Türkler tarihleri boyunca müzikle ilgilenmiş bir millettir. Gerek İslamiyet’ten önce gerekse İslamiyet’i kabullerinden sonra müzik Türk millet ve devletlerinin hayatındaki yerini ve canlılığını daima korumuştur. Bunu yakından görmek için tarihi akış içinde Türklerin müzikle olan münasebetlerine kısaca göz atmak yerinde olacaktır.
1. Eski Türklerde Müzik
Milattan beş bin yıl önce Orta Asya’dan çıkarak Mezopotamya bölgesine gelip yerleşen Sümer Türklerinin ibadetlerinde ve eğlencelerinde müzik ile raksın mühim bir yer tuttuğu bilinmektedir. Yapılan arkeoloji çalışmaları sonucunda, Sümer mabetlerinde tanrıların öfkelerini göstermek için ilahi ve münacat okunduğu; bu dinî şarkıları okuyanlara Kalu dendiği, bunların ibadet esnasında müzik aletleri çaldığı ortaya çıkarılmıştır. Kazılar neticesinde bu bölgedeki mezarlarda çeşitli müzik aletleri bulunmuştur.[1] Zamanımızda kullanılan çalgıların hemen hepsinin prototiplerini, ilk örneklerini Sümerliler kullanmışlardır. Araştırmacılar, Sümerlerin nota kullandıklarını ve çivi yazısıyla sesleri tespit ettiklerini belirtmişlerdir.[2]
Başka bir Türk kolu olan Etilerin günlük hayat, ibadet ve eğlenceleri içinde çeşitli müzik aletleri kullandıkları bilinmektedir. Ele geçirilen kabartmalarda müzik alemi resimleri dikkat çekmektedir. Kabartmaların birinde kopuz çalmakta olan bir sanatkâr ve karşısında oynayan bir rakkase vardır.[3]
Müzik, Hun ve Uygur Türklerinin hayatında da önemli bir yere sahip olmuştur. Hun Türklerinde saray büyüklerine müzik aletlerinin hediye olarak verilmesi adetti. Hunların birbirlerine gönderdikleri hediyeler arasında müzik aletleri en önemli yeri tutardı. Uygurlarda kadınlar ve erkekler bir araya gelerek müzik aletleri çalarlar ve şarkılar söylerlerdi. Uygurların saza benzer iki türlü çalgıları vardı. Bunlara o kadar önem verirlerdi ki kırlara, uzak yerlere gitseler bile müzik aletlerini mutlaka yanlarında taşırlardı.[4] Türk müzik aletleri arasında çok önemli yere sahip olan kopuz adlı saza benzeyen çalgının eski Türk folkloru içinde mühim bir yeri vardı. Destanlar, kahramanlık menkıbeleri, aşk türküleri, milletin acı tatlı hatıraları, saz şairleri tarafından kopuz çalınarak söylenirdi. Türklerin bulunduğu her yerde mevcut olan kopuz atalarımızla birlikte pek çok yere yayılmış ve “kobos, kobzo, kopus” vb. adlar altında çok sevilen sazlardan biri olmuştur.[5]
Türk Kültür Tarihi araştırmalarıyla tanınan Baheaddin Ögel kopuzun Türkler arasındaki önemini vurguladıktan sonra onun, velilik ve ululuk sembolü olduğunu, ulularla haberleşmek, yiğitleri övmek ve güç vermekte, halkı uyarmak, iyi ruhları çağırıp kötüleri kovmak gibi pek çok yerde kullanıldığını belirtmiştir.[6]
Çin şimalinde yaşayan eski Türklerin hayat ve medeniyetlerini ortaya çıkaran kazılarda muhtelif yapılarda bulunan freskler arasında eski Türk çalgısı ve rakkaselerinin resimlerine de rastlanmıştır.
Tarihçiler milattan önceki yıllarda Çin’e inen Türklerin oraya millî raks ve müziklerini de birlikte götürdüklerini ve Çin müziğinin vücuda gelmesinde o zamanki Türklerin tesirli olduğunu belirtilmişlerdir.[7]
Bütün ilk cemiyetlerde olduğu gibi, en eski Türk toplulukları içinde de güzel sanatların din ile birlikte vücut bulduğu görülmektedir.[8] İlk din adamları, ibadet esnasında kütleyi heyecana getirmek için güzel söz, ahenkli ses ve bunlara uygun rakslardan faydalanmışlar, bediî heyecan, dinî heyecana destek olmuştur; yahut başka bir deyişle dinî heyecan bediî heyecana kaynaklık etmiştir. Cinler ve ruhlarla irtibat kurmak, yağmur yağdırmak, mabutlara kurban vermek, ölüleri anmak gibi dinî törenlerde manzum eserler bir müzik eşliğinde terennüm edilmiştir.[9] Zamanla toplumun din anlayışı değiştikçe önceleri dinî mahiyette olan şiir, müzik ve raks dinden ayrılarak sanat ağırlıklı devam etmiştir.[10]
İlkçağlardaki Türk topluluklarında dinî kuralların öğretilmesi, öğütler verilmesi, ibadetlerin ve dinî törenlerin yapılması sırasında, konuşulan dilin ahenginden yararlanmak için şiir, bu şiirlerin tesirini arttırmak için de müzik kullanılırdı. Müzik eşliğinde dinî törenler yapan ve yaptıran, ayrıca toplumda şifacılık, büyücülük, ruhçuluk gibi özel meşguliyetleri olan ve Kırgızlarda Bekşir Bahçi, Oğuzlarda Ozan, Altaylarda Kam, Yakutlarda Oyun, Tunguzlarda Şaman adı verilen din adamları şiir ve müzik bilen kimselerdi.[11]
Dinî merasimler dışında, özellikle düğünlerde yapılan ve şölen denilen eğlencelerde ziyafet ve müzik bir arada görülür, yemekli olan bu eğlencelere toy adı verilirdi. Türkler tahta çıkma, avlanma, beşik kertme, nişan, düğün, bayram, karşılama, ağırlama, ant verme veya ödünç alma gibi çeşitli toylar tertip ederlerdi. Bu toyların hepsinde, at yarışları ve çeşitli sürek avları gibi bütün eğlencelerde müziğe yer verirlerdi.[12]
Müzik, orduda askerin cesaret ve gayretini artırmak maksadıyla da kullanılırdı. Eski Türk Hakan saraylarında, mızıka takımları bulunur, bunlar sabah, akşam ve bazı merasimlerde muayyen eserleri çalarlardı. Hakan saraylarında ozanlara büyük itibar gösterilir ozanlar millî olaylara ait şiir ve destanlar tanzim edip bu eserleri kopuz denen çalgı eşliğinde söylerlerdi.[13]
Kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında, eski Türklerin müziğe çok önem verdiklerini, müziği, çoğunlukla dinî törenlerde, önemli olaylarla ilgili olarak düzenledikleri eğlence ve oyunlarda ve savaşlarda kullandıklarını söyleyebiliriz.
2. Selçuklu Toplum Hayatında Müzik
XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yayılmaya başlayan ve Batı Selçuklu Devleti’ni kuran Oğuz boyları arasında da müzik önemini korumuş ve büyük ilgi görmüştür. Selçukluların günlük yaşantıları arasında önemli bir yeri olan av partilerinde, resmî ve büyük törenlerde, elçi kabullerinde muhteşem müzik icraları yapılmıştır. Batılı ve Rus bilginleri orta Asya ve çevresinde yaşayan Türk boylarında bu geleneğin hâlâ devam ettiğini belirtmektedirler.[14]
Selçuklu eğlence hayatının merkezini oluşturan hanlarda müzikli eğlenceler tertip edilmekte, çeşitli müzik aletlerini kullanan icracılar ve şarkıcılar bulunmakta idi.[15]
Türk askerî müziğinin temelini teşkil eden “nevbet vurma” Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ile başlamış daha sonra Anadolu Selçuklulularında ve Osmanlı Devleti’nde de devam ederek gelenekselleşmiştir. Bu müzik geleneğine göre, hükümdarların ve büyüklerin huzurunda her gün muayyen vakitlerde nevbet adı verilen konser verilirdi. Selçuklu hükümdarı için sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı olmak üzere beş defa nevbet vurulur, diğer Selçuklu prensleri için ise üç defa vurulurdu. Bu bir bağımsızlık simgesiydi. Bu işleme saygı duyulur ve ayakta dinlenirdi. Tarihçiler, Osmanlı Padişahı Osman Bey’e Selçuklu hükümdarı tarafından beylik nişanesi olarak tablü’l-alem yani müzika takımı ile sancak gönderildiğini bildirmektedirler. Bu da onların müziğe ne derece önem verdiklerini göstermektedir.[16]
3. Osmanlı Toplumunda Müziğin Yeri
Osmanlı müziği, Osmanlı saray veya halk müzisyenlerinin askeri, dinî, klasik ve folklorik türde ürettiği ve toplumun her kesiminde kullanılmış bir sanat olup bir ucu Çin’e, bir ucu Fas’a kadar uzanan yirmi beş yüzyıllık Türk müziğinin yaklaşık beş yüz yıllık bir bölümünü teşkil eder. Türk tarihinin en büyük devleti, dünya tarihinin de en uzun ömürlü devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti, Türk ilim, sanat ve siyasetinin her dalında zirveye çıktığı gibi, Osmanlı medeniyetinin ayrılmaz bir parçası olan müzikte de, Türk müziği içinde mümtaz bir yere sahip olmuştur.[17]
Osmanlı müziği, tezhibi, nakşı (minyatürü), halısı, hattı ve ebrûsuyla Batılıların sublime art dedikleri “ulvi” bir güzellik olan Osmanlı sanatının -mimarideki taş yerine- seste billurlaşmış şeklidir. Mehteri ile başkasına karşı olan küçük savaşı (cihad-ı asgar), ayin ve zikirleriyle ise kendi benliğine karşı olan büyük savaşı (cihad-ı ekber) kazanmayı hedeflemiş bir inanç müziğidir. Genel karakteri, kaynağı olan Türk müziğinin genel karakteri içinde mütâlaa edilen Osmanlı müziği, tarihi orijininde tek kişinin usullü veya usulsüz, ama mutlaka bir makama bağlı olarak çalıp söylediği; müziğin sadece ritm ve melodi unsurlarını kullanıp insan sesine ağırlık veren ve nihayet, nesilden nesile aktarımı Batı müziğindeki gibi nota yoluyla değil meşk yoluyla sağlanan bir şahsi üslup ve ifade müziğidir.
Osmanlı müziği bu genel karakteri bariz bir şekilde taşımakla birlikte, sonuç olarak bir imparatorluğun müziği olmak bakımından, müzikle doğrudan ilgili, askerî, dinî, tasavvufî, saray ve elit çevrelerde müesseseleşmiş, ayrıca mozaiğini meydana getiren çok çeşitli etno-kültürel unsurların katılımıyla renklenmiş ve zenginleşmiş büyük bir sentez sanatıdır.
Genel olarak Türk, özel olarak Osmanlı müziğinin karakteriyle ilgili bir başka husus da şudur: Bu müzik, -ordu, tekke ve eğlence uygulamaları dışında -bir toplu icra müziği değildir; hele koro ile hiçbir zaman icra edilmemiştir. Sarayda ve elit çevrelerde yapılan klasik veya halk tarzı fasıllar ise, gerek kadro gerek repertuar bakımından günümüz korolarının çok uzağındadır, koro Osmanlı müziğinin karakterine zıt bir uygulamadır.
Sarayın, devleti yalnız askerî ve mülkî olarak değil, aynı zamanda fikir ve sanat hayatı açısından da yöneten bir merkez oluşu sebebiyle, ülkenin en ileri fikir ve sanat adamları hep sarayda toplanmıştır. Şiir ve hat gibi müzikte de eğitimlerinin ayrılmaz bir parçası olan Osmanlı padişahları da sanatı -Selçuklu, Karahanlı ve diğer ataları gibi- ırk, dil din ve mezhep farkı gözetmeksizin kurup desteklemiştir. Osmanlı müziğinin, bir imparatorluk sanatı olarak, Türk müziğinin en fazla gelişmiş, zenginleşmiş ve incelmiş bölümü olmasının sebebi budur.[18]
Osmanlı müziğinin genel karakterinden bahsederken, nesilden nesile aktarımının meşk yoluyla sağlandığını belirtmiştik. Burada bu meşkin yapıldığı mekanlar hakkında kısa bir malumat vereceğiz. Bu mekanlar bir mânâda müzik eğitiminin verildiği yerlerdir ki, Mehterhane, Mevlevihane, Enderun, Müzik esnafı loncaları ve özel meşkhaneler olmak üzere beş tanedir. Bunlardan Mehterhane, Mevlevihane ve Enderun Osmanlı’nın müzik hayatında önemli bir yere sahip olmuşlardır.
A. Mehterhane
Müzik eski Türklerden beri askerî alanda, askeri cesaretlendirmek, düşmanın moralini bozarak savaşacak güç bırakmadan harbi en kısa zamanda kazanmak maksatlarıyla kullanılmıştır.
Mehterhane, Osmanlı Türklerinin askeri müzik eğitiminin verildiği mekteptir. Selçuklularda, nevbet sistemi adıyla başlayıp Osmanlı döneminde daha çok geliştirilip kurumsallaştırılmış olan mehter müziğinin temel bazı özelliklerini belirtmek bu müziğin Osmanlı için önemini anlamamızda yararlı olacaktır.
İslam inancının itici gücü, din uğruna savaşmayı, İslâm dinine inanıp Peygamber’in yeşil sancağı altında cihat edenlerin gayretini yücelterek askerî fetih fikrini genişletmiştir. Osmanlılar ise fetih ruhuna davul müziğinin tılsımlı sesini, ordunun önünde taşınan tuğların cezbedici etkisini katmışlardır. Osmanlı’nın genişleme döneminde mehterin sesi Müslüman olmayan halklar için dehşet verici bir ses, Osmanlı halkında ise huşû duyguları uyandıran bir haykırıştır. Osmanlı hayat biçiminin bir özelliği olan mehter Arapça “ümmet” teriminin dile getirdiği, dünya İslâm cemaati birliği içinde yer alan insanların kendilerini tanımladıkları kimliğin müzikteki yüzyıllarca süren bir ifadesiydi. Ümmet kavramı bir bütün olarak ele alınırsa, millet cemaat, halk, din gibi varlıkları kaynaştırır. Hepsini İslâm’a özgü nitelikler ve ülküler içinde birleştirir.[19]
Mehter müziği başka müzik türlerinden farklı olarak herkes için icra edilen ve toplumun çok geniş bir kesimince dinlenen bir müzikti. Halk müziği hükümdarlardan en sade insanlara kadar toplum hiyerarşisinin bütün basamaklarına, Osmanlı toplumunun bütün tabakalarına sesleniyordu. Mehter gösterileri ile icraları Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal dokusunu meydana getiren bütün bir halkı günün belli bir saatinde tek bir cemaat sesinde simgesel olarak birleştiriyordu.
Mehter müziğinin kabul edilebilirliği din alimlerince hiçbir zaman tartışma konusu yapılmamıştır. İslam alimlerinin müziğin helâl olup olmadığı konusundaki uzun tartışmalarının ve açık olmayan görüşlerinin tersine, mehter müziğinin icra edilmesi konusunda hiçbir zaman fikir ayrılığı doğmamış; müzik nevileri arasında marşlar başlığı ile ele alınıp mübah olduğu belirtilmiştir.[20]
Osmanlı mehter örgütü I. Murat zamanında (1360-1389) yeniçeri birliklerinin kurulmasıyla gelişmiştir. Başlangıçta yeniçerilere yardımcı nitelikte bir askerî kurum halinde iken, mehter takımlarının görevleri artıp genişledikçe, bütünüyle Yeniçeri Ocağı’na bağlı olmaktan çıkmış; her ordunun her karargâhın ve vezirlerin olduğu gibi her şehir ve kasabanın ve hatta her köyün bile büyüklüğü değişen mehter örgütü olmuştur. Mehter takımları bayramlarda, şenliklerde, düğünlerde de çalmış, halka hizmet etmişlerdir. Mehterhanenin kuruluşundan beri; bu örgüt ile sultanın gücü, sultanlık hak ve yetkileri arasında bir bağ kurulmuştur. Savaş dışında mehterler, sultanların tahta çıkışlarında, kılıç kuşanma törenlerinde, saraydaki kabul törenlerinde, yabancı elçiler için düzenlenen kabul törenlerinde, bayramlarda, zafer kutlamalarında, şehzadelerin şerefine verilen ziyafetlerde önemli bir yer tutmuşlardır.
Mehter gösterisi İslâm halifesi ve Osmanlı Sultanı olarak padişahın manevî gücünü ve iktidarını temsil eden bir simgeydi. Devlet kavramı ile din kavramı sultan kişiliğinde birleşiyordu. Mehterin bir başka dinî özelliği belirli durumlarda Sultan için dua edilmesiydi.[21]
Batı dünyası mehterin gürleyen sesini ilk kez, Fatih İstanbul kapılarına dayanırken duymuştu. Osmanlı orduları batıya doğru ilerledikçe mehterin sesi daha geniş bir bölgeye yayıldı. Ordu ne zaman yeni bir sefer hazırlığına başlayacak olsa, yeniçerilere ve ordunun öteki askerlerine zafer duygusunu aşılamak için mehterhane yardıma çağırılırdı. Osmanlı fetihleri sona erince, mehter kültürü Osmanlı sınırları dışında yayılmaya başladı. Avrupa’ya gönderilen ilk Osmanlı elçileri ülkeye kendi müzik takımlarını da götürdüler. Böylece Avrupa ülkeleri de, Türk mehter takımlarının çizgilerini yansıtan kendi bando takımlarını kurmaya başladılar.[22]
Mehter örgütü ile Yeniçeri Ocağı arasındaki yakın bağ ise mehterin âkibetini kaçınılmaz kılmış 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın ilgası ile birlikte mehter örgütü de altüst olmuş, Batı örneğine göre kurulan yeni askerî bando şeklini almış ve 1834’te Müzika-ı Hümayun adlı bir müzik kuruluşu oluşturulup sultanın gözetimine verilmiştir.[23]
Islahat hareketini izleyen dönem birbirine karşıt eğilimler doğurmuş, kimileri eski mehterin olduğu gibi muhafazasını, kimileri de mehteri yeniden canlandırmayı savunmuştu. Mehter uzunca bir süre ihmale uğramış, bu ihmal XX. yüzyılın başlarında çağdaş milliyetçi bir uyanışın harekete geçirdiği romantik aydınların mehterhaneyi canlandırma girişimine kadar sürmüştür. 1914’te askerî müzeye bağlı olarak Mehterhane-i Hâkânî kurulmuş ve bu tarihten itibaren mehter müziğine, Türk hayat tarzının geniş çerçevesi içinde, siyasî, askerî bir anlamı olan gerçek bir olgu değil tarihî bir eser gözüyle bakılmaya başlanmıştır.
Cumhuriyet’ten sonra 1935’te mehter takımı, aslının bir kopyası olduğu gerekçesiyle bir kez daha ortadan kaldırılmıştır. Ancak mehterin efsanesi zihinlerden silinmemiştir. Mehterin taşıdığı tarihi anlamın anısı canlandırılmak istenmiş bu amaçla 1957’de geçmişteki kıyafetiyle bir kez daha kurulup örgütlenen, geleneksel sazları çalan küçük bir mehter takımı kurularak Askeri Müze’ye bağlanmıştır. Böylece mehter folklorik bir unsur olarak varlığını hep devam ettirmiştir.[24]
B. Mevlevîhane
XII. yüzyılın büyük velisi Hoca Ahmet Yesevî’nin eski Şaman geleneğine dayalı müzik ve raksa tarikat yolunu açmasından sonra XIII-XIV. yüzyıl Konyası’nda bir tarikat doğmuş ve bu tarikata mensup bestekârlar Osmanlı tekke müziğini zirveye çıkaran abideleri ortaya koymuşlardır. Sultan Veled tarafından kurulan ve Mevlânâ’nın tasavvuf? fikirleriyle ibadet şeklini (semâ) sistemleştiren Mevlevîlik, Türkçe, Arapça, Farsça, hat, tezhip, semâ, meşk gibi derslerin yanı sıra ciddi müzik eğitimi de veren dergâhları ve bir tür konser salonu niteliğindeki semâhaneleriyle, Osmanlı müziğinin gelişmesinde yüzyıllar boyu büyük bir ocak görevi yapmış, Anadolu’nun en ücra ve küçük şehirlerinden başka, İmparatorluğun Balkan ve Orta Doğu eyaletlerinde de açılmış mevlevîhaneler Osmanlı müziğinin yayılmasında başlıca rolü oynamışlardır.[25]
C. Enderun
I. Murad’ın Edirne’yi almasından hemen sonra 1363’te kurduğu, II. Murad, Fatih ve Bayezid’in geliştirip mükemmel bir saray üniversitesi haline getirdiği 1833’te II. Mahmut tarafından kapatılan saray okulunda II. Mahmut devrinden itibaren müzik dersleri de okutulmuştur. Enderun’daki müzik öğrenimi saz ve ses olarak, birer usta ve öğretmenin yanına çırak olarak verilen gençler, en az dört yıllık bir eğitimden sonra, haftada iki kere yapılan fasl-ı hümâyun’a (sarayda yapılan konser) katılabilmeye hak kazanırlardı. Enderun’dan yetişen müzikşinaslar sayılamayacak kadar çoktur. Hatta Polonya asıllı Ali Ufki Bey ve Romen Prensi Dimitri Kantemir dahi, enderunludur. Osmanlı teşkilatının Sultan II. Mahmut zamanında Batı saraylarına benzetilmeye başlanması ile Enderun’da seviye kaybı başlamış ve müzik eğitimi Muzika-ı Hümâyun’a geçmiştir. Enderun Mektebi 1908 Meşrûtiyeti’nde kapatılmıştır.
Enderun müzik mektebi, kalburüstü Osmanlı müzisyenlerinin sadece yetiştiği değil ders de verdikleri bir okuldu. Yeniçeri sarayının bu önemli müzik öğretim merkezi de II. Mahmut tarafından kapatılmıştır.[26]
Mehterhane ve Enderun gibi tarihi kökü devam ettiren eğitim kurumlarının yerine Tanzimat ideolojisinin yerleşmesiyle Batı modeli bando okulu olan Müzika-i Hümayun kurulmuştur. Ancak 1908 Meşrutiyeti’nden sonra beliren devlet konservatuarı ihtiyacı, 1916’da Darü’l-Elhan adlı ilk tiyatro ve müzik okulunu kurdurmuştur.
Talimatnameye göre Darü’l Elhan’da münhasıran Şark ve Türk müziği gösterilecek, burada okuyup çıkanlar mekteplerde müzik muallimi olacaklardı. Darü’l Elhan kurulup işe başladıktan bir sene sonra harp mağlubiyetle neticelenmiş İstanbul işgal edilmiş ve bu işgal dört sene sürerek sonunda Osmanlı hükümeti de yıkılmış olduğu için bu müessese istenildiği ve beklendiği gibi yaşayamamış ve yaşatılmamıştır.
Nihayet Anadolu’da Millî Hükümet kurulup da İstanbul bir vilayet haline getirilince Darü’l-Elhan’ın idaresi hükümetçe İstanbul Husûsi idaresine oradan da belediyeye geçmiştir ve Daru’l Elhan adı verilen müessese bir süre İstanbul Mûsikî Mektebi adı ile eğitim vermiş daha sonra konservatuara çevrilmiştir; başlangıçta hem Şark hem Garp müzikleri tedris edilirken, 1926 yılından sonra Şark müziği tedrisi ilga edilmiştir.[27]
4. Cumhuriyet Döneminde Müzik
Cumhuriyet döneminde müzikle ilgili gelişmelerin nasıl bir seyir takip ettiğini anlamak için Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinin müzik anlayışına kısaca bakmak gerekecektir.
Tanzimat’ın ilanından beri Batı’nın birçok kurumunu aynen veya biraz değiştirerek alıp almamak hususlarında yapılan münakaşalar müzikte de kendini göstererek Osmanlı müzik hayatında Batı tesirinin ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Tanzimat’ın ilk yıllarında Beyoğlu’ndaki özel tiyatrolarda opera, komik ve operetler oynanmaya başlamıştır. Sultan Abdülmecit zamanında, Dolmabahçe Sarayı’nda yaptırılan tiyatro binasında da bir süre opera, operet ve temsiller verilmiştir. Sultan II. Mahmut’la başlatılan, Harem’de orkestra ve hatta bando teşekkülüne kadar giden müzik devrimi Sultan Aldülmecit zamanında daha da kuvvetlenerek devam etmiştir. Öyle ki bu dönemin sonlarında bazı aristokratlar arasında sarayı takliden piyano öğrenme merakı bile başlamıştır.[28]
II. Meşrutiyet’le birlikte millî kültür araştırmalarına daha bir yoğunluk verilmiş ve bu devrede Türkçülük eğilimleri kuvvet kazanmıştır. Bunların tesiriyle daha önce lağvedilen mehterhane, Mehterhane-i Hâkânî adıyla tekrar canlandırılmış; millî müziğin bağımsız bir kolu olarak eğitim veren Darü’l-Elhan açılmıştır. Bunlarla birlikte Batı müziğine ilgi devam etmiştir. Bando müziği gelişmeye devam ederek sayıları çoğaltılmıştır. Saray orkestrası senfonik çizgiye yaklaşma çabalarında olmuştur. Orkestra bünyesinden yetişen Batı musikişinasları Cumhuriyet dönemine intikal ederek Batı müziğinin Türkiye’de kökleşmesi için yapılan faaliyetlerde önemli roller üstlenmişlerdir.
A. Müzik İnkılâbı
Cumhuriyet dönemi, Batı müziği-Türk müziği çatışması şeklinde bir müzik mirası devralmıştır. Diğer taraftan İstiklâl Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran idare yeni ve devrimci fikirler taşıyordu. Bu dönemin müzik politikası biri Cumhuriyet’in kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı diğeri de Türkçü düşünür Ziya Gökalp olmak üzere iki ana noktadan yönlendirilmiştir.[29]
Cumhuriyetin ilk elli yılının resmi müzik politikasına ideolojik zemin teşkil etmiş olan Ziya Gökalp’in görüşlerinin ana başlıklarına göz atalım. Kendisi müzisyen ya da müzikolog olmamakla birlikte bir doktrin adamı, bir ideolog olarak ağırlığı ve Cumhuriyet resmi ideolojisinin oluşmasında oynamış olduğu stratejik rol göz önüne alınınca yazdıkları bir ülkü, bir siyasi program niteliği taşımaktadır.
Gökalp’e göre Klasik Türk Müziği esas itibariyle Türk değildir. Bizans kökenli, Arap ve acem kırmasıdır, yani gayr-i millîdir.[30] Millî olan sadece halk türküleridir. Millî müziğimiz halk müziğiyle garp müziğinin imtizacından doğacaktır. Halk müziğinin melodilerini alıp bunları Garp müziği usulünce armonize edersek hem milli hem de Avrupâi bir müziğe sahip oluruz.[31]
Gökalp’e göre başka hiçbir bileşim, hiçbir arayış çağdaş bir millî müzik oluşturulmasına izin vermez. Aslında Gökalpçi millî müzik politikası Ziya Gökalp’in en genel sosyolojik düzeyde yaptığı “hars-medeniyet” ayrımının müzik alanına yansımasından ibarettir. Kendisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk müziğini harsımızın; Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı müziğini de medeniyetimizin müziği olarak görmektedir.[32]
Atatürk de müzik konusunda genel olarak Ziya Gökalp’in tesirindedir. Fakat Gökalp’ten farklı olarak şu kanaattedir ki, gelişim süreci çok uzun süreceğinden Batı müziği hemen alınıp olduğu gibi uygulanmalıdır. Dört asır bekleyemeyiz demiştir.[33]
Ziya Gökalp’in katı müzik programı yayınının hemen ardından ortaya çıkan şiddetli tartışmalara rağmen Cumhuriyet dönemi müzik politikasının belkemiğini oluşturmuştur. Cumhuriyet dönemi müzik anlayışında dogmatizmin kaynağı, makul olan müzik türünün estetik ve kültürel değil, siyasal bir kararla belirlenmesinin ve estetik değerinin kullanılan tekniğe indirgenmesinin kökenini öncelikle Ziya Gökalp’in fikirlerinde aramak yanlış olmasa gerektir.[34]
Gökalp’in fikirleri sonraları Türk müziğinin kaynağını yalnızca Farabi’ye bağlaması ve dönemine çok yakın zamanlarda yazılmış müzik nazariyatı ile ilgili eserleri görmeden değerlendirilmelerde bulunmuş olmasından dolayı eleştirilmiş ve görüşleri şahsi arzu ve meyillere dayanan peşin hükümlü ve ilmi olmaktan uzak olarak nitelendirilmiştir.[35]
Esasları Ziya Gökalp tarafından belirlenen Türk müzik inkılâpları birbirini takip etmiştir. Darul’ Elhan’ın Garp müziği şubesinin açılması ile başlayan bu inkılâplar bir ara Türk müziğinin, Türk Devleti tarafından yasak edilmesine kadar varmıştır. Türk müziğinin devlet eliyle öğretilmesinden vazgeçilmiş ve devlet kanalıyla, devlet zoruyla, uzun süre sadece Batı müziği öğretilmiştir. Devlet Radyosunda Türk müziği bir ara tamamen yasaklanmış daha sonra da ancak ikinci hatta üçüncü planda neşrine izin verilmiştir. Buna karşılık Batı müziği, devletin bütün imkanlarıyla teşvik edilmiş, bu imkanlarla Türk kulağı kendisine yabancı bir müzikle yıkanarak, o yabancı müziğe tahammüle ve alışmaya zorlanmıştır. Bizzat devlet reisi yapabilecek en mühim inkılâbın müzik inkılabı olduğunu ifade buyurmuştur.[36] Yapılan bu inkılâp, Türk müziğinde binlerce yıldan beri kullanılan sesleri bir tarafa bırakmak, buna karşılık, Batı tarzı çok sesliliği kabullenmek şeklinde hülasa edilebilir.[37]
Tamamıyla Batı müziği lehinde görülen bu gelişmelerin yoğun bir şekilde birbirini takip etmesi ve müzik inkılâplarının hızlandırılması, 1826’dan başlayan büyük müzik devriminin bir asır sonra adeta yeniden kutlanması veya canlandırılması ve milli müziği ezerek yok etmesi şeklinde bir görünüm ortaya koymuştur. Türk müzik inkılabı çerçevesine bağlı uygulamalar devam ederken Atatürk, dikkatli ve sıkı bir takiple yeni çok sesli müziğin meydana getirilme faaliyetini izlemiştir. Daha sonraki yıllarda Türk müziği yönünden muhtelif gelişmeler olmuştur. Bunlar arasında, İstanbul Belediye Konservatuarı’na Türk müziği derslerinin konulmasını, halk evlerinde milli müziğe tekrar yer verilmesini, Askeri Müze mehterhanesinin tekrar faaliyete geçmesini sayabiliriz.[38]
B. Müzik İnkılâbına Yöneltilen Eleştiriler
Cumhuriyet’le birlikte yapılan müzik inkılâbının Türk müziğinde yabancılaşma ve yozlaşmanın temeli olduğu belirtilmiş, Türk müziğinin, ancak Türk eğitim ve Türk kültürünün her türlü imkan ve vasıtası ile en yaygın biçiminde geliştirilebileceği, ilerleyebileceği ve yücelebileceği ifade edilmiş, bunun için de millî bir müzik istikametindeki yaratıcı faaliyetlerin hiçbir tahdide tâbi tutulmadan en üst seviyede gerçekleşmesinin temininin gerekli olduğuna vurgu yapılmıştır.[39]
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren devletin kültür-sanat alanındaki baskın konumu özellikle müzik politikalarında kendini göstermiştir. 1920’li yıllarda başlayan ve 1930’larda doruğa varan bilinçli ve sistematik müdahalenin temelinde hem müziğin kendi doğasından kaynaklanan hem de devletin ona atfettiği bir dizi özellik bulunmaktaydı. Başka bir anlatımla müzik sanatsal bir ifade aracı olarak duygu ve coşkuların seferber edilmesi açısından “kollektif” olma özelliği en belirgin olan, dolayısıyla da inkılâbın amaçlarına en iyi hizmet edeceği düşünülen bir araçtı. Öte yandan da “Batılı” bir toplum olma yönündeki çabalara görünürlük kazandırma açısından makbul bir “vitrin” oluşturmaktaydı. Osmanlı-İslam geçmişinden kopma sürecinde ve çeşitli toplumsal dönüşümlere hız kazandırıldığı bir dönemde, yönetici ve aydınlar söz konusu mirasa atıfta bulunan güçlü bir sanat kolunun varlığına karşı “Müzik İnkılabı”nı harekete geçirmiş oldular.[40]
Tanpınar “Bir kültürün müzik anlayışı, zekâsının zamana en yüksek tasarruf şeklidir, bunun için de değişmesi zordur, müziğimiz değişene kadar hayat karşısındaki vaziyetimiz de değişmez” der. Yani bizim dünyaya, eşyaya bakış tarzımız ve insana bakış tarzımızla müzik anlayışımız ve müzik zevkimiz arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Dolayısıyla müzik değiştirilebilirse, bu toplumu geçmişe bağlayan bağlar daha çok zayıflatılmış ve kolayca koparılmış olacaktır. İlk planda müzik devre dışı bırakılırsa bizi Şark’a bağlayan, o estetiğe, dünya görüşüne bağlayan bağlar da koparılmış olacaktır.[41]
1930’lu yılların Müzik İnkılabı’nın doğurduğu sonuçlardan biri, “alaturka-alafranga” çatışmasının ikincisi lehine çözüme kavuşturulması olmuştur. El yordamı, deneme-yanılma yöntemi ile sürdürülen bu girişimde müzik, diğer sanat dalları arasında en ayrıcalıklı ama aynı zamanda müdahaleye en açık bir alan haline gelmiştir.
Müzik inkılabının yer aldığı tarihsel kesit, 1930’lu yıllarda tek parti yönetiminin kurumsallaşma çabalarının başka bir anlatımla bütün güçleri tek elde toplama anlayışı doğrultusunda devletin kültür politikasındaki düzenleyici ve yönlendirici tutumunun en üst noktaya vardığı bir dönemdir.[42] Ancak devletin düzenleyici ve yönlendirici tutumu 30’lu yıllarla sınırlı kalmamış, müzik alanında Cumhuriyet dönemi boyunca, çok yakın zamana kadar devam etmiştir.[43]
“İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Genel Sosyoloji ve Metoloji Anabilim Dalı Çalışma Günleri” çerçevesinde yürütülmüş olan “Türk Müziği” konulu çalışmada müzik devrimindeki başarısızlık sonrası yaşanan durum şöyle açıklanmaktadır: “Yeni kurulan devlet ile toplum kimliğinin zorlanmasına rağmen Batı ile bütünleşme, Batı kimliğini alma mümkün olmamıştır. Toplumun Batı müziği ile ilişkisi Batı’yı taklit etme düzeyinde ortaya çıkmıştır. Batılılaşma siyasetindeki belirsizlikler ve toplum için çözüm olmaması nedeni ile yeni müzikler toplum kimliğini belirtme vasfına sahip olmamıştır…”[44]
Sonuç
Müzik, ilk dönemlerden itibaren tarih sahnesinde yer alan tüm Türk topluluklarında önemli bir yere sahip olmuştur. Türkler ibadetlerinde, eğlencelerinde, devlet törenlerinde ve savaşlarında müziğe daima yer vermişlerdir.
Bütün ilk cemiyetlerde olduğu gibi, eski Türk toplulukları içinde de müziğin din ile birlikte vücut bulduğunu görüyoruz. İlk din adamları, ibadet esnasında kütleyi heyecana getirmek için müzik ve danstan faydalanmışlardır. Ancak, zamanla toplumun din anlayışı değiştikçe önceleri dinî mahiyette olan şiir ve raks gibi müzik de dinden ayrılarak sanat ağırlıklı devam etmiştir.
Dinî merasimler dışında, özellikle düğünlerde, tahta çıkma, avlanma, beşik kertme, nişan, düğün, bayram, karşılama, ağırlama, ant verme veya ödünç alma gibi çeşitli merasimlerin hepsinde müziğe daima yer verilirdi. Tüm Türk devletlerinde müziğin en çok kullanıldığı yer hiç şüphesiz ordu idi. Bunun temel gayesi ise, askerin cesaret ve gayretini arttırmaktı. Türk askeri müziği Selçuklularda “nevbet” adıyla kurumsallaşmaya başlamış ve “mehter müziği” adıyla Osmanlı’da gelişerek zirveye ulaşmıştır.
Osmanlılar dönemi sadece askerî değil tüm müziğimizin de kurumsallaştığı bir dönemdir. Bu dönemde Mevlevihane tekke müziğinin icra edildiği ve yayıldığı, Enderun ise müzik eğitiminin verildiği kurumlar olmuştur. Tanzimat ile birlikte tüm alanlarda olduğu gibi müzikte de yeni anlayış ve yaklaşımlar meydana gelmiştir. Bu anlayışla birtakım yeni düzenlemelere gidilmiştir. Bu düzenlemeler Cumhuriyet döneminde de “müzik inkılâbı” adıyla devam etmiştir.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 18 Sayfa: 339-345