Selim Molla bir zararlı fetva çıkarmış.” A. İlkul bu gibi cehaletin zararlarını halka anlatmak için, “Cahil Baba, Katil Oğul” adlı üç perdelik tiyatro hazırlamıştır. Sonunda gönlü kara bazı zenginler ve mollalar arzularına nihayet muvaffak olmuşlar, İlkul’un açtığı okulların kapatılması ve gençlerin tevkifi ile muhakeme edilmesi hususunda merkezi hükümetten şiddetli bir emir getirmişler. Bu emir üzerine birçok aydın gençler ile beraber A. İlkul da, ihtilal çıkarmak suçu ile yakalanmıştır.

A. İlkul, Kaşgar’daki okul ve eğitim durumu hakkında şunları yazıyordu:

“Kaşgar’da o zaman 114 mahalle, 108 cami mevcut olup, bu camilerin en büyüğü, içinde binlerce kişinin namaz kıldığı Heyidgah  camiidir ki, onu Yakupbeg inşa ettirmiştir. Kaşgar’da ünlü 115 medrese vardır. Her birinde 200’den az olmamak üzere talebe okumaktadır. Esas tahsilleri Arapçadır. Bu medreselerde okuyan gençler fen ve sanatın çağdaş okullarına büyük heves göstermekte idiler. Daima hayalimde yaşattığım bu cevval ve kabiliyetli asil Türk gençleri, yobazlar tarafından medreselerin köhne sakafları altına gömülmüş ve içinden çıkılmaz kitapların ezgisi altında boğulmaya mahkum edilmiş olmalarına rağmen, kabiliyet ve yaradılışın kendilerine bahşettiği enerji sayesinde zaman zaman mevcudiyet göstermekten geri kalmamışlardır” (İlkul, 1955: 23-71).

İlkul’un yarıda bıraktığı işini İli vilayetinin Gulca şehrinde Mesut Bey ele alır ve bu işi tüm zorluklara, sürgünlere, hapislere rağmen ömrünün sonuna kadar devam ettirir. Doğu Türkistan 1949’da Komünist Çin işgali ile yani Üçüncü Çin İşgali ile karşılaştığı zaman, Mesut Beyin kaçmadan, “Vatanımda ölmeyi tercih ederim” diyen sözleri, Onun tesirli bir vatan sevgisinin ölümsüz yankısı idi.

2. Mesut Bey hakkında Burhan Şehidi

“Mesut Pantürkist idi. Pantürkizm Türkiye’de meydana gelmiş. Onun tesiri Rusya’daki Tatar, Özbek milletleri aracılığıyla Şin Cang’a girmiştir. Pantürkizm Türk dilinde konuşan bütün milletleri birleştirip, büyük Turan devleti kurmaya teşebbüs eder. Mesut Bey Türkiye’de tahsil görürken bu fikirleri kabullenmiştir. O tam Yang Zıngşin (1911-1928), Şin Cang’da idareci olduğu zaman İli’ye dönmüştür. O zaman İli’de Türkiyeliler çoktu. Mesut onlarla birleşip bir okul açarak Pantürkistlik fikrini yaymıştır; Türkiye şarkılarını söyletmiştir. Onlar Mesut’u merkez edinerek, Pantürkizmi yayan bir teşkilat kurmuştur” (Şehidi, 1986: 685).

Ankara’da oturan Mesut Beyin kızı Gültekin Pehlivan’ın babasına ait “Bir Nutuk” başlığıyla fotokopi olarak çoğaltılmış yazısına göre, Mesut Bey 1887’de Doğu Türkistan’ın İli vilayeti Gulca şehrinin Araboz köyünde doğmuştur. O, okul yaşına gelmeden, babası Sabir Haci ailesini alarak Gulca’ya göç etmiş. Mesut Bey ortaokulu bitirdikten sonra 1904’te tahsil için babası tarafından Türkiye’ye gönderilmiştir. O, İstanbul’da liseyi bitirip, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine girmiş ve 1914’te doktur olarak ülkesine dönmüş ve işe eğitimden başlamıştır. O zaman Gulca’daki “Reşidi” adlı okul ilgisizlikten, parasızlıktan kapanmak üzere iken, okul müdürü ayrılmış, öğretmenler dağılmıştır. Mesut Bey, önce öğretmenleri toplayıp onlarla okul programı yapmış, okulun adını değiştirmiş ve okul binası onarılmıştır. Diğer Uygur okullarının da aynı programla eğitim yapmasını istemiştir. Okulun mali durumunu karşılamak için ramazan aylarında zenginlerin zekatlarını toplamış. Böylece bu okuldaki eğitim güçlükle 2 buçuk yıl devam etmiş. Çinlilerle işbirlikçi bazı kimseler, kendi çıkarlarına engel olur korkusuyla Mesut Beyi okuldan uzaklaştırmışlar. Bu arada Birinci Dünya Savaşında Ruslara esir düşmüş Türk askerlerinden Halil ve Turgut Beyler Gulca’ya kaçıp gelmişler. Mesut Bey onlarla birleşip, 5 okulu birden açmış; bu okullara “Dernek Okulları” adını verip, kendisi okul yönetim kurulunda görev almıştır. Fakat bu okullar yine hükümetçe kapatılmış, Halil Bey ülkesine dönmüştür. Hükümet idarecilerinin değişiminden istifade eden Mesut Bey, yine “İli Okulu” adıyla bir okul açmış. Bu okul tatil edilirken, Mesut ve Abdurahman Beyler yakalanır, el ayaklarına zincir vurulur ve demir kafes içinde At arabasıyla Ürümçi’ye götürülür. Ürümçi’de zindana atılan Mesut Bey ve arkadaşları, zamanının genel valisi olan Çinli Yang Zıngşin tarafından sorguya çekilir. Sonuçta Ürümçi’den 50 kilometre uzaklıktaki Sendungli denen bir çöle sürgün edilir; orada 6 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılır.

Bu engellemeler Mesut Beyi yıldıramaz, kendisi arka planda durarak, Merkez Rüştiyesi ve Döng Mahallede Gani Ahun Okulunu açar. Bu okulların tüm gereksinimini karşılayan Mesut Bey, haftada bir kez öğretmenlere bizzat kendisi ders verir. Fakat bu ulusal duygu ve çabalara şimdi Sovyet yayılmacılığı yol koymaz. Aralık 1933 yılında İli ve Tarbagatay bölgelerini Rus askeri birlikleri işgal edince, Mesut Bey de Gulca’dan kaçmak zorunda kalır; Kaşgar’da 6 ay kaldıktan sonra Hindistan’a ve oradan da deniz yoluyla Çin’e gider. Böylece Doğu Türkistan göklerini kapsayan sömürgeciliğin-cehaletin karanlığı, Mesut Bey gibi birçok Türkçü aydınları, vatanını terk etmek zorunda bırakmıştır.

İşte o zamanlar, Kaşgar’da 12 kasım 1933’te kurulup, bir yıl sonra Rus-Çin işbirliğiyle yıktırılan Şarki Türkistan İslam Cumhuriyetinin kurucularından olan Turfanlı Mahmut Muhiti, yurt dışında istiklal uğruna savaşmaya devam ediyordu. Ömrü boyunca Rus-Çin oyununa gelmeyen seçkin lider, Türkistan Türklüğünün iftiharı olan bu zata göre, Türkistan Türklüğüne karşı Rus-Çin işbirliği geçmişte de olmuş ve bundan sonra da olacaktı. O halde, onların herhangi birine ümit bağlamak, onlarla barışmak, onların isteklerini el bağlayıp kabul etmekten başka bir şey olamazdı. Vatanın kimin esaretindeyse düşmanın o idi. Muhiti ümidini ilk olarak milletine, haklı olarak da yardım alma ümidini, düşmanının düşmanına yani Japonlara bağlamıştı. O bu amaçla dünyayı gezerek, Japon elçi ve diplomatlarıyla görüşmüş, Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk de Onu kabul etmiştir.

Gerçekten o zamanlar (1930’lu yıllarda), Sovyet Emperyalizmine karşı, Japonların tutumunda, bütün Türkistan’ın önemi çok büyüktü. Japonlara göre, Asya Asyalıların idi. Japonların Asya’ya sahip olmaları için önce Türkistan’a sahip olmaları gerekirdi. Bu yüzden Japonlar, özgürlük ve istiklal arayışı içindeki Türkistanlıları toplayıp, bir teşkilat kurmuş ve Osmanlı şehzadelerinden Abdumuhat Abit’i (Bu şehzade, II. Abdülhamit’in oğlu Mehmet Abit olabilir) Büyük Türkistan’ın gelecekteki hakimiyetine padişah olarak elinde tutmuşlardır (Şehidi, 1986: 483-484). Evet, Japonların bu tutumundan Mahmut Muhiti de vatanı için yararlanmak istemiştir.

Ünlü Türkçü Yusuf Akçura da, 1904-1905 Rus-Japon Savaşı başlarında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eserinde, Japonlara büyük bir ilgi göstermiştir. Bu kez, Mahmut Muhiti bir Türkistan Türkü olarak, bir Kazan Türkünün izini takip eder. Akçura 1935’te İstanbul’da vefat ettiği sıralarda, Muhiti, Akçura’nın bıraktığı yerden, bu kutsal gaye uğruna savaşmaya devam eder. Ne yazık ki, İkinci Dünya Savaşının sonuçlarıyla hayal kırıklığına uğrayan bu büyük insan, Pekin’de (Pekin o zaman Japonların elindedir) aniden vefat ettiği sıralarda, savaşın galibiyeti ile sarhoş olan komünistler, istiklal ve özgürlüğün sadece eylemlerini değil, onun hayal ve düşüncelerini de çiğneyip geçer. Yalnız o, 1940’lı yıllardaki gelişmeler değil, dünyamızın 1980’li yıllardaki ve günümüzdeki gelişmeler de, Muhiti’nin düşünce ve eylemlerinde ne kadar haklı olduğunu bir daha kanıtlamıştır. Urus ve Çin’in tarih boyunca, toprağımız uğruna kalbinde beslediği derin Türk düşmanlığı, kolay kalay değişecek-silinecek gibi görünmüyor. Evet, bizim ezeli ve ebedi değişmez düşmanımız Urus ve Çin’dir. Çünkü bugün, toprağımızın-ulusumuzun bir kısmı onların pis ayaklarının altında çiğnenmektedir.

Sonuç

Aşağı yukarı 19. yüzyılın son çeyreğinden, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar bütün Türk aleminde cereyan eden Ceditçilik hareketi, aslında 400 yıl önce meydana gelmiş Avrupa’nın Rönesans ve Reformasyon’una benzer bir eylem idi. 16. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’daki Hıristiyan aleminin şartları nasıl Rönesans-Reformasyon devrini ve Fransız Devrimi ile insan hakları ilkesini doğurmuşsa, 19. ve 20. yüzyıllardaki Türk aleminin şartları da, Ceditçilik ile Türkçülük ilkesini doğurmuştur. Bu ilkenin asıl gayesi, Türk ulusunun diğer uluslarla aynı haklara sahip olmasını sağlamaktır. Türkçülük, komünistlerin ifade ettiği gibi “emperyalist gaye” değil, belki Türkü emperyalist baskıdan kurtarmanın bir yoludur.

Bugün 20. yüzyılın sonlarında Türk aleminde bir şeyler oluyorsa, bu 20. yüzyılın başlarında cereyan eden olayların devamından başka bir şey olamaz. Fakat, aynı yüzyılın iki ucundaki göze çarpan fark, yüzyılın başında fikirlere karşı silah üstün olmuşsa, yüzyılın sonunda silaha karşı fikirlerin üstün olmasıdır. Almatı zirvesinde 5 Türk Cumhuriyetinin topluluk oluşturması, birlik ve dayanışma gereği, gelecek Türk alemi için atılmış ilk adımdır. Tarihte birkaç kez düşen bu ulus, kalkmasını da bilmiştir. Düşen Türk tekrar kalkacak ve o mukaddes Türkistan’da tekrar Türk devleti kurulacaktır.

Gittikçe daralan dünyamızda, düşen birine kendi millettaşı elini uzatabilmektedir. Bugün herkesçe söylenen haklar, işte bu yolla, yani milliyetçilik yolu ile gerçekleşmektedir. Bugün Almanya birleşebilmişse, bunun için her şeyden önce Alman devleti, işlenmiş ve gelişmiş Alman milliyetçiliğine burçludur. Günümüz dünyasında Türk ulusunun yarısından çoğu düşmüş durumdayken, Türkün bugün Türkçülükten başka ilkeye ihtiyacı yoktur. Türkün hakları ancak bu ilke ile elde edilebilir. Yakın tarihte Azerbaycan’daki kanlı olaylar ve bu olaylara karşı dünyanın tutumu şu gerçeği yine bir kez vurgulamıştır ki, Türkün dostu Türktür. Bu da Türk birliği demektir.

Haberleşmenin sınır tanımadığı günümüz dünyasında, Türkün bir siyasi çatı altında birleşmesine gereksinim kalmamıştır. İmparatorlukların devri bitmiştir, dünyamız ulusal devletler dünyası olacaktır. İsmail Gaspıralı döneminde uygulanması zor olan ve hatta imkansız görünen “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” formülü, artık bilimin-mantığın egemen olduğu dünyamızda, Türkçülük ilkesinin de ışığı altında tedrici olarak gerçekleşecektir. Düşmanlarımızın en çok korktuğu Türklük olgusu-Türk birliğidir. Bu sebepledir ki, Türk birliği-Pantürkizm bizim her şeyimizdir.

Sınıf kavgası nazariyesi ile 100 yıldır insanlığı rahatsız eden ve aynı zamanda Rus-Çin işgalciliğine-sömürgeciliğine alet olan komünizmin karşısında, son nefesine kadar savaşan ulusların başında biz bulunduk. Biz bu eşitsiz kanlı savaşta Enver Paşa, Mirseyit Sultangaliyev, Çolpan, Fitret, Osman Batır, Magcan Cumabay, Mesut Sabri, Yakup Rahmanoğlu, Abdurehim İsa gibi büyük Türkçüler başta olmak üzere, yüzbinlerce şehit verdik. Bizim ülkümüz yani Türkçülüğümüz bu çetin savaşlar sırasında gelişmiştir. Bizim ülkümüz yalnız Türklüğe değil, geçmişte olduğu gibi tüm insanlığa hizmet edecektir. Bugün eğer komünizm çöküyorsa, bugün eğer insanlık bu felaketten kurtulmanın ümidini yaşıyorsa, bu işte Türk ulusunun ve Türkçülük ilkesinin payı son derece büyüktür.

Bir zamanlar biz dürüst ve mert olduğumuz için yenik düşmüştük, tıpkı Bruno’nun (1548-1600) “Dünya Dönüyor” dediği için yenik düştüğü ve öldürüldüğü gibi. Fakat, dünyanın dönüşünü ne Engizisyon durdurabildi ne de komünizm. “Dünya Dönüyor”, dönen bu dünya ile beraber, büyük Türk ulusu da, daha geniş ufuklara doğru dönecektir.

İklil KURBAN


Kaynakça:
♦ Georgeon, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri (Yusuf Akçura), Ankara 1986.
♦ Hayıt, Baymirza, Türkistan’da Öldürülen Türk Şairleri, Ankara 1971.
♦ Hayıt, Baymirza, Türkistan Rusya İle Çin Arasında, İstanbul 1975.
♦ İlkul, Ahmet Kemal, Türkistan Ve Çin Yollarında Unutulmayan Hatıralar, İstanbul 1955.
♦ “Kazan İslamları”, Tercüman Gazetesi, 9 Eylül 1895.
♦ Oktay, A. Türkistan Milli Hareketi Ve Mustafa Çokay, İstanbul 1950.
♦ Sadri, Roostam, “The İslamic Republic Of Eastern Turkestan: A Commemorative Reviev”, Journal İnstitute Of Muslim Minority Affairs, cilt 5, nu 2, s.294-319, Londra 1984.
♦ Saray, Mehmet, Rusya İşgali Devrinde Osmanlı Devleti İle Türkistan Hanlıkları Arasındaki Siyasi Münasebetler (1775-1875), İstanbul 1984.
♦ Sayrami, Musa, Tarihi Hamidi, Pekin 1986.
♦ Şehidi, Burhan, Şincangning 50 Yili, Pekin 1986.
♦ Şincangning Kiskiçe Tarihi, Ürümçi 1984.
♦ Taymas, A.B. Kazan Türkleri, Ankara 1966.
♦ Togan, Z.V. Türkistan, İstanbul 1981.
♦ Yarkın, İbrahim, “Türkistan’da Uyanış-Milli Hareketler Ve Münevver Kari”, Türk Kültürü, sayı 46, s.78-86.
♦ Yarkın, İbrahim, “Türkistan Ceditçilik Devri Rehberlerinden, Edip ve Siyaset Adamı Mahmut Hoca Behbudi (1874-1919)” Türk Kültürü, sayı 90, s.50-54.
♦ Yarkın, İbrahim, “Türkistan’ın Ceditçi Fikir Adamı, Yazar Ve Şair Abdurauf Fitret”, Türk Kültürü, sayı 147, 148, 149, s.55-58.
♦ Yarkın, İbrahim, “19. Yüzyılın İkinci Yarısında Buhara’da Islahatçı Fikir Adamı Ahmet Daniş (1827-1897)”, Türk Kültürü, sayı 181, s.43-46.
♦ Zenkovsky, Serge, A. Rusya’da Pantürkizm ve Müslümanlık, Ankara 1971.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.