Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Bilhassa umumi Türk tarihinde göze çarpan önemli bir Türk boyu da Hazarlardır. Çin yıllıklarında adları K’o-sa şeklinde geçen ve manasının “gezen, hür” demek olduğu söylenmekle beraber, belki bunların arasına Türkçedeki “kasmak” fiililinden yola çıkarak, “sert, katı, sağlam” anlamını da sokmak mümkündür[1]. Onlar tarihte bu isimle anılan Türk hanedanlığının kurucuları oldukları gibi, Türklerin efsanevi atası Yafes’in sekiz çocuğunun arasında da yer alırlar[2].
Hazarların kökenleri hususunda Ogur ve Sabar boylarından teşekkül eden bir boy birliği olduğu, Uygurların neslinden ve Aparların (yani Ak Hun/Eftalitler) soyundan türedikleri yolunda düşünceler mevcuttur[3]. Ayrıca zaman zaman Bizans kaynaklarında gördüğümüz bir de Akatzir meselesi vardır ki, onların Aga-çerilerle (veya Ağaç-eri) birleştirilmelerine ve bunların da Hazarlarla bağlantısına değinilir. Fakat bize göre; Akatzirlerle, Aga-çeriler (veya Ağaç-eri) bir değil, onlar Ak Hazarlar olmalıdır. Bundan başka Batı kaynaklarında adı geçen Akatzirlerin (Ak Hazar) yaşadığı coğrafyada bildiğimiz manada sık ormalıklardan ziyade, bozkır özelliğine rastlanır. Dolayısıyla onların orman halkı veya agaç-erilikle ilgisi pek mümkün gözükmüyor.
Hazarların menşei konusunda yukarıda da anıldığı üzere bugüne değin çeşitli fikirler ileri sürülmüşse de, Tez II ve Terhin yazıtlarının[4] bulunması bu meseleyi biraz da olsa aydınlatmıştır. Çünkü her iki kitabe de Uygur dönemine ait olup, bugünkü Mogolistan’ın batı taraflarında keşfedildi ve bunlardan çıkan netice şu veya bu şekilde Hazarların, Uygurlarla bir irtibatı olduğu yolundadır.
Bununla birlikte Hazarların bulunduğu çevreler konusunda da dikkatten kaçan bir durum vardır. Aşağı-yukarı aynı çağlarda onları Türk Dünyasının hem batısında hem de doğusunda görmek mümkündür. Hun ve Kök Türk dönemi olaylarına baktığımızda batıda rastladığımız Hazar güçleri, Uygur çağında ise doğuda, Selenge Nehri civarındadırlar. Hatta Uygurları meydana getiren dokuz aileden birisi Hazarlar (Kasar) idi[5]. Bu üzerinde durulması gereken ve izaha muhtaç bir meseledir.
Kaşgarlı Mahmud’un “Türk ilinde bir yerdir” dediği ve “Khozar” biçiminde kaydettiği Hazar’ı Arap coğrafyacıları, Kara ve Ak Hazarlar diye de ayırırlar ki, bazan yanlış anlaşıldığı üzere bu onların tenleriyle alâkalı değildir[6]. Birtakım eserler kulaktan dolma bilgilerle yazıldığından, onlara bu şekilde yakıştırmalarda bulunulmuş olabilir.
Özellikle 4-5. asırlarda Avrupa Hunlarının doğu kabilelerinin temelini Ak Hazarlar oluşturuyordu. Bizans kaynaklarında bu çağda Ata İllig (Attila) ve amcalarının Karadeniz’in kuzeyi, Kafkasya ve Ön Asya’daki faaliyetlerini görmekteyiz. Muhtemelen 448-450’lerde Hun başbakanı Öge Buyruk (Onegesius/belki Ön Öge) İdil civarına yaptığı sefer ile Ak Hazarların beyi Kurıtak’ı öldürüp, topraklarını ele geçirdi. Esasında onları buraya Kurıtak çağırmıştı. Ak Hazar topraklarındaki beylere Bizans’tan hediyeler gelmiş, fakat en yaşlı ve itibarlı komutan Kurıtak’a diğerlerinden sonra pay verilince o da kızmış ve Ata İllig’i (Attila) davet etmişti. Bölgede sukûnet sağlanınca, Ata İllig (Attila) bu Ak Hazar beyini yanına çağırdı, ancak o başına bir iş geleceğinden korktuğu için Ata İllig’in (Attila) sarayına gitmedi ve şöyle bir gerekçe ileri sürdü: “Güneşe bakmak nasıl imkânsız ise, benim gibi birinin de size bakması mümkün değildir”, diyordu.
Buraların idaresi Ata İllig’in (Attila) oğlu İllig Han’a verildi. Onun bu havalideki faaliyetleri sırasında atından düşüp, yaralandığı da söylenir[7]. Anlaşılacağı üzere Hazar halk topluluğunun belki de en eski toprakları Doğu Avrupa’dır. Herhalde Türk-Hun birliği Avrupa’da hâkimiyeti yitirince bir kısım Hazar Türkü soluğu ta Mogolistan yaylalarında almış olabilir. Bu, Oguzların Sır Derya bölgesinde güç kaybına uğrayınca, Uz ve Torki adıyla Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara kadar gitmesine benzemektedir[8]. Ama hem Oguzların, hem de Hazarların esas kütlesi muhtemelen tarihi Ogur sahasında kalmıştır ki, yine bunun bir eşine Kırgızlar vesilesiyle şahit oluyoruz. Çünkü bugün onların bir kısmı Güney Sibirya’da yaşarken, bir bölümü de çok daha güney-batıda, Türkistan sahasındadırlar.
Evvelce de değindiğimiz üzere 8. asrın başlarında Uygur Kaganlığının kuruluşu hadiselerinin de anlatıldığı yazıtlardan olan Terhin ve Tez II’de adlarına rastladığımız[9] bu Türk boyu birkaç parçadan meydana geliyordu. Yukarıdaki tahminin dışında nasıl ayrıldıklarını bilemiyoruz, ama kollardan birisi Mogolistan bozkırlarındayken, diğeri de Hazar-Aral çevresindeydi. Ancak burada yine dikkatimizi çeken konu, onların Bulgar Türkleriyle birlikte anılmalarıdır ki, İslam kaynakları dilleri ve herşeylerinin birbirlerine benzediğini söyler.
Ayrıca Kök Türk Kaganlığının gerçek manada takipçisi olarak umumiyetle Hazarlar ve Bulgarlar zikrediliyorsa da, bunların içinde de Hazarların sivrildikleri tarihi olaylarla ispatlanmaktadır. Hazarlar ve Bulgarlar hem Hunların, hem Kök Türklerin, hem de Uygurların ayrılmaz bir parçasıdır. Tıpkı Selçuklu soyunun bir uç beyliği olan Osman-ogullarının yükselişi gibi, Kök Türk Kaganlığının sınır bekçileri olan Hazar Türklerinin de, 8. asrın ikinci yarısından sonra öne çıktıklarını biliyoruz. Hazar Kaganlığına ait belgeler incelendiğinde on büyük boydan teşekkül ettikleri söylenir ki, onların arasında Bulgarların en güçlü ailesi Bars İlliler, Sabar, Peçenek, Türgiş vs. toplulukları görülür. Esasında tıpkı Bulgarları olduğu gibi, Hazarları da batıdaki Ogur-Tölös kabileleri meydana getirmektedir.
Dolayısıyla herşeye rağmen Doğu Avrupa’nın ilk modern siyasi yapısı diyebileceğimiz Hazar Kaganlığını, Kök Türklerin bir devamı olarak kabul etmek lazımdır. Doğuda Kök Türk Devletinin kurulmasıyla beraber bunların batısında, daha doğrusu Hazar-İdil sahasında bulunan Hazarlar kader birliği yapmışlardı. Kaganlık güçlü olduğu müddetçe, özellikle Kök Türklerin batı seferlerine katıldılar. Bu yüzden Kök Türk Kaganlığının 576’lardaki Kafkas ve Kırım akınlarında mühim vazifeler gören Hazarlar, bölgedeki Sabar ve diğer Ogur-Tölös kabilelerini kendilerine bağladılar ki, herhalde bu tarihlerden sonra onlar Hazar birliğinin üyesi haline geldiler. Anlaşılacağı üzere İran, Kafkasya ve Kırım havalisindeki akınların ortasında Hazar Türkleri yer alıyordu ve uzun yıllar Hazar hâkimiyeti sebebiyle Kırım’a Hazarya dahi denilmiştir[10]. Ancak Kök Türk Kaganlığı zayıflayıp, parçalandıktan sonra kendi mukadderatlarına sahip olmak isteyen Hazarların idarecileri muhtemelen hâlâ Börülülerden (A-shih-na/Aşina/Çina/Çona) ve İstemi Yabgu’nun soyundan gelip, Bulgarlar ile de (Bars İl) kız alıp-verme suretiyle bir akrabalık kurmuşlar idi.
Bilindiği üzere 6. asrın sonlarına doğru, Türk-zade diye anılan IV. Hürmüz (veya Ordmuz)[11] zamanında Türkler, İran’ın iç işlerine de karıştılar. Bu sırada batıdaki Türklerin idaresi İstemi Yabgu’nun oğlu Tardu’nun elindeydi. Belki de siyasi destekler için çevresindeki halk ve devletlerle birtakım irtibatlarda bulunan ve buna bağlı olarak da kızlarından birini Sogd bölgesi hâkimine veren Tardu da, babası gibi İran’la mücadele halindeydi. Çünkü Farslar, daha önce yapılan hiçbir anlaşmaya sadık kalmadıkları gibi, halâ Doğu-Batı ticaretinde Türklere engeller çıkarıyorlardı. Buna binaen evvela Gürcü hükümdarıyla anlaşılarak, İran’a karşı bir ittifak sağlandı. Kök Türklere bağlı Hazarlardan bir Türk beyi Derbent’i[12] kuşattı. Bir diğer Türk ordusu da 589 senesinde Herat’a girmişti. Türk askerleri o kadar süratli ilerliyordu ki, İranlı savaşçılar Türklerin önünden kaçmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. İran’da iktidar kavgaları başladı. Askerler birbirine düştü. Bunlar Sasani şahlığını oldukça sarstı[13]. Bilge unvanı taşıyan Tardu, arkasını güvene almak maksadıyla İdil boyu kabilelerini (Ogurları) itaat ettirdikten[14] sonra, 598 tarihinde Bizans imparatoru Maurice (582-602) gönderdiği elçilik heyeti ve mektupta kendisini artık, “yedi soyun ve yedi iklimin büyük önderi” olarak gösteriyordu[15]. Herhalde bu Ogurlara Hazarlar da dahildi. Bu yüzden Bizanslılar kaynaklarında Türk diye andıkları Hazarları çok daha önceden de biliyorlardı.
Bu arada bazan Ak ve Kara Ogur diye de ayrılan Ogur meselesi de, üzerinde durulması gereken bir konudur. Kanaatimizce Kök Türkçe belgelerde aile, soy, nesil anlamını taşıyan “oguş, ogul, ogur, oguz” aynı kökten gelmekte ve mana olarak da aynıdır. Burada dikkatimizi çekecek olan şey “og/ög” köküdür. Muhtemelen -uş, ul-, – ur, -uz da çokluk ekleridir. Herhalde Ogurlar, pek çok araştırmacının da hemfikir olduğu üzere Batı Tölös gruplarıydı. Çin’in ve doğudaki Mogol asıllı kavimlerin baskıları nedeniyle M.Ö. 1 ve M.S. 1. asırlarda Türklerin şimdiki Kıpçak bozkırlarında ve Türkistan’ın batısında gittikçe nüfusları artmış idi. Ve birtakım iddialara göre bu sırada daha sonra Hazar-Aral, Kafkasya ve en nihayet Doğu Avrupa ile Balkanlarda görülecek Ogur teşekkülü gerçekleşiyordu. Bunun yanısıra tarihi kaynakları incelediğimizde 4-6. asırlar arasında Karadeniz çevresi bozkırlarıyla, İdil-Ural, Hazar-Aral ve Sır Derya boylarında kalabalık bir Ogur topluluğunun pek de teşkilatlı olduğunu söyleyemediğimiz bir şekilde, değişik kabile beylerinin idaresinde yaşadıklarını görüyoruz[16]. Ancak Latin-Bizans kaynaklarında isimleri sıkça zikredilen bu Ogurlar hakkında çok derin araştırmaların yapılması lazımdır.
Hazar hanedanlığı özellikle 7. yüzyılın ilk yarısında İran-Bizans münasebetlerinde, Kök Türk Kaganlığının bir tabisi olarak mühim roller oynadı. İstemi’nin torunu Tonga (T’ong/Tong/Son Olan) Yabgu 625-626 yıllarındaki İran-Bizans ve muhtemelen de Avar savaşlarında Heracleius’a (610-641) yardım etmiş[17], 627’de Güney Kafkasya’ya sefer yapmış, 628 senesinde Gürcistan’ı almak için oğlu Tölös Şad’ı görevlendirmişti. Herhalde onun yanında Çorpan Tarkan adlı bir Türk komutan da vardı. Bu döneme ait Ermeni ve Gürcü belgelerinde, geniş yüzlü ve uzun saçlı Türklerin ok ve yaya çok iyi hükmettikleri söylenir iken, onlar aynı zamanda kurtlara benzetiliyorlardı. Sonunda Sasanilerin Doğu Roma’dan işgal ettikleri toprakların iadesi istendi. Bunun üzerine Hüsrev Perviz, her ne kadar dik bir duruş sergileyen Tonga Yabgu’ya eski dostluk ve akrabalıkları hatırlatıp, Romalıların ödediğinin iki katını yollayacağını söylediyse de, ona pek yüz verilmedi.
Kaynakların bildirdiğine göre, Tonga (T’on/Tong/Son Olan) Yabgu ile Bizans imparatoru muhtemelen Tiflis’in kuşatılması sırasında karşılaştılar. İki hükümdar birbirine iltifatlarda bulundu. Heracleius kendi tacını Tonga Yabgu’ya giydirdiği gibi, Hazar komutanlara büyük bir ziyafet ile pekçok hediyeler verdi. Çünkü Tonga Yabgu’nun ve dolayısıyla Hazarların desteğini almak da çok önemliydi. Ayrıca kendisine yardımcı olursa, kızını da Tonga Yabgu’yla evlendirmeyi vaad etti. Hatta bir takım söylenenlere göre, imparator gizlice kızının resmini ona göstererek, imrendirmiş ve bu suretle de kırkbin kişilik bir destek sözü almıştı[18]. Bunun ardından herhalde yabgu 628’de Bizans imparatorunun yanında oğlunu ve binlerce asker bırakarak, kendi merkezine döndü[19]. Tonga Yabgu’nun Tiflis havalisinden ayrılışı bölge halkı tarafından büyük bir çoşku ile kutlandı. Çünkü onlar bu suretle Doğu Roma kuvvetlerine daha uzun süre direneceklerini düşünmekte idiler. Anlaşılacağı üzere Bizans, İran’a karşı daha önce nasıl Sabarların yardımını aldıysa, bu kez de onların en kuvvetli destekçileri Kök Türk Kaganlığının uç beyliği Hazarlardı ve birdenbire neticeyi kendi lehlerine çevirip, Sasanilere karşı büyük bir zafer kazandılar[20]. Bunlardan birisinde Çorpan Tarkan, Sasani kuvvetlerini Turan taktiği ile bozguna uğrattı. Kafkasya’nın yerli halkları gönderdikleri elçiler vasıtasıyla Tonga Yabgu’nun oğluna “baban ve senin köleleriniziz” diye hitap ediyorlardı. Bütün bu girişimlerin sonunda burada bir Türk idaresi de kuruldu.
Zaten Kök Türkler de bunu istemektedir. Çünkü ülkenin batı hudutlarının bir şekilde güvence altına alınıp, Batı Ogur sahasında yeniden hâkimiyetin sağlanması gerekiyordu. Bu başarılar Tonga Yabgu’ya İran’ın bütün doğu sınırlarını kendi eyaletleriyle çevirme imkanının yolunu açtı. Ancak 620-630 yılları arasında İran’ın doğu hudutları savunmasız olmasına rağmen, Türk beyinin buraya doğrudan yürümemesi de ayrı bir konudur.
Kafkasya ve Hazar Gölü çevresine hâkim olma meselesi yüzünden, 7 ve 8. asırlarda özellikle Bizans, Arap, Hazar ve bölgenin yerel sülaleleri arasında kıyasıya bir mücadelenin yaşandığı; Arap komutanların 653’lerde Türk-Hazarlar karşısında büyük bir mağlubiyete uğradıkları bilinmektedir. Bizans’ı kuşatmak ve İslamiyeti yaymak için hangi surette olursa-olsun, bu toprakları ele geçirme düşüncesindeki Emevi devleti 7. yüzyılın ikinci yarısından sonra taarruzlarının şiddetini artırmış ve söylendiğine göre, Sabar beyi Alp İlteber de bu sırada Hristiyan olmuştu. Bunun yanısıra 695 senesinde “Kesik Burun” lâkaplı Bizans imparatoru II. Justinianus (685-695) tahttan indirilince Hazarların yanına gitmiş, orada sonradan Theodora adını alan Hazar kaganının (belki İl-bozar) kızıyla (veya kardeşiyle) evlenmiş ve peşinden de Tuna Bulgarlarının topraklarına kaçmıştı. Onların desteğiyle kanlı bir boğuşmanın ardından tekrar iktidara sahip oldu ve bu sırada Hazar hatundan doğan çocuğa Tiberius adı verildi. İmparator eşini ve çocuğunu almak için Hazar yurduna bir donanma gönderdiyse de, bu gemilerin büyük bir kısmı Karadeniz’in azgın sularında battılar. Bunun üzerine Hazar hakanının, Bizans imparatoruna bir mektup yolladığı ve “sen beni kendin gibi gaddar birisi mi sanıyorsun. Karını daha kolay bir şekilde götürecekken, donanmaya ne gerek vardı. Merak etme ben senin kadar alçalmayacağım” diye yazdığı, söylenmektedir.
Kaynaklardan öyle anlaşılıyor ki, II. Justinianus kendine kötü davranan Khersones halkından intikam almak için sefere çıkınca; ahaliyi himaye gayesiyle, Hazar kaganı “tudun” unvanlı bir memurunu buraya yolladı. Ancak Justinianus’un üstün güçlerine dayanamayan Tudun esir edildi ve İstanbul’a götürüldüyse de, Kırım bölgesinin Romalılara bir kez daha isyanı vukua geldi. Justinianus Hazarlarla barışı denedi ve bunun göstergesi olarak da esir Tudun serbest bırakıldı, ama bu şahıs yolda öldü. Hazarların da buna karşılık üçyüz Rum’u ortadan kaldırdıkları belirtilmektedir. İşler II. Justinianus’un istediği şekilde gitmedi ve 711 senesindeki bir isyanda o öldürüldü.
Hazarlarla, Bizanslılar arasındaki evlilik münasebetleri Bizans imparatoru Leo’nun 732 senesinde oğlu Costantinus’a (741-775), vaftiz edildikten sonra İrina ismi verilen Hazar prensesi Çiçek’i almasıyla da sürmüştü[21]. Bu kızın oğlu IV. Leo (775-780), Bizans tahtına oturduğunda “Hazar Leo” lakabıyla anıldı.
Bununla birlikte 8. asrın başlarında Araplarla, Hazar Türkleri çok ciddi harplere giriştiler (707). Kafkasya’nın önemli geçiş noktalarından olan Derbent iki devlet arasında devamlı el değiştirdiyse de, Arap komutan Mesleme 713-714’lerde, burayı ani bir baskınla zapt etti. Ama Kafkasya’dan rahatça geçemeyecekleri anlaşılmış; tarih konusunda araştırmacılar arasında birlik bulunmasa da, söylendiği şekliyle Arapların 717 veya 718’deki İstanbul seferi bu savaşlar yüzünden sonuçsuz kalmıştı. Ayrıca bu harpler esnasında Bizans imparatorunun Bulgar beyi Terbel’den de yardım istediğini biliyoruz. Dolayısıyla başarısız olan Arap komutanların yerleri de halifenin emriyle değişmekteydi[22]. 720 sıralarında Araplar, Türklere yeniden saldırdı ve Mesudî’ye baktığımızda, Derbent’ten sekiz günlük mesafedeki Hazar şehirlerinden Belencer onların hâkimiyetine geçti ki, Arapların yaylarından fırlayan okların çokluğu yüzünden gökyüzünün görünmediği söylenir. Bunun üzerine Hazarlar merkezi kuzeydeki İdil’e taşımış olmalılar. Böylece Araplar kuzeye doğru yol aldılar. Ancak kaynakların ifadesine göre 725-729’larda herhalde Hazar hakanının oğlu komutasında bir Türk kuvveti güneydeki Azerbaycan’a doğru ilerlemiş ve Mesleme bizzat karşı harekâtın başında bulunmuştur. Ama bilindiği üzere o daha sonra halife tarafından geri çağrılmıştır.
Hazar-Arap mücadeleleri 730 tarihlerinde de sürdü ve Ermenistan valisi Mervan’ın komutasındaki birlikler İtil kentine kadar dayandılar. Anlaşılan odur ki, bu harplerde Türkler binlerce kayıp ve esir verdilerse de Hazar kaganının oğlu idaresindeki Türk kuvvetleri bu savaşlardan birisinde Arapları büyük bir bozguna uğratmışlar ve bu sırada Arap komutan Cerrah da öldürülerek, İslam adına kanına girdiği Türklerin ahını ödemiştir[23]. Bu durum bir yana yukarıdaki hadiselerde de görüleceği üzere, Türklerle Bizanslıların uzun müddet iyi geçinmelerinin nedeni, düşmanlarının ortak olmasıydı.
Bizanslı idarecilerin evvelce de söylediğimiz gibi, Hazar Kaganlığıyla bu şekil bir evlilik yoluyla yaklaşma teşebbüsleri üzerine, Araplar da Halife Mansur (754-775) zamanında, Ermenistan valisi Yezid b. Useyd al-Sülami vasıtasıyla yüklüce bir kalıng (başlık) ile beraber, 758 tarihinde bir elçiyi Hazarlara göndererek, hakanın kızına talip oldular. Halife de bu işe önem veriyordu. O, Hazarlarla akrabalık kurmadıkları takdirde bölgede huzur bulamayacaklarını biliyordu. Bu gelin ile birlikte yüzlerce Türk, halifelik topraklarına yolculuk etti. Kaynakların aktardığına göre yanlarında 4000 at, 1000 katır, 10.000 normal deve, 1000 tane çift hörgüçlü Türk devesi ile değerli eşyalar vardı. Görüleceği üzere Araplar böyle yaparak, Hazarların desteğini almayı umdularsa da bunda başarılı olamadılar. Çünkü valiye bir oğul doğuran kadın ve çocuğu lohusalık devresinde ölmesi[24] Türklerin hiddetini çekti ve Arap topraklarına saldırmalarının yolunu açtı. Aynı biçimde Araplar bir kez de, Harun Reşid devrinde Bermeki ileri gelenlerinden Fazl b. Yahya için 798 tarihinde Hazarlardan bir prenses istediler. Ne tesadüftür ki bu kız da öldü ve Türkler bunun da Araplar tarafından zehirlendiğine inandılar ve bu yüzden Arap topraklarına bir akın düzenlediler.
Tabiki Hazar hakanları da başka kavimlerden eşler alıyordu[25]. Mesela kaynakları incelediğimizde, Hazar beylerinin, hâkimiyetini kabul eden yirmibeş halktan birer tane hatunu hareminde bulundurmaları vakidir. Elbette bu siyasi üstünlükle de alâkalıdır.
Bunun yanısıra kaynaklar, Hazar prensesi Çiçek’in Bizans’a gelin gittiğinde giydiği elbise ve çeyizlerin Romalılar içinde hususi bir kadın modası yarattığını da yazarlar[26]. Dolayısıyla bu yıllarda, giydikleri gömlek ve ayakkabıları (başmak, etik, çarık, izlik), uzattıkları saç şekilleriyle Bizans’ta bir Hun-Türk modası revaçtaydı.
Hazar Kaganlığı 7 ve 9. asırlar arasında gücünü artırıp, Doğu Avrupa’yı da nüfuzu altına aldı ve bu bölgedeki Türk Ogur boylarıyla, Fin kavimlerini tabi etti. Böylece onlar Bulgar arazilerini de ele geçirince, Bizans devletinin sınırdaşı haline geldiler. 762-763’lerde Gürcülerle girdikleri harplerde onbilerce esir yakaladılar. Ve onlar öyle güzel bir vergi sistemi kurmuşlardı ki, devlete bağlı halklardan hane veya fert başına muayyen miktarda para ya da mal toplanıyordu. Hazarlar büyük nehirlerde balıkçılık yapanlardan bile belli ölçüde vergi alıyorlardı[27]. Çağın en medeni siyasi yapısı olan Hazar hâkimiyeti yılları Slav kabilelerinin de sosyal ve kültürel hayatlarında yükselmelerine sebep oldu. Onlar, Hazar dönemindeki rahatlığı ve huzur ortamını kullanarak, ileride büyük bir güç şeklinde ortaya çıktılar. Günümüz Macar halkının ve devletinin teşekkülünde de özel bir yerleri vardır ki, tarihlerinin başlangıcında Hazarlara bağlı Macar (On Ogur) boyları için Bizans kaynakları Türk, ülkelerine de Türkiye demekte olup, idarecilerinin Hazar kaganlarından yarlık aldıklarını da biliyoruz.
Tam bu çağlarda bizi ilgilendiren bir başka konuya değinmemiz lazımdır ki, 9. yüzyılın ilk yarılarında Uygur Kaganlığını yöneten iki tane Hazar (Kasar) unvanlı Türk hakanıyla karşılaşıyoruz. Bunlardan birincisi, 824 tarihinde Uygur kaganı Küçlüg Bilge öldüğünde tahtta oturan kardeşi Kasar Tigin’dir. Diğeri de 839 senesinde intihar eden Hu Tigin’in yerine geçen Kasar Kagan’dır. Biz bu hususta iki ihtimal üzerinde duruyoruz: Biri, ağabeyi Küçlüg Bilge de olmak üzere Kasar Tigin, Tokuz Uygur boyundan Kasarlara (Hazarlar) mensuptur. İkinci olarak, Küçlüg Bilge kardeşlerinden birini Kasarlar üzerine göndermiş olduğundan dolayı, kardeşi de bu adı almıştır. Ancak Kasar Tigin’den sonra iktidar mevkiine geçecek olan Hu Tigin’in de, Hulara (Kürebir) mensubiyeti kuvvetle muhtemeldir ki, bu yüzden birinci görüşün doğruluğu aşağı-yukarı kesindir[28]. Öyleyse, aklımıza Hazarlar Türk coğrafyasının her iki kanadında parçalanmış bir vaziyette olabilir mi sorusu gelmektedir ki, bunu gözden ırak tutamayız.
Hazarların Bulgarlarla olan mücadeleleri de ilginçtir. Hazarlar onları ekonomik ve siyasi bakımdan sıkıştırıyorlardı. Bulgar beyinin oğlu Hazar hükümdarının yanında esir bulunduğu gibi, güzelliğiyle meşhur bir kızını zevce olarak almış, fakat bu hatun kaganın yanında iken ölmüştü. Hazar beyi bu kez de Bulgar hakanının başka bir kızını istiyordu. İşte bütün bunlara karşı bir hamle yapan Bulgar hükümdarı İlteber Almış’ın talebi üzerine 920-921 tarihlerinde Abbasi halifesi Muktedir Billah’ın, İslamiyeti öğretmek maksadıyla adamlar ve Hazarlara karşı kullanılacak bir kalenin inşası için para gönderdiği söylenir[29]. Bu heyet içinde yer alan İbn Fazlan’ın hatıraları bilindiği üzere Türk tarihi ve kültürü açısından son derece mühim belgeleri bünyesinde barındırır.
Hazar Kaganlığının siyasi yapısı da diğer Türk hanedanlarıyla karşılaştırıldığında farklılık ihtiva eder. Burada çeşitli dinler ve ırklar birlikte yaşama imkanı buldular. Dolayısıyla Hazar Türklerinin bıktırıcı Arap saldırıları karşısında bir siyasi manevra olarak, 737 tarihlerinde İslamiyete girmelerini görmemiz bir yana, Hristiyanlık ve özellikle Yahudilik önemli ölçüde tesirli olmuştur ki, Hazar Türkleri 922’lerde Endülüs’teki Yahudi mabedlerinin yıkılmasına karşılık, İdil’deki Müslüman camisinin minaresini tahrip etmişler, Bizans’tan kaçan Yahudilere de kucak açmışlardı[30]. Bununla birlikte 10. yüzyılın ikinci yarısında Rus saldırılarından bunalan Hazar hakanının, Harezmlilerin desteğine karşılık yeniden Müslümanlığı seçtiği bildirilmektedir ki, bu sırada İtil şehrinde binlerce Müslüman, otuz mescit ve bir büyük cami bulunuyordu.
Ayrıca bugün 8. veya 9. asırda Bulan Hakan çağında Museviliği kabul ettiği sanılan Hazarların kalıntısı olarak Karaim Türklerini görmekteyiz ve bunlar Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine dağılmıştır. Karaimler diğer Yahudiler gibi, içerisine sonradan pek çok şeyin girdiği söylenen ve kutsal kitap olarak tanınan Talmut’u değil, doğrudan doğruya Tevrat’ı kendilerine rehber aldıklarını iddia ederler. Esasında Hazar Türklerinin, Karaim mezhebini seçmeleri de tamamen siyasi amaçlıdır. Onların komşuları olan Hristiyan ve Müslümanlara muhalefet amacıyla bu inanca girdiklerini, Arap ve Bizans etkisine karşı bir oyun olduğunu, bu dinin Hazar Kaganlığında gerçekten benimsenmediğinin altı çizilmektedir. Mesela Hrıstiyanlıktaki bazı şeyler, Türklere ters idi. Bunun en bariz göstergesi, 8. yüzyılda Hazar Türklerinin “bir yaratıcı Tanrı” tanıdıkları, Hristiyanların “üçlü inancına” karşılık, onların tek Tanrıya taptıkları kaynaklarda yazılıdır. Hazar hükümdarı Bizanslı misyonerleri kabulünde, onlara çok ilgi çekici bir cevap vermektedir: “Bizler sizinle aynı düşüncelere ve inançlara sahibiz, ancak aynı yerde durmuyoruz. Siz Baba-Oğul-Kutsal Ruh’a inanır ve onun için çalışırken, bizler sadece bir Tanrı’nın hizmetindeyiz” demektedir.
Yine bilindiği üzere Hazar Kaganlığının içerisinde Müslümanlık, Hrıstiyanlık, Yahudilik ve Kök (Ulu) Tengri İnancı birlikte varlıklarını sürdürebiliyorlardı. O zamanki idareciler öyle bir sistem kurmuşlardı ki, bütün bu halkın dini işleri gayet iyi yürümekteydi. Kaganlıkta, devletin hukuki işlerine bakan yedi hâkimin (kadı) olduğundan söz ediliyor. Bir kadı Kök (Ulu) Tengri’ye inananlara (yahut da eski Türk dinine), geri kalan ikişer tanesi de diğer dinlerde olanlar için görevlendirilmişlerdi[31].
Devlet teşkilatı olarak umumiyetle öbür Orta Çağ Türk idarelerindeki müesseselere benzeyen Hazarlarda, ordu düzeni de aynıydı. Savaşta gevşek davranmak ya da kaçmak en büyük cezayı gerektirirdi. Muhtemelen bugün İdil-Ural, Kafkasya ve Kırım civarlarında bulunan Kök Türk harfli kitabeler Hazar, Bulgar vs. Türk gruplarına aittir[32]. Herhalde 9. asırda onlar arasında Constantin (Cyrill) adlı rahip tarafından yayılmaya çalışılan bir yazı sistemi de olmuştur. Tabi burada Hazar tarihi ve kültürünün en mühim vesikalarından sayılan İbrani alfabesiyle yazılı mektupları da anmakta fayda vardır.
Maalesef bu Türk sülalesine en büyük darbe bir zamanlar Hazarlara bağlı ve ilk ortaya çıktıkları sırada tartışmalı bir isme sahip Lebedia adındaki beyin idaresinde yaşayan, umumiyetle Sabar ve Hazarlarla ilişkilendirilip, Türk oldukları söylenen Macar ve Türk-Peçeneklerden gelmiştir[33]. Böylece onlar 11. yüzyıldan sonra eski kuvvetlerini yitirmişlerdir ki, bu arada Kuman-Kıpçak tazyiklerinin de unutulmaması lazımdır. Hazarların yıkılmasında, diğer bazı Türk hanedanlarının çökmesine etki eden faktörler de söz konusudur. Bunlardan en başta geleni, Hazar-Türk toplumu arasındaki birlik duygusunun ve Türk teşkilat yapısının kaybolmasıyla; Oguz örneğindeki gibi bazı Türk kabilelerinin birer birer ayrılmasıdır. Ayrıca Yahudi vezirlerin hakanları ellerinde oynatmaları, 9. yüzyıldan itibaren, Kuzey-batı Avrupa’dan başlayarak, Kafkasya’ya kadar uzayan Rus tehditleri ve yıpratmaları da Hazar Kaganlığının parçalanmasında tesirli oldu. Slavların 866 tarihlerinde önemli bir Hazar şehri olan Kiev’i zaptları da bir dönüm noktasıdır. Ayrıca 10. asrın başlarında Bizans imparatorluğu kendi topraklarındaki Yahudileri bastırınca onların Hazar arazisine kaçtıklarını ve bu yüzden Hazar Türkleriyle, Doğu Roma’nın arasının açıldığını görüyoruz. Böylece Bizans imparatoru bir vakitler Hazarları kullandığı gibi, bu kez de Slavlarla, Hazar Türklerine karşı anlaştılar. Buna bağlı olarak, belki de 965’lerde Ruslardan ciddi darbeler yediler. Bu sebepten Hazarlar, Peçenek, Oguz ve Ruslardan korunmak için doğudaki Harezm’den yardım istedilerse de, onlar da İslamiyeti kabul ettikleri takdirde kendilerine destek vereceklerini söylediler[34]. Dolayısıyla çöküşlerindeki bir diğer etken de herhalde, Hazarların çok kısa süreler içerisinde değişik dinlere girmeleridir ve bu inançlardan sadece Yahudiliğin Karaim mezhebi onların arasında nüfuz edebildi. Bir müddet sonra idarecilerin halktan kendilerini soyutlamaları, devlet işlerinin Yahudi vezirlerin tekeline geçmesi, ister-istemez halk ile hükümetin arasını açtı ve ahali devlet kendisinin de olsa desteğini ondan çekti.
Hazarların diğer bir tarihî rolü, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın Araplaşmasını farkında olmayarak engellemeleridir. Bilindiği üzere Araplar, Anadolu üzerinden İstanbul’a ve dolayısıyla Avrupa’ya ulaşamayınca, şanslarını Kafkasya ve Karadeniz çevresinden denemişler, bunda da Hazar Türkleri yüzünden başarılı olamamışlardı. Eğer Araplar, İran’ı olduğu gibi Hazar yurdunu da zaptetseydiler, bütün Karadeniz havalisini kontrollerine alacaklar, Bizans’ın başkentini kolayca kuşatacaklardı. Neticede kuzeye doğru ilerleyemeyen Araplarla, Slavların (Ruslar) karşılaşmaları da gerçekleşmedi.
Hazarlar siyasi hâkimiyetlerini yitirdikten sonra, herhalde bölgedeki diğer Türk kabilelerinin arasına karıştılar ki, bunlardan birisi de söylendiğine göre Selçuklu Oguzlarıdır. Hazar Türklerinin varisleri Peçenek, Oguz ve Kuman-Kıpçaklar sayılmakla beraber, Bizans kaynaklarında da söylendiği üzere onların kalıntısı olarak bugün başta Kafkas coğrafyasındaki Kabartayları ve bunların komşuları Karaçay-Balkarları gösterebiliriz[35]. Ama bunun dışında İdil-Ural’ın etnik oluşumuyla, şüphesiz bölge Türklerinin hepsinin teşekkülünde Hazarların etkisi vardır.
Halk olarak yükseldikleri coğrafya göz önüne alınınca, burası aşağı-yukarı bütün Türk boylarını yakından ilgilendiren bir öneme sahiptir. Türk Dünyasının temas noktasındaki bu Türk kabilesi ticaret yollarının da kavşağında olması hasebiyle yerleşikliğe erken çağlarda geçmiş ve iktisadi hayatı diğer Türk sülalelerine nazaran biraz farklılık arz etmiştir, ki burada ticaret ön plana çıkıyor. Bu yüzden Türk sınırlarına kurulmuş olan bir nev’i serbest ticaret bölgeleri çok önemliydi.
Hazarlar kışları tamamen şehirlerde geçiriyorlardı. Ama diğer Türkler gibi yazın hayvanların peşinde yaylalardaydılar. Hazarların başta birer Türk kabilesinin isminden geldiği bilinen Belencer ve Semender gibi kentlerinin yanısıra, İdil de söz konusu şehirlerin ardından Türklere ordugâhlık yapmıştı. Üç parçadan meydana gelen bu yerleşim birimi[36], milletlerarası bir ticaret merkezi hüviyetini kazanmıştı. Onların Don Irmağının aşağılarında yer alan savunma amaçlı meşhur kenti Sarıg-el (Sarkel/Ak Kent) taş ve tuğladan inşa olup (833), içinde ahşap binalar da bulunuyordu. Yine tarihi kaynakların ifadesiyle, onlar bu şehri Bizans’tan aldıkları destek ile kurdular. Burada çanak-çömlek, ziraat aletleri ve çeşitli maden işleme atölyeleri mevcuttu. 10. asrın ikinci yarısında Hazar hakanı, Endülüs’te bulunan Yahudi vezire yazdığı mektupta, yaşadığı yerden bahsederken, orada tarlaları ve nar bağlarının da olduğunu söylüyordu. Zaman zaman kıtlık yıllarında Ruslar, onlardan tahıl satın alıyordu. Elbette en başta gelen ihraç ürünleri hayvanlardan sağlanan kürk, deri ve yine hayvani yiyeceklerle, içeceklerdi. Ayrıca kaliteli silahlar da üretmekteydiler[37]. Hazarlar konusundaki en büyük sıkıntımız, yukarıdan da anlaşılacağı üzere, Türkçe belgelerde onlar hakkında az bilginin olmasıdır.
Neticede şunu söyleyebiliriz ki, Türk Hazar halkı konum itibarıyla Türk toplulukları içinde oldukça ilginç bir mevkidedir. Onları yazılı vesikalarda 4. asırdan itibaren görmek mümkündür, ancak Türk coğrafyasının hem doğusu, hem de batısında bazan aynı çağlarda rastlıyoruz. Bu da bize, çok güçlü ve kalabalık bir yapıya sahip olduklarına işarettir. Bunun yanısıra Türk ve Avrupa tarihinde belirgin bir şekilde ön plana çıkan Hazarlar, dönemleri itibarıyla kültürel ve teknik alanda oldukça gelişmiş bir seviyededirler. Kabul ettikleri din noktasından da onları incelediğimizde, yine farklılıkları göze çarpar. Yani Musevilik gibi bir dini seçmeleri, Türk toplulukları içinde görülmeyen bir durumdur. Ayrıca Hazar Türkleri bugünkü İdil-Ural ve Kafkasya’daki Türk halklarının pek çoğunun teşekkülünde de rol oynamışlardır.
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Öğretim Üyesi.