Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Her tarihçi neredeyse kendi anlayışı çerçevesinde değişik bir tarih tarifi yapar. Bununla birlikte tarih felsefeciliği konusunda da en bilinen şahsiyetlerden biri olan İbn Haldun’a göre tarih, insanların ve devletlerin durumlarıyla, hudutlarının nasıl değiştiğini; kudretleriyle, zayıflıklarının ne şekilde arttığını anlatan bir ilim olmakla beraber; kelimenin manasının içinde daha derin bir fikri varlık söz konusudur. Bu ise düşünmek, araştırmak, kâinatın yaradılış sebeplerini kavramak, hadiselerin nasıl vukua geldiğini incelemekten ibarettir.
Tarih, geçmişte yaşanmış olayları tespit eden, görüldüğü toplumda bu hadisenin sosyal ve kültürel tesirlerini araştıran, dünya tarihindeki yankılarını belirleyen bir ilimdir. Dolayısıyla tarih kitaplarının içindekiler bir nakilden ibaret olmayıp, unutulanları hatırlatmak ve tekrar gündelik hayatta önümüze çıkabileceğini öğretmektir. Kısaca özetlemek gerekirse, tarih; yaşanılan andan önceki zamandır. Bu geride bırakılan dönemde meydana gelen, geniş halk yığınlarını ilgilendiren kültürel ve siyasi olgular değişik kaynaklarlara başvurularak değerlendirilir. Tarihçi de, bunu yapan kişidir.
Ayrıca tarih, insanların geçmişlerinde yaşadıkları gelişmeleri, acı ve güzel olayları ilmi metodlarla araştırıp, bunlardan ders çıkararak, geleceklerini kurmalarına yarayan bir vasıtadır. Elbette bizim özetlemeye çalıştığımız şeyler, genel tanımlardan ibarettir. Bütün sosyal bilimlerde olduğu üzere, tarihin anlamı hususunda da tek bir doğru vardır diyemeyiz. Tarihin ana konusu mazide yaşananları günümüze aktarmak olduğuna göre, hadiselerin sebepleri hakkında yorum yapmak ise ikinci plana düşer. Ama çağın tarihçilerinin en çok bu konuya eğildiklerini görmekteyiz. Pek tabi tarihçi sosyoloji, felsefe, psikoloji gibi ilim dallarını bilecek, fakat kendisini doğrudan doğruya bir sosyoloğun ya da felsefecinin yerine koymaya kalkarsa yanlış olur.
Kimi tarihçi geçmişte yaşanan hadiseleri günümüze olduğu gibi aktarır; bazısı bunlara birtakım kıssalar da ekleyerek dersler çıkarmamızı amaçlar; kimisi de bir doktor gibi her hadisenin sebep ve sonucunu araştırır. Bu bir tercih meselesidir. Durum böyle olunca tarihi yazmanın metodu, zamana ve şahıslara göre değişir. Bu yüzden tarih metodunda tek bir kalıba girmek de doğru değildir. Yani her tarihçinin kendi anlayışı, usulü ve tabiî ki metodunun olması gayet normaldir. Ancak burada şunu belirtmeliyiz ki; destan, efsane, masal veya hikâyelerle tarihi karıştırmamak gerekir. Bunların hepsinin konumu ve içerdiği manalar farklıdır.
Geçmişi inceleyen, yaşanılan zamanı kayıt altına alan ve buna bağlı olarak geleceği şekillendiren tarih, milletlerin hafızalarını uyanık tutmak için vardır. Bununla birlikte tarih ilminin diğer hiçbir ilim dalıyla karşılaştırılamayacağı bir yana, kimilerinin de dediği gibi tarihçi tarafsız değildir. Ama bu onun, belgeleri tahrif ederek, yalan yazmasını da gerektirmez. Onlar mutlaka içinde yaşadıkları toplumdan ve o devrin fikri akımlarından etkilenmişlerdir ki, bu da gayet normaldir. Dolayısıyla tarihçi tarafsızdır gibi konuşmalar, boş şeylerdir. Tarih geçmişle gelecek arasında bağ kuran, milli ruhu ve ülküleri canlı tutan bir bilim olması sebebiyle özel bir konuma sahiptir. Bu yüzden tarih milli ve evrensel olarak da ikiye ayrılabilir.
Bugün yine birtakım kişiler olur-olmadık yerlerde piyasaya çıkıp resmi ya da gayr-i resmi tarih gibi bazı söylemlerde bulunuyorlar. Tarihin resmisi veya gayr-i resmisi olmaz. Tarih, tabir-i caizse tarihtir. Her devlet kendi eğitim kurumlarında okutacağı tarihini mutlaka yine ilmi kurallar ölçüsünde kaleme alarak genç nesillere öğretir. Günümüzde ilk ve orta eğitim kurumlarında okutulan tarihi kaleme alan araştırmacıların eserlerini gayr-i resmi tarih deyip, sanki yalanlardan ibaretmiş gibi kimsenin aşağılamaya hakkı yoktur. Aslında insanlarımız bu şekilde konuşanların ilmi dünyası, geçmişi ve ideolojilerini incelediğinde ileri sürdükleri iddialar konusunda daha kolay karar verebilirler. Zaten tarih tenkidi usullerinden birisi de budur. Herhangi bir tarihi eserin kıymeti ölçülürken, onun yazarının hayatı, fikirleri, dünya görüşü önemli bir kıstastır. Kullanacağımız kaynakları bu çerçevede değerlendirir isek daha isabetli olur.
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla ortaya çıkan milli devletin, milli şuurunun yaratılmasında dil ve tarihin önemi, dünyanın diğer devletlerindeki yapılara da bakılarak anlaşılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, tarihin milletlerin varlıklarını koruması, kuvvetini geliştirmesi noktasında son derece mühim bir mefhum olduğu bilincindeydi ve Türk Devletinin tesisiyle beraber bu konuya çok ciddi bir şekilde eğildi. O, milleti dil ve kültür birliğiyle birbirine bağlanmış siyasi ve sosyal bir insan topluluğu olarak görüyor ve milliyet meselesi konusunda da gecikildiğini, bu hususa ilgisiz kalındığını, Osmanlı Devleti içerisindeki gayr-i Türklerin milliyetçilik ülküsüyle kendilerinden ayrıldıklarını, Türk Devleti zayıfladığı anda hor ve hakir görüldüğünü belirtir. Bunun sebebini de kendimizi unuttuğumuza bağlar ve “dünyanın bize karşı saygılı olmasını istiyorsak, önce kendimizi ve milliyetimizi sevdiğimizi hâl ve hareketlerimizle ispat edelim” der. Ümmet düşüncesi yerine, milli dil ve tarih şuuruyla oluşturulacak bir milli kimlik vurgusunu gündeme getirir. Onun, “Türk çocuğu atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendisinde kuvvet bulacaktır” sözündeki derin manayı en iyi anlayacak kişiler Türk tarihçileridir. Yukarıdaki bu cümle Atatürk’ün dil ve tarih meselelerine neden önem verdiğini gösteren en iyi örneklerden birisidir.
Mustafa Kemal’e göre, bugünkü Türk milletinin içerisinde kendisine Kürtlük, Çerkezlik, Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmiş vatandaşlar vardır. Bunlar birkaç düşman körüklemesi olup, bu halkların da büyük Türk camiası içinde ortak maziye, ahlaka ve hukuka sahip bulunduklarına, aynı kaderi paylaştıklarına değinir. Atatürk’ün bu tespiti, 20. yüzyıl sonu ile 21. asır başlarında Türkiye’de yaşanan bölücülük faaliyetleriyle çok örtüşmektedir. Bu büyük insan onlarca yıl önce başımıza gelebilecek tehlikeyi sezmiş ve bu konunun hafife alınacak bir şey olmadığını adeta işaret etmiştir.
Ayrışmak için değil, birleşmek için milli devlet ve kimliğin teşekkülünde tarih ve dil faktörünün öneminin farkındaki Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte tarih çalışmalarına hız verdirdi. 1930 ocağında toplanan Türk Ocakları Kurultayında, Ocağın yasasına, Türk tarih ve kültürünün ilmi metodlarla incelenip, bastırılması vazifesini de koydurttu. Tarihin ilmi usullerle yazılması ve öğretilmesinin devlet işi olduğu bilincindeki idareciler, bunun nihai adımı olarak, 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tedkik Cemiyetini açtılar. Elbette ki geçmişi şan ve şereflerle dolu bu millet tarihine kayıtsız kalamazdı. Fakat Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih Kurumu son yıllarda üstüne vazife olmayan işlerle uğraşmaya başladı. Bu ise onun politize olup, güvenilirliğini yitirmesine işarettir.
Burada onun “tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözünü de yabana atmamak lazım. Pek tabiî ki belgeleri zorlayıp, gerçekleri saptırmaya kalkışırsanız herkes size güler, söylediklerinize de itibar etmez. Tarih, gazeteler veya magazin dergilerinde anlatılanlardan çok öte bir şeydir. Zaman zaman buralarda birilerini ya da bir hadiseyi karalama uğruna uydurma belgelere bile rastlamaktayız.
Tarihin ana amacı siyasi, askeri ve diğer kültürel olayların ortaya konmasıdır. Dolayısıyla tarihçi iktisadi ve kültürel vakaları da incelemekle beraber, bunları tarihmiş gibi ileri sürüp, birtakım felsefi fikirler içerisinde kendini kaybetmemelidir. Aksi durumda evvelce de belirtildiği üzere değişmeyen hakikatler insanlara şaşırtıcı gelir. Anlatılmak istenen düz, yalın ve dosdoğru olmalıdır. Hadise ya da şahısların iyi veya kötü yönleri üzerinde durulurken ölçüyü kaçırmamak gerekir.
Yukarıdaki izahın ardından meselelere girdiğimizde, Türk dünyası ve tarihinin sınırlarının sadece Türkiye’den ibaret olmadığını da herkes bilir. Bu hususi yapıya binaen, Türk tarihinin çerçevesinin de farklı olması lazımdır. Tarihçi, edebiyatçı ve fikir adamı Nihal Atsız; “eski tarihçilere ve tarihi kitaplara baktığımızda, son zamanlara kadar Türk tarihinin hiçbir sistematiğe sokulmadan, klasik bir tarih anlayışıyla yazıldığını” söyledikten sonra; “gerçi bugün de durum pek değişmiş sayılmaz. Osmanlı sülalesi zamanında bizde hâkim görüş; Türk tarihinin en eski çağları olarak Oguz Kagan Destanı’ndan bahsedilir, sonra kısa bir Selçuklu tarihi anlatılarak, Osmanlılara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, Türk tarihini sözde bir bütün halinde tutmakla birlikte, Osmanlılara daha önemli bir mevki verirlerdi. Bu o zamanlar için gayet normal karşılanabilir; çünkü her şey mevcut hâkim sülale etrafında şekilleniyordu. Ancak bu tarih görüşü 15. yüzyıldan sonra tamamen değiştirilmiş, ünlü Osmanlı tarihçileri (mesela Hoca Saadeddin) eserlerine hemen Osmanlılara girmekle başlamışlardır. Bundan sonra da bizim için Türk tarihi, Osmanlı tarihinden öteye gidememiştir”, der.
Mesela gerçekten eserini II. Bayezıd’a sunan Neşri’nin tarihine baktığımızda; “bu Osmanogulları tarihine dair kitaptır” diye başlar ve sonra Oguz Han evladı ve bunları anlatıp; Anadolu Selçukluları ile Karamanlılara kısaca değinip, Osmanlılara geçer. Bunlar bir yana Mustafa Nuri Paşa tarafından yazılan Netayic ül-Vukuat bile böyledir. Esasında daha evvelki Selçuklu, Gazneli, Harezmşahlar gibi hanedanların da Osmanlı’dan farklı davranmadıklarını söylemek gerekir. Eski Türk devletlerinde tarih şuurunun oluşmaması, halkın kendi tarihini bilmemekten de kaynaklanmaktadır. Yoksa Gazneli Mahmud’un, Firdevsi’ye kendi atalarına hakaretlerle dolu Şeh-nâme’yi yazdırtmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Herhalde Osmanlı vakanüvisleri Hunların torunu olduklarını bilselerdi, kitaplarında onlardan da bahsederlerdi.
Onsekizinci yüzyılla birlikte dünyadaki yeni gelişmeler ve özellikle de Avrupa’da yaygınlaşan Türklük Bilim (Türkoloji) çalışmalarının hızlanması neticesinde, bu yanlış anlayış biraz da olsa sarsıldı. Maalesef Türk adının tahkir manasına kullanıldığı bir çağda; ki Türk Devletinin sınırları içinde yaşayan, onların sayesinde var olan, bu gün dahi sıkıştıklarında kapımıza dayanan, sayıları yüz milyonlarla anılan, ama 3-5 milyonluk Yahudi’ye gücü yetmeyen başta Müslüman Araplar, Türkler için “Etrak-ı bi idrak” der iken; Batılılar Türklerin geçmişte münasebet kurdukları kavimlerin vesikalarını inceleyerek, Türklerin en eski tarihini yazdılar. Bilhassa J.De Guignes’nin, eski Çin tarihlerinde ve daha sonraki kaynaklarda yer alan Türklerle alâkalı bölümleri tercümesi, modern Türklük Biliminde bir çığır açtı. Süleyman Paşa’nın (1838-1892) askeri okullar için kaleme aldığı Tarih-i Alem’le, İslam öncesi Türk tarihini öğrendik. Varlığımızın ve köklerimizin Osmanlılardan çok daha gerilere uzandığı görüldü. Eski Türklerden bahseden bölümler okul kitaplarına kadar sokulmakla birlikte, Türk tarihi bir sıraya konulmadı. Hâlbuki Türk tarihi aralıksız bir bütündü. Yapılması gereken şey sadece onu sistemleştirmekti. İşte bu noktada da tarih ilmiyle uğraşanların arasında anlaşmazlıklar doğdu. Cumhuriyetle birlikte Asya Türk tarihi konusunda ciddi tedkikler yapılırken; 1932’de ortaya atılan ve Güneş-Dil Teorisi diye de anılan tarih tezinin amaçları arasında, Osmanlı ve Selçuklu öncesi Türk tarihini araştırmak, Türklerin Orta Asya ile olan bağlarını incelemek ve eski Anadolu medeniyetleriyle ilginin ne derece olduğunu belirlemeye çalışmak vardı. Bunlar, neredeyse 17. asırdan beridir devamlı toprak kaybeden ve girdiği savaşların pek çoğunda yenik düşen Türklerin kurduğu genç Cumhuriyet halkının Türk milli kimliği etrafında birleşmesi için hız kazandıracaktı. Aslında bu düşünce çok samimi duyguları yansıtmaktadır. Bunu bazan birtakım kendini bilmezler ırkçılık diye yorumladılar. Esasında o güne kadar ihmal edilen, önemsenmeyen tarihin ciddi bir şekilde öğrenilmesi için bir arayıştı. Ancak bilindiği üzere uygulamada ve araştırmalarda zaman zaman aksaklıklar ve yanlışlıklar da yaşandı. Anadolu’daki köklerimizin çok eskilere gittiğini ispat gayesiyle, sağlam deliller bulunmadığı halde, bu topraklarda bir vakitler yaşayan, fakat bu gün esamisi bile okunmayan, ölüp-gitmiş pek çok halk Türklüğe mâl edildi.
Biz Anadolu Türklerinin Hitit, Frig vs. halklarla ne ilgimiz olabilir. Bunları Türk tarihini başlatırken anlatmak saçmalığın zirvesidir. Elbette onlar öğretilmesin demiyoruz, ama Türk tarihinin bir parçasıymış gibi çocuklarımıza öğretirsek kendi köklerimiz ve kültürümüzden öyle çabuk uzaklaşırız ki, ne olduğumuzun farkına bile varamayız.
Bazı tarihçilerin yaptığı bir yanlış da; günümüzde izleri silinmiş birtakım kavimlerle ilgili ele geçen tek bir vesika veya ipucundan yola çıkarak, sanki kesinmiş gibi sonuçlara gitmektir. Hâlbuki tarih ilminde böyle bir şey yoktur. Örnek vermek gerekirse, tarihi bir halkın gelenek ve göreneklerinin bir kısmının bugün hala yaşayan bir toplulukta rastlanılması, bu ikisinin aynı millet olduğunu göstermez.
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla beraber tarih kitaplarının yeni bir anlayışla kaleme alınmaları zaruri hale geldi. Eskiden tarih deyince peygamberlerin hayatı veyahut yukarıda da değinmeye çalıştığımız üzere Oguz Kagan’ın faaliyetleri ile Osman Gazi ve çocuklarının fetihleri akla geliyordu. Elbette tarih bir yerde kahramanların hayat hikâyesidir, ama bu, o kahramanları ortaya çıkaran milletlerin yaptığı işlerin göz-ardı edilmesini gerektirmez. İşte bu yüzden Türk denen bu milletin ortaya çıkışı, adını alması, nereleri kendine yurt tuttuğu tarih kitaplarına girmek zorundaydı.
Böyle olunca Türk tarihini nasıl ele almamız, nasıl öğrenmemiz ve nasıl öğretmemiz gerekir, sualleri sorulmaya başladı. Özellikle büyük fikir adamı Nihal Atsız bu suale cevap vermek istemiştir. Onun fikrince, Türklerin tarihi ne bir İngiliz, ne bir Alman, ne de Fransız tarihine benzemiyordu. Bugün dünyadaki önde gelen bazı milletlerin oluşum süreçleri bilinmektedir. Çünkü bu tarihin gözleri önünde cereyan etmiş bir vakadır. Hakikatte Türk milleti tarihin ilk günlerinden beri vardır. Yani Türkler dünyanın en eski halklarından birisidir. Tarihte iki toplum mevcuttur ki, başından binlerce felaket geçmesine rağmen günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Bunlardan birisi Çinliler, diğeri de Türklerdir. Dünyada hiçbir halkın mazisi bu kadar çetin ve karışık değildir. Bundan başka diğer birçok devletin tarihi hemen hemen dar bir alanda vuku bulduğundan onların tarihini sıraya koymak mümkündür. Hâlbuki Türklere bakıldığında eski dünyanın üç ana kıtasında da uzun yıllar hayat geçirdiklerini görürüz. Buna bağlı olarak buralarda silinmeyen izler bırakmışlardır. Öyleyse Türk milletinin büyüklüğüne inanıyorsak, tarihimize vereceğimiz istikamet, dileklerimize uygun olmalı ve bu sistem bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir.
Tarihçi ve fikir adamı Nihal Atsız yine bu konuda görüşlerini şöyle özetliyor: Türkler için millet-devlet temelinde bir tarih anlayışını kabullenmek milli menfaatler açısından daha uygun olduğu halde, millet tarihi şöyle dursun, devlet ve vatan tarihi bile bir yana bırakılarak, yalnız sülale ve rejim tarihi esas alınmıştır. Her hanedan bir devlet sayılmış, Türkler şimdiye kadar sülaleler sayısınca devlet kurduklarını ileri sürmüştür. Fakat düşünülmemiştir ki, o kadar devlet kuran bu millet, onları neden yaşatamadı? Başka milletler bunları hükümdar sülaleleri gördükleri halde, Türklerde ayrı devletler olarak algılandı. Bazan iki veya daha çok sülale idaresi altında yaşayan Türk zümrelerinin olması ve onların birbirleriyle çarpışması bu kuralı bozmamalıydı. Neticede bir taraf, diğerine üstünlüğünü şu veya bu şekilde sağlamıştır. Nasıl ki, 20. yüzyıla kadar Almanya’da birçok sülale vardıysa ve bunların bazıları Fransızlarla birleşerek kendi kardeşlerine karşı cephe aldıkları halde, bir Alman devleti sayılmışlar ise, Türklerde de aynının olması gerekirdi.
Bugün dahi Türklerin tarihte kaç devlet kurdukları tartışılıyor. Bundan sonrada herhalde bir ortak noktada buluşmak çok zor görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin armasında yer alan ve onaltı Türk devletini temsil ettiği söylenen yıldızlar meselesi bile muammadır. Bayraklardaki şekillerin çoğunun uydurma olması işin bir başka yüzüdür. İşte bu yüzden tarihçilerin bir kısmı sayı 16 değil, 116 derken, bir bölümü de 150, 200’lere çıkıyor.
Türk tarihinin belli bir sistemle ve milli anlayışla yazılmamasının başlıca sebebi, hanedancılık zihniyetinin etkin rol oynamasıdır. Türklerde sülaleler kutsal sayılmış, onlar devrilirse herşeyin sona ereceği sanılmıştır. Halbuki bu durum günümüzün hükümet değişikliklerine benzemekteydi. Bundan başka şunu da unutmamak lazım ki, yıkılan sülaleler devlet gibi gösterilirse, Türklerde siyasi bir istikrarın olduğu da iddia edilemez. Böyle bir tarih anlayışından Türk milletinin kazanacağı hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla Türk tarihi öğretilirken ve yorumlanırken çok dikkatli davranılmalı; halkımızın deyimiyle kaş yaparken, göz çıkarılmamalıdır.
Bazan Türk tarihinde iç karışıklıklar ve ayrılıklar uzun müddet sürmektedir. Mesela Anadolu’da “Beylikler” zamanındaki teşekküllerin hepsini bir devlet olarak saymak imkânsızdır. Zaten pekçoğu bağımsızlığın bütün şartlarını bile yerine getirmiyordu. Burada gerçek olan şey, Batı Türklerinin bir müddet hâkimiyeti doğuya kaptırmalarıdır; Çingizliler ve Temürlüler çağında olduğu gibi. Bu arada neden Türkiyeli tarihçiler Temürlüleri tarihimizin bir parçası olarak görmek istemezler? Osmanlı Devletini bir fetret çağına sürüklemeleri buna sebep olamaz. Yavuz ile Şah İsmail’in 1514 senesinde Çaldıran’da savaşmaları Türk tarihinin en talihsiz hadiselerinden biridir. Belki de Arapların geçmişteki bir iktidar kavgası yüzünden çıkmış anlaşmazlığın kan davasını neden Türkler üstleniyor? Günümüzde Sünni Türklerle, Şii veya Alevi Türkler arasındaki düşmanlık, tarihteki bu olaylarla da körükleniyor. Arapların kan davasını Türklerin sürdürmesi, son derece mantıksız bir şeydir. Şiilik veya Sünnilik Türk milletinin milli meselesi midir? Eminiz, Yavuz ile Şah İsmail böyle bir mücadelenin Türklerin arasında sonraki yıllarda onulmaz yaralar açacağını bilselerdi, oturup bir ortak nokta da birleşirlerdi.
İşte bunun yanısıra, mazide Türklerin birbirleriyle yaptıkları kavgalarda tarihçilerin taraf tutmamaları da önemli bir konudur. İki Türk sülalesi arasında gerçekleşen harplerde, birini dost, diğerini düşman olarak görme hatasına düşülmemelidir. Bu gibi şeyler husumet ve ayrılıkları daha da körüklemekten başka bir işe yaramaz.
Büyük fikir ve ilim adamı Nihal Atsız, milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk tarihi ikiye ayrılabilir diyor:
1- Anayurttaki Türk tarihi.
2- Yabancı illerdeki Türk tarihi.
Anayurttaki Türk tarihinin en eski çağları 11. yüzyıla kadar, Doğu Türk ilinde geçer. Bu Doğu Türk ili veya Türk yurduna Mogolistan ve Doğu Sibirya da girer. 11. asırda, Selçuklularla beraber batıda ikinci bir anayurt daha kurulmuştur ki, bunun adı Türkiye’dir. Ama burası sanıldığı gibi Anadolu Yarımadasından ibaret değildir. Bu vatanın sınırlarına bugünkü Türkiye, Balkanlar, Kafkasya ve Azerbaycan, Irak ile Kuzey Suriye dâhil olmaktadır. Doğu Türk ili ve Türkiye tarihleri aralıksız bir bütün halinde halâ sürmektedir. Üstelik zaman zaman bu iki yurt Çingiz, Temür ve Osmanlı çağlarında birleşmişlerdir.
Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, Türklerin yerli ahaliler üzerinde üstünlük kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar devamlı olmamış, sonunda bu Türkler hükmettikleri milletlerin arasında erimişlerdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır; en belli başlıcası nüfus hadisesidir. Yani sürekli harpler ve kırgınlardan eriyen ahaliye arkadan gelenlerle takviye yapılamamıştır. Mesela bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir hanedan tarafından kurulduğu halde, günümüzde Mısır tamamıyla bir Arap devletidir. Buna benzer olarak, Orta Avrupa’daki Avar ve daha sonraki Kuman-Kıpçak hâkimiyetleri gösterilebilir. Ne yazık ki Peçenekler ile Kumanlar ellerinde o kadar güç olmasına rağmen birlikte hareket edip, devlet kurma teşebbüsünde dahi bulunmadılar. Bu da Türk tarihinde üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Ayrıca burada şuna da değinmeyi faydalı görüyoruz ki; aşağı-yukarı bütün dinlerin kitaplarında bazı tarihi hadiseler anlatılır. Bunun yanı sıra Allah kavramı, yaradılışın sırları vs. hususlardan yola çıkarak, birtakım dini tarih felsefeleri ortaya koyup, bundan bir tarih metodu geliştirerek, bütün tarihi hadiselerin temeline din faktörünü yerleştirmenin de şahsi kanaatimizce doğru olmayacağını düşünüyoruz. Tıpkı Marksist tarih felsefecilerinin her şeyin sebebini sınıf çatışmalarına bağlamaları gibi.
Tarih, sadece mazideki kahramanlık hikâyelerini ya da başarıları günümüze aktarmak olmamalıdır. Elbette bir millet tarihindeki şanlı sayfalar ile övünme hakkına sahiptir. Ancak yapılan hatalar ve yanlışlar da birer birer ortaya konup, bunların sebepleri açığa çıkarılırken, sonucunda toplumun neler kaybettiği ve hangi zarara uğradığının hesabı, müsebbiplerinden sorulmalıdır.
Tarihimiz yalnızca zaferlerle dolu ve yaşadığımız dünya da toz pembe değil. Son üçyüz yıldır bilhassa komşumuz dediğimiz halklar başta olmak üzere, dünyanın bir ucundan kalkıp, vatanımızı işgale gelen devlet ve milletlerin katliamlarına maruz kaldık. En güvendiğimiz insanlar bizi sırtımızdan bıçakladı. Bunları yok saymak, tarih kitaplarında yazmamak veya düşmanlıkları unutturmaya çalışmak, Türk milletine yapılacak en büyük hainliklerden birisidir.
Yusuf Has Hacib devleti bir aya benzetir. Ay doğarken önce küçüktür, sonra büyür ve yukarı tırmanır. Dolunay vaktinde her yere ışık saçar. Dolayısıyla bütün insanlık ondan istifade eder. Bu sırada zirvededir. Sonra tekrar küçülür ve görkeminin kaçtığını söyler. Yusuf Has Hacib’ten 300 yıl kadar sonra yaşayan İbn Haldun’un görüşü de aşağı-yukarı böyledir. O da, devletin başlangıç tarihini gelişmeye doğru yürüyüş çağı şeklinde yorumluyor. İkinci devre ise, rahatlığın ve israfın bol olduğu bir dönemdir. Devlet hayatında üçüncü safha, yorulma ve yıpranma vaktidir. İhtiyarlık geldiğinde de yıkılma kaçınılmazdır. Görüleceği üzere her ikisi de benzer şeyleri söylediği halde, biz tarihçiler nedense hep İbn Haldun’u örnek verip, Yusuf Has Hacib’i dikkate almayız. Bu kendi değerlerimize ve bizden olanlara kayıtsızlığımızın göstergesidir.
Bütün bunların ardından belki de bazı ilim adamlarının işaret ettiği üzere, Türk tarihini bir bütünlük içinde ele alabilmek için Kaşgarlı Mahmud nasıl batıdan doğuya doğru Türklerden bahsetmiş ise; biz de yüzyıllara göre Türk tarihini yazabiliriz. Çünkü Türk tarihinin Batılıların anlayışına göre oluşturulan çağlara bölünmesi meselesi hala tartışılmaktadır. Umumiyetle Avrupalıların kendi tarihlerini esas aldıkları bu tasnif çalışmasını, bizdeki eski tarihçiler olduğu gibi aktardıklarından birtakım sıkıntılar yaşanıyor. Bugün Türk tarihçileri hem bu hale karşı gözüküyorlar, hem de seneler evvel yapılan yanlışlıkları tekrarlamaktan geri durmuyorlar. Eğer Türk tarihi illa da bir çağ esasına göre ayrılacaksa, bu Türk Eski Çağı, Türk Orta Çağı, Türk Yeni Çağı, Türk Yakın Çağı vs. şeklinde olmalıdır. Tabiî ki bunların sınırlarının nerede başlayıp, nerede bittiği meselesini de uzman Türk tarihçileri halledecektir.
Tanrı’nın yarattığı en mükemmel varlık olan insan hafızası, başına bir hastalık gelmediği müddetçe geçmişte yaşadıklarını unutmaz. Sadece kendi dününü değil, çevresindekileri ve içinde yaşadığı toplumun da hayat macerasını, nereden geldiğini merak edip, sorgular. İşte bu düşünüp, araştırma işini ilmi yöntemlerle yaptığınız takdirde tarih biliminin sahasına girmiş olursunuz.
Her ne kadar son yıllarda üzerine fazla eğilinmese de, tarih elbette ki toplumların hayatında sürükleyici bir etkendir. Çocuklarımızı eğitim hayatının başlangıcından itibaren sıkmadan, ders çıkarıcı bir mahiyette milli tarihimizle tanıştırmak zorundayız. Çünkü millet olma şuuru, vatan sevgisi ve görev aşkı ancak tarihten alınan derslerle kazanılır. Millet dediğimiz olgunun tarifleri içerisinde zaten aynı dili, aynı ortak tarihi kaderi paylaşan insanlar yok mudur? Dolayısıyla bizi biz yapan değerleri, geçmişin acı-tatlı hatıralarını öğrenmek için tarih şarttır.
Bunlardan sonra netice olarak söyleyebileceğimiz şey, Nihal Atsız’ın deyimiyle Türk tarihi bir bütün içerisinde değerlendirilip, olayları buna göre yorumlamak milli menfaatlerimiz açısından tek çıkar yoldur. Yoksa hanedanlar arasındaki kavgalarla uğraşmaktan başka bir iş yapmaya zaman bulamayız.
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ