Bu yazımızı, Türk mûsiki tarihine yön vermiş, ortaya koydukları sanat eserleriyle gerek yaşadıkları çağda gerekse daha sonraki devirlerde ışık ve ilham kaynağı olmuş, dönemlerinin hemen akla gelen ilk isimlerinden, biri Türk mûsikisinin gelişme çağlarının diğeri olgunluk döneminin dahi sanatçıları Abdülkâdir-i Merâgî’ye ayırdık. Yazımızın çerçevesinin tarihi önemi itibarıyla hayatı, Türk mûsikisindeki yeri ve önemi ile mûsikiye kazandırdıkları şeklinde tespit ettik.
Dünya tarihi, XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yayılmaya başlayan Oğuz boylarının serüvenleri ile çalkalanmaktadır. XIII. yüzyılın sonunda kurulan Osmanlı Devleti gelişimini sürdürürken tarih, iki Türk hükümdarı Timurlu Hakanı Timur (H. 1370-1405) ile Osmanlı Hakanı Sultan Yıldırım Bâyezid’in (H. 1389-1402) Ankara ovasında karşı karşıya gelişine sahne olur. Yıldırım Bâyezid Han’ın yenilerek esir düşmesiyle neticelenen bu savaşın, Osmanlıların gelişmesini yarım yüzyıl kadar ertelediği, tarihçilerin ortak görüşüdür. Ankara Savaşı’nın ardından Osmanlı hükümdarları Çelebi Mehmed (h. 1413-1421) ve oğlu Sultan II. Murad’ın (H. 1421-1444, 1446-1451) Anadolu birliğini yeniden kurma çabaları müspet yolda gelişmekte ve bu arada Osmanlıların tekrar Tuna boylarına seferlere devam ettikleri görülmektedir.
Bu dönemde doğuda Timurluların Türkistan İmparatorluğu dünyanın en büyük devleti durumundadır. Timur’un ölümünden (1405) bir müddet sonra yerine geçen oğlu Şâhruh (H. 1409¬1447) devletin başkentini Semerkant’tan Herat’a nakleder ve artık Herat devrinin en büyük kültür merkezi olma yolunda ilerlemektedir. Batıda ise ilim, edebiyat ve sanat merkezli kültürel faaliyetleri ve bu sahada destekleyici çalışmalarıyla tanınan Sultan II. Murad Han önce Bursa’yı ardından da Edirne’yi önemli merkezler haline getirdi.
Netice olarak Şâhruh, Hüseyin-i Baykara Devri’nin; Sultan II. Murad ise oğlu Fatih Sultan Mehmed Han Devri’nin (H. 1444-1446, 1451-1481) hazırlayıcıları oldular. 1453’te İstanbul’un fethi ile Osmanlı Devleti, taht şehrini Edirne’den İstanbul’a taşır. Fatih Sultan Mehmed, babasının başlattığı ilim ve kültür hamlelerini devam ettirir ve onu da oğlu Sultan II. Bâyezid Han (H. 1481-1512) takip eder. Aynı şekilde Hüseyin-i Baykara da (H. 1470-1506) Herat’ta, sarayındaki şiir, edebiyat ve sanat ortamıyla kültürel gelişimin sembolü olmuş ve huzurunda düzenlenen “Hüseyin Baykara Meclisleri”, “Hüseyin Baykara Divanı” adlı akademik toplantılar, daha sonraki devirlerde bu konular etrafında tertiplenen ilim meclislerinin de adeta simgesi haline gelmiştir.
İşte bu kültür ortamının yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biri de ünlü mûsiki bilgini, bestekâr, nazariyatçı, şair, ressam (musavvir), hafız, hattat ve hanende (güyende) Hace Kemâleddin Abdülkâdir bin Gaybî el-Merâgî’dir.
Bugün İran sınırları içerisinde yer alan Güney Azerbaycan’ın Merâga şehrinde[1] doğdu. Doğum tarihi kesin olarak belli değilse de araştırıcılar değişik değerlendirmeler yaparak 1350-1360 yılları arasında çeşitli tarihler vermektedirler. Rauf Yektâ Bey ve Henry George Farmer ise tarih vermeksizin yukarıda zikredilen yıllar etrafında yorumlanabilecek ifadeler kullanmışlardır.[2] Ancak M. Ali Terbiyyet’in kaynak göstermeden verdiği 17 Aralık 1353[3] tarihi birçok araştırıcı tarafından tekrar edilmektedir. Doğduğu şehre nispetle “Merâgî” adıyla anıldı. Kendi ifadesine göre babası, birçok ilimde söz sahibi ve zamanın değerli bir mûsikişinası olan Gıyasiddin Gaybi’dir (Bazı eserlerde Cemaleddin Gaybi olarak da kaydedilmiştir).[4] Handmir’in, Abdülkâdir’in babasından “Safiyuddin” diye bahsetmesi[5] ise bir yanlışlık eseri olmalıdır. Dört yaşında okula giden Abdülkâdir, sekiz yaşında hafız oldu, on yaşlarında da sarf, nahiv, meani, beyan gibi dil ilimleri ile meşgul olmaya başladı.[6] Diğer ilimlerle birlikte mûsikiyi de bizzat babasından öğrendikten sonra babasının vefatının ardından Terbiz’e gitti.[7] Burada mûsiki bilgisi ve kabiliyetiyle kısa sürede kendisini tanıtarak Celayirli Devleti’nin ikinci hükümdarı Sultan Muizeddin Şeyh Üveys Baladır Han’ın (I. Üveys, H. 1356-1374) sarayına alındı. Abdülkâdir’e “misli cihanda bulunmayan kişi” ifadeleriyle[8] sık sık iltifatlarda bulunan Şeyh Üveys’ten yakın ilgi gördü. Onun ölümünden sonra tahta geçen oğlu Sultan Celaleddin Hüseyin Han’dan (H. 1374-1382) da aynı ilgiyi gören Abdülkâdir hükümdara, mûsikinin yanında birçok ilimde de hocalık yapmıştır. Abdülkâdir’le ilgili bütün kaynaklarda söz konusu edilen ve kendisini de eserlerinde anlattığı “nevbet-i müretteb”in bestelenmesi hadisesi[9] bu hükümdar zamanında meydana gelmiştir.
11 Ocak 1377 tarihinde bizzat hükümdarın da hazır bulunduğu ve Hace Şeyh Kucec, Emir Şemseddin Zekeriyya, Celaleddin Fazlullah el-Ubeydi, Sadeddin Kuçek, Ömer Şah, Radıyyeddin Rıdvanşah gibi devrin tanınmış âlim, mûsikişinas, saz ve söz icracılarının katıldığı mûsiki toplantılarının birinde, beste türlerinin en zoru kabul edilen nevbet-i mürettebin bir tanesinin bir ayda bile zor bestelenebileceğini ileri sürülmesi üzerine Abdülkâdir, günde bir tane nevbet-i müretteb besteleyebileceğini iddia ederek bunda ısrar etti. Ünlü mûsikişinas Rıdvanşah’ın ifade ettiği “eserlerin daha önce bestelenmiş olabileceği” şeklindeki görüşünü ortadan kaldırmak için Merâgî’de “güftelerin, makamların ve usullerin önceden tespit edilerek her gün bunlardan uygun olanının kendisine verilmesini” istedi ve hatta sözleri orada tespit edilen ilk nevbet’i de aynı yerde besteledi. Abdülkâdir bu iddiasının, bir gün sonra giren Ramazan ayında, her gün bir adet olmak üzere otuz eser besteleyip arefe günü de hepsini birden icra etmekle ispat etti. Bu başarı ona sadece yüz bin altın dinarlık ödül kazandırmakla kalmamış aynı zamanda adım adım ilerleyen şöhretinin de önemli ölçüde bir basamağı olmuştur. 1380-1381’de Sultan Hüseyin’in arzusu üzerine 24 zamanlı “darb-ı rebi” usulünü tertip etti.
Sultan Hüseyin’in 1382’de kardeşi Ahmed Bahadır tarafından öldürülmesinden sonra onun Bağdat’ta bulunan kardeşi Şehzade Şeyh Ali’ye intisap eden Abdülkâdir aynı yıl, Şeyh Ali’nin, Ahmed Baladır’la yaptığı savaşı kazandığı gün onun isteği ile 49 zamanlı bir usul meydana getirerek zaferin hatırası olmak üzere buna “darb-ı fetih” adını verdi. Yine bu yıl içerisinde Abdülkâdir, Şeyh Ali’nin saltanat mücadelesinde yenilmesinin ardından Celayir hükümdarı olan Sultan Gıyaseddin Ahmed Bahadır Han’ın (H. 1382-1410) himayesine girdi.[10] “Yanında kendinden başka daha yakın kimsenin bulunmadığı”nı ifade ettiği Ahmed Han’ın nedimi olarak meclisi ve sohbetlerinde bulunduğu yirmi yıl süresince bu hükümdardan çok büyük yakınlık gördü ve yanında parlak bir mûsiki hayatı geçirdi.[11] Aklam-ı sittede iyi bir hattat oluşu, müzehhipliği, musavvirliği, şairliği, astrolojiye olan vukufu ve mûsikişinaslığı ile tanınan Ahmed Bahadır’ın mûsiki nazariyatını iyi bildiğini ve iyi besteler yaptığını nakleden Abdülkâdir, Safiyyuddin Urmevi’nin Kitabu’l-Edvar ve Şerefiyye’sini de kendisinden okuduğunu anlatır.[12] Tebriz ve Bağdat’ta geçen bu günlerinde otuz zamanlı “devr-i şahi” adlı usulü tertip eder. Bu arada bazı eserlerde, Abdülkâdir’in o yıllarda Osmanlı Padişahı Sultan Bâyezid Han’ı Bursa’da ziyaret ettiği kaydedilirse de sözü edilen bu kişinin Osmanlı Hükümdarı değil, Sultan Şeyh Üveys’in oğullarından Şehzade Sultan Bâyezid olduğunun artık bilindiğini de burada zikretmeliyiz.[13]
1386 yılında Timur’un Azerbaycan’ı zaptetmesi sebebiyle Bağdat’a kaçan Ahmed Han’ın beraberinde götürdüğü Abdülkâdir, yedi yıl sonra Timur’un tekrar Bağdat’a dönmesi üzerine Memlük Sultanı Berkuk’a sığınmak zorunda kalan Ahmed Han’la birlikte başkentten ayrıldı. Ancak Kerbela’da Timur’un oğlu Miranşah tarafından yakalanıp tekrar Bağdat’a getirilerek Timur’un huzuruna çıkarılan Hace Abdülkâdir[14] burada “Meşrıku Mağrib musahhardur sanga/Devlet ü nusret mukarrerdur sanga/Feth ü nusret daima bilgindedur/Devletün Hakk’dan mukarrerdur sanga” mısralarını okuduktan sonra onun himayesine girdi.[15]
Abdulkâdir, Timur tarafından verilen 20 Mart 1398 tarihli bir “nişan”[16] ile Semerkant’a gönderildi. Burada Timur’un torunu ve veliahtı Gıyasseddin Muhammed Mirza’nın arzusu üzerine iki yüz zamanlı “devr-i mietyen” usulünü vücuda getirdi. Daha sonra Tebriz’e giderek burada Timur’un oğlu Mirza Miranşah’ın nedimi oldu.[17] Timur’la aralarında geçen bazı olumsuz olayların ardından hükümdarın her gittiği yere götürdüğü bir nedimi oldu.[18] 1405’te Timur’un ölümünden sonra tahta geçen torunu Sultan Halil’den de (H. 1405-1409) aynı itibarı gören Abdülkâdir, bir kumrunun ötüşünden esinlenerek “devr-i kumriye” adlı sekiz zamanlı usulü bu hükümdarın isteği üzerine yaptı.
Sultan Halil’in iktidar mücadelesinden güçlenerek çıkan Timur’un en küçük oğlu Sultan Şâhruh (H. 1405-1447) ve onun oğlu Gıyaseddin Baysungur Mirza’nın (H. 1397-1434) yanına, dönemin önemli ilim ve sanat merkezi olan başkent Herat’a geçti. Onlara yeni eserlerinden ithaflı nüshalar sundu. Burada özellikle Baysungur Mirza’dan yakın ilgi gördü. Fakat onun genç yaşta ölümü ile bir müddet hamisiz kalmışsa da daha sonra Şâhruh’un sarayına alındı. Herat sarayında geçirdiği günlerde Sultan’ın adaletinin bir ifadesi olarak “devr-i adl” adını verdiği yirmi sekiz zamanlı yeni bir usul tertip etti.
Eserlerinden Makasıdü’l-Elhan’ın bir kısım nüshalarının Osmanlı Hükümdarı Sultan II. Murad Han’a ithaf edilmiş olması, öteden beri bazı araştırmacılarda Abdülkâdir’in Osmanlı ülkesine gittiği kanaatini uyandırmışsa da eserlerinde bu konuya hiç yer verilmemiştir. Ayrıca zamanın gelişen siyasi olayları iki bölge arasında böyle bir ziyaretin mümkün olamayacağını gösterdiğinden bu görüntü içerisinde başka deliller bulununcaya kadar onun Anadolu’ya gittiğini kabul etmek zordur.[19] Onun son yıllarında iç ayaklanmalar sebebiyle Şâhruh’un devamlı sefere çıkmasından dolayı alıştığı hayatı, beklediği ilgiyi bulamadığı söylenebilir. İlerlemiş yaşından doğan hassasiyetinin de tesiriyle, hükümdara hitaben manzum bir “arzıhal” hazırladı.[20] Bu arzıhal metnin de adları zikredilen hükümdarların hepsinin huzurunda bulunduğunu, onlardan büyük ilgi gördüğünü ve çok beğenildiğini anlattıktan sonra manzumenin sonlarına doğru, artık yaşayamadığı o eski parlak yılları ve günleri aradığını, ünlü kişilerin desteğinden mahrum kaldığını, bir ruh halinin yansıması şeklinde ifade eder.[21] Ancak muhtemelen bu arzıhali hükümdara sunamadan, 1435 yılının Şubat-Haziran ayları içinde, Herat’ta çıkan ve bir günde on bin kişinin (bunlar arasında birçok ilim ve sanat adamı da bulunmaktaydı) hayatını kaybettiği bir veba salgınında vefat etti.[22] Abdülkâdir-i Merâgî’’in Nureddin Abdurrahman, Nizameddin Abdürrahim ve Abdülaziz adında üç oğlu vardır. Bunlardan en küçüğü olan Abdülaziz, yazdığı Nekavetü’l-edvar adlı mûsiki eserini Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmed Han’a ithaf etmiş ve İstanbul’a gelerek saraya alınmıştır. Abdülaziz’in, Abdülkâdirzade Derviş Udi lakabıyla tanınan oğlu Mahmud da Sultan II. Bâyezid zamanında Osmanlı ülkesinde yaşamış ve mûsikiye dair Makasıdü’l-edvar adlı bir nazariyat kitabı yazmıştır.
Mûsikişinaslığı
Türk mûsiki tarihinin önde gelen birkaç simasından biri olan Merâgî, zamanını bütün makamlarına vukufu, yeni usuller tertip edecek ve bütün formlarda olağan üstü beste yapabilecek derecede kabiliyeti ile tanınmıştır. Tertip ettiği usullerin altısından, Abdülkadir’in hayatı anlatılırken bahsedilmişti. Bunlara “darb-ı cedid” adlı on dört zamanlı bir yedinci usulü de ilave etmeliyiz. Kaleme aldığı eserlerinde, bu usuller hakkında şekilleriyle birlikte gerekli bilgileri bizzat vermiştir.[23]
Merâgî’nin pek çok eser bestelediği ve kendisinden sonra gelen bestekârlara ışık tuttuğu muhakkaktır. Nitekim gerek yazma ve gerekse matbu güfte mecmualarında bazen “Hace” bazen de “Hace Abdülkâdir” başlığıyla Abdülkâdir-i Merâgî’ye ait olduğu belirtilen pek çok güfteye rastlanmaktadır (Bazı güfte mecmualarındaki kayıtlarda Merâgî’nin eserleriyle, XVI. yüzyılda yaşadığı sanılan ve Merâgî’ye nispetle “Hace-i sani: ikinci üstat” diye anılan Hoca Abdülali’ninkilerin zaman zaman birbirine karıştırıldığı da görülmektedir). Günümüz Türk mûsikisi repertuarında Merâgî’nin eseri olduğu söylenen otuz civarındaki bestenin bütünüyle bu sanatkara ait olup olmadığı konusu ise kesinlik kazanmamıştır. Aradan geçen yıllar içinde ağızdan ağıza nakil sırasındaki muhtemel güfte değişiklikleri; bazı güftelerin anlamsız veya daha sonra yaşamış şairlerin sözleri olması; bestelerin dizi, form ve usul bakımından Abdülkâdir’in dönemi ile uyuşmaması gibi gözlemler, bu eserlerin ona aidiyeti konusunda şüphe uyandırabilecek yorumları da beraberinde getirmektedir.
Abdülkâdir aynı zamanda iyi bir musavvir (ressam), hattat ve şair olarak tanımlanmıştır. Günümüze ulaşan eserlerinin müellif nüshaları, onun hattatlığının derecesi hususundaki en belirgin örneklerdir. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler kaleme aldığı, bazı kayıtlarda ifade edilirse de bu konuya kaynaklarda pek az yer verilmektedir.[24] Onun kıraat ilminde söz sahibi bir hafız ve “Abdülkâdir-i Gûyende” diye tanınmış iyi bir hanende olduğu tarihi kayıtlarda ifade edilmektedir.
Pek çok mûsiki aleti, özellikle ud çalmaktaki mahareti ile dikkati çeken Merâgî’nin bazı sazları icat etmesi, eski birkaç sazı da geliştirerek yeniden mûsiki âlemine kazandırması, şöhretini arttıran diğer özellikleri arasında yer alır. Saz-ı kasat-ı çini, saz-ı elvah ve saz-ı murassa’-ı gayıbi adlı çalgılar onun tarafından icat edilmiştir. İlk olarak Ocak 1378’de Erdebil’de Şeyh Sadreddin’in huzurunda çaldığı saz-ı kasat-ı çini,[25] yetmiş altı adet çini kaseden meydana gelir.
İçerisine belirli ölçüde su konan bu kaselere mızrapla vurulmak suretiyle çalınır. Levhalar sazı anlamına gelen saz-ı elvah da mızrapla vurularak çalınan kırk altı çelik levhadan meydan gelir.[26] Kanun-ı murassa’ı müdevver, kanun-ı mezkur-ı gayıbi,[27] saz-ı murassa-ı gayibi adları ile anılan mûsiki aleti ise doksan altı adet telden meydana gelmiştir. Şahrud adlı uda benzeyen ancak udun iki misli uzunluğundaki çalgı ise onun geliştirdiği bir mûsiki aletidir.[28]
Eserleri
Hepsi mûsiki ile ilgili olan eserleri şunlardır:
- Cami’u’l-elhan: Mûsiki nazariyatı ile ilgili olarak bir mukaddime, on iki bab ve bir hatimeden meydana gelen eser 1405 yılında Semerkant’ta kaleme alınmış ve oğlu Nureddin Abdurrahman’a ithaf edilmiştir. Eser, yazıldıktan sekiz yıl sonra müellif tarafından tekrar gözden geçirilerek bazı ilavelerle 1415’te Sultan Şâhruh’a, 1418’de de onun oğlu Gıyasseddin Baysungur’a ayrı ayrı ithaflarla sunulmuştur. İstanbul’da ve Avrupa’nın bazı kütüphanelerinde nüshaları bulunan eserin müellif nüshalarından biri Nuru Osmaniye Kütüphanesi’ndedir (nr. 3644). Eser, bu nüsha esas alınarak Taki Biniş tarafından neşredilmiştir (Tahran 1987).[29]
- Makasıdü’l-elhan: 1418’de Herat’ta yazılmış olan bu eser de bir mukaddime, on iki bab ve bir hatimden meydana gelmiş bir nazariyat eseridir. Çeşitli kütüphanelerde nüshaları bulunan eser Taki Biniş tarafından yayımlanmıştır (Tahran 1966).
- Risale-i Revaid-i Aşere: Her biri ikişer fasıllık, “faide” adını verdiği on kısımdan müteşekkil bir nazariyat kitabı olup müellif nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndedir (nr. 3651/II).
- Serh-i Kitabü’l-Edvar: Safiyyüddin Abdülmü’min el-Urmevi’nin Kitabü’l-Edvar adlı mûsiki nazariyatı ile ilgili kitabına yazdığı şerhtir. Üç fasıldan müteşekkil bir mukaddimenin ardından iki fasıldan meydana gelen ve “makale” adını verdiği bir bölüm ile bir hatimeden ibarettir. İstanbul ve İran’daki bazı kütüphanelerde nüshaları bulunan eserlerin müellif nüshası Nuriosmaniye Kütüphanesi’dir (nr. 3651/I). Eser Taki Biniş tarafından neşredilmiştir (Tahran 1991).
- Zübletü’l-edvar: İlk defa Rauf Yekta Bey’in bir makalesinde[30] adından bahsettiği bu eserin Tahran’daki Millî Sipehsalar ve Melik Kütüphanelerinde birer nüshası mevcuttur.
- Kenzü’l-elhan: Abdülkâdir’den bu yana kayıp olduğu söylenen[31] Bugün artık bilinen tek nüshası Tahran’daki Melik Kütüphanesi’nde (nr. 6317) olup bir mukaddime, on iki bab ve bir hatimeden meydana gelmiştir. Muhteva yönünden diğer nazariyat eserleriyle büyük benzerlikler arz eder.
Bu eserlerden ilk ikisi Batı Türkistan’da, diğerleri Azerbaycan’da Celayirli ülkesinde iken Farsça kaleme alınmıştır. Eserler muhteva bakımında gittikçe olgunlaşmak üzere, birbirine çok benzer ve hatta bazı ifadeler birbirinin aynıdır. Örnek olarak Camiu’l-elhan ve Makasıdü’l-elhan’ın muhtevaları mukayese edildiğinde konuların genel manada şu ana başlıklar altında işlendiği söylenebilir.
- Mûsiki, ses, ezginin tarifi, çıkış şekilleri, bu sanatın başlangıcı, perdelerin taksimi, aralıkların nispetleri;
- Nağmelerdeki uyumsuzluk (tenafür) ve uyumluluğun (mülayemet) sebepleri, perdelerin tel üzerinde taksimi;
- Dörtlü-beşli aralıkların teşkili;
- On iki makam ve bunların teşkili;
- Altı avaze ve bunların teşkili;
- Yirmi dört şube ve bunların elde edilmesi;
- Aralıkların birbirleriyle mukayesesi, ortak perdeler, makam, avaze, şube dizilerinin birbirleriyle münasebetleri;
- Sekizli aralığın incelenmesi;
- “ka” daireleri, esabi’-i sitte’nin açıklanması;
- Nağmelerdeki duygu unsur ve tesirleri, ameli çalışmaya giriş ve beste yapma;
- Telli çalgıların düzenlenmesi (akort);
- Hanendelik öğretim, ters düşen ve uyuşan terkiplerin tanımı, hanendeliğin incelikleri ve çalgıların sınıflandırılması.
Ayrıca Henry George Farmer, Merâgî’nin Kitabü’l-edvar adlı, Türkçe bir mûsiki nazariyatı eserinden (Leiden Üniversity Library, Or. 1175) bahsetmekte ise de (bkz. İslâm Ansiklopedisi, C. I, s. 84), bu eser tetkik edildiğinde, gerek üslup ve gerekse muhteva bakımından Abdülkâdir’in eserleri ile hiçbir benzerliği bulunmadığı ve çok küçük bir mûsiki risalesinden ibaret olduğu görülmektedir.
Abdülkâdir-i Merâgî’nin eserlerinde bulunan sınırlı bilgiler, çağın kaynaklarında görülen müphem ifadeler, devletşah-ı Semerkandi, Muinüddin Muhammed İsfizari, Gıyaseddin Muhammed Handmir gibi sonraki müelliflere ait eserlerde rastlanan yetersiz bilgiler, hakkında incelemeler yapmış olan M. Ali Terbiyyet, Rauf Yekta, Henry George Farmer gibi bazı araştırıcıları bazı yersiz yorumlara sevk etmiştir. Bu yanlışlıkların düzeltilmesiyle onun hayatı ve sanatı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak, yeni kaynakların bulunması ile mümkün olabilecektir.
Yazımı, bu büyük sanatkarın “arzıhal”deki son cümlesiyle bitiriyorum: “Ama bu kulun besteleri kıyamete kadar dünyada yadigâr kalacaktır”.[32]
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 900-904