Türkler, müzikle tedavi yöntemini ruh hastaları üzerinde ilk defa uygulayan uluslardan biridir. Avrupa’da 18. yy. sonlarına kadar manastırların veya hapishanelerin zindanlarında ölüme terk edilmiş ve hatta “ruhunu şeytan esir almış” diye diri diri yakılmış olan akıl hastaları, İslâm dünyasında ve Türkiye’de hastanelerde, dönemin olanaklarına göre birtakım ilâçlar ve müzikle tedavi ediliyorlardı. Türkler, ruh hastalarına ve tedavilerine büyük önem vermişlerdir.
Türklerde ilk ciddi müzik tedavisi Osmanlı döneminde görülmekle birlikte, Orta Asya’da, İslâm öncesi dönemde “baksı” adı verilen şaman müzisyenler tarafından çeşitli hastalıklara uygulanan tedavi çalışmaları yapılmıştır. Bu çalışmaları günümüzde de sürdüren baksılar, Orta Asya Türkleri arasında yaşamaktadırlar.
Müziğin yardımıyla transa geçerek hastalığın tedavisine çalışan baksılar, kopuz (dutar, dombra) denilen müzik aletini kullanırlardı. Baksı’nın hastanın tedavisinde uygulamış olduğu müzik bir doğaçlama (improvizasyon) olayıdır.
Baksı, seans boyunca müzik eşliğinde dua, taklit ve dansı ustalıkla birleştirerek hastasını iyileştirmeye çalışır.Baksın kendisinden tamamen geçtiğin (trans) zaman yapmış olduğu dansın iyileştirici bir güce sahip olduğuna inanılır. Baksılar, hastaların tedavisinde beş sesli (pentatonik) müzik kullanırlardı.
Tıp tarihinde, Türklerin ruh hastalarını rehabilitasyon yolu ile tedavi ettiklerine ilişkin bilgilere rastlamak olağandır.
M.S. 834-932 yılları arasında yaşamış olan Müslüman Türk bilginlerinden Ebû Bekr Râzî, melankoliklerin, herhangi bir meşguliyet ile tedavi edilmeleri hakkında yazmış olduğu bir eserinde önce melankoliyi tanımlamış ve “…Melankolik hasta kesinlikle meşguliyetle tedavi edilmelidir…” dedikten sonra, meşguliyetle tedavinin nasıl uygulanacağını da anlatmıştır. Rahmi Oruç Güvenç, Râzî’nin bu konudaki görüşlerini şöyle aktarır:
“.Melankolik hasta, balık tutma veya avlanma gibi eğlenceli işlerden biri ile uğraşmalıdır.
Mümkünse, çeşitli oyunlar araştırmalı, huyunu, ahlakını, davranışlarını beğendiği ve sevdiği kimse ile buluşup görüşmeli, dostluk kurmalıdır. Müzik öğrenmeli, öğretmeli, özellikle güzel sesle okunan şarkılar dinlemelidir. Melankolik hasta ancak bu şekilde sıkıntılarından,[1] detlerinden kurtularak iyileşme olanağı sağlayabilir”
Büyük İslâm bilgini Fârâbi (870-950), Yunan felsefesini Arapça kaleme alarak, İslâm dünyasına tanıtmasının yanında, kendine özgü bir felsefe okulunun da kurucusudur. Eski Yunan müziğini de Arapça olarak kaleme alan Fârâbi, “al-Madhal fi’l Mûsikî” (Kılıç Ali Paşa Kütüphanesi, no: 674) adlı eserinde çalgılardan ve müzisyenlerden söz eder.
Makamların ruha olan etkileri, Fârâbi’ye göre şöyle sınıflandırılmıştır:
- Rast Makamı: İnsana sefa (neş’e, huzur) verir.
- Rehavi Makamı: İnsana bekâ (sonsuzluk düşüncesi) verir.
- Kûçek Makamı: İnsana hüzün ve elem verir.
- Büzürk Makamı: İnsana havf (korku) verir.
- Isfehan Makamı: İnsana hareket becerisi ve güven duygusu verir.
- Nevâ Makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir.
- Uşşâk Makamı: İnsana dihek (gülme) verir.
- Zirgûle Makamı: İnsana nevm (uyku) verir.
- Sâbâ Makamı: İnsana şecaat (cesaret, güç) verir.
- Buselik Makamı: İnsana güç verir.
- Hüseynî Makamı. İnsana sulh (sükûnet, rahatlık) verir.
- Hicâz Makamı: İnsana tevazu (alçak gönüllülük) verir.[2]
Türkistan’da Buhara’ya yakın olan Afşena’da doğan büyük İslâm bilgin ve filozoflarından İbn-i Sînâ (980-1037), eserleriyle ve düşünceleriyle beş yüzyıl boyunca, İslâm ve Batı dünyasına hakim olmuştur. Hemen bütün bilimlerde, özellikle felsefe ve tıp alanında uzun süre aşılamaz bir otorite olmuştur.
İbn-i Sînâ’nın “Kanun” adlı eserinin 3. ve 4. kitaplarında akıl hastalarının incelendiği 17. bölümü, 1659 yılında P. Vattier tarafından Latinceye çevrilmiştir. 18. yüzyılda Tokatlı b. Ahmed tarafından Türkçeye çevrilmiş olan “Kanun”, Topkapı Sarayı, Bağdat Köşkü no: 342’de ve Süleymaniye Kütüphanesi Hamidiye bölümü no: 1015 numaraya kayıtlı bulunmaktadır.
İbn-i Sînâ gerek çocuk, gerekse yetişkin akıl hastalarının meşguliyet, şok, telkin, müzik ve ilâçla tedavi edilebileceğini belirtmiştir. Ayrıca, bugünkü modern psikiyatrinin ve çocuk psikiyatrisinin de kurucusu olmuştur.
İbn-i Sînâ’nın çocuk psikiyatrisine verdiği önemi, çocukları yetiştiren annelerinin bedenen ve zihnen sağlıklı olması gerektiğini, böylece sağlıklı çocuklar yetişeceğini büyük bir önemle vurgulamasından anlıyoruz.
İbn-i Sînâ, küçük çocukların bedensel ve ruhsal bakımdan daha sağlıklı bir şekilde büyümesi için, onların müzikle beden hareketlerine ve müzikle uyumaya alıştırılmalarını önermektedir. İleride bunlardan birincisinin çocuğu jimnastiğe, diğerinin ise müziğe alıştıracağını; jimnastiğin, çocuğun bedenine, müziğin de ruh sağlığına yararlı olacağını belirtmektedir.[3]
İbn-i Sînâ, müziğin tıpta oynadığı rolü şöyle anlatmaktadır: “Tedavinin en iyi yollarından, en etkililerinden biri, hastanın aklî ve ruhî güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, ona en iyi müziği dinletmek, onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir…”[4]
İbn-i Sînâ, Fârâbi’nin eserlerinden çok yararlandığını ve hatta müziği de ondan öğrenerek tıp mesleğinde uygulamaya koyduğunu söylemektedir. Arapça yazdığı, Kitabü’l-Şifa’daki 12 bölüm tümüyle müziğe ayrılmış olduğundan, Baron Rudolph Deerlanger tarafından Fransızca’ya çevrilmiş ve “La Musique Arap” adıyla yayımlanmıştır.[5]
Ölümünden bir asır sonra, Gerhart von Cremona tarafından Latince’ye çevrilen “Al-Kanun Fi’t- Tıbb” eserinin birinci, üçüncü ve dördüncü kitaplarında bulunan çocuk hastalıkları ve psikiyatrisi ile ilgili bölümleri, bu alanda sadece Türk-İslâm hekimliğini değil, 17. yüzyıla kadar Avrupa hekimliğini de çok etkilemiştir.[6]
Mevlâna Celâleddin-i Rumî (1207-1273) kuşkusuz, müziğin insan ruhu üzerindeki etkilerini en iyi biçimde dile getiren ve bunun en güçlü yorumunu yapan kişidir. Mevlâna’nın benimsediği tasavvuf anlayışına göre insan, bir sevgi varlığıdır. Bu sevgi, insanla Tanrı’yı birbirine yakınlaştıran, birleştirici bir güçtür. Sevgi, bütün insanları kardeşlik duyguları içinde barış sever olmayı sağlayan birleştirici bir güçtür.
Mevlâna’nın sağlığında yapılan özel törenlerin sonradan düzene konularak bir kurum niteliği kazanması, Mevlevi tarikatını oluşturmuştur. Bunu düzenleyen, biçimlendiren ve sema (dönüş) gösterisini özel bir törene dönüştüren Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’tir.
Mevlevi tarikatında, sema töreninin özelliği, eğitim görmüş kişilerin (semazenlerin) çalgı eşliğinde dönmesidir. Bu dönüşün kaynağı ise, Kuran’da geçen “Ne yana dönerseniz Allah’a yönelirsiniz” anlamına gelen “feeynema tevellu fesemme vechullah” sözleridir. “Mevlevi” sözcüğü de “tevellu” sözcüğünden türemiş olup, dönen anlamındadır.[7] Bu nedenle sema törenleri, Mevleviler için ayrı bir anlam taşır. Onlara göre göğün tüm katları Tanrı sevgisiyle döner, insanın da bu dönüşü uygulaması gerekir.
Mevlevi inanışına göre, şiir ve müzik, insan ruhunu etkilemektedir. Böylece, ilâhi aşkı güçlendirmekte ve insanı Allah’a yaklaştırmaktadır.
Mevlâna, yaşamı boyunca bilim yolunu seçmiş, cehaletle, taassupla savaşmıştı. Bundan dolayıdır ki, Mevlevi şeyhleri bilim ve irfan sahibi, aynı zamanda bestekâr kimselerdi. Mevlevi tekkeleri hem bir üniversite, hem de müzik yönünden bir konservatuardı.
Mevlevi ayinlerinde düzenlenen sema gösterisi, müzik nağmeleri ve yanık ney sesleri arasında yapılmaktadır. Müziğin ve dansın, insan ruhu üzerindeki güçlü etkisine en iyi örneği, semâda bulmaktayız.
Hz. Mevlânâ’nın, babası Bahaeddin Veled ile beraber Anadolu’ya gelirken, Mevlevî kültürünü oluşturacak malzemeyi de beraberlerinde getirdikleri bilinmektedir. Mevlevîlerin çaldığı ney, rebab, çeng, kudûm, halile gibi belli başlı çalgılar orta Asya kökenlidir. Dinî motiflerle yoğrulmuş olan bu müzik, zamanla Mustafa Itrî Efendi, Hammamizâde İsmail Dede Efendi gibi dâhî bestecileri yetiştirmiştir. Dinî motifler, yavaş yavaş yerini sosyal konulara terketmeye başlayınca da Türk San’at Müziği, Mevlevî Müziğinin ve Asya-Anadolu Türk Müziğinin bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Hz. Mevlânâ özellikle rebab ve ney gibi çalgılara çok önem vermiştir. Müziğin ve dansın, insan ruhu üzerindeki güçlü etkisinin en iyi örneğini Mevlevî ayinlerinde yapılan sema törenlerinde bulmaktayız.
Safiyûddin Urmevî (1217?-1294), çeşitli makamlarda bestelenmiş olan eserlerin okunması sırasında insanlar üzerinde bıraktığı psikolojik etkileri incelemiş ve nevâ, buselik, uşşâk gibi makamların, insan ruhuna güç, cesaret ve ferahlık verdiğini belirtmiştir. Bu tür makamlarla bestelenmiş olan mehter müziğindeki eserlerin askere mânevi bir güç verdiği de burada söylenebilir.
Türklerin en eski tarihlerinden itibaren Selçuklular ve Osmanlılarda da görülen askeri müzik, savaşan askerin moralini, cesaretini, dinî ve millî duygularını yüksek tutmada oldukça etkiliydi.
Eski Türk hekimlerinden Şu’ûrî Hasan Efendi’nin “Ta’dilü’l Emzice” (Millet Kütüphanesi no: 66, 67, 68; Aşir Efendi Kütüphanesi no: 264; İbnül Emin Mahmud Kemal Kütüphanesi no: 3174) adlı yapıtında, müzik ile tedavi hakkında geniş bilgi vardır. Şu’ûrî’nin müzik yöntemlerini bilmeyen bir hekimin tanı ve tedavilerinde başarılı olamayacağı iddiası, bize eski Türk hekimlerinin müzikle tedaviye ne denli değer verdiklerini göstermektedir.[8]
Şu’ûrî, Ta’dilü’l-Emzice adlı eserinde, belirli makamların, günün belirli zamanlarında etkili olduğunu belirtmektedir. Makamların, etkili oldukları zamanlara göre sınıflandırılışı da şöyledir:
- Rast ve Rehavi Makamları: Seher zamanları etkilidir.
- Hüseyni Makamı: Sabahleyin etkilidir.
- Irak Makamı: Kuşlukta etkilidir.
- Nihavend Makamı: Öğleyin etkilidir.
- Hicaz Makamı: İki ezan arası etkilidir.
- Buselik Makamı: İkindi zamanı etkilidir.
- Uşşâk Makamı: Gün batarken etkilidir.
- Zengüle Makamı: Gruptan sonra etkilidir.
- Rast Makamı: Gece yarısı etkilidir.
- Zirefkend Makamı: Gece yarısı etkilidir.
Şu’ûrî’ye göre, müziğin meclis adamlarına olan etkileri de birbirinden farklıdır: Ulema (alimler) meclisini, rast makamı; ümera (emirler) meclisini, ısfehan makamı; dervişler meclisini, hicaz makamı; sofiler meclisini, rehavi makamı etkiler.
Makam ve fasılların, çeşitli uluslar üzerinde değişik etkileri olduğunu da kabul eden Türk hekimleri hüseyni makamını, Araplar’a; ırak makamını, Acemler’e; uşşâk makamını Türkler’e; buselik makamını da Rumlar’a ve Frenkler’e dinletirlerdi.[9]
Eski Türk hekimleri korku, heyecan, kuşku ve ruhsal bunalım geçirenlerin nabız atışlarındaki değişme ve bunun meydana getirdiği ruhsal huzursuzluk üzerinde durur, hastalara çeşitli melodileri dinletir ve bu arada nabız atışlarını da kontrol ederek, hastaya uygun olan müziği bulur ve aynı hastalığı olanları bir araya getirerek, buldukları uygun şarkılarla tedavi ederlerdi. Yani bir çeşit grup tedavisi yapılırdı. Ruh hastalarının hoşlanacakları şarkılar kadar, beğendikleri müzik aletleri de göz önüne alınarak hastalara ve hastalıklarına göre çeşitli müzik aletleri kullanılırdı.
İnsanların renkleri, giyimleri ve hatta huyları ile makamların yakından ilişkisi olduğunu kabul eden eski Türk hekimleri ve müzisyenleri, ırak makamını esmerlere ve saldırgan hastalara; rast makamını ve içinde rast makamının özelliklerini taşıyan makamları sarışınlara, ağır ve sessiz huylu olanlara; kûçek makamını da soğuk ve sakin huylu, beyaz tenli olanlara dinletirlerdi.[10]
Osmanlı Saray Hekimi Musa bin Hamûn’un Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu diş hekimliğine ait Türkçe eserde, diş hastalıklarının müzikle tedavisinden söz edilirken, çocuk psikiyatrisi bakımından müzik tedavisinin önemini bilen eski hekimlerin, hükümdar çocuklarının beşikte müzikle uyutulmasını önerdiklerini belirtmesi, Türk çocuk psikiyatrisinin 16. yüzyıldaki parlak döneminin bir kanıtıdır.
19. yüzyıl başlarında yaşamış olan Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi’nin “Risâletü’l- mûsikiyye mine’d devâi’r-rûhââniyye”[11] ve “Netîcetü’l-Fikriyye ve Tedbîr-i Velâdetü’l Bikriyye” adlı eserlerinde konuyla ilgili bilgiler vardır.
Gevrekzade, eski Türklerde, akıl hastalarının müzikle tedavilerine büyük önem verildiğini ve uygulanan tedavi ile olumlu sonuçlar alındığını belirtmektedir. Gevrekzade, müzikle tedavinin özellikle durgun, yaşama küskün ve çevreye karşı ilgisiz hastalar üzerinde etkili olduğuna işaret etmektedir.
Hekimbaşı Gevrekzade Hafız Hasan Efendi, “Netîcetü’l-Fikriyye ve Tedbîr-i Velâdetü’l-Bikriyye” (İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. 7092, s. 94a, 104a) adlı eserinde, hangi müzik makamının hangi çocuk hastalığına iyi geldiğini belirtmektedir:
- Rast Makamı: Havaleye ve felce iyi gelir.
- Irak Makamı: Menenjit ve hafakan hastalığına yakalanan çocuklara iyi geldiği belirtilmiştir.
- Isfahan Makamı: Zihin açıklığı sağlar.
- Zirefgend Makamı: Felce, sırt ağrısına, mafsal ağrılarına iyi gelir.
- Revahi Makamı: Baş ağrılarının tümüne, burun kanamasına, ağız çarpıklığına, felç ve balgamdan ileri gelen hastalıklarda etkilidir.
- Büzürk Makamı: Kara sevdayı gidericidir.
- Zirgüle Makamı: Kalp hastalıklarına, menenjit hastalığına iyi gelir.
- Hicaz Makamı: İdrar zorluğuna çok iyi geldiği ve cinsel gücü arttırdığı bilinmektedir.
- Buselik Makamı: İnsan bedenine etkisinin yanında, yorgun beyni dinlendirici etkisi de vardır.
- Uşşak Makamı: Ayak ağrılarına iyi gelir.
- Hüseyni Makamı: İnsanı ferahlatan bu makam, karaciğer, kalp, mide hararetine ve gizli hummaya iyi gelmektedir.
- Nevâ Makamı: Gönül okşayan makam olup, insanın içindeki kötü düşünceleri yok edici etkisi büyüktür.[12]
Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi, bu eserini yazarken eski kaynaklardan ve özellikle İbn-i Sînâ’nın “Kanun” adlı kitabından yararlandığı görülmektedir. Türklerin tıp tarihinde müzik-terapi uygulamalarındaki olaylara ait gözlem neticelerini bulmak zordur, ancak olaylardan daha çok genel tedavi anlayışları, hangi hastalıklar için hangi makamların kullanılması gerektiği, makamların etkili olduğu zaman dilimleri gibi bilgiler bulunmaktadır.
Bu açıklamaların ışığında; tıp ile müziğin ortak yönleri olduğu anlaşılıyor. Çünkü insanların dertlerini ve acılarını hafifletmek için her iki alandan da yararlanılıyor. Belki de, bu nedenle birçok tıp bilgini ve doktor, müziğe ilgi duymuştur.
Türk-İslâm Medeniyeti’nde Müzikle Tedavi Merkezleri
Tarihi kaynaklar, Selçuklu Türkleri’nde müzikle tedavinin akıl hastalarına uygulandığını bildirmektedir. Selçuklu Türkleri, İslâm aleminin pek çok kentinde bimarhaneler, mâristanlar ve darüşşifalar kurmuşlardır. Bunlardan biri, Nureddin Hastanesi’dir.
Günümüzden 900 yıl önce, Selçuklu Sultanı Nureddin Zengi tarafından Şam’da yaptırılan Nureddin Hastanesi’nde, müzik makamları tedavi amacıyla kullanılmıştır.
Bu tür tedavi merkezlerinden bir diğeri ise, Kalavun Hastanesi’dir. Memlûklu Sultanı Kalavun’un, Kahire’de 1284’te yaptırmış olduğu ve kendi adı ile anılan Kalavun Hastanesi’nde, erkek akıl hastaları ve kadın akıl hastaları için ayrı bölümler vardı. Bu hastanede, akıl hastaları müzikle tedavi edilmekteydiler.
Yıne, Türkiye sınırları dışında kalan Halep’teki Ergun Mâristanı, akıl hastaları için 1351’de kurulmuş son Selçuklu hastanelerinden biridir.
Beyinsel özürlüler için Halep’te kurulmuş olan bu mâristandan daha önceleri, Anadolu’da çeşitli kentlerde, müzikle tedavi yöntemlerini uygulayan şifahaneler kurulmuştur. Bunlardan biri Kayseri Şifaiyesi’dir.
Çifte Medrese, Kayseri’de bulunan ilk Selçuklu eseridir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in yaptırdığı tıp medresesiyle kız kardeşi Gevher Nesibe Hatun’un yaptırdığı şifaiyeden oluşmaktadır.
Keykâvus Darüşşifası, 1217 yılında I. İzeddin Keykâvus tarafından hastane olarak yaptırıldı. Sivas’taki eserlerin en eskisidir.
Şifaiye, o dönemin en büyük hastanesi ve sağlık okuluydu. Burada akıl hastaları müzikle tedavi edilmekteydiler. Kapı üzerindeki kitabede “darüşşifa” adı geçmekte ise de bina, 1768 yılında bir fermanla, medreseye dönüştürülmüştür.
Amasya Darüşşifası, 1308’de, İlhanlı hükümdarlarından Olcayto Hüdahende’nin karısı ılduş (yıldız) Hatun adına, Anber bin Abdullah tarafından yaptırılmıştır. Akıl hastalarının müzikle tedavi edildiği kuruluşlardan biri olan yapıyı Evliya Çelebi, “Miskinler Tekkesi” olarak adlandırır. Zamanında hem hastane, hem de tıp medresesi olarak kullanılan yapıda öğrenciler, hekimlik bilgilerini teorik olarak öğrenirlerdi.
Osmanlı Türkleri Döneminde Darüşşifalar
Osmanlı döneminde kurulmuş ilk hastane Bursa’da Yıldırım Bayezit tarafından yaptırılarak 1399 yılında hizmete açılan Yıldırım Darüşşifası’dır.
Tam teşekküllü bir hastane özelliğindeki bu darüşşifa, Bayezit İmareti (Külliyesi)’nin bir parçasıydı. Yıldırım Darüşşifası için Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinde şunları söylemektedir:
“Merhum ve mağdur bayezid-i veli Vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def’i sevda olmak üzere on adet hanende ve sazende gulâm tahsis etmiştir ki, üçü hanende, biri neyzen, biri kemani, biri musikari, biri santuri, biri udi olup haftada üç kere gelip hastalara ve delilere musiki faslı verirler”[13]
Açıklaması:
“Duacı olduğumuz merhum Bayezid-i Vakıfnamesi’nde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve sevdalıların derdini azaltması için, on adet şarkıcı, biri neyzen, biri kemancı, biri kuramcı biri santurcu, biri udi olup haftada üç kere gelip hastalara ve beyinsel özürlülere musiki faslı verirlermiş”.
Bursa Yıldırım Darüşşifası 1855 yılı depreminde hasar görmüş, bir süre Baruthane olarak kullanılmıştır. Geriye, yıkık duvarları kalmıştır.
Osmanlı döneminde, Türkler’in akıl hastaları için yaptırdıkları ikinci hastane, İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in kendi adıyla anılan camiin güneydoğusunda ve külliyenin bir parçası olan Fatih Darüşşifası’dır.
Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde bu hastaneden şöyle söz etmektedir.
“Evvela, Tımarhaneyi Ebûlfeth Sultan Mehmet 70 hücre, 80 adet kubbe ve 200 hüddâmı vardır. Dersiâm ve hekimbaşısı vardır. Ayende ve râvendagândan bir adam hasta olsa bimarhaneye götürüp ona hizmet ederler. Dibâ ve zibü zerbaf harir câme habları vardır. Her gün iki defa hastalara günâgün etmeyi nefise bezl olunur. Efkâfi o derece kavîdir ki vakıfnâmesinde: Eğer matbahda keklik, tarac ve süklüm kuşlarının eti bulunmaz ise bülbül, serçe ve kebüter pişüp hastalara bezl oluna, diye muharrerdir. Hastalara, divânelere defi cünün içün mutribân ve hânendegân tâyin edilmiştir. Avretler ve kefereler içün dahi başka bir köşede tımarhâne vardır…”[14]
Açıklaması:
“Fatihlerin babası Sultan Mehmed’in tımarhanesinin 70 hücresi, 80 tane kubbesi ve 200 yol göstericisi vardır. Öğretmeni ve başhekimi vardır. Eczacılıkla uğraşan biri hastalansa onu tımarhaneye götürüp hizmet ederlerdi.
Tımarhanede hastalar ipek çarşaflarda yatırılırdı. Her gün ve gün ve gün hastalara hoşlarına gidecek şeyler verilirdi. Vakıf o derece sağlam gelirlidir ki, vakıftan gelen belgede hastalara her zaman keklik, serçe gibi, eti lezzetli kuşların pişirilip verilmesi yazılmıştır. Hastalara ve delilere, deliliğin def edilmesi için sazende ve hanendeler gönderilmiştir. Ayrıca, kadınlara ve Müslüman olmayanlara bile bir köşede tedavi bölümü bulunmaktadır.”
Bugünkü Fatih Camii’nin güneydoğusunda, yaklaşık on bin metrekarelik bir alan üzerinde kurulmuş ve 1470 yılında hizmete girmiş olan Fatih Darüşşifası, birçok yangın ve zelzele felâketi geçirmiştir; fakat tamir edilerek 1924 yılına kadar çalışmalarını sürdürmüştür.[15] Bu yıldan sonra hastane, zamanla büsbütün yıkılmış ve yok edilmiştir.
Osmanlılar döneminde, akıl hastaları için yaptırılmış hastanelerin, günümüze kadar yıkılmadan gelebilmiş olanı, Edirne’de Tunca nehri kenarında, Sultan II. Bayezid tarafından 1486 yılında kurulmuş olan Edirne Darüşşifası’dır. Güzel çiçekler, çeşmeli bahçeler ve avluların süslediği bu şifa evinde, Yunan filozof ve doktorları tarafından ileri sürülen tedavi yöntemlerinin uygulanması sağlanıyordu. Özellikle müzik aletleriyle güzel ve hoş melodiler çalınarak yatıştırıcı tedavi yöntemleri uygulanıyordu.
Tam teşekküllü bir hastane olan darüşşifanın zamanla sadece akıl hastalarına şifa verdiği bilinmektedir. Yine Evliya Çelebi’nin ifadesine göre:
“Bazı hücrelerde evvel baharda, cünün mevsiminde, sevdazede uşşâk-ı emr-i hakim ile, bu timaristane getirerek altın ve gümüş zincirleri ile kayd ü bend idüp her bir arslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar. Bahusus, bahar faslında divaneler zincir kırdıkları mahalde Edirne’nin cümle civanları divaneleri seyre gelip dururlar.
Merhum ve mağfur bayezid-i Veli hazretleri vakıfnâmesinde; hastalara deva, delilere şifâ, üzere on adet hânende ve sâzende gulâm tahsis etmiştir ki, üçü hânende, biri neyzen, biri kemâni, biri musikari, biri santurî, biri çengi, biri çengsanturî, biri udî olup haftada üç kere gelip hastalara ve delilere musiki faslı verirler”.[16]
Açıklaması:
“İlkbaharda sevdalanarak aklını yitiren kişiler, emir üzerine şifaneye getirilip, altın ve gümüş zincirlerle yataklarına bağlanırlardı. Bunlar, arslanlar gibi kükrerlerdi. Yalnızca, bahar mevsimine ait günlerde delilerin zincirleri çözülür ve Edirne’nin bütün gençleri, beyinsel özürlüleri seyretmeye, şifahanenin karşısına gelirlerdi.
Duacı olduğumuz merhum bayezid-i Veli vakıfnamesi’nde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve sevdalıların derdini azaltması için, on kişi şarkıcı ve çalgıcı kulunu görevlendirmiştir ki, bunların üçü şarkıcı, biri neyzen, biri kemancı, biri kuramcı, biri santurcu, biri udi olup haftanın üç günü hastalara ve beyinsel özürlülere musiki faslı verirlerdi.”
Uzun yıllar hizmet görmüş olan bu kurum, 1. Dünya Savaşı nedeniyle boşaltılmış ve oradaki akıl hastaları, yine Edirne’nin Kıyık semtindeki Fransız hastanesine taşınmışlardır. Günümüzde darüşşifa, onarılarak müze haline getirilmiştir.
Fatih döneminde (1451-1481) yapılan Topkapı Sarayı’nda yetenekli çocuk ve gençlerin yetiştirildiği Enderun denilen saray okulu vardı.
Müzik, güzel yazı, nakış, ciltçilik, tezhip ve minyatür sanatları derslerinin verildiği Enderun Okulu’nda bir de hastane bulunmaktaydı. Burada, genç yaştaki Enderun üyeleri müzikle tedavi edilirdi.
Darüşşifalarda müziğin tedavi etkisi, ancak Türk müziğinin makam, usûl ve nağme zenginliği, ses aralıklarının insan sesine uygunluğu ile mümkün olmaktadır.
Türkler, daha Selçuklular döneminden itibaren, akıl hastalarının tedavisi için şifahaneler kurmuşlardır. Bu şifahanelerde dönemin çok ileri bir düzeyde sayılabilecek tedavi metodları uygulanıyordu.
Müzikle tedavi, bir destek ve meşguliyet tedavisidir. Tarih boyunca, psikolojik rahatsızlıkların giderilmesinde müziğin kullanıldığı, yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır.
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 742-747