Türk siyasi hayatının en önemli asrı, tartışmasız 19. yüzyıldır. Aslında bu durum sadece Türk siyasi hayatı için değil, aynı zamanda bütün dünya için de geçerli bir durumdur. Avrupa’da klasik/geleneksel sistemden kopuş ve modern sisteme geçiş çabaları Türkiye’ye göre daha erken dönemde başlamış olsa da bu süreçte kesin bir toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşümün gerçekleşmesi, genel olarak 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Avrupa’da klasik/geleneksel sistemde değişim ve dönüşüm ihtiyacının hissedilmesi siyasi planda feodal yapıların yerini merkeziyetçi ulus- devlet formlarına bırakmaya başlaması, ekonomik alanda tarımsal üretim ilişkilerinden sanayi devrimiyle birlikte gündeme gelen sanayi üretim ilişkilerine, ticarette ise yerel ve kıtasal ticaretten kıtalararası ticarete geçilmeye başlanmasıyla birlikte gündeme gelmiştir. Bu süreçte, tarım toplumunun gereklerine göre oluşmuş mevcut yapılar yerlerini sanayi toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda yapılanan yeni yapılara, rejimlere ve sisteme terk etmek zorunda kalmıştır.
Söz konusu süreçten Türk siyasi sisteminin etkilenmemesi ve klasik/geleneksel niteliğini olduğu gibi koruması elbette ki mümkün değildi. Avrupa’ya göre biraz geç de olsa değişme ihtiyacı duyulmuş ve sistem toptan bütün alanlarda yenilenme sürecine girmiştir. Bu yenilenmenin en yoğun şekilde yaşandığı, bir yandan klasik/geleneksel yapıların ve süreçlerin etkisinin giderek gerilemeye başladığı, buna karşılık geri çekilen yapıların yerini yeni modern yapıların aldığı 19. yüzyılda bu dönüşümün nasıl gerçekleştiği, hangi alanların öne geçtiği ve ne tür sonuçlar doğurduğu bu yazı çerçevesinde incelenecektir.
Bir Değişim ve Dönüşüm Asrı Olarak 19. Yüzyıl
Dünya sisteminin en aktif aktörlerinden biri olan Osmanlı Devleti’nin son asrını oluşturan 19. yüzyıl, hem dünya sistemi hem de Osmanlı Devleti için tam bir değişim yüzyılıdır. Bu asırda sosyal hayatın her alanında köklü değişmeler, dönüşümler ve şaşırtıcı kırılmalar yaşanmıştır. Bir yandan hızla sanayileşen Avrupa devletlerinin tüm dünyaya yönelik meydan okuma ve emperyalist saldırıları sürerken, diğer yandan Batı dışı toplumlar bu saldırılar karşısında ayakta durma ve tutunma mücadelesi vermekteydiler.
Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldaki siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik, idari ve diğer alanlardaki gelişmelerini, Avrupa güçlerinin dünyaya yönelik meydan okumaları karşısında ayakta durma, saldırıları geri püskürtme ve emperyal politikalara karşı direnme çabaları çerçevesinde değerlendirmek mümkündür.
Öncelikle bu asırda dünyada olup bitenlere bakmak gerekiyor. XVIII. yüzyıl biterken Fransa’da meydana gelen 1789 İhtilali, bir bakıma 19. yüzyıldaki siyasi ve diğer alanlardaki tüm gelişmelerin muharrik unsuru olmuştur. İhtilal sadece Fransa’da siyaset sürecini ve ilişkileri değiştirmekle kalmamış, getirdiği yeni fikirler, anlayışlar ve değerler tüm Avrupa’yı ve kısa bir zaman sonra dünyayı yavaş yavaş etkisi altına almıştır. Bu süreçte yeni sınıflar, yeni aktörler, yeni değerler ve yeni düşünceler siyaset sahnesine çıkmışlardır. Klasik/geleneksel olarak nitelenebilecek eski rejimin kurumları, yapıları, değerleri, düşünceleri, aktörleri ve süreçleri giderek gündemden düşerken yeni rejimin kurumları, değerleri, aktörleri ve süreçleri gündemi işgal etmeye başlamıştır.
Aristokrasi ile kilisenin iktidar üzerindeki tekeli, yeni sosyal sınıflar olarak yükselen burjuvazi ve daha sonra işçi sınıfı karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştır. İhtilalin meşrulaştırdığı “ulus” ve “ulusçuluk” düşünceleri siyaset dünyasında imparatorlukların ve monarşilerin parçalanmalarına hizmet ederken yeni oluşumlara uygun zeminin oluşturulmasında dönüştürücü rol oynamıştır.
İhtilal Fransası’nın güçlü imparatoru N. Bonaparte’in atları tüm Avrupa’yı nallarıyla çiğnerken “eski rejim”e dayalı monarşiler “yeni”ye karşı ortak tedbirler alma ihtiyacı duymuşlardır. Waterloo’da teslim alınan Napoleon’un Saint-Helene Adası’na sürülmesi, elbette yerinden oynayan taşın hareketini önleyecek değildi. Avrupa, geleneksel iktidarlarını korumak isteyen monarşilerle İhtilal Fransası’nın cesaretlendirdiği cumhuriyet ve milliyetçilik eğilimlerinin cazibesine kapılan toplumlar şeklinde bloklara ayrılmaktaydı.
Diğer yandan Avrupa güçleri arasındaki mücadele ve sömürgecilik hareketi, Avrupa’dan denizaşırı topraklara kaymıştır. Aslında İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz ve İspanya gibi Avrupalı güçlerin denizaşırı topraklarda “kolonlar” kurmaları XVI. yüzyılın başlarına kadar geri gitmektedir. Fakat uzun yıllar kıyı bölgelerinde sınırlı kalan sömürgecilik hareketi 19. yüzyılda Afrika ve Asya kıtasının iç bölgelerine yönelmiş ve kısa zamanda bu kıtaların Avrupalı güçlerce paylaşılması şeklinde gelişme göstermiştir. Avrupalı güçler hem Avrupa topraklarında hem de denizaşırı bölgelerde birbiriyle mücadele ediyorlardı. Emperyal politikalar takip eden sömürgeci devletler kendi aralarında dünyayı paylaşıyor, bu bölgeleri “beyaz adamın medenileştirme misyonu” çerçevesinde köleleştiriyorlardı.
Siyasi süreçler ve örgütlenmeler sahasında da bu yüzyıl yeni yönelişlerin ve örgütlenmelerin asrı olmuştur. Bu süreçte monarşiler ve aristokrasiler çökerken veya gerilerken yeni sosyal sınıflar ve onların şahsında yeni ideolojiler yükselmiştir. Siyasi egemenliğin “halk”ta olduğu inancı yaygınlaşmış, iktidar gökten yeryüzüne indirilmiştir. Bu çerçevede “demokrasi teorisi”nin eşitlik ilkesi ile liberalizmin özgürlük ilkesi yeni örgütlenmelerin temel ideali olmuştur. Halk kesimleri siyasi iktidarı ele geçirme yarışına “siyasi partiler” aracılığıyla katılırken, iktidarın sınırlandırılması için “anayasacılık” hareketleri giderek güçlenmiştir.
Halkın temsilcilerinden oluşan “yerel” ve “ulusal” kurullar ve meclisler, iktidarı kullanmada ön safa geçmişlerdir. İktidar-toplum ilişkilerinde “temsil ilkesi” belirleyici bir ilke olarak gelişmelerde belirleyici rol oynamıştır. İktidarın, toplumun temsilcileri aracılığıyla kullanacağı bir alan olduğu ve ilişkilerin buna göre örgütlenmesi gerektiği inancı yerleşmiştir.
Mekanik teknolojinin vücut verdiği sanayileşme hareketi üretim ilişkilerinde köklü değişikliklere yol açmış, ekonomik alanda yeni süreçler, ilişkiler ve kurumlar ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte geleneksel üretim ilişkilerine dayalı süreçler toplumların gündeminden çekilirken sanayileşme süreçlerine uygun toplumsal yapılar örgütlenmişlerdir. Değişen üretim ilişkileri yeni sosyal sınıfları öne geçirmiş, burjuvazi ve işçi sınıfı sanayi medeniyetinin dominant toplum kesimleri olarak sosyal yapı sahnesinin en önünde yerlerini almışlardır. Bu iki sınıf sadece üretimde değil ticaret, kültür ve siyaset dünyasında da müessir olmaya başlamıştır.
On dokuzuncu yüzyılın yükselen medeniyeti olan Batı dünyasında bu gelişmeler olurken Batı dışı toplumların bu gelişmelerden etkilenmemeleri, kendi geleneksel sistemlerini ve yapılarını olduğu gibi korumaları mümkün değildi. O günün şartlarında, nispeten açık toplum görüntüsü veren imparatorlukların, kendi dışındaki dünyada meydana gelen gelişmelerden kısa zaman içerisinde etkilenmeleri şaşırtıcı değildir. Nitekim Avrupa’da bu değişmeler olurken Batı dışı toplumlarda da bu değişmelerin etkileri kısa zamanda ortaya çıkıyordu. Emperyal bir sürece yönelen Batı medeniyetinin kurumları, değerleri, problem çözme yöntemleri Batı dışı toplumlar tarafından taklit edilen, iktibas yoluyla alınan ve kendi özgül problemlerinin çözümünde kendisinden yararlanılan model olarak görülmüştür. Bu sebeple 19. yüzyıl Batı dışı toplumlar için Avrupa örneğine göre modernleşme sürecine girilen, Batı kurumlarının ve süreçlerinin alınmaya çalışıldığı, geleneksel sistemlerden uzaklaşarak çözümün Batı modellerinde arandığı, bu çerçevede geleneksel olanlarla modern olarak tanımlanan Batılı olanların rekabet ettikleri bir yüzyıl olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçleri Osmanlı Devleti de yaşamış ve köklü bir değişmeye maruz kalmıştır.
Türk Siyasi Hayatında “Değişim” İhtiyacı
19. yüzyıl Osmanlı Devleti için her alanda bir “değişim” asrı olmuştur. Bir yandan giderek işlevsizleşen klasik yapılar ve kurumlar terk edilirken, yerlerini farklı medeniyet dünyasından iktibas edilen yeni yapılar, kurumlar ve süreçler almıştır. Maksimum genişlemenin sınırına 17. yüzyılın ortalarında ulaşmış olan Osmanlı Devleti, bu asrın sonlarından itibaren çekilmeye başlayarak giderek küçülmüştür. 1699’da “Karlofça’da mühürlenen Viyana yenilgisi, Hıristiyan gücü karşısında Müslümanlar için hemen hemen kesintisiz ve uzun bir gerileme dönemi başlatmıştır.”[1] Viyana yenilgisinden yaklaşık bir asır sonra imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya, Osmanlı ülkesinde toprak, bazı ticari ayrıcalıklar ve Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ortodoks tebaa üzerinde hamilik kazanmış, Müslümanların meskun oldukları toprakları ele geçirmiştir. Bu olaydan çeyrek asır sonra gerçekleşen Napoleon’un Mısır seferi ve işgali, Akka’da İngiltere’nin desteğindeki Osmanlı kuvvetlerine yenilmesiyle, görünüşte başarısızlıkla noktalanmış gibi gözükse de, “Batılı bir devletin küçük bir ordusunun bile Orta Doğu’nun önemli topraklarından birine kolaylıkla girip orayı işgal edebileceğini göstermiştir”.[2]
Bir asır içerisine sığan her üç olay da Osmanlı Devleti’nin artık eski gücünde olmadığını, genişlemeden sonra çekilme sürecine girdiğini ve en önemli sorunun bu çekilmeyi ve küçülmeyi durdurmak olduğunu göstermekteydi. Dünya sistemi değişmekteydi ve Osmanlı gücü karşısında Batı giderek artan bir tempoda meydan okumaya yönelmişti. Geleneksel kurumlar ve yöntemlerle bu meydan okumaya karşı koymak, çekilmeyi ve küçülmeyi durdurmak imkansız gözüküyordu. Asırlardır rekabet halinde olduğu Batı karşısında savaş meydanlarında uğranılan başarısızlıkların askeri alanla sınırlı olmadığını anlamak zor değildi.
Siyasi sistemlerin başarısı mevcut problemlerin çözümünde gösterdikleri performansta ve etkinlikte ortaya çıkmaktadır. Her sistem ortaya çıkan toplumsal sorunları kendi yöntemi ve kurumlarıyla çözüme kavuşturmaktadır. Sistemlerin problem çözmedeki becerisi ve başarısı devam ettikçe herhangi bir sorun ortaya çıkmamakta, ama bu süreçte ortaya çıkan başarısızlıklar sorunların giderek artmasına, sistemin tıkanmasına yol açmakta, iktidar mevkiinde bulunanların mevcut problemleri çözecek bazı tedbirler almalarını zorunlu hale getirmektedir. Sistemin kendi tarih akışı içerisindeki değişimin ötesinde yukarıdan bir muktedir el ile değiştirilmesi ihtiyacı tam da bu dönemlerde gündeme gelmektedir.
“Değişim” Çabalarının Başlaması
Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılda karşımıza çıkan “yenilik” veya “ıslahat” çerçevesindeki değişmelerden önce de sistemin restore edilmesiyle ilgili pek çok “düzenleme” yapılmıştır. 17. yüzyılın başlarında Sultana bir rapor sunan Koçi Bey idarede, maliyede, askeriyede ve diğer alanlarda tespit ettiği pek çok aksaklığa, bozukluğa ve çürümeye işaret ediyor, acilen bazı tedbirlerin alınmasını istiyordu.[3] Yine aynı dönemde müellifi bilinmeyen Kitab-ı Müstetab’ın yazarı da bir dizi probleme işaret etmekteydi.[4] Bu ve bunun dışındaki pek çok rapor ve layihada dile getirilen aksaklıkların düzeltilmesi, problemlerin kendi sistematiği içinde çözümlenmesi için bir dizi çaba gösterilmiş, çeşitli yenililikler devreye sokulmuştur. Bizim dikkat çekmek istediğimiz “değişme”, yürüyen süreçte ve sistemin kendi problem çözme mekanizmaları içerisindeki yenilik çabaları değil, sistemin kendi araçlarıyla sorunu çözememesinden dolayı rakip ve hatta düşman sistemlerin problem çözme yöntemlerine yönelmesi, rakiplerin yapılarının ithal veya iktibas edilmesiyle ortaya çıkan “değişme”dir. Bu nitelikteki sözünü ettiğimiz “değişme”yi 18. yüzyıldan başlatabiliriz.
Bu yüzyılın başında on iki yıl sadrazamlık yapan Damat İbrahim Paşa’nın (1718-1730) giriştiği reform teşebbüsleri, hiç kuşku yok ki, yeni bir dönemin başlangıcını oluşturmuştur. Batıyı tanımak için Viyana ve Paris’e elçiler göndermesi, Batılı mekan ve yaşama anlayışının bir yansıması olan Lâle Devri’ni başlatması, matbaanın tesisi gibi yenilikler, yeni yönelişin ilk ipuçlarını veriyordu. Fransız asıllı Comte de Bonneval ile Macar asıllı ve Fransız uyruklu Baron de Tott’un askeri alandaki reform çabalarında görevlendirilmeleri, mevcut problemlerin çözümünde yabancılardan yararlanma yönteminin giderek yerleşmekte olduğunu gösteriyordu.[5]
En mümeyyiz vasfı bir “yenilik” ve “reform” asrı olan 18. yüzyılın başlarında yaşanan “Lâle Devri, her şeyden evvel yeni bir yaşamak zihniyetinin ifadesi”[6] olmuştur. Devre adını veren “lâle” yeni zihniyetin, yeni yaşama anlayışının, kozmos ve evren idrakinin sembolü olarak kabul edilmelidir. Tabiatla insan arasındaki ilişkilerde otaya çıkan bu yeni anlayış ve bakışta Batının ve özellikle de Fransız etkisinin büyük olduğu kesindir. Bu bakımdan Lâle Devri’ni Batı etkisindeki bir zihniyet değişiminin başlangıcı olarak kabul edebiliriz.
Reform çabaları önce askeri alanda başlatılmış olsa da diğer sahalarda da yenilikler kendini göstermiştir. Zaten henüz askeri alanla idari alanın kesin çizgilerle ayrışmadığı geleneksel sistemde, askeri alanda gerçekleştirilen “değişme”lerin, idari, sosyal, kültürel, dini ve diğer alanları da etkilemesi beklenmelidir. Özellikle matbaanın girişi kültür ve bilim alanında kalıcı etkiler bırakmıştır.
18. yüzyılın sonlarına doğru saltanat makamına oturan III. Selim’in giriştiği “yenilik”lerle ortaya çıkan “Nizam-ı Cedit” çabası sadece askeri alanla sınırlı kalmamış; eğitim, mali, idari ve sosyal alanlarda da “Yeni Düzen” kurma hedeflerine yönelmiştir. “Selim, talim ve terbiyesi kalmamış bir insan yığınından ibaret olan yeniçeri ordusunun yanında modern bir ordu teşkil etmek istedikten maada ulamanın iddialarını ve nüfuzlarını kırmak, fetvalariyle padişahın teşrii hakkını taksim eden şeyhülislamların salahiyetlerini azaltmak ve nihayet Avrupalıların san’atte ve ilimde yaptıkları keşiflere ortak olarak onların sanai, zirai, iktisadi müesseselerinden iktibaslar yaparak, Osmanlı imparatorluğunu yenileştirmek istemişti.”[7]
III. Selim’in Yeni Düzen kurma çabalarında istediği başarıya ulaşamadığı ve sonunda “yenilik” siyasetine karşı ortaya çıkan ayaklanmada hem iktidarını hem de hayatını kaybettiği biliniyor. Statükodan yana olan sınıflar, devlet elitleri ve kurumlar mücadeleyi kazanmış “değişim”den yana olan Padişah ve ekibi mücadeleyi kaybetmiştir. III. Selim ile birlikte onun yenilik çabaları ve kurumları da ortadan kalkmıştır. Fakat bu durum Osmanlı iktidarının ve idaresinin yenileşme ve değişmeye duyduğu ihtiyacı ortadan kaldırmış değildir. Hatta III. Selim’le birlikte “değişme” ihtiyacının daha da arttığı bile söylenebilir. Zira Selim’den önce imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile Selim Dönemi’nde gerçekleşen Napoleon’un Mısır’ı işgali (1798-1801) Osmanlı gerilemesinin hangi vahim boyutlara doğru ilerlediğini gösteriyordu. Bu gerilemenin durdurulması için bir an önce tedbir alınması, düzenin restore edilmesi veya Nizam-ı Cedid’in kurulması gerekiyordu. Selim’in çabaları aslında Osmanlı gerilemesi ve daralmasının durdurulmasına, problem çözemeyen geleneksel sistemi problem çözer hale getirme amacına yönelik çabalardı. Aslında gerileme ve çöküşün sadece askeri alanda değil idari ve sosyal alanda da durdurulmasının gerektiğine işaret ediliyordu.
“Değişim” Hareketinin Hızlanması:
19. yüzyıla, III. Selim’in reform çabalarının bir ayaklanma sonunda başarısızlığa uğramasıyla giren Osmanlı iktidarının başına gelen II. Mahmut (1808-1839), selefinin “yenilik” ve “değişim” çabalarını sürdürmekte kararlıydı ve bunu toplumun bütün alanlarına yaymaktan başka çare görmüyordu. Bu sebeple II. Mahmut yenilik çabalarını askeri, idari, siyasi, sosyal, kültürel, eğitim, ekonomik ve sağlık alanlarının bütününe yaymaya çalıştı ve adeta her alanda toptan “değişim” hareketini başlatmış oldu. Kendisinden sonra gelen Abdülmecit (ö.1861), Abdülaziz (ö. 1876) ve Abdülhamit (ö.1918) de onun açtığı yolda ilerleyerek tamamen yenilenmiş bir Osmanlı iktidarı ve sistemi meydana getirmeye çalıştılar. 19. yüzyıldaki yenilik ve değişim çabalarının başlıca simgelerinden biri, hiç kuşkusuz, hemen hemen her alanda yenilik ve değişiklik vaat eden Tanzimat Fermanıdır. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Ferman’dan şunları özetleyebiliriz: “Tanzimat en geniş çevre ve manası ile ele alınırsa, bir cihan görüşünden başka bir şey değildir. Kendisinden evvelki nizamı beğenmiyor, kendinden sonra kendi kurduğu nizamı görmek istiyor. Yalnız siyasi ve idari sahada değil, içtimai hayatın hemen her sahasında bir yeni nizam isteniyor”du.[8]
Bu durumda 19. yüzyıl Türk siyasi hayatı için hemen her alanda köklü “değişim”lerin gerçekleştiği, eski “nizam”ın giderek terk edilerek yerine yeni “nizam”ın ikame edilmeye çalışıldığı, başta siyasi-idari ve sosyal düzene temel oluşturan dünya görüşünün, buna bağlı olarak da kültürel, ekonomik, dini, ailevi telakkilerin farklılaştığı bir dönem olarak değerlendirilmesi mümkündür. Toplumun klasik/geleneksel yapısı, kurumları ve bunların temel işlevlerinde radikal denebilecek kırılmalar, kaymalar ve farklılaşmalar meydana gelmiş, toplum yapısına yeni sınıflar, kurumlar ve işlevler dahil olmuştur. Mesela geleneksel düzendeki “haraca” bağlı bir “zimmî” sınıfın varlığı ve düşüncesi giderek terk edilerek yerine “milleti galibe” ile Avrupa devletleri ilişkilerinde önemli rol oynayan bir “Frenkler”, “lövantenler” sınıfı gelişmiştir.[9] Yine bu çerçevede Osmanlı toplumunun değer hükümleri değişime uğramış, yalnız sosyal hayatla ilgili değerler değil siyasi ve idari değerler, otoritenin kaynağı gibi temel kurumlarda da değişiklikler ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıl her alanda ikili bir yapının egemen olduğu bir asır olmuştur. Bir yanda yeniye, Avrupalılığa, ıslahata yönelik olan yeni yapılar, diğer yanda ise eskiye, gelenekselliğe, muhafazakarlığa ait olan yapılar ve kurumları aynı anda yaşama imkanı bulmuşlardı. Bir bakıma yeni ile eskinin, Avrupai olanla yerli olanın rekabeti söz konusu oluyordu.
Siyaset Alanındaki Temel Değişmeler
19. yüzyılda Osmanlı yenileşme hareketinin siyaset alanında gerçekleştirdiği “değişme”yi birkaç başlık altında incelemek mümkündür.
1. Siyasi-İdari Sistemin Merkezileştirilmesi Çabaları:
Osmanlı Devleti’nde siyasi iktidarı elinde tutan halife/Sultanın iktidarının alanı ve sınırlandırılması konusu çeşitli spekülasyonlara ve farklı değerlendirmelere konu olmuştur. İktidarın örgütlenmesini sağlayan bir anayasa ve bir “sosyal kontrat” söz konusu olmadığından sistem bir “monarşi” olarak görülmüş ve iktidarın keyfi şekilde kullanıldığı ileri sürülmüştür. Oysaki uygulamada sultanın iktidarını fiiliyatta sınırlandıran pek çok yapı mevcut olduğu gibi siyasi örgütlenmede müessir geleneksel kurumlar ve ilkeler de iktidar sürecinde belirleyici olmuştur. Müslüman halkın ve yöneticilerin temel referans kaynağını oluşturan klasik fıkıh kitaplarında halifelerin ve imamların yetkileri ve görevleri tartışılmış, bu konuda teorik bir çerçeve oluşmuştur. Ne var ki sultanla onun iktidarı altında yaşayan toplum kesimleri arasında iktidarın konumuyla ilgili herhangi bir sözleşme görülmemiştir. Bürokrasinin ileri gelenleri, yeniçeriler, ulema ve meşayih, sultanlara karşı tavır koymuş, tahtlarını kaybetmelerinde etkili olmuşlardır. Fakat hiçbir zaman bu kesimlerle sultanlar arasında bir belge üzerinde uzlaşmaya varılmış, sultanın yetkileri tartışma konusu olmuş, karşılıklı güvenceler verilmiş değildir. Bu konudaki tartışmalar hukuki ve dini bir sorun olarak ulema arasında yapılmıştır.
III. Selim’in ayaklanma sonucu iktidardan uzaklaştırılmasını takiben, taşrada güçlenen ayanlarla merkezi iktidar arasında imzalanan “Sened-i İttifak” (1808) her ne kadar uygulanma imkanı bulamamış bir “sözleşme” ise de ilk kez farklı feodal toplum güçleri ile merkezi yönetimin bir masa etrafında toplanarak siyasi iktidara ilişkin bazı tasarrufları konuşmaları ve sonunda bir metin üzerinde ittifak etmiş olmaları açısından önemlidir.[10] Bir taşra derebeyi olan Alemdar Mustafa Paşa’nın çabalarıyla İstanbul’da toplanan bazı Anadolu ve Rumeli ayanı ile valilerin merkezi yönetimin temsilcileriyle birlikte üzerinde ittifak ettikleri “Sened-i İttifak”la kendi haklarını ve imtiyazlarını pekiştirmiş ve merkezi yönetime kabul ettirmişlerdi. Sultan tarafından isteksizce onaylanan Sened-i İttifak’ın yürürlüğe konulması çabaları statüko yanlılarının sert tepkileriyle karşılaşmış ve yeniçerilerin ayaklanmasıyla her şey sona ermiştir.[11]
Temelde “büyük ayanın devlet iktidarını kontrol altına alma teşebbüsünü ifade”[12] eden Sened-i İttifak, “bir harb ve ihtilal ortamı içinde iktidarı ele alan ayanlar tarafından padişahın mutlak otoritesi karşısında açıkca kendilerinin durumlarını garanti altına almak gayesi ile kabul ettirilmiş bir vesikadır.”[13] Bu nedenle siyasi açıdan önemi büyüktür. Şimdiye kadar sultanların otoritelerini sınırlandıran çeşitli faktörler söz konusuydu, fakat taşra güçlerinin merkezi yönetimle bir belge üzerinde uzlaşarak sultanın otoritesini sınırlandırmaları hiç olmamıştı. Daha önce hukuki ve dini bir sorun olarak ulema arasında tartışılan sultanın otoritesi meselesi, ilk kez toplumsal güçler, yönetilenler arasında da tartışma konusu haline gelmiş ve önemli bir mesafe de alınmıştır.
İktidarını güçlendirmeyi, düşündüğü reformları gerçekleştirmenin ön şartı olarak gören II. Mahmut, önce taşradaki feodal güçleri ve merkezdeki her türlü yeniliğin önüne dikilen kurumları etkisiz hale getirmek mecburiyetinde olduğunu biliyordu. Onun için önce merkezi yönetimle bir sözleşme imzalayacak kadar güçlenen ve Sened-i İttifak ile çeşitli imtiyazlar elde eden taşra ayanını ortadan kaldırma yoluna gitti.[14] Ardından kendi kontrolü önündeki en önemli engeli oluşturan yeniçeri ordusunu ortadan kaldırdı (1826) ve ulema sınıfını güçsüzleştirmeye çalıştı. Bu süreçte ulema, mali ve idari özerkliğini kaybetti. İdari reformlar çerçevesinde oluşturulan Maarif Nazırlığı, Adliye Nazırlığı gibi kurumlar ulemanın yetkilerinin bir kısmını devralarak siyasi iktidarın denetimine geçti.[15] II. Mahmut, iktidarı önündeki engelleri tek tek kaldırıp otoritesini genişletirken hem sistemi merkezileştiriyor hem de kendisine bağlı yeni bir bürokrasi sınıfı oluşturuyordu. 19. yüzyıl Osmanlı bürokrasisi hem bileşimi, hem konumu hem de sistem içerisindeki işlevleri açısından öncekilerden bütün yönleriyle farklı bir görüntü vermektedir. Yeni bürokrasi eskisi gibi toplumsal temelden yoksun bir Kapıkulu Bürokrasisi değil, tam tersine sistem içerisinde siyasi işlevler de üstlenen ve her türlü gelişmede katkısı bulunan güçlü bir bürokrasidir.
II. Mahmut Dönemi, klasik/geleneksel yönetim sisteminden kesin bir kopuşu ortaya koymaktadır. Padişah-ulema-yeniçeri dengesi bozulmuş, sistem bütünlüğünü kaybetmiştir. Muhtelif zamanlardaki düzeltme çabalarından da olumlu sonuçlar alınamamıştı. Bu durumda II. Mahmut daha radikal bir yenilik yapmak zorundaydı. İşte bu çerçevede Batı modelinde oluşturulan kurumlar (Seraskerlik, Vezaretler…) yeni bir yönelişin ifadesi oluyordu. O’nun idaredeki hedefi otoritesini artırmak ve bütün iktidarı kendi elinde merkezileştirmekti. Hem İstanbul’da hem de taşrada bütün aracı otoriteleri devreden çıkarmak istiyordu. Bu amaçla veraset, gelenek veya halk desteğinden gelen bütün iktidarları kaldırarak sistemi merkezileştirdi. Merkezi hükümetin yetkisini genişletti. Müsadere sistemini kaldırdı. Haberleşme sistemine önem vererek posta sistemini kurdurdu. Takvim-i Vekayi (1831) adındaki gazeteyi yayınlattı.[16]
19. yüzyılda II. Mahmut’un yenilik çabalarıyla başlatılan idarenin merkezileştirilmesi süreci Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde de sürdürüldü. Hatta bu merkezileştirmenin maksimum noktasına Cumhuriyet döneminde ulaştığı söylenebilir. Osmanlı geleneğine uygun bir formda hazırlanmış olan Tanzimat Fermanı ile devlet idaresinde köklü değişiklikler hedeflenmekteydi. Klasik sistemden kopuşu ve modern sistemin kurulması arzusunu simgelemesi açısından Tanzimat Fermanı’nın ayrı bir önemi vardır. Mevcut sorunları gelenek ve şeriattan kopuşta gören Tanzimat Fermanı, sorunların üstesinden gelinebilmesi için bir dizi değişiklik, yenilik ve “kavanin-i cedide” yapılması ihtiyacına işaret ediyordu. Fermanı padişah adına kaleme alan ve ilan eden Mustafa Reşit Paşa, bürokrasinin görüşlerine ve isteklerine tercüman olmakta, “ıslahatta siyasi ve idari tedbirlere öncelik vermekte, devletin kurtuluşunu bilhassa kuvvetli ve merkezi bir idarede görmekte” idi.[17]
Reşit Paşa’nın gerçekten yapmak istediği padişahın siyasi ve idari otoritesini, karar verme yetkisini sınırlandırarak fiilen bu yetkileri bürokrasiye devretmek idi. Bu yolla padişah siyasi otorite açısından gücü sınırlandırılmışken bürokrasi güçlendirilmiş ve idari işlevlerin yanında siyasi işlevlerle de donatılmış olacaktı. Bunun için de elbette ki sistemin merkezileştirilmesi gerekiyordu. Babıali’nin idarede kesin egemenliğini sağlamak için sadece padişahın otoritesini sınırlandırmak da yeterli değildi; bunun yanında ayanın ve ulamanın nüfuz ve gücünden kurtarılmış ve merkezin emirlerine bağlı bir memur kitlesinin meydana getirilmesi de gerekiyordu. Bu süreçte gerçekleştirilen yeniliklerle ulema sınıfının idaredeki etkinliği azaltılarak bürokrasi güçlendirilmiştir. Bundan dolayı Tanzimat Devri’nin bir bakıma bürokrasinin en parlak devri olduğu söylenebilmektedir. Tanzimat Devri’nin yenilikçileri karşılarındaki engelleri aşmak için merkeziyetçi bir idare meydana getirmişlerdir. Nitekim Tanzimat Fermanı’nın uygulanmasına başta ayan ile ulemanın karşı gelmiş olmaları bir tesadüf değildir.[18]
1839’da ilan edilen Hatt-ı Hümayun, yeni dönemi başlatıyor ve klasik sistemden kesin bir kopuşu ifade ediyordu. Ferman yeni bir şeyden çok eski uygulamalara dönüş şeklinde sunulsa da İslamî geleneklerden açık bir kopuş olduğu kesindi. “Tebaanın hayatı, namus ve mülkiyet güvenliği, iltizamın ve ona ilişkin bütün suiistimallerin kaldırılması, silahlı kuvvetlere sürekli ve düzenli asker alınması, suçla itham edilenlerin adil ve açık muhakemesi ve kanunların uygulanmasında her dindeki kişilerin eşitliği gibi ilkeleri ilan etti.”[19] Özellikle her dine inananların eşitliği ilkesi gelenekten köklü bir ayrılış idi. Müslüman olmayanlar Müslümanlarla aynı seviyeye getiriliyorlardı. Hatt-ı Hümayun başarılı geçmişe devamlı atıflar yapsa da iyi bir idare için yeni kurumların ve kanunların gerekliliğine dikkat çekmekteydi. Nitekim bu yeni kanunlar ve kurumlar özellikle adalet ve maliye alanlarında ortaya çıkacaktır.
Diğer taraftan Tanzimat Fermanı’nın uygulanması amacıyla yapılan yenilikler arasında idarenin güçlendirilmesi ve merkezileştirilmesi bağlamında valilerin nüfuz ve yetkilerinin azaltılmış olduğunu görmekteyiz. Valiler yalnız asayiş işlerinden sorumlu hale getirilmiş malî işlerse merkezden geniş yetkilerle gönderilen muhassıl-ı emval adlı görevlilere aktarılmıştır. Vergi tahsili işleri valilerin ve ayanın kontrollerinden kurtarılmıştır. Maliye teşkilatı malî merkeziyetçilik prensibi üzerinde örgütlendirilmiş, ademi merkeziyetçiliğe son verilmiştir. Yine bu çerçevede kadılık teşkilatı mensupları da iyice merkeze bağlanmışlardır. Netice olarak 19. yüzyıldaki siyasi ve idari yeniliklerin ve yeniden yapılanma çabalarının sistemi bütün yönleriyle merkezileştirme amacına yönelik olduğu, bu asra kadar padişahlar tarafından kullanılan siyasi otoritenin büyük bölümünün yavaş yavaş bürokrasiye geçmeye başladığını, yeni teşekkül eden bürokrasinin idari işlevler yanında siyasi işlevler de görmeye başladığını, bürokrasinin kendisine engel olarak gördüğü toplumsal sınıf ve kurumları güçsüzleştirmeye yönelik çeşitli tasarruflarda bulunduğunu söylemek mümkündür.
1856 Islahat Fermanı, modern devletin en önemli özelliği olan vatandaşların dinlerine göre ayırıma tabi tutulmaması yönünde büyük bir adım attı ki, bu durum da klasik/geleneksel sistemden radikal bir kopuştu. Tanzimat Fermanı’nın araladığı kapıyı Islahat Fermanı sonuna kadar açarak cizyeyi kaldırdı. Askerliği gayrimüslimlere de teşmil etmekte bir beis görmedi. Böylece Osmanlı tebaasının eşitliğini ilan ederek geleneksel anlayış ve değerlerden kopmuş oldu. Kırım Savaşı’nın ardından ilan edilen Islahat Fermanı ile Osmanlı iktidarı Avrupa’nın talep ettiği reformların tümünü kabul etmiş oluyordu.
Aslında Londra ve Paris’te hazırlanmış olan Islahat Fermanı eşitlik adına her çeşit hukuki, siyasi ve ekonomik hakları gayrimüslimlere de tanıyordu. Bununla Ferman, “Osmanlı Devleti’nin o güne kadar sahip olduğu temel prensiplerin ve geleneklerin tamamını göz ardı ediyordu.”[20] Avrupa bu yolla Balkan Hıristiyanların hamisi rolünü Rusya’dan alarak etkili konuma yerleşmiş oluyordu. Balkan Ortodoks Hıristiyan eliti bakışlarını Rusya’dan Batıya yöneltmekteydi.
2. Danışma ve Temsil Kurullarının Yerleştirilmesi
19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde siyasi alanda meydana gelen değişmelerden biri de hem ulusal, hem de yerel düzeyde çeşitli alanlarda kurulların, danışma meclislerinin ve temsil sisteminin gelişip yerleşmesi olmuştur. Aslında klasik Osmanlı devlet yapısı kurullardan ve danışma geleneğinden habersiz değildi. Devletin kuruluşundan beri mevcut olan, yapısı ve bileşimi zamanla farklılaşan Divan-ı Hümayun sistemin en etkin kurumlarından biri olarak önemli roller oynamıştır. Devlet işlerinin padişah adına görüşülüp kararların alındığı, siyasi ve idari faaliyetlerin yürütüldüğü bir kurul-organ olan Divan-ı Hümayun, 17. yüzyılın ortalarından itibaren etkinliğini kaybetmişti. Divan-ı Hümayun’daki üyeler sivil halk kesimlerinin temsilcisi değil bürokrasinin farklı kanatlarının temsilcileriydi ve padişah adına hareket ediyorlardı. Yasama, yürütme ve yargı yetkisine sahip Divan-ı Hümayun’un etkinliğinin azalmasından sonra idari otorite giderek Babıali’nin eline geçmiştir.[21]
Divan-ı Hümayun dışında sadrazam başkanlığında toplanan İkindi, Çarşamba ve Cuma divanlarını da anmak gerekir. 18. yüzyıl sonlarına doğru III. Selim önemli kamusal sorunları görüşmek üzere Meşveret Meclislerini toplantıya çağırmıştır. Devlet idaresinin üst tabakasına mensup yetkililerin katıldığı bu meclisler reform programlarının hazırlanmasında önemli rol oynamışlardır. II. Mahmut da bu yöntemi sürdürmüştür. Ne var ki Meclis-i Meşveret “ihtiyaca göre toplanan bir meclisti ve sürekli bir yapı arz etmemekteydi. Gündemi yalnızca tek ve belirli bir konu ile sınırlıydı ve kendine bağlı bir bürokratik örgütü bulunmuyordu.”[22] Tanzimat Fermanı’nın öngördüğü bütün reform hareketlerinin hazırlayıcısı ve yürütücüsü olarak öne çıkmış olan Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye, Divan-ı Hümayun ve Meclis-i Meşveret’in yerini alarak Tanzimat Dönemi’ne damgasını vurmuştur. Padişah adına yasama ve yargı yetkilerine sahip olan bu kurul ile daha sonra kurulan Meclis-i Tanzimat (1854) üyeleri bürokrasiden geliyorlardı ve burada yönetilenlerin temsili söz konusu değildi.[23]
Bu gelişmelere rağmen Osmanlı sistemi, temsili hükümet ilkesini ve temsil kurumlarını, esas itibariyle Batılı örneklerden almış bulunmaktadır. Eğer Osmanlı geleneğinde temsili sistem örneği aranacaksa buna verilecek en anlamlı örnek toplumun en alt birimini oluşturan mahallelerden verilebilir. “Osmanlı’nın ilk günlerinden itibaren, imparatorluk emirleri yerel ayan, eşraf, lonca temsilcileri ve imamların toplantıya davet edilmeleri suretiyle kasabalara ulaştırılıyordu. (…) Köyler ve daha küçük yerleşim alanlarında muhtarın yanında ihtiyar meclisi seçme geleneği mevcuttu.”[24] Ne var ki toplumun en alt birimini oluşturan mahalle ve köylerde meslek, din ve coğrafi temelde temsil ilkesine göre oluşmuş kurullar, daha üst düzeydeki örgütlenmelerde söz konusu değildi. Mesleki gruplaşmalardan doğan loncaların yöneticileri, esnaf tarafından seçiliyor ve üyelerini temsil ediyorlardı. Coğrafi gruplaşmanın ürünü olan mahallelerin başındaki şeyhler de yine halkın seçimi ile belirlenmekteydi. Benzer şekilde dini ve etnik cemaatlerin organizasyonunda da yöneticiler cemaat gelenekleriyle belirleniyor ve kendi cemaatlerini temsil ediyorlardı. Lonca, mahalle ve cemaat temsilcileri merkezi yönetimle halk arasında önemli rol oynuyor ve iki kesim arasında aracılık yapıyorlardı.[25] Bu durumda toplumun alt tabakalarında işleyen bir temsil sisteminin mevcut olduğunu ve bu sistem içerisinde ilgili halk kesimleri tarafından belirlenen temsilcilerin merkezi ve yerel iktidar tarafından tanındığını, özellikle iktidar/halk ilişkilerinde rol oynadıklarını söyleyebiliriz.
Temelde temsili hükümet ilkesi ve pratiği ile ilgili hiçbir madde içermeyen Gülhane Hatt-ı Hümayunu (1839) ile başlayan Tanzimat Devri, bir kanun koyma, idarenin tüm eylemlerini “nizamname” ile düzenleme çabalarının yoğunlaştığı bir devirdir. Klasik sistemde her sancak için bir kanunname çıkarılırdı. Kanunnameler arasında temelde bir benzerlik ve birlik olmakla beraber her birinin ilgili sancakla sınırlı olması, idarede tek biçimliliği değil farklılığı esas alıyordu. Tanzimat’la birlikte bu uygulama son bulmuştur. Bu dönemde çıkarılan nizamnameler tüm Osmanlı ülkesi için geçerli hale getirilmiştir. “Bu devir nizamname çıkarma, kanun koyma (vaz’etme) devridir. Gerçekten de Tanzimat Dönemi’nin genel ruhu bize göre, idarenin bütün işlemlerinin yazılı ve belirli kurallara, nizamnamelere göre yapılmasının sağlanması olarak ifade edilebilir. İdareciler tamamen bu nizamnameler ve kanunlara bağlı olarak tebaayı yönetmek zorundadırlar.”[26]
Tanzimat Fermanı’nın işaret ettiği yeni kanunların ve nizamnamelerin çıkarılması, bu düzenlemelerin yapılabilmesi için özel kurullar ve kurumların tesisi gerekmiştir. Bu bakımdan 19. yüzyıldaki kurulların ve meclislerin önemli bir kısmı sözü edilen nizamname ve kanunları hazırlamak amacıyla oluşturulmuştur. Böyle bir ihtiyaç ve gereklilik meclislerin ve kurulların tesisini zorunlu hale getirmiştir. Meclis-i Ahkam-ı Adliye ve benzeri pek çok kurul bu amaçla oluşturulmuştur.
Aslında klasik sistemde de mevcut olan meclis, danışma ve şura geleneği 19. yüzyıldaki yenilikler çerçevesinde geliştirilerek daha da yaygınlaştırılmıştır. Bu süreçte idarenin her alanında ve düzeyinde genelde idari temsilcilerin yer aldıkları “danışma” organları öne çıkmıştır. Bu meclislerin veya kurulların çoğu padişah adına hizmet görseler de, fiiliyatta padişahın otoritesini sınırlandırma ve otoritenin bürokrasiye intikal ettirilmesine hizmet etmişlerdir. Diğer yandan mevcut olan “danışma” geleneği yaygınlaştırılarak idaredeki keyfiliğin önüne geçilmek istenmiştir. Siyasi yapının demokratikleşmesi ve meşruti hüviyete kavuşturulmasında bu meclislerin ve danışma kurullarının yaygınlaşmasının olumlu katkısının olduğu söylenebilir.
19. yüzyıldaki bir diğer önemli gelişme ise devletin değişik seviyelerindeki kurullarında halkın temsiline dayanan bir yapılanmanın gerçekleşmiş olmasıdır. Bu bakımdan temsili hükümet sistemi gerçek anlamda eyaletlerde başlamıştır, denilebilir. 1840 yılında eyaletlerdeki valilerin yetkilerini kısmak, merkezin otoritesini arttırmak ve mali sistemi yeniden örgütlemek amacıyla çıkarılan bir fermanla “bölgenin başlıca halk gruplarından ve yönetici sınıf temsilcilerinden oluşan danışma meclisleri”[27] kurulmuştur. Vilayet sistemine geçilmeden önce sancak ve kazalarda halk temsilcileri ve yöneticilerin iştiraki ile iki tür meclis kurulmuştu. Muhassılı olan vilayet ve bölge merkezlerinde her biri on üç üyeden oluşan Büyük Meclisler ve muhassılı olmayan yerlerde ise Küçük Meclisler adıyla anılan kurullar oluşturulmuştur. Büyük Meclislerin yedi üyesi hükümeti, altı üyesi de yerel ayan ve loncaları temsil ediyorlardı. Tanzimat reformlarının uygulandığı kazalarda oluşturulan Küçük Meclislerin beş kişiden oluşan üye sayısının üçünü hükümet temsilcisi, ikisini de yerel ayan temsil ediyordu.[28] Bu meclislerdeki halk temsilcilerin seçimi yöntemi oldukça karmaşıktı ve bugünkü anlamda demokratik bir yapı görüntüsü vermiyordu. Ancak ilk defa bu meclisler yoluyla halkın hükümette temsiline imkan verilmiş oluyordu. Yukarıda belirtildiği gibi daha önce mahalle düzeyinde halkın temsiline imkan veren bir yapı vardı, fakat hükümette temsil söz konusu değildi. Ne var ki bu meclislerdeki temsil de nihayet yerel nitelikli idi ve “çoğunlukla seçilenler her dinsel, ekonomik ve toplumsal grubun egemen sınıflarının üyesiydi ve halkın çıkarlarından çok kendi sınıf çıkarlarını temsil ediyordu.”[29]
Bununla birlikte birçok açıdan bu meclisler önemli bir yeniliği ve gelişmeyi ifade ediyorlardı. Öncelikle bir seçim ilkesi ortaya konulmuştu. Halkın temsilcilerinin nasıl seçileceği resmen belirlenmişti. Diğer yandan temsil ilkesi de resmen onaylanmış ve sisteme dahil edilmişti. Gayrimüslimlere de yer verilmesi ve Müslümanlar gibi idari, mali ve adli sorunların tartışılmasına katılabilmeleri önemli bir gelişmeydi. Ayrıca meclis başkanlığının kadılara verilmeyip hükümet temsilcisi diğer üyelere verilmesi de önemli bir gelişmeyi ifade ediyordu.[30]
Daha sonra adları Eyalet Meclisleri ve Sancak Meclisleri olarak değiştirilmiş ve 1864 yılına kadar faaliyetlerine devam etmiş olan[31] ve eyalet ile sancakların yönetiminde önemli işlevler üstlenen bu meclislerde mahalli halkın din temeli üzerinde temsil edilmeleri, esasında temsili sistem geleneğinden yoksun olan Osmanlı iktidarı için önemli bir gelişmeyi ifade ediyordu. Şimdiye kadar mevcut olan kurullar veya meclislerde bürokrasi temsilcileri görev almış ve onlar da padişah adına hizmet görmüşlerdir. Şimdi ise yönetilen halk kamusal işlerin görüşülmesi ve karara bağlanması sürecine temsilcileri yoluyla iştirak etmekteydiler.
1864 yılında yayımlanan Vilayet Nizamnamesi, Osmanlı Devleti’nin idari taksimatını yeniden düzenleyerek idarenin her kademesinde üyelerinin çoğu seçimle işbaşına gelen her vilayet, sancak ve kazada “Meclis-i İdare”leri getirdi. Mülki idarecilerin başkanlığı altında teşekkül ettirilen Meclis-i İdarelerde Müslim ve gayrimüslim halkın temsilcileri yer almaktaydı. Bunun yanında vilayetlerde kurulan ve her sancaktan seçilmiş iki Müslüman ve iki gayrimüslim üyeden teşekkül eden Vilayet Genel Meclisi adında bir başka meclis de vardı.[32] İdarenin her düzeyinde kurulan ve temsil esasına dayanan bu meclislerin yanında önce İstanbul’da ardından diğer şehirlerde kurulan belediye teşkilatları içindeki, yine temsile dayanan belediye meclislerini de hatırlatmak gerekir.
Osmanlı Devleti’nde temsili sistemle ilgili en önemli gelişme, elbette ki Meclis-i Mebusan’ın toplanmasıdır. Farklı düzeylerdeki idare meclisleri olsun belediye ve diğer meclisler olsun, mahalli düzeyde meclisler idi ve temsili niteliği ilgili yöre ile sınırlı bulunuyordu. İmparatorluk düzeyindeki ilk temsili kurum Meclis-i Mebusan olmuştur. Geçen asrın sonlarına doğru başlayan sistemi yeniden oluşturma ve reform çabaları 19. yüzyılda siyasi ve idari alanda farklı bir dünya görüşünün, ideolojisinin ve kültürün gelişip yerleşmesini sağlamıştır. Bu süreçte muhalefet, örgütlü muhalefet, temsili kurumlar, anayasal monarşi, iktidarın sınırlandırılması, parlamentonun açılması gibi fikirler özellikle bürokraside ve aydınlar arasında taraftar bulmuştur. 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe giren Kanun-ı Esasi, aynı zamanda bir parlamentonun kuruluşunu, işleyişini ve yetkilerini de belirlemekteydi. Meclis-i Umumi adı verilen ve iki ayrı “Heyet”ten oluşan Meclis’in Heyet-i Ayan bölümü atama ile, Heyet-i Mebusan ise halkın seçtiği temsilcilerden oluşacaktı. “Bu, temsil ilkesinin gelişim tarihi içinde, millet temelinden, şahıs temeline doğru önemli bir geçişin de göstergesi oldu.”[33] Zira anayasanın getirdiği üç önemli yenilik vardı; kısmen atama yerine seçimle gelecek vekiller meclisi olacak, elli bin erkek başına bir vekil seçilecek, meclisin her üyesi kendi seçim bölgesini ve kendi mezhebini değil tüm Osmanlı vatandaşlarını temsil edecekti. Artık temsilciler kendilerini seçen milletlerini değil tüm Osmanlıları temsil edeceklerdi. Anayasada millet ayırımı sürdürülmekle birlikte temsil sistemin işlemesinde terk edilmekteydi.
Heyet-i Ayan, doğrudan doğruya padişah tarafından kayd-i hayat şartı ile atanacak kişilerden oluşmaktaydı. (Kanun-ı Esasi, md.: 60-64) Meclisin ikinci heyetini oluşturan Heyet-i Mebusan ise her elli bin Osmanlı erkek nüfusuna bir temsilci düşecek şekilde halk tarafından seçilecek “mebus”lardan oluşuyordu (Md: 65). Seçimin nasıl yapılacağı ile ilgili bir yasa çıkarılacak, seçimler dört yılda bir ve gizli yapılacak, mebus seçilebilmek için Türkçe okumak ve mümkün olduğu ölçüde yazmak gibi özel şartlar gerekmekteydi (Md: 65-80).[34]
Daha Kanun-ı Esasi yürürlüğe girmeden önce Meclis-i Mebusan üyelerinin seçimleriyle ilgili hazırlıkların yapıldığı görülmektedir. Anayasayı hazırlayan komisyon, sadece ilk seçimlere mahsus olmak üzere 28 Ekim 1876 tarihinde “Meclis-i Mebusan Azasının Suret-i İntihabı ve Tayinine Dair Talimat-ı Muvakkate” başlıklı bir genel seçim beyannamesi yayınlanmış ve ilk meclisin üyeleri buna göre seçilmiştir.
Bu beyannameye göre hangi vilayetten ne kadar mebus çıkacağı belirtiliyordu. Mebus sayısı asgari 130 olacaktı; bunun 80’i Müslüman, 50’si de gayrimüslim olacaktı. Kanun-ı Esasi her elli bin Osmanlı vatandaşına bir mebus öngörmüşse de beyanname 130 sayısı ile sınırlamıştır. Seçimler iki dereceli yapılacaktı.[35] Olağanüstü koşullar nedeniyle, beyannamede belirtilen hususlar uygulanamamış ve seçimler yapılamamıştır. Mebusların seçimleri Vilayet Meclisleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bir bakıma Vilayet Meclisi üyeleri ikinci seçmen (müntehib-i sani) olarak kabul edilmiş ve onların seçtiği kişiler mebus olarak İstanbul’a gönderilmiştir.
19 Mart 1877’de İstanbul’da toplanan, Osmanlı ülkesinin dört bir yanından gelen değişik dil, din, mezhep, kültür ve bölgeye mensup rengarenk 115 mebus ilk Osmanlı parlamentosunu oluşturmuşlardır. İlk Osmanlı parlamentosunun çağdaşı meclisler gibi bir sınıfsal temeli yoktu ve esas itibariyle “etnik bir renkliliğe sahip”ti.[36] Yetkileri, bileşimi, çalışma yöntemleri, sistem içindeki yeri ve işlevleri elbette tartışılabilir bir konuydu. Ama onun sembolik olarak ifade ettiği önemli bir gelişme vardı ki o çok önemliydi: Klasik/geleneksel sistemde mevcut olmayan ülkesel düzeyde yönetilenlerin temsilcilerinden oluşan bir kurul, meclis veya organın siyasi kararların alınması ve temel kuralların konulması sürecine katılmaları ilk kez gerçekleşiyordu. Bu ilk gelişme Osmanlı iktidarının geleceğini ve ilerideki siyasi örgütlenmeleri de derinden etkileyecekti. Bu bakımdan 19. yüzyılda Türk siyasi hayatında gözlemlenen siyasi gelişmelerin belki de en önemlisi temsil sisteminin yerleşmesi ve kurumsallaşmaya başlamasıdır.
3. Siyasi Düşüncelerin Farklılaşması ve Anayasalı Devlete Geçilmesi
19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan siyasi gelişmelerin en önemlilerinden bir diğeri de devlet ve iktidara ilişkin düşüncelerin farklılaşması ve örgütlü muhalefet hareketlerinin ortaya çıkmasıdır. Bu asra kadar Osmanlı aydınları siyasi iktidara ilişkin sorunları ve süreçleri geleneksel ölçüler içerisinde tartışırken, yürürlüğe konulan yenilikler ve uygulanan politikalar toplum ve aydınlar arasında farklı tepkilerle karşılanmıştır.[37] Özellikle giderek güçlenen ve siyasi iktidarın kullanılmasında padişahın önüne geçen Babıali’nin Tanzimat Dönemi’nde izlediği politikalar geniş bir muhalefet cephesinin oluşmasında etkili olmuştur.
Aydınların idareye karşı ilk örgütlü hareketi, Islahat Fermanı’nın yayınlandığı tarihten üç sene sonra Şeyh Ahmed Efendi liderliğindeki Kuleli Vakası’dır (1859). Henüz teşebbüs halinde iken haber alındığından harekete geçemeden elebaşıları tutuklanıp çökertilen gizli örgütün adının “Fedailer Cemiyeti” olduğu ileri sürülmüştür.[38] Cemiyetin amacı ve ideolojisinin ne olduğu net olarak belli olmamakla beraber hükümetin uygulamalarına karşı oldukları ve yönetimi değiştirmeyi hedefledikleri sanılmaktadır.
Tanzimat’ın yaptığı şey Avrupalıların yapısını barbar ve onarılamayacak kadar kötü olduğuna inandıkları Osmanlı iktidarının klasik/geleneksel kurumlarını yıkarak yerlerine Batıdan iktibas edilen kurumları ikame etmeye çalışmak oldu. Bu çabasında çok başarılı olduğunu söylemek zor olmakla beraber en azından klasik kurumların ve yapıların geriletilmesi, işlevsiz hale getirilmesi ve yenilerin önünün açılması konusunda belli bir merhalenin alındığı açıktır. Avrupalı kurumların ve yapıların benimsenmesinin Osmanlı iktidarını ve toplumunu güçlendireceğine, mevcut sorunların çözümüne katkıda bulunacağına inanılıyordu. Osmanlı devlet eliti, Avrupalılarca ve İstanbul’daki elçiliklerce bu görüşe zorlanıyor, bu görüşün benimsenmesinde etkili oluyorlardı. Bu gelişme ve politikalar kısa zamanda muhalefetini yaratmakta gecikmedi. Yeni Osmanlılar ve diğer muhalif unsurlar bu meyanda ortaya çıkmışlardır. Ne var ki muhalif unsurlar artık klasik/geleneksel kurumları ve yapıları değil onların modernize olmuş şekillerini savunuyorlardı.
Tanzimat idarecilerinin politikalarına ve idare tarzına muhalefet eden bir diğer örgütlü hareket Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne mensup olanlardan gelmiştir.[39] 1861’de iktidarı ele alan Abdülaziz Dönemi’nde meşruti idare cihazının kurulması talepleri iyice su yüzüne çıkmıştır. Fransa, İngiltere ve Avusturya’nın desteğiyle etkin bir reform politikasının yürürlüğe konulmasını isteyen bir notanın verildiği sırada Yeni Osmanlılar da örgütlenmekteydiler. Tanzimat Dönemi’nin etkin devlet adamları olan Âlî ve Fuat Paşaların yönetimi sırasında “yeni kanunlar(ın) ve kurumlar(ın) akın halinde sökün”[40] etmesi muhalefetin gelişmesinde önemli etkide bulunmuştur. Dönemin etkili haberleşme vasıtası olan gazeteler yoluyla muhalif düşüncelerini ve hükümet politikalarını eleştiren yazıları kaleme alan Yeni Osmanlılar Avrupa’ya kaçmak ve burada muhalefetlerini sürdürmek mecburiyetinde kalmışlardır. Babıali hükümetinin ülkeyi keyfilikle idare ettiğine inanan Yeni Osmanlılar, Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında boyun büker hale gelmiş olmasından rahatsızlık duyuyor ve mevcut duruma çare bulmak için çeşitli önerilerde bulunuyorlardı. Temel hedefleri “Babıali’nin keyfi idaresine son verip yerine meşruti bir idare getirmek” idi.[41] Yeni Osmanlılar padişahı değil bürokrasiyi ve Babıali’yi hedef alıyorlar “Usul-i Meşveret” adını verdikleri parlamenter rejimi savunuyorlardı. Eleştirilerinde genellikle Tanzimat idarecilerinin dinden uzaklaşmalarını, Batılı güçlere teslim olmalarını, padişahın otoritesinin hiçe sayılmasını, “meşveret”e önem verilmemesini dile getiriyorlardı. Kendisine karşı mücadele verdikleri Âlî Paşa’nın ölümü üzerine (1871) bulundukları Avrupa merkezlerinden yavaş yavaş İstanbul’a dönen Yeni Osmanlılar düşüncelerini burada savunmaya çalıştılar.
10 Mayıs 1876’da patlak veren medreseli öğrencilerin ayaklanması hükümetin değişmesiyle noktalandı. Yeni hükümette, Yeni Osmanlıların yanlıları da görev almışlardı. Ne var ki yeni hükümetle padişah arasında ciddi bir güven problemi bulunuyordu ve bu güvensizlik sonunda Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’nin Halife/Sultanın hal’ine cevaz veren bir fetva vermesiyle yeni bir döneme girilmiş oldu. Padişah Abdülaziz hükümet tarafından iktidardan uzaklaştırılırken yerine V. Murat’ı geçirmeyi başarıyorlardı. Bu durum “hürriyetçiler için bir zafer gibi göründü. Murat yıllarca Genç Osmanlılarla temasta bulunmuş ve onlara sempati göstermişti; bunlardan bir çoğu şimdi saray memuriyetleri aldı. Kıbrıs’tan çağrılan Namık Kemal onun özel sekreteri oldu”.[42] Bu gelişme Osmanlı Devleti’nde anayasal devlet idaresine geçmenin kapısını da aralamış oldu. Zira hükümete giren Mithat Paşa ve diğer Yeni Osmanlılar “Usul-i Meşveret”i ve “Kanun-ı Esasi”yi savunuyorlardı. Anayasa ve meclisle birlikte tesis edilecek parlamenter sistemin bürokrasinin konumunu güçlendireceğine, sorunların çözümüne katkıda bulunacağına ve bu yolla Avrupa devletlerinin ilgisini kazanacaklarına inanıyorlardı.
Mithat Paşa tarafından hazırlanan V. Murat’ın tahta çıkış hattının müsveddesinde ilk kez “Kanun-ı Esasi” ve “Meclis-i Mebusan” vaatlerinde bulunulmaktaydı. Fakat hükümet üyeleri bu vaatler üzerinde ittifak edemediklerinden hattan çıkarılmıştır.[43] V. Murat’ın kısa süren saltanatı sırasında Kanun-ı Esasi için ön hazırlıklar yapılmış, ne var ki olumlu bir sonuç alınamamıştır. Sağlık sebepleriyle V. Murat’ın tahttan indirilmesi ve yerine kendisinden anayasayı ilan etme sözü alınmış olan[44] II. Abdülhamit’in tahta çıkarılması sırasında ara verilen Kanun-ı Esasi çalışmaları bir zaman sonra yeniden başlatılmıştır. 30 Eylül 1876 tarihli irade ile Kanun-ı Esasi Layihasını hazırlamak üzere Mithat Paşa başkanlığında ve yirmi dört üyeli bir komisyon kurulmuştur.[45]
Mithat Paşa’nın başkanlığı altında çalışmalarını sürdüren özel komisyon yıl sonuna doğru çalışmalarını tamamlayarak tasarıyı ilan edilebilir hale getirdi. Aslında komisyon üyelerinin hepsi Kanun-ı Esasi’nin niteliği ve kapsamı konusunda fikir birliğinde değillerdi. Kanun-ı Esasi’den yana olanlar olduğu gibi karşı çıkanlar da vardı. Hatta Kanun-ı Esasi yanlıları arasında bile görüş ayrılıklarının bulunduğu anlaşılmaktadır.[46] Bir kurucu meclisin değil üst düzey devlet elitlerinin elinden çıkmış olan Kanun-ı Esasi, 23 Aralık 1876 tarihinde hükümran iktidar tarafından ilan edilerek yürürlüğe girmiştir.[47] Böylece tarihte ilk defe Osmanlı Devleti anayasalı devlet idaresine geçmiş oluyordu. Her ne kadar Kanun-ı Esasi’nin yürürlükte kalması fazla uzun sürmedi ise de Osmanlı tebaasının anayasa, anayasal rejim ve sınırlı iktidarla tanışmaları mümkün olmuş, modern devletin kurulması yolunda önemli bir aşama geçilmiştir.
Kanun-ı Esasi’nin ilanının, Balkanlar’da yapılacak düzenlemelerin ve reformların görüşüldüğü uluslararası Haliç Konferansı’nın açılış gününe denk getirilmiş olması dış dinamikleri öne geçirmiş, konferansın gereksiz olduğu, Osmanlı Devleti’nin gerekli düzeltmeleri yapacak duruma geldiği görüntüsü verilmek istenmiştir.[48] “1876 Kanun-ı Esasi’sinin imparatorluk hükümetini ıslah etmek veya değiştirmek için gerçek bir arzuyu temsil etmediği, sadece Batılı devletlerin gözlerini boyamak ve tabi milletler yararına müdahale planlarını bozmak amacında olan bir manevra, bir göstermelik olduğu tenkidi sık sık yapılmıştır.”[49]
Kanun-ı Esasi’nin ilan edildiği tarihteki şartlar ve daha önceki benzer reform programlarının ilanında izlenen politikalar bu tür eleştirileri haklı çıkarmaktadır. Gerçekten de Balkanlar’da büyük bir kargaşa vardı ve Rusya bölgede giderek nüfuz kazanmaktaydı. Bölgede her geçen gün yaklaşmakta olan savaşı önlemek için son çare olarak buradaki vilayetlerin durumunu görüşmek ve yeni düzenlemeler yapmak üzere bir konferans toplanması kararlaştırılmıştı. Osmanlı Devleti Rusya’ya karşı Avrupa’nın desteğini kazanmak istiyordu. Daha önce 1839 Tanzimat Fermanı, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’ya karşı Avrupa’nın desteğini kazanmak, 1856 Islahat Fermanı ise Kırım Savaşı’nın ardından elverişli bir barış antlaşması yapmak için Batı’nın olumlu katkısını sağlamak amacına yönelik olmuştu. Şimdi de Rumeli sorunu nedeniyle “müdahale ve himaye planlarını önlemek ve Rusya ile ufukta gözüken savaşta Batı desteğini sağlamak üzere mükemmel bir zamanda seçilmişti.”[50]
Neticede hangi sebeple ilan edilmiş olursa olsun ister gerçekten idarenin ve siyaset sürecinin yeniden düzenlenmesi ihtiyacına binaen rasyonel bir reform olarak, isterse mevcut konjonktür içerisinde Batının desteğini kazanmak için olsun, meydana getirdiği etki ve siyaset sürecine yaptığı katkı değişmemektedir. Osmanlı iktidarının yeni bir yola ve sürece girmesinde etkin rol oynamış ve geri dönülmez bir şekilde sistemin restorasyonuna hizmet etmiştir.
Sonuç
19. yüzyıl hem ulusal hem de global düzeyde bir değişim ve dönüşüm asrı olmuştur. Dünya sisteminin baş aktörü olan Batı’da meydana gelen köklü değişmeler sadece Batılı toplumların ilişkilerini değiştirmekle kalmamış Batı dışı toplumları, devletleri ve medeniyetleri de dönüştürmüştür. Kurulduğundan beri Batı dünyasıyla iletişim halinde bulunan Osmanlı Devleti’nin temsil ettiği medeniyet ve toplumsal ilişkiler, kurumlar, yapılar, süreçler ve sistem 19. yüzyıl öncesinden beri bir çözümsüzlük ve tıkanmışlık içerisinde bulunuyordu. Klasik yöntemlerle problem çözemiyor, kendisini yenileyemiyor, beklentilere cevap vermekte zorlanıyordu. Rekabet halinde bulunduğu Batılı devletlerle olan mücadelede başarısız oluyor, devamlı kendini koruma refleksi içerisinde yer alıyordu. Ayakta kalabilmek ve rekabeti sürdürebilmek için sistemi yenilenmesi, restore edilmesi ve reforma tabi tutması bir zorunluluktu.
18. yüzyılda, önce askeri alanda başlatılan mevcut kurumsal ve toplumsal ilişkileri yenileme ve reforma tabi tutma çabaları 19. yüzyılda toplumun tüm alanlarına yayıldı. Radikal tedbirler ve çözümler gündeme getirildi. Devlet eliyle ve iktidar aracılığıyla yürürlüğe sokulan “yenilik”lerin umulan neticeyi hasıl ettiği tartışılabilirse de sistemin kendisini yenilemesinde önemli katkılar sağladığı kesindir. Süreçte bir yandan padişahın otoritesi ve iktidar alanları sınırlandırılmaya çalışılırken diğer yandan bürokrasi giderek güçlenmiş, padişahın iktidarı idareye geçmiştir. Toplumsal bölünmüşlük, din ve etnik farklılık temelinde örgütlü klasik sistemin parçalı yapısı modern sistemin merkeziyetçi ve din farklılığını dikkate almayan formuna dönüşmüştür. Kişisel iktidar pratiğinden idarenin her kademesinde etkin kurullara, danışma organlarına doğru bir gelişme ortaya çıkmıştır. Diğer yandan yönetilen halk kesimleri siyasi karar alma ve kural koyma sürecine dahil edilmiş, halk temsilcilerinden oluşan yerel ve ulusal meclisler toplumsal sorunların çözümünde rol üstlenmişlerdir.
Modern devletlerin en önemli özelliği olan anayasal devlet pratiğiyle Türk siyasi hayatı 19. yüzyılda tanışmıştır. Devlet çatısının anayasa metni ile düzenlenmesi, iktidar organlarının yetki ve sorumluluklarının belirlenmesi, iktidarın kurumlar arasında paylaştırılması, halkın temel hak ve özgürlüklerinin tasrih edilmesi önemli bir gelişme olmuştur. 19. yüzyılın en önemli özelliği bir yandan geleneksel/klasik kurumların yaşamaya devam etmeleri, diğer yandan ise modern kurum ve yapıların tesisine çalışılması sonucu idare ve siyasette ikili bir yapının ortaya çıkmış olmasıdır. Bu ikili yapı 19. yüzyıl boyunca rekabet halinde bulunmuş ve rekabette yeni yapılar ve kurumlar başarıyı yakalamışlardır. 20. yüzyıldaki siyasi, idari ve sosyal gelişmeler bir bakıma 19. yüzyıldaki “yenilik”lerin ve bu çerçevedeki düzenlemelerin doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu düzenlemeleri ve süreçleri doğru kıymetlendirmeden 20. yüzyıl süreçlerini ve gelişmeleri anlamak imkansızdır.
Sakarya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 581-492
Kaynaklar: