Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkistan’da Ceditçilikten Türkçülüğe – Giriş

0 1.375

İklil Kurban

Giriş

Onaltıncı yüzyıl başlarındaki deniz yollarının açılmasıyla beraber Orta Asya ovalarından kara yolu ile yapılan ticaret birdenbire durur. Ülkede merkezleştirici ticaret gibi amilin tamamıyla sükutu, halkın ancak ekincilik ve hayvancılık ile yaşaması, Türkistan’ın bölgeleri arasında evvelce de pek kuvvetli olmayan manevi bağların daha çok zayıflamasına, ülkenin hanlıklara bölünmesine sebep olur. Türkistan’ın güney doğu kısmı olan Altışehir’de Seidiye Hanlığı 1514’te, Buhara Hanlığı 1500’de, Hive Hanlığı 1511’de, Hokant Hanlığı 1700’de kurulur (Saray, 1984: 1,2). Yine bir taraftan Türkistan’ın iktisadi yaşamında önemi çok büyük olan, Hazar denizine dökülen Amu Derya ile Sir Derya’nın 1575’te yatağını değiştirerek Aral denizine dökülmesi, o yüzyılın en büyük musibetlerinden biri sayılır (Togan, 1981: 178). Üstelik Şii İran’ın Türkistan’a karşı yürüttüğü savaşlar ve 18. yüzyılın başında başlayan Kalmuk baskınları Türkistanlılar için büyük sıkıntılar getirir.

1552’de Kazan, 1555’te Ural sahasının Başkurtları, 1556’da ise İdil ağzındaki Astrahan’ın Rusların eline geçmesiyle, parçalanmakta ve zayıflamakta olan Türkistan’ın kapıları Rus genişlemesine açılır. Rusya toprağı Korkunç İvan’ın devrinde (1584) 1.530.000 kare İngiliz mili olmuşsa, Büyük Petro’nun devrinde (1689) 5.953.000 kare İngiliz mili, Yekaterina II’nin devrinde (1775) 7.123.000 kare İngiliz mili olur. Görülüyor ki, Rusya 200 yıl içinde 5 misli büyümüştür (Şincangning Kiskiçe Tarihi, 1984: 488).

Böylece 19. yüzyıla doğru, Farabi’yi, İbni Sina’yı, El Biruni’yi, Kaşgarlı Mahmut’u, Alişir Nevayi’yi, Timur ve Uluğ Bey’i doğuran Türkistan toprakları, kuzeyden Rusların, doğudan Çinlilerin rahatça işgal edebileceği bir duruma gelir. Türkistan’ı işgale götüren bu siyasi ve iktisadi felaketler ile beraber, belki daha da etkilisi, kalıplaşmış dini öğretimden başkasına yer vermeyen, eskiye körü körüne bağlı, gerici ve şekilci yöntemdeki mektep ve medrese sistemlerinin yüzyıllar boyunca hiç değişmeden süregelmesi olmuştur (Yarkın, 1966: 78).

Kazak Hanı Ebülhayır 1726’daki Kalmuk baskınlarından korkarak, Ruslar tarafından korunmasını ister (Zenkovsky, 1971: 87). Bu vesileyle Rus hizmetinde olan Tatar mirzalarından Kutlu Mehmet Tefkilev, bazı tüccar ve mollalar Ebülhayır Hana gidip, Ruslara bağımlılığını kabul etmesini teklif ederler. Nihayet 1734’te Ebülhayır Han Ruslara bağımlılığını kabul eder. Ruslar da 1735 yılında Başkurtlarla Kazakların tam ortasında, Ebülhayır Hanın kendisinin gösterdiği yerde Or ırmağının Yayık ırmağına döküldüğü noktada Orenburg şehrini yaparlar (Togan, 1981: 175).

1750 yılında Rus hükümetinin devreye girmesiyle Kazanlı 200 aile Türkistan’ın eşiği sayılan bu Orenburg şehri civarına göç ettirilerek Said Ağa Kasabası (Orenburg Kargalısı) kurulur (Taymas, 1966: 110). Bu kasaba ise Kazan tüccarlarının Türkistan ile olan ilişkilerinde iyi bir geçit olur. “Balıklar sudan lezzet aldıkları gibi, Kazanlılar ticaretten hoşlanırlar. Moskova’dan, İdil boyundan Kaşgar ve Çin ötelerine kadar, Sibirya buzları ve karları dibinden Asya’nın güneyine, İstanbul ve Mısır’a kadar Kazan tüccarları dolaşıp gezip alış veriş ederler. Asya’da Kazanlı olmayan şehir, Kazanlı elinden kurtulan ticaret yoktur. Hem İslamca, hem Rusça bildiklerinden Asya ticaretinde çok işleri ve övgüleri vardır” (Tercüman 1895, 9 Temmuz).

Rusların, Kazanlıların bu hareketli, becerikli vaziyetlerinden siyasi ve askeri amaçlar için faydalandıkları sık sık görülmüştür. Evet, Kazanlıların bu 200 yıllık (1552-1750) talihsiz geçmişi-onların hiç istemedikleri-Rusların daha da ilerleyerek Türkistan’ı işgal etmede, onların omzuna aracı olmaktan ibaret kaderin kara görevini yüklemiştir.

Rusların böylesine hızlı büyümesinin iki ana sebebi vardı:

Birincisi, Rusların Avrupalı olduğu için, Batı Avrupa’daki gelişmelerden doğrudan doğruya esinlenip, güç kazanmaları idi.

İkincisi, Rusların, vatanlarının Avrupa’nın doğu kıyısına yakın-ortada Tatar toprakları vardır-bulunmasıyla, Asyalı geri kalmış Türk boylarının geniş ve zengin topraklarına yakın-ortada Tatar toprakları vardır-komşu olmaları idi.

Ruslar bu işgalciliğini, Avrupa aydınlığını Asya karanlığına taşıyıcı olma kimliği ile örtbas ediyorlardı. Git gide askeri güç de kullanarak Türkistan’ın içlerine kadar ilerlemeye başlayan Ruslar, Rusya’nın Orta Asya’daki yayılış sebeplerini hariciye vekili Prens Gorçakov aracılığıyla dünya umumi kamuoyuna 3 Aralık 1864’te şöyle açıklamak ihtiyacını hissetmiştir:

“Rusya’nın Orta Asya’da karşılaştığı durum, hiçbir sosyal organizasyonu olmayan, yarı vahşi ve göçebe halklar karşısındaki bütün uygar devletlerin problemleri ile aynıdır. Bu tip durumlarda daha uygar olan devletler kendi sınırlarını ve çıkarlarını korumak zorunda kalmıştır. Sınır bölgesinde huzursuzluğu yaratan gruplar cezalandırıldıktan sonra kuvvetlerimizi geri çekmek mümkün olmamıştır. Verilen ceza çabuk unutulmuş ve geri çekilmemiz bir nevi zayıflık olarak algılanmıştır. Çünkü Asyalılar, görünür ve hissedilir kaba kuvvetin dışında hiçbir şeye saygı göstermemişlerdir. Onun içindir ki, biz şu iki şıktan birini seçmek zorunda kaldık. Ya verdiğimiz bütün emekler, elde ettiğimiz ticari çıkarlar ve sınır boylarında kurduğumuz emniyet tertibatlarını unutup her şeyden vazgeçecektik veya bu vahşi Orta Asya ülkelerinin derinliklerine yürüyecektik. Rusya bu ikinci şıkkı tercih mecburiyetinde kaldı. Tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’nin Kuzey Amerika’da, İngiltere’nin Hindistan’da, Fransa’nın Cezayir’de ve Hollanda’nın kolonilerinde yaptıkları gibi” (Saray, 1984: 64).

Böylece Ruslar 1865’te bir aydan fazla kuşatma ve savaş ile Taşkent’i işgal ederler (Saray, 1984: 68). 1868’de Buhara ordusunu yenen Ruslar, Buhara Hanlığını ağır koşullara zorlar. Toprağının üçte ikisini Ruslara bırakan Buhara Hanlığı, Rusya’nın küçük bir vassalı haline getirilir (Saray 1984: 84). 9 Haziran 1873’te Hive Hanlığı İşgal edilir (Saray, 1984: 95). 4 Mart 1884’te Merv’in işgal edilmesiyle Rusların Türkistan işgali tamamlanmış olur (Hayıt, 1975: 11).

Rusların Türkistan’daki tutumuyla İngilizlerin Hindistan’daki tutumu arasında büyük fark vardır. Hindistan’daki İngilizler yalnız kendi ürünleri için Pazar bulmak ve kendi fabrikaları için ucuz veya bedava ham madde istihsalini temin etmek yolunu takip etmişse, Ruslar bunun dışında yerli halkı yavaş yavaş yok etmek ve ülkeyi ahali bakımından da yavaş yavaş “Rus ülkesi” yapmak yoluna girmişlerdir (Togan, 1981: 276-279). Bu bakımdan Ruslar, Doğu işgalcisi olan Çin karakterini taşımışlardır. Nihayet işgalci Ruslar ile işgal edilmiş Türkler arasında yok etmek ile benliğini korumaktan ibaret bir kültür savaşı, bir yaşam savaşı başlamıştır.

Kırım Tatarlarından Gaspıralı İsmail Bey’in (1851-1914) önderliğinde, Rus esiri bütün Türk bölgelerinde başlatılan bu savaş, önce, “ceditçilik” veya “yenileşme” olarak ifade edilen eğitim ve kültür sahasındaki bir ıslahat hareketi idi. Fakat, 1905’ten sonra bu ıslahat hareketi, Türkçülüğe ve hatta dünya Türklüğünün siyasi birliğine teşebbüs etmekten ibaret Pantürkizme dönüşmüştür. Bütün dünyadaki Türk aydınlarını heyecanlandıran bu yeni gayenin tipik temsilcisi, hem Rusya’da hem Türkiye’de yaşayan Tatar Yusuf Akçura (1876-1935) idi.

“1905’ten sonra” diye ayırım yapıyoruz, bunun sebebi şu: Rus-Japon Savaşında (1904-1905), Rusya’nın Asyalı bir küçük devlete yenik düşmesi, Rus mahkûmu Türklerde, Rusya’nın karşı koyulamayacak derecede güçlü bir kuvvet olmadığı fikrini uyandırmıştır. Rus-Japon Savaşını takip eden 1905 Rus Devrimi, dışarıya göç eden Türklerin, Avrupa’nın özgürlük, Türkiye’nin Türkçülük-Türkiye’deki Türkçülük de Avrupa’nın milliyetçiliğinden esinlenmiştir-fikirleriyle beraber Rus işgali altındaki kendi vatanlarına geri dönmelerine sebep olmuştur (Zenkovsky, 1971: 62). Aralarında Yusuf Akçura ile İsmail Gaspıralı’nın da bulunduğu bu geri dönenler Rus hükümetine karşı Türkçülük eylemlerinde önder rol oynamışlardır.

Ceditçilik ve Türkçülük eylemlerinde en geç kalan Türk bölgesi Doğu Türkistan olup, bu bölgenin Çin sınırları içinde bulunması, Çin’in geleneklerine uyarak, Doğu Türkistanlıları aşırı bir ırkçılık politikası altında ezik tutması, bunun başlıca sebebidir. Cesur Uygur milliyetçisi Abdurehim İsa’nın 1957’de söylediği ve kendisinin öldürülmesine sebep olan, “Çinlilerin özerk bölgesi olmaktansa, İngilizlerin sömürgesi olmak daha iyidir” dediği sözleri elbette boşuna değildir.

Kazan Türklerinde diğer Türk boylarına, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğundaki Türklere oranla, Türk milli burjuvazi sınıfının daha önce doğması, onlarda Türklük şuurunun daha yüksek olmasını sağlamıştır. Türklüğün aslı olan Türkistan Türkleri ise, Avrupa aydınlığından uzak, cehalet karanlığının derinliklerinde bocalamış, Türklük yerine ümmetçiliği benimsemiş bir vaziyette, maddi ve manevi kısırlık içinde kıvranıp duruyordu.

Pantürkizmin babası (Georgeon, 1986: 7) Yusuf Akçura, Türk birliğini “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı ünlü eserinde, Türkün geleceği için bir orijinal doktrin olarak öne sürüyordu. O, “XIX’uncu yüzyılda cihan medeniyet tarihine en çok icra-i tesir eden müessir milliyet fikridir. Milliyet fikrine, bu azim kuvvete hiçbir şey galip gelemez. Yüzbinlerle muntazam ordular, bu fikir karşısında yenildi” diyerek, milliyetçilik hareketinin geleceğine iyimser bir biçimde bakıyordu (Georgeon, 1986: 51). Akçura’nın “Türk Milliyetçiliğinin Manifestosu” olarak bilinen bu eseri 1904’te Rus-Japon Savaşı sırasında, Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” formülü ise 1905’te Rus Devrimi sırasında doğmuştur. Böylece Pantürkizm, Gaspıralı’nın sürekli 25 yıl (1883-1908) yayınladığı Tercüman Gazetesinin aracılığıyla yürütülen Ceditçilik hareketinin devamı olarak Birinci Dünya Savaşına kadar olan yıllarda doğup büyümüş ve bütün Türk dünyasında yayılmıştı.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.