Türk mimarisinde belirli işlevsel yapılar vardır. Bu yapılar içinde toplumların kültürel yapısıyla ilgili olan en önemli yapılarsa eğitim programlarının sürdürüldüğü yapılardır. Eğitim programları ile ilgili ilk yapılar, medreselerdir. Medreselerin dinî eğitimle ilgili olduğu kabul edilmektedir. Oysa Türk toplumlarında pozitif bilimlere de geniş ölçüde yer verilmiştir. Pozitif bilimlerle ilgili çok sayıda yazma eserler ile rasathanelerin (gözlemevi) günümüze ulaşan örnekleri bunu doğrulayan deliller olmaktadır.
Anadolu Türk devletlerinin sosyal devlet anlayışı içinde önemli bir yer tutan eğitimin ayrıcalıklı bir dalı olarak, insan sağlığı ile ilgili olan tıp eğitimi, hastaya hizmet fikriyle paralel sürdürülmüş ve bu uygulamalar kalıcı şekle dönüştürülerek tıbbî ve cerrahî yazma eserler meydana getirilmiş, hatta açıklayıcı minyatürlerle, tıbbî âlet resim ve şemalarına bu eserlerde yer verilmiştir.
Kısaca belirtmeye çalıştığımız bu tıbbî olayların oluştuğu yapı birimleri ise darüşşifa (hastahane) ve tıp medreseleri olmuştur. Darüşşifaları (hastaneleri),[1] en basit anlamda “halka sağlık hizmetlerinin sunulduğu yer” olarak, tarif etmek mümkündür. Anadolu’da “darüşşifa” adından başka “şifahane”, “maristan”, “bimaristan”, “darüssıhha”, “darülâfiye”, “me’menülistirahe”, “darüttıb” isimleriyle tanıdığımız sağlık yapılarının tümü aynı anlam içindedir.
Darüşşifa adı altında toplanan bu yapıların emin ve güven verici kadrolara sahip, sağlık açısından güvenilecek kuruluşlar olduğunu öğreniyoruz. Bu sağlık kuruluşlarında din, dil ve ırk farkı gözetilmeden halka sağlık hizmeti sunuluyordu. Gene bu kuruluşlarda görevlendirilecek hekimlerin tıp ilmine vâkıf ve cerrahide mahir olması şartı her devirde geçerli olmuştur. Hastalara psikolojik tedavi metodları (müzikle tedavi-musico therapy) uygulanmış, hatta bu durum vakfiyelerde belirtilmiştir. Sağlık kuruluşlarının önemli diğer bir görevi ise tedaviyi gerçekleştirecek ilaçların buralarda imâl edilmesiydi. Bu ilaçlar Vâkıf’ın koyduğu şartlar çerçevesinde hastaya veriliyordu.
Darüşşifaların ana gayelerinden diğeri ise, tıp eğitiminin burada yapılmasıydı. Zamanı için kullanılan eğitim metodunun usta-çırak şeklinde olması, bu kuruluşların müesseseleşmiş olmasına rağmen icazet (diploma, meslekî belge) müderris (hoca) adına düzenlenmesini gerektiriyordu.[2]
Türk mimarisinin bir yapı şekli olarak gelişmiştir. Türk mimarisinin önemli bir yapı çeşidini oluşturan medreselerin plan şemalarının en önemli örnekleri arasında darüşşifa olarak tanıdığımız yapıların yer aldığını görüyoruz. Genel olarak medrese ana plan şemasının, bu gayelere yönelik en uyumlu plan şekli olduğu görülmektedir.
İlk defa medrese eğitiminin Selçuklu veziri Nizâm-ülmülk tarafından düzenli bir şekle konulması ve çok sayıda medresenin adına inşa edilmiş olması, eğitimde devletin desteğini göstermektedir. Bu medreselerde İslâmî bilimler gibi pozitif bilimlere de yer verildiğini, tıp, matematik, astronomi gibi derslerin okutulduğunu öğreniyoruz.[3] İlk Nizamiye medresesi Nişâpûr’da inşa edilmişti. Fakat Nizamülmülk adına inşa edilen medreselerin en meşhuru 1064-1066 yılları arasında inşa edilen Bağdat’taki medrese olmuştu. Araştırmalar sonucu yapılan yayınlarda, Hargird’deki Nizamiye Medresesi’nin (1087) plan şeması kare bir avlunun dört kenarında yer alan dört eyvan olarak belirlenmektedir.[4] İşte Horasan’da ve İran’da gelişen eyvanlı-avlulu plan şeması, Suriye ve Irak’ta Zengî Mimarisi’nde uygulanmış, Anadolu’da ise medreselerde olduğu kadar darüşşifalarda da en iyi şekilde ifadesini bulmuştur. Şam’da Nureddin Zengi Darüşşifası’nda (1154) uygulanan dört eyvanlı- avlulu plan şeması, Anadolu’da yarım asır sonra yanyana iki kere tekrarlanarak, Kayseri Gevher Nesibe Darüşşifası ve Medresesi’nde tatbik edilmiştir.
Anadolu’da inşa edilen Selçuklu ve Osmanlı dönemi darüşşifalarının Nizamiye medreselerinin bilimsel hiyerarşisini aratmayan bir şekilde işlevlerini sürdürdükleri de bilinmektedir. Her ne kadar Anadolu Selçuklu döneminde inşa edilmiş olan darüşşifalardan sadece Sivas’taki I. İzzeddin Keykâvus Darüşşifası’nın (1217-18) Vakfiyesi’nin bir sureti günümüze gelebilmiş, diğerlerinin vakıf belgeleri kaybolmuş ise de bu darüşşifaların ne şekilde işlediğini öğrenebiliyoruz. Bu kaynakların başında darüşşifalarda görevli hekim ve cerrahlardan intikâl etmiş tıbbî yazma eserlerin (ister telif, ister istinsah olsun) müzelerimizde ve kütüphanelerimizde çok sayıda bulunmuş olması gibi.[5] Ayrıca Evliya Çelebi, Seyahatname’de darüşşifalarla ilgili geniş bilgi vermektedir. Osmanlı döneminin devraldığı darüşşifa yapılarının işlevlerini aynen sürdürmelerini sağladığı, tıp eğitimini ve sağlık hizmetlerini bir sosyal yardım anlayışı olarak başından sonuna kadar götürdüğü de bilinmektedir.
Osmanlı döneminde Anadolu Selçuklu döneminden devralınan darüşşifalara yenileri, yepyeni mimari anlayış içinde katılmış ve bu dönemde inşa edilen darüşşifa yapılarının hemen hepsinin vakfiyeleri de günümüze ulaşmıştır. Vakfiyeleri olduğu kadar, Başvekâlet Arşivi’nde bulunan belgelerle (tıp dosyaları, atama, iaşe ile ilgili), devrin ünlü mimarbaşılarının yorumladığı yapıların inşaat defterleri[6] ve mimarlardan bir kaçının inşa ettiği yapıların listesini veren eserlerin bulunması, bu devir darüşşifa yapılarının işlevleri hakkında daha fazla bilgiye sahip olmamızı da sağlamaktadır.[7]
Divriği Ulu Camii ile ilgili vakfiyede darüşşifa ile ilgili bilgi yoktur.[8] Yukarıda belirttiğimiz gibi, Anadolu Selçuklu dönemi darüşşifalarına ait tek vakfiyenin Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan 1283 nolu Anadolu Defteri’nin 290. sayfasında 1869 yılında, 1220 tarihli orijinalinden geçirilmiş olarak, Sivas I. İzzeddin Keykâvus Darüşşifası’na ait surettir.[9] Bu vakfiye suretinden darüşşifa ile ilgili bilgiler, bir dereceye kadar Anadolu Selçuklu dönemi darüşşifalarının işleyişi, personeli (hekim, cerrah, kehhal, eczacı vs.), mütevellisi, eczanesi, ilâçlar ve vakıfları ile ilgili durumun aydınlanmasını sağlamaktadır.
Vakfiyede “hazik, rahîm, akranına faik, tecrübeli, ahlâklı, şarlatanlıktan uzak hekimler, göz hekimleri (kehhal) ile cerrahlara vazife verileceğinin bildirilmesi, personel tayinindeki titiz davranışı gösteriyor. Mütevelli’nin görevleri arasında ise ilaç (edviye) temininden, yapıda meydana gelecek bir zararın tamirine kadar sorumluluklar yer alıyor.
Anadolu Selçuklu döneminden sonra gelen Beylikler döneminden sadece İlhanlıların Amasya’da inşa ettirdiği Darüşşifa’yı tanımaktayız. İlhanlıların bu darüşşifa yapısı, genel plan şemasıyla ve mimari özellikleriyle Anadolu Selçuklu dönemi darüşşifalarının özelliklerini taşımaktadır. Beylikler döneminde de Anadolu’da Selçukluların inşa ettiği darüşşifaların işlevlerini sürdürdükleri bilinmektedir.
Anadolu’daki darüşşifa yapıları tek tek ele alındığında herbirinin bânilerinin ekonomik gücüne paralel, fakat devrin mimarî üslûbunu aksettiren yapılar olarak günümüze ulaştıkları anlaşılıyor. Gerçekten darüşşifa yapıları eyvanlı-avlulu medrese plan şemasının uygulandığı en güzel örnekler olarak karşımıza çıkıyor. XIII. yüzyılda Kayseri’den sonra Sivas’ta I. İzzeddin Keykâvus’un inşa ettirdiği Darüşşifa’da (1217-18) da eyvanlı-avlulu plan şeması uygulanmış; yanlız giriş, üzeri tonozlarla örtülü bir koridor haline getirilerek, üç yönde üç eyvan yer almıştır. Bânisinin ölümü üzerine 1220’de güneydeki eyvan bir türbe haline getirilmiş, cephesi zengin tuğla ve mozaik çinilerle bezenmiştir.
Kayseri’deki Gevher Nesibe’de hem çifte medrese plan şeması uygulanmış, hem de darüşşifanın yanına bir koridor üzerine iki yanda sıralanmış mekânların yeraldığı bir kanat eklenmiştir. İşte Sivas’taki darüşşifanın kuzeydoğu köşesine yakın bir dar geçit ve kuzey eyvandaki iki kemerli açıklıkla, bugün mevcut olmayan, bir koridor üzerinde sıralanmış mekânlardan ibaret bölüme bağlanmış olması da, yüzey isteyen darüşşifa hizmetleri için en uygun plan şemasının aranılmasına devam edildiğini göstermektedir.
Diğer taraftan Sivas’tan hemen on yıl sonra Divriği’de inşa edilen Ulu Cami’ye bitişik Turan Melik Darüşşifası’nda (1228-29) Kayseri ve Sivas’taki darüşşifaların eyvanlı-avlulu plan şeması yerine, üç eyvanlı ve ortada dört sütun üzerine kemerlerle geçilen ve bir çeşit revak sistemi oluşturan kubbeli medrese şemasının tatbik edildiği görülüyor. Bu darüşşifa Kayseri ve Sivas’ta olduğu kadar büyük ölçüde olmayıp, topografik şartların elverdiği ölçüde inşa edilmiştir. Ancak bu darüşşifada da işlevsel mekânlara ihtiyaç, yapının batı ve güney kanatları üzerinde iki kat olarak planlanmasıyla çözümlenmiştir. Bu darüşşifada avlunun örtülü olduğu bir plan ihtiyacı, sadece topografik şarta bağlı olmayıp, sağlıkla ilgili bir yapıda çevrenin hava şartlarının da etkisiyle açıklanabilir.
Anadolu’da günümüze ulaşan darüşşifa yapılarını kronolojik sırayla ele alıp, planlarının ne gibi bir gelişme gösterdiğine bakılacak olursa, inşa tarihleri ve banîleri bilindiği halde yapı olarak günümüze ulaşmayan örneklerin, bu gelişmeyi tanımlama çabasını yer yer kesmesiyle karşılaşılır. İşte Çankırı’daki Cemaleddin Ferruh Darüşşifası (1235), Kastamonu’da Pervaneoğlu Ali Darüşşifası (1272-3) ile Aksaray’ın önemli olduğu yıllarda (II. Kılıçarslan 1156-1192) inşa edilmiş olduğu düşünülen ve iki duvar kalıntısı tespit edilen[10] darüşşifanın durumlarının yapılacak kazı ve tetkiklerle, hiç olmazsa temel planlarının ortaya çıkarılmasıyla, Anadolu Selçuklu darüşşifalarının plan gelişmesi daha da aydınlanabilir. Bu gelişme zincirini tamamlayacak diğer darüşşifalar ise sadece belge ve kayıtlarda adı geçenler hakkında yeni bilgi kaynaklarının tespitiyle mümkün olabilecektir.
Bu gelişme zincirini yer yer kesen mevcut olmayan darüşşifalara rağmen, XIII. yüzyılın son çeyreği başında Tokat’ta inşa edilmiş olan, Muineddin Pervane Darüşşifası’nda (Gökmedrese), yüzyılın başında Kayseri’de tatbik edilmiş olan dört eyvanlı-avlulu medrese şemasının, paralel eksenler üzerinde iki kez tekrarlanmış olmasından farklı bir şekil ve anlayışla uygulandığı görülüyor.
Bu darüşşifada paralel eksenler üzerinde dikdörtgen avlu ile hemen aynı hacimde birer eyvanın yeraldığı, iki avlu üzerine üç kanat halinde bir plan şeması uygulandığı anlaşılmaktadır. Gökmedrese adıyla Tokat Müzesi olan yapı bloğunun kuzeybatısında varlığını tespit ettiğimiz, eyvan ve köşe mekânları ile kuzeybatı dış duvar kalıntısının, dikdörtgen revaklı avlu etrafında iki katlı ve sonraki tamirlerle örülmüş yan eyvanıyla üç eyvanlı olarak inşa edildiği bilinmektedir. Yapının bu yan eyvanı ve yanındaki kubbeli mekânı ile ikinci avluyla da bağlantılı olduğu araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır.
Tokat’taki iki avlu üzerine üç kanat ve iki kat olarak inşa edilmiş bu darüşşifa da işlevsel mekânlara duyulan ihtiyacın fazlalığı ve bânisinin ekonomik gücüne bağlı arzularının ifadesi olduğu kadar, uygulama ve eğitim yapıları planlamasında araştırmaların devamlılığının ifadesi de olmaktadır.
İlhanlı döneminde, Amasya’da inşa edilen Anber bin Abdullah Darüşşifası’nda (1308-9) Klasik Selçuklu eyvanlı-avlulu medrese şemasını bulmaktayız. Bu darüşşifada medrese plan şemasında karşılaştığımız dikdörtgen avlunun iki tarafında, revaklar gerisinde münferit küçük odalar yerine, avluya paralel uzanan tonozlu dikdörtgen mekânların varlığı dikkat çekmektedir. Bu dikdörtgen mekânlarda mazgal pencerelerle havalandırma ve ışıklandırmaya yer verilmiş olması, burada koğuş ihtiyacını karşılayacak mekânlar oluşturmak isteğinden kaynaklanmış olmalıdır.
Anadolu Selçuklu döneminden örneklerini tanıdığımız darüşşifa yapılarının planlarından, bu dönem darüşşifa planlamasında işlevsel mekân arayışının sürekliliği ortaya çıkmaktadır.
Anadolu’da Osmanlı döneminin[11] başlamasıyla kurulan ilk darüşşifa yapısı “Dar-üt-tıbb” adıyla (M. 1400) Bursa’da Yıldırım Bayezid Külliyesi’nde inşa edilmiştir. Bunun gibi İstanbul’da Fatih, Edirne’de II. Bayezid, Manisa’da Hafsa Sultan ve gene İstanbul’da Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi, Atik Valide, Sultan Ahmed darüşşifaları ve hatta Sultan Abdülmecid (1839-1861) zamanında inşa ettirilen önemli bir hastane yapısı, Yenibahçe’deki Gureba-i Müslimin Hastanesi ile ilgili vakfiye metinlerinde önemli özellikler tespit edilmiştir.[12]
Osmanlılar Anadolu Selçuklu döneminden devraldıkları darüşşifaların işlevlerini sürdürmelerine çalıştıkları gibi, yeni tesis ettikleri darüşşifaların işleyişi ile ilgili yönetmelik mahiyetinde vakfiyeler tanzim ederek bu kuruluşların devamlılığını sağlamışlardı. İşte vakfiyelerde belirlenen müşterek özelliklerden biri devletin katkısı olmaksızın, vakıf gelirleriyle işleyen Osmanlı darüşşifalarında, hastaların iyileşmesi için gerekli olan hiçbir masraftan kaçınılmadığının anlaşılmasıdır. Bir taraftan sürekli hastaların yataklı tedavisi yapılmış, öte yandan belli günlerde poliklinik yapılarak hastalara gerekli olan ilaçlar karşılıksız olarak, darüşşifaların eczacıları tarafından hazırlanan macun, şurup, hubab (hap, draje) şeklinde verilmiştir. Bu darüşşifaların vakıf gelirleri oranında günlük ilâç ve mutfak masrafı tahsis edilmiştir.
Osmanlı darüşşifalarındaki işleyişi bize aktarması yönünden ise Evliya Çelebi Seyahatnamesi[13] ayrı bir önem kazanmaktadır. Seyahatname’den darüşşifalardan bazılarında özel bitki tarhlarının bulunduğu (Edirne II. Bayezid Darüşşifası’nda anlatıldığı gibi), ilaç yapımı için buralarda özel bitki ve çiçeklerin (drogların) yetiştirildiğini öğrenmek mümkün olduğu gibi, eserde bu sağlık kuruluşlarında uygulanan tedavi metoduyla ilgili bilgi (müzikle tedavi) ile ruh hastalarının tedavisi, hekimlerin, cerrahların, diğer personelin ve öğrencilerin (şagird), hastaların bakım ve beslenmesini ve bir Osmanlı darüşşifasının tefrişiyle ilgili bilgileri bulmak da mümkün olmaktadır. Bu bilgiler vakfiye şartlarını desteklemekte ve şartların yerine getirildiğini doğrulamaktadır.
Osmanlı döneminde yalnız Anadolu değil, zamanının sınırları içindeki şehirlerde de darüşşifalar inşa edilmiş ve bunlara vakıflar tahsis edilmişti. Bu darüşşifaların da aynı ihtimamla işleyen kuruluşlar olduğu vakfiyelerinden anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan, daha Melikşah zamanında ve onun oğlu Mahmud’un hekimliğini yapan bir tabibin, seyyar hastanelerin kurucusu olarak tanıtılması, ihtiyaç halinde geçici olarak sağlık hizmetlerinin verilmeğe çalışıldığını da belirlemektedir.[14] Aynı şekilde çeşitli fetihler gerçekleştirilerek, sınırlarını genişleten Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de ordunun sefere çıkması halinde seyyar hastanelerin varlığı düşünülebilir. Hatta bu dönemlerde bazı menzil külliyelerinde ve kervansaraylarında (hanlar)[15] orduların genel bakımının yapıldığı, eksiklerinin tamamlandığı bilinmektedir.
Bir atın nallanmasının dahi düşünüldüğü bu menzil kuruluşlarında, insan sağlığı ile ilgili tedbirlerin alınmış olacağı da doğal olarak düşünülmüş olmalıdır.
Anadolu’da cüzzamlı hastaların dışarıda dolaşmaları yasaklanmış ve bu tür hastalar için tecrithaneler (miskinler tekkesi) inşa edilmiştir. Anadolu’da hemen her şehrin dışında bir miskinler tekkesi bulunuyordu.[16] Kayseri’de bir cüzzamhane[17] olduğu mevcut bir belgeden anlaşıldığı gibi, Osmanlı döneminde bu tür hastalar için “miskinler tekkesi” adıyla yapılar yapıldığını da öğrenmekteyiz. Bunlardan ilkinin Edirne’de II. Murad (1421-1451) zamanında inşa ettirildiği ve ikiyüz yıl kadar işlevini sürdürdüğü bilinmektedir. Osmanlı döneminde İstanbul’da Üsküdar’da da Karacaahmed Cüzzamhanesi (Leprozörisi, Miskinler Tekkesi)[18] 1514’te Sultan I. Selim tarafından inşa ettirilmişti. Bu yapı, 1810’da Sultan II. Mahmud ve 1843’te Sultan Abdülmecid tarafından baştanbaşa yenilenmiş ve işlevini 1927’ye kadar sürdürmüştür.
Anadolu Selçuklu döneminde inşa edilen darüşşifalar sağlık ve eğitim hizmetlerini Anadolu Beylikleri döneminde de sürdürdükleri gibi Osmanlı döneminde de sürdürmüşlerdir. Fakat Osmanlıların, beyliğin kurulup geliştiği yörelerden başlayarak, bu darüşşifalara yenilerini kattıklarını görüyoruz.
Osmanlı döneminde İznik’ten sonra Bursa’nın başkent olması, buradaki yapı faaliyetlerinin artmasına sebep olmuş ve Yıldırım Bayezid (1389-1402) tarafından Bursa’da bir külliye inşa ettirilmiştir. Külliye yapıları arasında yer alan darüşşifada dikdörtgen avluyu üç yönde saran revak sistemi gerisinde beşik tonoz örtülü mekânlar sıralanmaktaydı. Dershane mekânı ise eyvan şeklinde avluya açılan bir mekân olmaktan kurtarılarak, kapı ve iki pencere ile avluya taşan bir cepheye sahipti. Mukarnaslı pandantiflere oturan bir kubbeyle de örtülmüştü. Dershane’nin iki yanındaki köşe mekânlarına, revakların uzantısı görünümünde kemerli derin hacimlerden geçilmekteydi. Bu özellikleriyle, bu erken Osmanlı külliyesinde yeralan darüşşifanın plan şeması, genel olarak dış konturlarıyla Anadolu Selçuklu darüşşifalarının biçimini aktarır.
Osmanlıların Bursa’dan sonra Rumeli’ye yerleşmeleriyle Edirne başkent olmuş, fakat bu yıllarda Edirne’de bir darüşşifa yapımı söz konusu olmamıştır. İstanbul’un fetih hazırlıkları tamamlanıp, 1453 yılında gerçekleştirildikten sonra kurulan külliyelerde darüşşifa yapıları inşa edilmeğe başlanmıştır.
XV. yüzyıl ortalarında İstanbul’da sadece iki sağlık kuruluşu bulunduğu bilinmektedir. Bunlar Ayasofya ve Pantokrator kiliseleri çevresindeki manastır mekânları ile misafirhane, düşkünler evi ve bir hastanenin bulunduğu yapı topluluğudur.[19] Bu yapı topluluğunun Fetih’ten sonra Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) onarımını yaptırarak “Eski İmaret” adıyla (sonraları Molla Zeyrek’in adına atfen “Zeyrek Camii” denilmiştir), burada sağlık hizmetlerinin bir süre devamını sağlamıştır.
Ancak hızla gelişen İstanbul’da bu kuruluş yeterli olmamış ve İmparatorluğun üçüncü başkenti İstanbul’a yaraşan bir külliye (imaret sitesi) kurulmuştur. Fetih’ten 17 yıl sonra kurulan Fatih Külliyesi (Yeni İmaret) (1456-1470) yapıları arasında yer alan darüşşifayı arşiv belgeleri arasında bulunan bir kroki planından tanımaktayız. Bu darüşşifanın plan şemasıyla, külliye medreselerinin plan şemasından farklı bir duruma sahiptir.
Edirne, Bursa’dan sonra başkent olduğu halde, ancak İstanbul’dan sonra, darüşşifanın da bulunduğu bir külliyeye kavuşmuştur. II. Bayezid’in Edirne’de inşa ettirdiği külliye yapıları (1484-1488) içinde önemli sosyal hizmet fonksiyonlu yapı darüşşifa olmaktadır. Bu darüşşifa ilk bakışta klasik medrese şemasındaki ana eyvanın (dershanenin) bir büyük çokgen blok haline getirildiği izlenimi bırakıyorsa da, bu çokgen blok kendi içinde alternatif olarak kare mekân ve hacimlere bölünmüş ve beş kenarlı bir çıkmayla dışa taşmıştır. Yapıda merkezî kubbeli blok önünde eyvan şekilli hacim ve mekânların bulunduğu bir avlu ile, bunun dışında bir kenarında revaklar gerisinde mekânların sıralandığı ikinci bir avlu yer almıştır.
Osmanlı döneminde başkentler dışında ilk darüşşifa yaptırılan yer Manisa olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan adına inşa edilen Sultaniye Külliyesi yapıları arasında önemli bir sosyal hizmet birimi olan darüşşifa (1539) son tamirle yeni baştan inşa edilircesine yenilenmişse de orijinal planını muhafaza etmektedir. Medrese şemasından kaynaklanan bu darüşşifada mekânlar ve hacimler doğrudan doğruya avluya açılır. Revak sisteminin ise kapının ve köşe mekânlarının açıldığı kubbeli geçit alanı olarak planlandığı görülür. Bu darüşşifada da gene mekânların bağımsız olarak değerlendirildiği görülmektedir.
Manisa’daki külliyenin yapıları tamamlandıktan sonra İstanbul’da Haseki Külliyesi’nin yapımına başlanmış ve Haseki Darüşşifası (1550) farklı bir plan şemasıyla inşa edilmiştir. Plan dış konturlarıyla dikdörtgen bir şemaya sahip olmuş, fakat bu dikdörtgen plan şeması merkezî sekizgen bir avlunun hemen beş kenarı boyunca geliştirilmiştir. Merkezî sekizgenin diğer üç kenarı boyunca, biri giriş koridoru diğeri helâların cephesi olmuş, ortadaki kenar ise derin sivri kemerli nişlerle bir revak izlenimini kazanmıştır. Merkezî sekizgen avlunun beş kenarı boyunca yer alan mekân ve hacimlerse, sivri kemerli birer eyvan şeklinde avluya açılan kubbeli köşe mekânları, gerisinde yer alan çifte kubbeli dikdörtgen odalara (koğuşlara) geçiş sağlayan büyük birer hacim olmuştur.
İstanbul’da Süleymaniye Külliyesi’ndeki darüşşifa (1553-1559), Osmanlı döneminde şimdiye kadar görülen darüşşifa planlarından farklı bir şemaya göre inşa edilmiştir. Bu darüşşifa planı, topografik şartlara en uygun bir şekilde iki kat olarak tatbik edilerek, bodrum katta dükkânlar ile şifasız akıl hastaları için bir dikdörtgen salon oluşturulmuştur. Üst katta paralel eksenli iki dikdörtgen avludan birinde etrafını çeviren revaklar ve gerisinde çeşitli işlevlere sahip mekânlar, diğerinde revaklar gerisinde tamamen müstakil mekânlar yerleştirilmiştir. Darüşşifada hastalar için bir hamamın planlanması ise darüşşifa planlarındaki aşamaya işaret sayılabilir.
Süleymaniye Külliyesi’nde darüşşifadan ayrı olarak bir Tıp Medresesi de planlanmıştır. Tıp teorik eğitiminin sürdürüldüğü bu medresenin, dikdörtgen avluyu çeviren revaklar gerisinde müstakil mekânların sıralandığı bir plan şemasına sahip olduğu anlaşılıyor. Tıp medresesi yanında paralel eksenli bir ikinci dikdörtgen avlunun bir tarafında, uzunlamasına bir mekân olarak Darülâkakir (ecza deposu) belirli bir fonksiyon için planlanmış oluyordu.
İstanbul’un Üsküdar yakasında inşa edilen Atîk Valide Darüşşifası (1582) da bir külliye içinde planlanmıştır. Topografik şartlara uygun olarak konumlanan Atîk Valide Külliyesi’nin darüşşifa, tabhane, imaret ve kervansaraydan meydana gelen sosyal fonksiyonlu bloku, yaygın bir kompleks olmuştur. Bu sosyal fonksiyonlu yapılar bloku içinde darüşşifa yapısı, dikdörtgen iki kademeli avlunun etrafını revakların çevirdiği ve revakların gerisinde kubbeli mekânların yer aldığı bir sağlık kuruluşu olarak planlanmıştır.
Osmanlı döneminin son darüşşifa yapısı olan Sultan Ahmed Darüşşifası (1609-1617) gene bir külliye içinde planlanmıştır. Kareye yakın dikdörtgen avlu gerisinde bir sıra tek kubbeli mekânlarıyla medrese plan şemasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu plan şemasına bağlı olarak revak gerisindeki bir oda geçiş mekânı olarak yorumlanmış ve darüşşifanın özel hamamına bağlanmıştır.
Osmanlı devrinin bu son darüşşifasında da fonksiyonel mekânlara duyulan ihtiyacın, ana hatlarıyla klâsik medrese plan şemasıyla karşılandığı anlaşılmaktadır.
A. Anadolu Selçuklu Dönemi Darüşşifaları
Anadolu’da, XII. yüzyılda varlığını kaynaklardan öğrendiğimiz, fakat XIII. yüzyıldan beri örneklerini bulduğumuz darüşşifaları mimarlık, sanat ve tıp tarihinde sağladıkları üstün sosyal yardım ve eğitim anlayışının mirasları olarak tanımaktayız.
Mardin Emineddin Darüşşifası, Mardin Artuklu Sultanı Necmeddîn İlgazi (1108-9 ile 1122-23) ile kardeşi Emineddîn’e maledilen, yapılar topluluğu cami, namazgâh, medrese, hamam, çeşme ve maristandan ibaret bir külliyedir.
Darüşşifanın zamanı için tam bir hastane anlamında olup, XIX. yüzyıla kadar işler vaziyette olduğunu gösteren belgeler Başvekâlet Arşivi Tıp dosyalarında tespit edilmiş olmasına rağmen, yapının planı hakkında herhangi bir ipucu verecek belge veya yerinde yapı kalıntısı mevcut değildir.[20]
Kayseri, Gevher Nesibe Darüşşifası ve Tıp Medresesi, günümüzde Kayseri Gevher Nesibe Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi olarak fonksiyonlandırılmıştır. Kitâbe metninden yapı kompleksinin 1205-6 tarihlerinde inşa ettirildiği öğrenildiği gibi, “maristan” adının yer aldığı bu kitâbenin bulunduğu kapının da hastahane blokuna ait olduğu, diğer doğudaki medresenin tıp teorik bilimlerinin okutulduğu Tıp Medresesi olabileceği anlaşılmaktadır.
Darüşşifanın dört eyvanı ile, eyvanlar arasındaki yüzeylerin bağımsız olarak değerlendirildiği ve işlevlendirildiği bir plana sahip olduğu görülür. Yapının batısında bir bağımsız mekânlar topluluğu olarak değerlendirilen mekân sırası, darüşşifa yapısının işlevsel mekân ihtiyacını tamamlamıştır.
Kapı kavsarasını sınırlayan bordür üzerinde, üç yönde profilli çerçeve içinde mermer kitâbe, bunun üzerinde üç ayrı tek parça taş üzerinde Selçuklu geometrik geçme dekorlu madalyon yer alır. Ortadaki yüksek kabartma ise yılan figürü olarak kabul edilir. Bütün bu kompozisyonu sekiz köşeli yıldız dekorlu geometrik geçmeli bir bordür ve bunun dışında profilli taçkapı çerçevesi tamamlamaktadır.
Sivas, I. İzzeddin Keykâvus Darüşşifası, “Çifte Medrese” adıyla bilinen Dâr-ül-hadis medresesinin karşısında yer almaktadır. Yapıya ait önemli bir belge vakfiyesidir. Orijinal Arapça vakfiyenin M. Cevdet’in kolleksiyonunda bulunduğu, fakat sonradan kaybolduğu kendi ifadesinden öğrenilir.[21] Darüşşifa uzun ekseni doğu-batı yönünde olmak üzere planlanmıştır. Planın esasını açık avlu etrafını çeviren revak sistemi ve üç yönde yer alan birer eyvan meydana getirmektedir. Darüşşifa yapısı çok harap durumdayken son senelerde yapılan onarımlarla kurtarılmıştır.
Cepheye hakim olan taçkapı yapıda taş süslemenin anıtsal bir örneğini yaşatmaktadır. Darüşşifa yapısı içinde çini süsleme ise başlı başına önemli birer unsur olmuştur. Darüşşifada taş süsleme yanında, en iyi şekilde türbede ifadesini bulan, çini sanatının şaheseri olan, çini ve tuğla süslemeler türbenin ongen kasnağında yer almıştır. Tuğla duvar dokusu içinde kademeli iki sıra tuğla kemerlerin sınırladığı her yüzey değişik dekorlarla ve tuğla şeritlerin alçı zemine yerleştirilmesiyle meydana getirilmiştir.
Divriği, Turan Melik Darüşşifası, külliye kuzeyde derinliğine beş sahınlı Ulu Cami, güneyde darüşşifa ve darüşşifanın doğu eyvanı ile cami duvarı arasındaki kubbeli mekânın türbe olarak değerlendirilmesi şeklinde inşa edilmiştir.
Caminin mimarı Muğisoğlu Ahlatlı Hurremşah’tır. Caminin güney duvarına (32.00 x 24.00) metre ölçüsünde bitişik olarak inşa edilmiş olan darüşşifa yapısının batı yönünde taçkapısı yer alır. Geleneksel medrese şemasına bağlı olarak inşa edilmiş olan yapıda, dört destek üzerine kemerlerle bir gizli revak sistemi oluşturulmuş ve bu sistemin üzeri tonozlarla örtülüp, ortası açık bırakılmıştır. Böylece yapı üç eyvanlı olarak inşa edilmiştir. Darüşşifanın ikinci katı batı cephesi mekânlarının üstünde tamamen, güney mekânlarının üstünde ise güneydoğu köşe mekânının girişine kadar uzanır. Darüşşifada iç mekân süslemesinin, genel olarak mimari organların yüzeylerinin dekorlanmasıyla meydana getirildiği görülür.
Kubbeli medrese planına bağlı olarak inşa edilmiş olan darüşşifa yapısının tümünün işlevini taçkapı üzerindeki kitâbeden öğrenmekle beraber, yapının mekânlarının ne şekilde fonksiyonlandırıldığı konusunda bir bilgi bulunmamaktadır.[22]
Çankırı, Atabey Cemâleddin Ferruh Darüşşifası, Atabey Cemâleddin Ferruh tarafından, mimar Şehabeddin İnal bin Cemâlî’ye inşa ettirilmiştir. Günümüze sadece taş mescid ve türbe ulaşabilmiştir. Kitabesinden Dârü’l-âfiye’nin 7 Ekim 1235 tarihinde Atabey Cemâleddîn Ferruh tarafından yaptırıldığı öğreniliyor. Darülâfiye yapısının inşa edildiğinde, Selçuklu darüşşifalarında gördüğümüz geleneksel medrese şemasında olduğu ve günümüze ulaşan taçkapısıyla Anadolu Selçuklu dönemi özelliklerini yansıttığı görülür.[23]
Kastamonu, Pervaneoğlu Ali Darüşşifası, Kastamonu’da Anadolu Selçuklu döneminde inşa edildiği kitabesinden anlaşılan darüşşifa yapısından, sadece yere gömülü olarak taçkapı ile bir yan duvar kalmıştır. Taçkapı kalıntısı Selçuklu geleneğinin bütün özelliklerini aksettirmektedir. Kapı aksına göre sağ taraftaki duvar örgüsünde kullanılan devşirme lâhit parçası üzerindeki koyunbaşı ve girlandlardan meydana gelen örnek, yılan sanılarak hâlâ darüşşifanın adı “Yılanlı Darüşşifa” olarak sürdürülmektedir.
Tokat, Muineddin Pervane Darüşşifası, Tokat’ta “Gökmedrese”, “Kırkkızlar”, “Bimarhane” veya “Darüşşifa” adıyla bilinen mevcut yapı bloku “Tokat Müzesi” olarak fonksiyonlandırılmıştır. Yapıyı Muineddin Süleyman başlatmış ve kızı Sultan II. Mesud’un karısı tamamlatmış olmalıdır. Tokat’ta kotu yükseltilmiş ana cadde üzerinde kuzeydoğu, güneybatı yönünde konumlanmış olan Gökmedrese’nin, inşa edildiğinde bugünkü gibi iki katlı tek bir blok olmayıp, iki avlu etrafında düzenlenmiş bir çifte medrese durumunda olduğu anlaşıldığından “Tıp Medresesi ve Şifahanesi” olarak düşünülüp konumlandığı ortaya çıkmıştır.[24]
Gökmedrese’nin mevcut planı avlulu eyvanlı medrese şemasındadır. Yapı kompleksinin uzun ekseni kuzeydoğu, güneybatı yönünde olacak şekilde iki katlı olarak konumlanmıştır. Bugün mevcut yapı muhteşem bir Selçuklu taçkapısının açıldığı eyvan ile karşısındaki ana eyvan ve eksene göre sağ taraftaki (bugün bir kapı ile revaklara açılan tonozlu bir mekân haline getirilmiş) geçit eyvanıyla üç eyvanlı revaklı Selçuklu medresesi şemasındadır.
Gökmedrese’nin zemin kat planı hemen aynı şekilde üst katta da tekrarlanmıştır. Sadece yapının güneybatısında sıralanan mescid, ana eyvan, türbe ve önündeki kubbeli mekân ile geçiş eyvanı iki kat yüksekliğe sahiptirler. Gökmedrese’nin uzun aksına göre sağ kanadı, her iki avluya da bağlantısı olan iki blok arasında müşterek bir mekânlar kanadını oluşturmaktadır. Anadolu Selçuklu yapılarının başlıca karakteri olan taçkapının cepheye hakimiyeti burada da aynen uygulanmıştır.
Avluyu çeviren cephelerin mimarî organları çini programlarıyla bütünleşmiş ve avlu cephesi ile süsleme birbirinden ayrı düşünülemeyecek şekilde dengeli bir görünüş yaratılmıştır. Ana eyvanın iç duvar yüzeyleri de üçgen ve altıgen çini panolarla kaplanmış olup bugün yalnız izleri kalmıştır.
Amasya, Anber Bin Abdullah Darüşşifası, Mimarı bilinmeyen darüşşifa Sultan Muhammed Olcayto Hüdabende’nin karısı İlduş Hatun’un kölesi Anber bin Abdullah ve Anadolu Emiri Ahmed Bey tarafından inşa ettirilmiş olup, Yakutiye mahallesinde Yeşil Irmak’a paralel cadde kenarında ve medrese plan şemasında konumlanmıştır.[25] Yapının 1312’de düzenlenmiş olduğunu öğrendiğimiz vakfiyesi günümüze ulaşmamıştır.[26]
Dikdörtgen bir avlu etrafında, iki yanda uzun eksene paralel iki revak sırası ve gerisinde mekânların yer aldığı giriş eyvanı ve karşısındaki ana eyvanla avlulu – iki eyvanlı bir plan şemasına sahiptir. Yapı caddeye açılan batı cephesiyle anıtsal etkisini günümüzde de sürdürmektedir. Muntazam kesme taştan örülmüş batı cephesi üstten ince profilli taş frizle sınırlanırken, 1/3 oranında daha yüksek taşkın taçkapı sahip olduğu plastik özelliği ile cepheye hakim bir unsur olmuştur. Taçkapının cepheye hakimiyeti, iki tarafında açılmış birer pencere ve iki yanda yeralan silindirik köşe kuleleriyle dengelenerek, simetrik bir ifadeye dönüşmüştür.
Bu darüşşifa kurulduğunda olduğu gibi daha sonraları da bir tıbbî kuruluş olarak işlemiştir. Bu konuda, yapıda XV. yüzyıl ortalarında hekimlik yapmış, hekim yetiştirmiş ve “Kitab al-Cerrahiyet al- Haniye”[27] (1465) adıyla bir tıp kitabı yazmış olan Sabuncuoğlu Şerefeddin bin Ali Elhac-İlyasoğlu (1386-1470) adındaki hekim ve cerrahın kendi hekimlik hayatında edindiği tecrübelerden bahsettiği “Mücerrebname” isimli eserinden (1468) bilgi edinilmektedir.[28]
Darüşşifada usta-çırak şeklinde geleneksel tıp eğitiminin sürdürüldüğü, bir yandan hastaya hizmet verilirken bir yandan da hekim yetiştirildiği kabul edileceği gibi, ana eyvanın dershane olarak teorik bilgilerin verildiği birimsel işlevini sürdürüken, yandaki dikdörtgen salonların da hasta koğuşları olarak kullanıldığı, ana eyvanın iki tarafında yer alan mekânlarda zamanına göre cerrahî[29] müdahalelerin yapılabileceği, buna karşılık girişin iki tarafında yer alan mekânlardan birinin eczahane, diğerinin ise poliklinik mekânı olabileceği de düşünülebilir.
Darüşşifanın kuruluşundan itibaren Osmanlı döneminde de işlevini sürdürdüğü ve burada da çalışan hekimler ile diğer görevlilere ait bilgiler kaynak ve kayıtlardan öğrenilmektedir.[30]
Anadolu Selçuklu darüşşifaları işlevlerini Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde de sürdürmüşlerdir. Beylikler döneminden tek darüşşifa yapısı olan Amasya Amber bin Abdullah Darüşşifası koğuş düzeninin planda okunduğu bir yapı olmasıyla ayrıca önemlidir.
B. Osmanlı Dönemi Darüşşifaları
İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethi ile başlayan Türk devrinde, genel eğitime verilen önemle birlikte insan sağlığına hizmet ve sağlık eğitimi de ayrıcalıklı bir şekilde önem kazanmıştı. Osmanlı Devleti’nde sağlık ve sağlık eğitimi ile ilgili hizmetler, başlangıçta Anadolu’da, Anadolu Selçuklu ve Beylikler döneminde meydana getirilen darüşşifa yapılarında ve tıp medreselerinde sürdürülmüş, bunlara ilâveten Bursa’da Osmanlı Beyliği’nin ilk site-üniversiter nitelikli külliyesinin yapımı da gerçekleştirilmişti; Yıldırım Bayezid Külliyesi (1400). Bu külliyede dinî eğitim yapılan bir medreseden başka bir de tıp medresesi ile darüşşifa yapısı da inşa edilmişti.
Osmanlıların ilk yıllarında Bursa’da önemli yapı toplulukları meydana getirdikleri bilinmektedir. Yıldırım Külliyesi bu kuruluşlar içinde işlevsel yapılarının, sayısal çokluğu ve çeşitliliği yönünden de önemlidir. Bu külliyedeki darüşşifalar ve medreseler ise eğitim tarihi yönünden ayrıca önem taşır. Külliyede darüşşifa tıp uygulama alanı ve hastaya hizmet sunan birim olarak yer alırken, iki medrese yapısı da, biri dinî eğitim, diğeri tıp eğitimi veren yapı birimi olmaktadır.
Şehrin doğu sınırını belirleyen, Yıldırım Külliyesi’nin, türbesi üzerindeki Arapça kitabe 1406 tarihini ve Hüseyin oğlu Âli’nin yapıyı tamamlattığını belirten tek belge olurken, Mart 1400 tarihli vakfiyesi külliye yapılarının işlev ve sürekliliğini belirleyen işletme yönetmeliği olmuştur. Vakfiyede darüşşifa ile ilgili bilgi ayrıca verilmiştir. Başta vakfiye bilgileri olmak üzere diğer belgeler de külliyede iki medresenin varlığına işaret etmektedir. Bu medreselerden cami önünde kot farkıyla yer alan medrese dini eğitim yapısı olup, diğeri külliyenin batısında ve işlevsel yapılar kotunda, yaygın plan şemasıyla yer almış, günümüzde ise iki katlı konut yapılarının tecavüzü arasında görülmez olmuştur.
Osmanlı için 14. yüzyıl sonunda, site-üniversiter nitelikli bir kuruluş kaçınılmaz olmuş, Yıldırım Külliyesi içinde yer alan darüşşifa ile iki medreseden biri tıp medresesi olarak işlevlendirilmiştir. Tıp medresesi kalıntıları külliyenin batısındaki Cümle Kapısı Sokağı ile Bakanoğlu Sokağı arasındadır.
Darüşşifa yapısı ise medrese plan yorumundan hareketle inşa edilmiş, ancak işlevsel mekânlarda darüşşifa ile ilgili organlara yer verilmiştir. Girişin sağ köşesindeki mekân drog hazırlama mekânı olarak belirlenmiştir.
İkinci başkent Edirne’de, böyle bir darüşşifa yapısının inşası ise Sultan II. Bayezid tarafından kendi adıyla anılan külliyede yer alacaktır. Ancak daha önce İstanbul’da Fatih Sultan Mehmed’in kendi adıyla bilinen Fatih’teki Külliyesi’nde site-üniversiter nitelikli bir kuruluşla birlikte bir de darüşşifa yapısına yer verilecektir.
İstanbul’dan İznik’e kadar Lâtinlerin işgal ve tahripleri (1204-1261) ile Bizans İmparatorluğu’nun uzun yıllar zayıf düşmesi, İstanbul’daki sağlık ve sosyal yardım kuruluşlarını da etkilemiş ve hemen hepsi yok olmuştu. XV. yüzyıl ortalarında İstanbul’da Bizans’ın sadece iki sağlık kuruluşu olduğu bilinmektedir. Bunlar, Ayasofya ile Pantakrator Kiliseleri çevresindeki manastırlar ile misafirhane, düşkünler evi ve bir hastanenin bulunduğu yapı topluluğudur. Bu yapı topluluğu Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından onartılmış, “Eski İmaret” adıyla yenilenen bu kuruluşta sağlık hizmetlerinin bir süre daha devamı temin edilmiştir.
Fethi müteakip hızla gelişmeye başlayan İstanbul’un yeni yerleşim politikası gereği Türkleştirilmesi gerçekleştirilirken, eski kuruluşlardaki kiliseler camiye dönüştürülmüş, yeni kuruluşlar da, çeşitli işlevsel yapılardan meydana gelen büyük külliyeler şeklinde, şehrin yeni semtlerinin çekirdeği olmuştur.
Fetih’ten 17 yıl sonra yapımı gerçekleşen Fatih Külliyesi (Yeni İmaret) (1456-1470) yapıları arasında yer alan darüşşifa yapısını arşiv belgelerinden tanımaktayız. Düşünülen ancak gerçekleşip gerçekleşmediği bilinmeyen bir onarım için hazırlanmış olan bu kroki planda yapı revakların çevirdiği kare bir avlunun gerisinde, çeşitli hacim ve mekânların yer aldığı, yarım kubbeli bir dershane mekânının ise beşgen bir çıkmaya sahip olduğu şekliyle, tanınır. Girişin iki tarafındaki kubbeli köşe mekânları ile dershane önündeki revakların yanına iki kemerli açıklıkla açılan kubbeli hacimlere ihtiyaç duyulmasıyla da plân açıklanabilmektedir.
Fatih devri mimarlarından Atîk Sinan’ın planlayıp inşa ettiği bilinen külliyenin yapıları içinde ayrıcalıklı bir yeri olan darüşşifa, günümüzde kârgir evlerin altındaki taş-tuğla derz duvar dokusu kalıntılarıyla tanınabilmektedir.
İstanbul’da Fatih tarafından inşa ettirilen bu külliyede yer alan darüşşifa yapısından sonra, Edirne’de Sultan II. Bayezid, Tokat, Amasya’dan sonra Edirne’de Tunca Nehri kenarında inşa ettirdiği külliyesinde bir darüşşifa yapısına da yer vermişti. Darüşşifa sonraları “Yeni İmaret” adıyla tanınan külliye bütünlüğünün kuzeydoğu köşesinde, medrese yapısıyla bitişik olarak inşa edilmiştir. Külliye’nin 23 Mayıs 1484 Cuma günü temeli atılmıştır. Tamamlanması ise 1488 yılında gerçekleşmiştir. Darüşşifanın inşası ise Topkapı Sarayı’ndaki bir belgede 1486 tarihi ve Türkçe olarak ifade edilmiştir. Külliye, Mimar Hayrettin tarafından planlanıp, inşa edilmiştir.
Bu darüşşifa plan şemasıyla, medrese planından farklı bir plana sahiptir. Bu yapıda Mimar Hayreddin iç içe altıgen şema ile merkezî plan şemasını, bu yapıda gerçekleştirmiştir. Hastaya hizmet götürülürken iş ergonomisinin planlamada dikkate alındığını yapının mekân planlaması açıkça gösterir.
Merkezi altıgenlerin belirlediği oda ve eyvan dizisi, Cornelius Gurlitt’in planında beşgen odalar önünde eyvanlar şeklinde belirtilmişse de Mimar Sedat Çetintaş bu hatalı durumu düzeltmiştir. Böylece yapıya statik yönden bakıldığında, merkezî kubbenin taşınmasını sağlayan üçgen kuruluşlu gizli payelerin varlığına, tarafımdan açıklık getirilmiştir.
Yapının enine dikdörtgen kuruluşlu orta bölümündeki mekânları hekimler ile drog evi (eczahane) ve poliklinik hizmeti verilen yerler olmaktaydı.
Darüşşifanın son bölümünde ise devasız akıl hastaları için revakların gerisinde altı mekân sırası yer almıştır. Evliya Çelebi, darüşşifanın batısındaki bahçelerde drog bitkilerinin yetiştirildiğini bildirmekte, ruh hastalarının tedavisinde “müzikle tedavi = musico therapie” uygulandığını gördüğünü, hazırlanan ilaçların haftada iki gün ücretsiz olarak hastalara dağıtıldığını, Seyahatname’de anlatmaktadır.
Vakfiyesinde günde 200 akçe tahsis edilen darüşşifada hekim Muslihiddin, Mehmed, Bayezid, Ramazan, Vefa, Hüseyin ile cerrahlar Haydar, Şaban gibi devrinin önemli doktorları çalışmışlardı. Darüşşifa Balkan Savaşı’na (1912) kadar kullanılmıştır.
Osmanlı dönemi tıbbında bulaşma fikrinin tecrit yapıları olarak, özellikle cüzzamın bulaşıcılığı ve yaygınlığı nedeniyle, bu tür hastalar için tecrit yapıları-cüzzamhaneler inşa ettirilmiştir. Bu tür yapıların ilkinin Edirne’de Kirişhane Semti’nde olduğu bilinmektedir. “Miskinler Tekkesi” olarak tanınan bu yapı Edirne’de Sultan II. Murad tarafından (1421-1451) inşa ettirilmiş, iki yüzyıl hizmet vermiştir. İlk kez, bu yapıdan Dr. Hüseyin Hulki Bey (1861-1894) Viyana’daki II. Uluslararası Dermotoloji Kongresi’nde 1892 yılında, bahsetmiştir.
14.-15. yüzyıllarda, Anadolu’da Osmanlı Devleti’ne bağlanmış olan yerlerde de yöneticileri tarafından bazı sağlık kuruluşlarının inşa ettirildiği bilinmektedir. İstanbul’da ise 1514 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Üsküdar’da Karacaahmet Cüzzamhanesi olarak bilinen, bir mescidi de bulunan yapı, revak altına açılan bir dizi odaların (L) şeklinde planlandığı şekliyle önemli olmuştur. Buraya alınan hastaların tedavisi yerine, bakımları sağlanmıştır.
Manisa’da Hafsa Sultan Darüşşifası aynı isimle tanınan külliyeye 1539 yılında katılmıştır. 1522 tarihinde cami, medrese, imaret, hankâh ve sıbyan mektebinden meydana gelen külliyeye, darüşşifadan önce 1538 yılında da çifte hamam katılmıştır. Bu iki yapı, Mimar Sinan tarafından planlanmıştır. Yapı Kanunî Sultan Süleyman tarafından annesi Ayşe Hafsa Sultan adına inşa ettirilmiştir. Mermer kitâbe düzenlemesiyle de önemlidir.
Yapı, kareye yakın bir avlu etrafında eyvan ve kubbeli odalar olarak planlanmıştır. Giriş tarafında iki derleme sütun, üç sivri kemerli açıklıkla yer alan revak sistemi, iki yandaki dikdörtgen planlı ocaklı mekânların açıldığı mekânı oluşturur.
Darüşşifanın ilk hekimi çağının bilgini Merkez Müslîhiddin Efendi olup, Mesir Bayramı geleneğinin yerleşmesine yol açmıştır.[31]
Uzun yıllar hastane olarak işlevini sürdüren yapı, I. Dünya Savaşı’ndan sonra terkedilip harap olmuşken, onarılarak Sağlık Müzesi yapılmıştır.
Ancak 16. yüzyılın ortalarında ikinci bir darüşşifa yapısı, Bizans’ın “Xerolophos”, Fatih döneminin “Başçı Mahallesi”, sonraları “Avrat Pazarı”, Külliyenin yapımından sonra ise “Haseki”, günümüzde “Nevbahar Mahallesi” adıyla bilinen semtte, Kanunî Sultan Süleyman’ın eşi Hurrem Sultan (1502-1557) tarafından Mimar Sinan’a planlatılıp, inşa ettirilen Haseki Külliyesi yapılarına, imaret ile medrese arasındaki köşeye yerleştirilen darüşşifa (1550) yıllarında, gene Sinan tarafından katılmıştır.
Yapıldığı tarihten itibaren Haseki Darüşşifası (1679); Haseki Sultan Darüşşifası (1843); Haseki Zindanı; Haseki Sultan Darüşşifası (1843); Haseki Bimarhanesi (H. 1260/1844); Haseki Nisâ Hastanesi (1870) isimleriyle tanınması, yapının kullanım şeklini de açıklamaktadır. Günümüz çekirdeğini darüşşifa yapısının (halen poliklinik yapılan yer) oluşturduğu yapılar topluluğu, sağlık sitesidir.
Haseki Darüşşifası, plân kuruluşuyla, İstanbul’un ilk sağlık yapısı, Fatih Darüşşifası’ndan farklıdır. Burada merkezî plan şeması uygulanmıştır. Yapı dıştan dikdörtgen olarak, sekizgen merkezî avlunun kenarını saran kubbeli mekânlar şeklinde düzenlenmiştir. Bu plân şeması ile yapı, darüşşifa mimarisine koğuş düzeninin uygulandığı İstanbul’daki önemli bir örnek olmaktadır. İkişer kubbe ile örtülü dikdörtgen koğuş mekânları iki katlı pencerelerle aydınlatılmakta, her birinde yer alan yaşmaklı ocaklarla da ısıtılmaktaydı.
Böylece sekizgen kuruluşlu bir avluyu üç yönde saran kubbelerle örtülü dikdörtgen koğuşlara, sekizgenin iki kenarında yer alan eyvan mekânları ile geçilir.
Yapı 1884 yılına kadar çeşitli amaçlarla kullanılmış, zührevi hastalıklar, kadın tutukevi gibi. Zaptiye müşavirliğine verilmiş kadın tutukevi olmuştur. Çok yıpranan bina çevresindeki istimlâklardan sonra, katılan yeni binalarla 1894 yılına kadar işlevini sürdürmüştür.
10 Temmuz 1894 depreminde darüşşifa zarar görmüş, 1918 yangını ise tamamen terkedilmesine neden olmuştur.
1894 yılından günümüze kadar ise, Yeni Hastane-Haseki Hastanesi olarak hizmet veren yapılardan ayrı, ancak yapıda poliklinik hizmetleri verilmektedir.
İstanbul’un Osmanlı Devleti’nin başkenti olduğu günlerden başlayarak, başşehrin gelişmesinde ve şekillenmesinde önemli olan külliye kuruluşları gibi, bu külliyedeki medrese yapıları eğitime verilen önemi açıklarken, darüşşifa yapıları ve özellikle tıp medreseleri de insan sağlığına ve tıp bilimine verilen önemi ortaya koymuştur. Bu konuda 16. yüzyıl boyunca Mimarbaşı Sinan, İstanbul’da planlayıp inşa ettiği külliyelerden Haseki Külliyesi ile Üsküdar Atik Valide Küliyesi’nde birer Darüşşifa yapısı planlayıp inşa etmiş, ama Kanunî Sultan Süleyman adına planlayıp inşa ettiği Süleymaniye Külliyesi’nde darüşşifa, tıp medresesi, eczahane ve dâr ül âkâkîr (droglar evi) yapılarını da inşa ederek, külliyenin bütünü içinde bir tıp sitesi meydana getirmiştir. Böylece usta-çırak yöntemiyle darüşşifalarda hastaya hizmet paralelinde sürdürülen tıp eğitimi, Osmanlı döneminde Bursa’da inşa edilen Yıldırım Bayezid Külliyesi’ndeki gibi teorik tıp bilimlerinin okutulduğu bir tıp medresesi ile uygulama ve hastaya hizmetin sunulduğu darüşşifa yapısı ve yine sağıltımla ilgili ilaçların üretildiği eczahane ile diğer darüşşifalara dağıtımı gerçekleştirecek olan droglar evi, tıp eğitimine ve insan sağlığına verilen önemin ulaştığı noktayı belirler. Bu gelişme doğal olarak Mimar Sinan’ın ihtiyaçtan doğan işlevsel yapıları planlaması ile ilgili dehası ile açıklanabilir.
Süleymaniye Külliyesi’nin Kanunî Sultan Süleyman adına düzenlenen 6 Mayıs 1557 tarihli vakfiyesi ile cami kitabesi, külliyenin dokuz yıl süren inşa süresini ortaya koyar. Bu süre içinde cami inşaatı (1550-1557) tarihleri arasında yedi yılda; diğer yapıları ise (Ekim 1553-Mayıs 1559) tarihleri arasında altı yılda; darüşşifa, tıp medresesinin (ile eczahane ve droglar evi) (1556) yılında tamamlandığı açıklık kazanır.
Şifahane Sokağı ile Tiryakiler Çarşısı’nın kesiştiği köşede inşa edilen tıp medresesinden sadece dükkanların gerisinde bir sıra mekân günümüze ulaşmış, arsasına ise Süleymaniye Doğum Evi inşa edilmiştir. Tıp medresesi’nin fevkâni, avlulu, revaklı bir medrese olduğu anlaşılmakta, kuzeyinde, darüşşifanın kuzeyine düşen köşede Dâr ül âkâkîr (droglar evi = ecza deposu) bulunmaktadır.
Darüşşifa topografik şartlara uydurularak, Şifahane Sokağı’nda tek katlı, Haliç’e bakan cephesiyle iki katlı olarak inşa edilmiş, böylece darüşşifa altında bir bodrum kat meydana gelmiştir. Bodrum katta, iki avlu arasındaki revak altında, şifâsız akıl hastaları için bir salon meydana getirilmiştir. Haliç’e bakan (Kuzey cephe) cephesindeki bir sıra halinde dokuz dikdörtgen mekân, asma katlı olarak düzenlenmiş, altta kapı ve mazgal pencere, üstte ise ikişer dikdörtgen pencere ile aydınlanmıştır. Bu cephe düzenlemesi ve asma katlı oluşlarıyla, bu mekânların günümüzde dükkân olarak kullanılsa da, zamanında lojman olarak yapılmış olduğunu gösterir.
Darüşşifa plânı, bodrum katı üzerinde, revaklı avlu etrafında gelişen, Klâsik Osmanlı medrese plân şemasının, uzun eksen paralelinde bitişik olarak, iki kez tekrarlanması şeklindedir. Şifahane Sokağı’na açılan kapı ile birinci avluya girilir, bu avluyu dört yönde revak sistemi çevirir, ancak iki yanda ard arda kubbeli mekânlar, yöneticiler, personel, poliklinik, vs. için; büyük ocaklı ve bacalı dikdörtgen mekân ise fodla fırını (bir çeşit ekmek) olan hacimlerdir. İkinci avlu etrafındaki kubbeli mekânlar ise hastalara ayrılmış, kuzeybatı köşesinde hastalar için bir de hamam yapılmıştır.
Darüşşifada fodla fırını, hamam gibi özel hacimlerin varlığı hastaların diyetine, temizliğine verilen önemi vurgularken, Şifahane Sokağı’ndaki ikinci kapının “Hekim Kapısı” olarak tanınması da hiyerarşik durumu açıklamaktadır. Darüşşifada, biri başhekim olmak üzere dört hekim, iki cerrah, iki kehhâl (göz hekimi), bir eczacı ile ilâçları ve şurupları hazırlayan eczacı kalfası, beş eczacı çırağı, kilerci, vekilharç, kâtip, hastabakıcı ile hastaları yıkayıp traş eden müstahdemler, görevli kadroyu meydana getiriyordu.
Uzun yıllar geniş bir kadro ile çalışan darüşşifada diğer darüşşifalardan farklı olarak bir asabiye- nöroloji servisinin varlığı ve müzikle tedavi (musico-therapie) uygulandığı, durumunu 19. yüzyılın ortalarına kadar koruduğu biliniyor. 1865 yılında kolera tecrithanesi olarak kullanılan yapıda, 1858 yılında İtalyan Dr. Mongeri (1815-1882) başhekimliğe başlamış, sonraları ise tamamen akıl hastalarına tahsis edilmiştir. Darüşşifanın hastahane işlevi 1873 yılına kadar sürmüştür. Cumhuriyet’ten sonra Askerî Matbaa’nın yerleştiği yapıda Klâsik Osmanlı mimarisinin özelliklerini bozan bazı ekler ve değişiklikler yapılmış ve 1972 yılında Askerî Matbaa’nın yapıdan çıkması üzerine, Vakıflar Genel Müdürlüğü dinî eğitim yapan özel bir okula kiralamış, bu yıllarda yapının bünyesindeki değişiklikler, darüşşifa yapısının mîmarisinin büsbütün bozulmasına neden olmuştur.
İstanbul’da Fatih Külliyesi’nden sonra site-üniversiter nitelikli kuruluş Süleymaniye Külliyesi olmuş, bu külliyenin bünyesinde dönemin eğitim hiyerarşisine uygun olarak yer alan medreselerden farklı olarak, tıp eğitimine verilen önemi belirleyen yapılar topluluğu ise külliyenin kuzeybatısında bir tıp sitesi oluşturacak şekilde plânlanmıştır.
Teorik ve pratik tıp eğitiminin ayrı ayrı yapılarda gerçekleştirildiği Süleymaniye Tıp Medresesi ve Darüşşifası da Anadolu’da Selçuklu döneminde Kayseri’de inşa edilmiş olan Gevher Nesibe Darüşşifası ve Tıp Medresesi (1205-6) gibi, Osmanlı mimarisinde ikinci, İstanbul’da ise tek örnek, olmuştur. Bundan sonra İstanbul’un üçüncü yarımadası Üsküdar’da, gene Mimar Sinan’ın plânlayıp inşa ettiği Atîk Valide Darüşşifası, eski örneklerde olduğu gibi tek yapı olarak, inşa edilmiştir. Sultan II. Selim’in eşi ve Sultan III. Murad’ın annesi Nurbanû Sultan tarafından topografik şartlara uygun olarak, üç kademeli bir alanda, inşa edilen külliye (1570-1583) onbir yılda tamamlanmıştır.
Atîk Valide Külliyesi’nde sosyal işlevli yapılar daha aşağıda cami ve medrese eksenine paralel bir bütün oluşturmakta (kervansaray, imaret, tabhane) kareye yakın yapı bloğunun kuzeybatısında darüşşifa yapısı inşa edilmiş bulunmaktadır.
Darüşşifaya kuzeyindeki kapı ile girilmekte, revaklı ve iki kademeli bir avluyu çeviren kubbeli hacimler bu revaklara açılmaktadır. Atik Valide Darüşşifası da Süleymaniye Darüşşifası gibi müstakil bir hamama sahiptir. Ancak yapı, külliyenin diğer yapıları gibi zamanla değişmiş, kubbe örtüsünün yerini sonradan yapılan bir ikinci kat almıştır. 1970’lerde mermer taş döşeli avlusu, yakın yıllarda okul olarak kullanıma hazırlanırken, çimento ile kaplanmıştır. Esasen darüşşifa yapısında, III. Selim (1789¬1807) zamanında Nizam-ı Cedid askerlerinin kışlası olarak, 1865’e kadar kullanımından önce yapılan değişiklikleri de görmek mümkündür. Sultan III. Selim döneminin yapı tekniğini gösteren bu değişikliklerle, bir süre sonra kervansaray yapısının da katıldığı bir yapısal düzenlemeyle, darüşşifa işlevini yeniden kazanmıştır. Böylece 19. yüzyıl başlarına kadar süren durumu, bu tarihlerde yapıya sadece akıl hastalarının alınmasıyla “Toptaşı Bimarhanesi” olarak tanınmasına neden olmuştur. Süleymaniye Darüşşifası’nda görev yapan İtalyan asıllı Dr. Mongeri buraya ilk akliye hekimi olarak başhekim olmuş, darüşşifa yapısına kadın akıl hastaları, darülhadis medresesine de erkek akıl hastaları yerleştirilerek, darüşşifanın genel sağlık işlevi daraltılmıştır.
Atîk Valide Darüşşifası, 1866, 1874 ve 1881 yıllarında yapılan eklerle, II. Meşrutiyet’e kadar gelmiş, 9 doktor, 9 idare memuru ve hastabakıcı ile Dr. Mongeri’nin muavini Dr. Castro’nun 40 yıl kadar sürecek başhekimliği başlamıştır. Dr. Castro’nun başarısız bulunan yönetimi sonucu, Dr. Avni Bey başhekim olmuş, emekliliği üzerine Dr. Mustafa Hayrullah Bey (Diker) 1923 yılına kadar başhekim olarak, kalmıştır.
Dr. Mazhar Osman Bey’in çabalarıyla 1925’de Bakırköyü’ndeki Reşadiye Kışlası akıl hastalıkları hastanesi olmuş ve (iki yıl süren onarımdan sonra) Toptaşı’ndaki hastalar 1927 yılında Bakırköy Akliye ve Asabiye Hastanesi’ne yerleştirilmiştir. Bu sefer Toptaşı Bimarhanesi’ne Miskinler Tekkesi’ndeki cüzzamlılar alınmıştır. 1935’te Bakırköyü’nde yeni cüzzam pavyonu hizmete sokularak, cüzzamlı hastalar buraya getirilmiş, Atîk Valide Darüşşifası, külliyenin diğer sosyal işlevli yapılarıyla birlikte, Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nın tütün deposu olmuştu. Günümüzde ise Üsküdar İmam Hatip Lisesi olarak kullanılmaktadır.
İstanbul’da, 16. yüzyıl içinde yapılan çok sayıda külliyeler içinde Haseki, Süleymaniye ve Atîk Valide Külliyelerinde inşa ettiği darüşşifa yapıları, külliye içindeki konumları, plân kuruluşları kadar bünyelerinde fırın, hamam, gibi özel işlevsel hacimlere yer verilmesi yönünden, Mimar Sinan’ın ve yapı bânilerinin insan sağlığına ve tıp eğitimine verdiği önemi açıklar.
Bu darüşşifalara 17. yüzyıl başında katılan yeni bir kuruluş ise Sultan I. Ahmed’in (1603-1617) Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’ya planlatıp, inşa ettirdiği Külliyenin darüşşifasıdır. 1609 yılında cami ile başlayan külliyenin (M. 1616) tamamlanması, kardeşi I. Mustafa’nın zamanında (1617-18) gerçekleşmiş, külliyeyi meydana getiren diğer yapılarla birlikte, darüşşifanın yapımı ise 1620 yıllarına kadar sürmüştür.
Sultan Ahmet Meydanı’nda Hipodrom’un batı ucunda yer alan darüşşifa, ne yazık ki, günümüze gelmemiştir. 17. yüzyıl içinde inşa edilen tek tıp kuruluşu olan yapının, Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in gözlemleriyle Mektebî Sanayi plânından takribi olarak çizilen bir krokisi vardır. 1870 yılında Sanat Okulu inşa edilirken, darüşşifanın revakları ve revaklar gerisindeki mekânları yıkılmış, fakat dış duvarların alt kısımları ile temellere dokunulmamıştır. Darüşşifa yapısından sadece giriş kapısı ile darüşşifa hamamı muhafaza edilmiştir. Yapının kroki plânı, kareye yakın dikdörtgen revaklı bir avlu ve revaklara açılan mekânlardan ve gene revak altına açılan hamam biriminden ibarettir.
Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa, Mimar Sinan’ın darüşşifalarda başlattığı özel hamam olgusunu, bu darüşşifada da devam ettirmiştir.
İstanbul’daki darüşşifaların önemli özelliği vakfiyelerinin de günümüze ulaşmış olmasıdır. İlk sultanî kuruluş olan İstanbul’da Fatih Külliyesi’nin vakfiyesi de hazırlanarak, külliye yapılarının işlevleri, işleyişleri ve gelirleri belirlenmiştir. Vakfiyede darüşşifa ile ilgili bölümü ayrıca önemli olmaktadır. Dokuz kadar vakfiyesi olan Fatih Külliyesi’nin darüşşifa ile ilgili bölümü ayrıca önemli olmaktadır. Vakfiyede darüşşifa ile ilgili metinde alınacak personelin sayısı, ücretleri ve özellikleri belirtilerek, hastalara verilecek yiyecekler, eğer gerekiyorsa sülün eti bile temin edilebileceği, belirtilmiş ve darüşşifaya tesis edilen vakıfların gelirlerinin zenginliği ile imkânları ortaya konmuştur.
Bunun gibi Haseki Darüşşifası (1551) külliyenin cami, medrese, imaret yapılarından sonra, en son inşa edilen yapısıdır. Bu ilk yapılarla ilgili düzenleyici vakfiye olduğu halde, darüşşifanın inşaasından sonra bir vakfiye daha hazırlanmış ve işlevi, personeli, gelirleri belirlenmiştir. Süleymaniye Külliyesi içinde bir tıp sitesi niteliğindeki, tıp medrese ve darüşşifası ile ilgili müştemilâtının işlevi, gelirleri, personelin sayısı, ücretleri ve vasıfları, hastalara gösterilecek ilgi vs. ise gene vakfiyesinde (6 Mayıs 1557) ayrı ayrı yazılmıştır.
Nurbanû Sultan Vakfiyesi (1583) de Atîk Valide Darüşşifası’nın yönetimi ile ilgili bilgileri içeren bir belgedir. Sultan Ahmet Vakfiyesi (1612), darüşşifanın yapımından önce hazırlanmış olmasına rağmen yapının yapımıyla değil, burada görev alacak personelin ve hekimlerin özelliklerini belirlemiştir. Bir örnek olarak gösterilecek olursa; “… açık fikirliliği ve zekâsı ile tanınmış, sağduyulu ve olayları çabuk kavrayabilen insan tabiatı özelliklerini (psikolojisini) ve ilâç hazırlama ilkelerini bilen içecek (şurup) ve macun hazırlama konusunda hünerli, muhtaç olanların işlerinin gözetilmesinde iyi davranışı belli olan yufka yürekli, kibirsiz olan, tanıdık ve yabancıya karşı tatlı sözlü, seçkin bir kimse hekim olup, hasta olanlara iyi davranarak tedavi etmelidir” ifadesiyle hekimin özellikleri açıklanmıştır.
Sırasıyla Bursa, Edirne ve İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olur olmaz, başlayan imar faaliyetleriyle şekillenmişlerdir. Düzenlenen yönetmelik niteliğindeki vakfiyeleriyle ve temin edilen vakıf gelirleriyle de bu eserlerin devamlılığı sağlanmış ve harabiyeti önlenmiştir. Düzenli bir şekilde işlevlerini yerine getirmeleri temin edilmiştir. Bu düzen, yönetimin sağlığa verdiği önemi ve tıp eğitimi ile çağının pozitif bilimlere verdiği değeri de açıklamaktadır.
Osmanlı başkentinde 15.-17. yüzyıllar arasında inşa edilen darüşşifa yapıları ki, (bunlar beş adet sağlık yapısıdır). Bunlardan Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi’nde tıp teorik ve pratik eğitimi yapıldığı biliniyor, diğerlerinde ise bir tıp medresesine yer verilmiyor. Çağının eğitim yöntemi usta-çırak ilişkisi şeklinde, eğitim yapılıyor.
Gerçi 17. yüzyıl boyunca daha önceki darüşşifalar ve tıp medreselerinde hizmetler sürdürülmüş, ancak Türk tıbbında Batılılaşma hareketleri de bir ölçüde başlamıştır. Özellikle Batının Rönesansı Doğu’nun aleyhine derin uçurumlar açmış, yalnız deney ve gözleme değer veren metodik Batı yeni durumlarıyla belirlenmiştir. 1683 Viyana yenilgisinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan gerilemenin ilâcı olarak “Tanzimat” ortaya çıkmıştır. Osmanlı hekimlerinin Lâtince, Fransızca, İtalyanca gibi Batı dillerini öğrenme arzuları da 17. yüzyılda başlamış, 18. yüzyılın ikinci yarısında Batı kaynaklarından yapılan çevirilerin artması, kahve, kinin, ipekakuana gibi drogların ve cıvanın frengi tedavisinde kullanılması gibi yenilikler, Batılılaşmanın belirleyici kanıtları olmuştur.
19. yüzyılda iki büyük Türk hekim, 18. yüzyılda hızlanan modern tıp akımının ülkemizde yerleşmesini sağlamışlardır. Hekim Şânizade Mehmet Ataullah Efendi ile Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi çiçek aşısı, frengi tedavisi, fizyoloji ve tabiat tarihi çevirileriyle, Batılılaşma akımına hizmet ederken, III. Selim ve II. Mahmud’u da modern bir tıbbiye kurmaya hazırlamışlar, böylece 14 Mayıs 1827, Çarşamba günü İstanbul’da ilk modern tıbbiye kurulmuştur.
19. yüzyılın bilgin hekimi Şânizade Mehmet Ataullah Efendi’nin İtalyanca ve Lâtinceden çevirdiği Miyar ül-Etibba, Teşrih ve Fizyoloji eserleri ise 1820 yılında ilk basılı tıp eserlerimiz olmuştur.
15 Haziran 1826’da Yeniçeri teşkilâtını lağveden Sultan II. Mahmut (1808-1839) yeni modern Türk ordusunu kurmaya çalışırken diğer taraftan da sağlık kuruluşlarının tesisine başlamış, yeni bir askerî tıp okulu, Cerrahhane ve birçok askerî hastaneler kurulmuştur. Fakat İstanbul’da 1826’daki kolera salgını, 1843’deki çiçek salgınları ise yeni büyük bir hastahanenin kurulması gereğini ortaya koymuş, böylece Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Valide Sultan, Çapa’da Yenibahçe Çayırı’nda “Bezmi âlem Gureba-i müslimin hastanesi”,
“Bezmi âlem hastanesi”, “Valide Sultan hastanesi”, “Gureba-ı Müslimin Hastanesi”, ve günümüzde “Vakıf Gureba Hastanesi” adıyla işlevini sürdüren hastaneyi, 1845 yılında inşa ettirmiştir.
Bu yapıyla birlikte, darüşşifa (bimarhane) adıyla tanınan sağlık yapıları “hastane” adıyla anılmaya başlamıştır.
Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 218-230