İslâmiyet’in kabulü sürecinde bir geçiş dönemi ürünü olan Divânü Lügâti’t-Türk, Türkçenin bilinen ilk sözlüğüdür. Akalın, kitabın 1072’de yazılmaya başlandığını, dört kez düzeltildikten sonra 1074’te tamamlandığını belirtir (2011:1). Yazıldığı devirdeki Türk dilini, Türk kültürünü, Türk boylarının toplumsal yapılarını ve yaşayış özelliklerini yansıtması bakımından eşsiz bir eserdir. Eserin yazarı, eserinde verdiği (DLT I/3) bilgilere göre, Muhammed oğlu Hüseyin’in oğlu Mahmûd’tur. Mahmûd, Emirler soyundan geldiğini, babasının Türk illerini Samanlı oğullarından alan bey olduğunu (DLT I/112) belirtir.
Ercilasun, Kâşgarlı Mahmûd’un Karahanlı Hanedanı’na mensup bir şehzâde olmasının kuvvetle muhtemel olduğu kanısındadır. Ona göre Mahmûdun babası Hüseyin Çağrı Tigin 1056-1057 yıllarından önce Barsgan emiridir. Babasının babası Muhammed Buğra Han 1056-1057 yıllarında Kâşgar’da Doğu Karahanlı hükümdarıdır ve 1057’de yerini Hüseyin Çağrı’ya bırakır. Bu yıllarda Kaşgar’da çok şiddetli taht kavgaları görülür. Kâşgarlı Mahmûd’un dedesi Muhammed Buğra Han’ın ikinci karısı, ailenin bütün fertlerini öldürterek kendi oğlu İbrahim’i tahta çıkarır; fakat İbrahim de hanedanın başka bir üyesi tarafından öldürülür. Kâşgarlı Mahmûd’un babası Hüseyin Çağrı’nın da bu olaylar sırasında öldürüldüğünü ve 1057-1059 yılları arasında Mahmûd’un Kâşgar’dan kaçtığını tahmin etmek mümkündür (2004:320).
Divânü Lügati’t-Türk’ün bugün için tek nüshası, Muhammed İbn Ebî Bekr İbnî Ebi’l-Feth tarafından 1266’da Şam’da asıl nüshadan kopya edilen nüshadır. Halen Millet Kütüphanesi’ndedir. Ali Emirî Efendi tarafından 1915 yılında İstanbul’da bir sahafta bulunmuştur (Kurt 2008:19).
Kâşgarlı Mahmûd, eserinin girişinde (I/3-8) Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarından doğdurduğunu, onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüğünü, Tanrı’nın onlara Türk adını verdiğini ve onları yeryüzüne ilbay kıldığını, devrin hakanlarını onlardan çıkardığını, dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdiğini ve onları herkese üstün eylediğini; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdiğini, onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları aziz kıldığını ve dileklerine eriştirdiğini ve aklı olanın yapması gerekenin Türklerin yolundan gitmek ve onların dilleriyle konuşmak olduğunu belirtir. Mahmûd, sözlerine dayanak olarak Buharalı ve Nişaburlu iki imamdan duyduğu Hz. Peygamber’in “Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır” sözünü gösterir ve “Bu söz (hadîs) doğru ise -sorgusu kendilerinin üzerine olsun- Türk dilini öğrenmek çok gerekli (vâcib) bir iş olur; yok, bu söz doğru değilse, akıl da bunu emreder” diyerek hem dinî hem de aklî açıdan Türk dilini öğrenmenin gerekliliğini vurgular. Kâşgarlı Mahmûd, kendisinin Türkler arasında en uz dilli, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğunu söyler ve Türk illerini baştanbaşa dolaşarak Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini, yaşayış özelliklerini, kültürlerini bellediğini ve bunları en iyi şekilde eserinde sıraladığını, düzenlediğini belirtir. Kitabını kendisine bir ün, bitmez tükenmez bir azık olsun diye, Tanrı’ya sığınarak Divânü Lûgati’t-Türk/Türk dilleri Kamusu şeklinde adlandırarak devrin hükümdarı Ebu’l-Kâsım Abdullah’a sunduğunu söyler.
Kitabındaki maddeleri[1] belli bir sıraya göre dizmiştir. Böyle yaparak -kendi ifadesiyle (DLT I/5)- kelimelerin anlam derinliğini ortaya çıkarmış, katılıklarını yumuşatmıştır. Türklerin görgülerini, bilgilerini göstermek için, söylediklerini sagularla, koşuklarla, destan parçalarıyla örneklemiş; Türklerin kaygılı ve sevinçli günlerinde yüksek düşüncelerle söylenmiş savlara yer vermiştir. Böylece kitap arılıkta son kerteye, güzellikte son yüksekliğe erişmiştir.
Divânü Lügati’t-Türk’te Türklerin ve çevrelerindeki diğer milletlerin yaşadıkları coğrafyayı gösteren bir haritaya da yer verilmiştir; ki bu harita bugün için bilinen ilk Türk haritasıdır. Kâşgarlı Mahmûd, “bu harita üzerinde gezip dolaştığı dağları, denizleri, ırmakları, ovaları, köyleri, kasabaları, şehirleri, memleketleri belirlemekte, araştırma yaptığı Türk topluluklarının yaşadığı coğrafyanın sınırları dışında kalanları da haritasında işaret etmektedir.” (Yıldırım 2008: 109).
Divânü Lügati’t-Türk; Türkle, Türklükle ilgili her türlü bilgiyi içermesi açısından Türk kültürünün eşsiz bir eseridir. Yazıldığı dönemde çeşitli Türk boylarının konuştuğu Türkçeyi, Türkçenin söz varlığını, sözlü kültürdeki sav, sagu, koşuk gibi türleri, gelenek, görenek ve inançları, yeme-içme, giyim-kuşam gibi maddî kültür unsurlarını madde başlıkları şeklinde sıralayıp somut örneklerle göz önüne serer. “O bütün bu özellikleriyle bir araya getirdiği metinlerden ördüğü eserinde, bir Türk medeniyeti mimarisi tasviri yaratır. Eseri okuyan her kişi, orada, bu mimarinin içinde yer alan hayatın tüm alanlarını kapsayan ve her bağlamda her ihtiyacı en ince detayına kadar ifade eden bir ‘metin’ çeşitliliği ve zenginliği ile karşılaşır.” (Yıldırım 2008:115).
Kâşgarlı Mahmûd’un yaşadığı devir İslâmiyetin Türkler arasında yaygınlık kazandığı bir devirdir. Ancak Müslümanlığı benimsemeyen, eski kamlık inançlarına bağlı veya Budist, Maniheist Türk boylarının da olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple Mahmûd’un, İslam dışı inançlardan ve İslâmı benimsemeyen insanlardan söz ederken onları aşağılayan sert bir dil kullandığı görülür. Zira o dini bütün bir müslümandır. Ancak, İslam öncesi kamlık inancının çeşitli uygulama ve kut-törenlerinden söz ederken kimi zaman daha ılımlı, kimi zaman da tarafsız bir üslupta ifadeler kullanır. Çünkü bu inancın uygulama ve kut-törenlerini “islamiyetle boy ölçüşebilecek bir din olarak değil de atalardan, dedelerden kalan ve bir yere kadar saygı gösterilmesi gereken inançlar” (Canpolat 1974: 22), uygulamalar olarak görür. Sözgelimi “Tengri” kelimesini açıklarken “Ulu Tanrı. Şu savda dahi gelmiştir: Toyın tapugsak, Tengri sefinçsiz/Toyın tapmak ister, Tanrı memnun değil (Müslüman olmayan Türkler din ulusu Tanrı’ya tapınır; fakat yüce Tanrı onların yaptığı işten hoşnut değildir.” (III/376) derken tarafsız davranan Kâşgarlı Mahmûd, açıklamasını sürdürürken “yere batası kâfirler, göğe Tengri derler. Yine bu adamlar büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye Tengri derler. Bu yüzden bu gibi şeylere yükünürler (secde ederler). Yine bunlar bilgin kimseye Tengrigen derler. Bunların sapıklıklarından Tanrı’ya sığınırız.” (III/377) şeklinde ağır sözler söyler. İfadelerindeki bu çeşitliliğe rağmen Mahmûd, eserinde eski Türklerin kutsal saydıkları Tengri, Umay, vb. ilahî varlıklar, tapınma ve kut-törenler, halk hekimliğine ait tedavi şekilleri, büyü ve kâhinlik, vb. hakkında önemli bilgiler verir:
Kutlu ve mübarek olan her nesne, Divânü Lügati’t-Türk’te “ıdhuk” (I/65) olarak adlandırılır. Idhuk, kurbanlık olarak belirlenen, bu nedenle de üzerine yük vurulmayan, sütü sağılmayan, yünü kırkılmayan hayvan için de kullanılır. Yada taşı’ndan bir inanç ve uygulama olarak “yatlattı”(II/355) ve “yatladı” (III/307) kelimeleri açıklanırken bilgi verilir. Bu bilgilere göre yada taşı, kamların yüce Tanrı’nın izniyle rüzgar estirmek, yağmur yağdırmak için afsun yapmada kullandıkları bir taştır. “Irk” (I/42); falcılık, kâhinlik ve bir kimsenin gönlündekini bilmektir. “Yat” (III/159) ise, taşlarla yağmur ve rüzgar getirmek için yapılan kamlıktır. Efsunculuk, kâhinlik, hekimlik, vd. görevleri yerine getiren kişiler o dönemde kam olarak adlandırılıyor; bu kişilerin olağanüstü güçlere sahip oldukları, gizli güçlerle, ruhlarla ilişki kurduklarına inanılıyor, onlardan gerektiğinde çeşitli olay ve durumlarda yardım isteniyordu. Sözgelimi kamın, cin çarpmasına karşı birtakım afsunlar yapmasına, dualar etmesine Divân’da “arwaşmak”(I/236) adı verilmektedir. Böylesi afsunlar yapan kama “arpagcı” veya “afsuncu” adı verilir; yaptığı afsuna karşılık olarak da “örüng” (I/134) denilen ve günümüzde “el yeğniliği” olarak adlandırılan ücret ödenir. Çeşitli amaçlar için adanan, ıdhuk olarak belirlenen ve kurban edilen hayvan, Divân’da “yagış” (III/10) olarak adlandırılmaktadır.
Divân’da insanüstü varlıklar, sihir ve büyü, bu husustaki inanç ve uygulamalar hakkında bilgiler verilir. Bunlardan “abaçı” (I/136) açıklanırken bunun umacı olduğu, çocukları korkutmak için “Abaçı geldi” dendiği belirtilir. Bostanları, bahçeleri göz değmesinden korumak için bostan ve bahçelere “abakı” (I/136) veya “kösgük” (II/289) adı verilen korkuluk dikilir. Çıwı (III/225), cinlerden bir bölük olup Türklerin inanışına göre, iki ordu savaşırken bu iki ordunun vilayetlerinde oturan çıwılar da kendi aralarında savaşırlar. Çıwılardan hangi grup galip gelirse, onların ait olduğu vilayetin ordusu da galip gelir. Çıwılardan hangi grup kaçarsa, onların bulunduğu vilayetin hakanı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oklardan sakınmak için çadırlarına girerler. Bu, Türkler arsında yaygın bir inançtır. Tiki (III/230), geceleyin işitilen sestir. Bu sesi her kim işitirse öleceğine inanılır. Türkler, öyle sanırlar ki ruhlar, her sene yaşamış oldukları yerlerde bir gece toplanır ve yaşayan insanları ziyaret ederler.
“Kumlak” (I/475), Kıpçak illerinde yetişen sarmaşık gibi bir ottur. Bu otun gemiye alınması durumunda fırtına çıkacağına, denizin dalgalanacağına, geminin batacak gibi olacağına inanılır. “Kaş” (I/152), beyaz ve siyah temiz taştır. Bu taşın beyazını yüzük kaşı yaparlar. Böylece şimşekten, yıldırım çarpmasından ve susuzluktan korunurlar. Bu taş bir beze sarılıp ateşe atılsa, ne bez ne de taş yanar. Susayan kişi, bu taşı ağzına alsa susuzluğu gider (I/22). Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka boyların halkı and içtiklerinde, yahut sözleştiklerinde demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına önlerine koyup “Bu, gök girsin, kızıl çıksın” derler. Yani, “sözünde durmazsan kılıç kanına bulansın; demir senden öcünü alsın” demektir. Çünkü demiri ulu sayarlar (I/361).
Kâşgarlı Mahmûd, eserindeki her maddeyi açıklarken “kimi zaman, onlara bağlı veya ilintili anlatı, ata sözü, şiir parçaları ve bağlam cümleleri ile de açıklama ve yorumlarını daha anlaşılır duruma getirmeye özen göstermiştir.” (Yıldırım 2008:115). Yıldırım’ın belirttiği gibi Mahmûd, kimi zaman bir maddeyi açıklarken o maddeyle ilgili ayrıntılara da yer verir. Sözgelimi “pars” kelimesini açıklarken bize eski Türk takvimi hakkında da bilgi verir:
“Pars, yırtıcı bir hayvan. Türklerin oniki yılından biri. Bu şöyle olmuştur: Türkler oniki çeşit hayvanın adını alarak oniki yıla ad olarak vermişler; çocukların yaşlarını, savaş tarihlerini ve daha başka şeyleri hep bu yılların dönmesi ile hesap ederler. Bunun kökü şöyle olmuştur: Türk hanlarından birisi kendisinden birkaç yıl önce geçmiş olan bir savaşı öğrenmek istemiş, o savaşın yapıldığı yılda yanılmışlar; onun üzerine bu iş için Hakan ulusuyla geneş (müşavere) yapar ve kurultayda ‘Biz bu tarihte nasıl yanıldıksa bizden sonra gelecek olanlar da yanılacaklardır; öyle ise, biz şimdi göğün oniki burcu ve oniki ay sayısınca her yıla birer ad koyalım; sağışlarımızı bu yılların geçmesiyle anlayalım; bu, aramızda unutulmaz bir andaç olarak kalsın’ dedi. Ulus, Hakan’ın bu önergesini onayladı. Bunun üzerine Hakan ava çıkar; yaban hayvanlarını ‘Ilısu’ya doğru sürsünler diye emreder. Bu, büyük bir ırmaktır. Halk bu hayvanları sıkıştırarak suya doğru sürer. Bu hayvanlardan avlarlar; birtakım hayvanlar suya atılırlar; onikisi suyu geçer. Her geçen hayvanın adı bir yıla ad olarak takılır. Bu hayvanlardan birincisi sıçgan/sıçan imiş. İl önce geçen bu hayvan olduğu için senenin başı bu adla anılmış ve sıçgan yılı denilmiş. Bundan sonra sırasıyla geçen hayvanların adları yıllara verilmiş: ud/öküz yılı, pars yılı, tavışgan yılı, nek/timsah yılı, yılan yılı, yund/at yılı, koy/koyun yılı, biçin/maymun yılı, takagu/tavuk yılı, it yılı, tonguz yılı. Sayı tonguz yılına varınca dönülerek yine sıçgan yılından başlar (DLT I/344).
Böylesi açıklamaları Divânü Lügati’t-Türk’ün pek çok madde başında görmek mümkündür; ki bu maddelerde köken açıklayıcı (etiyolojik) anlatılara da yer verilmiştir. Bu tür anlatılar, Türklerin yaşadıkları mekânları nasıl adlandırdıkları veya değişik Türk boylarının adlandırılmasında hangi olay ve durumların yaşandığını göstermesi bakımdan Türk kültürü için son derece önemlidir. Sözgelimi “öge” maddesi açıklanırken Uygur Türklerinin yaşadığı bölgeye yakın bir dağ olan Altun Kan’ın neden bu adı aldığı şöyle anlatılır:
“Zülkarneyn Çin’e dek ilerleyince Türk Hakanı savaş için Zülkarneyn üzerine gençlerden toplanmış bir bölük asker gönderir. Hakanın veziri ‘Sen Zülkarneyn’in üzerine gençleri gönderdin; onların içerisinde denenmiş, yaşlı savaş eri adamların dahi bulunması gerekti’ deyince Hakan, yaşlı ve tecrübeli anlamına olarak ‘Öge mi?’ demiş. Vezir ‘Evet’ cevabını vermiş. Bunun üzerine Hakan; yaşlı, sınanmış bir kimse göndermiş. Zülkarneyn’in ileri kolları üzerine bir gece baskını yapmışlar, düşmanları yenmişler. Türklerden biri Zülkarneyn’in askerlerinden birine bir kılıç vurmuş, herifi göbeğine dek parçalamış. Öldürülen adamın belinde, içerisinde altın bulunan bir kemer varmış; kemer de kesilmiş, altınlar kana bulaşarak dökülmüş. Ertesi sabah Türk askerleri kana bulaşmış olan altınları görerek birbirlerine ‘Bu ne?” demişler. ‘Altun kan” cevabı verilmiş. Orada bulunan bir dağa hemen bu adı vermişler.” (I/90). Bunun gibi “Uygur (I/111), Çiğil (I/393), Türk (I/350), Türkmen (I/353; III/412), Kaz (III/149), Kaz suvı (III/151)”, vd. birçok madde başı açıklanırken yukarıda verdiğimiz örnekte olduğu gibi, köken açıklayıcı anlatılara başvurulmuştur. “Türkmen” maddesi açıklanırken “Şu Destanı”na; “Alp (I/41), Ödhlek (I/102), Telindi (I/147), Usıtgan (I/155), Ögreyük (I/159), Ulışdı (I/188), İrteldi (I/245), Kürküm (I/486), Çengeşti (II/209), Kurtıldı (II/233), Kevretti (II/334)” gibi maddelerin açıklamasında da “Alp Er Tunga Destanı’na ait parçalara yer verilmiştir.
Divânü Lügati’t-Türk’te çeşitli maddelerin açıklanması, örneklenmesi sırasında manzumelerden faydalanılmıştır. Divân’da bu amaçla kullanılan “149 dörtlük, 79 adet beyit vardır. Ayıca 9 dörtlük de ikişer defa kullanılmıştır.” (Kaya 2002: 42). Sözlü kültürün hâkim olduğu bir devirde yazılan Divân’da Kaşgarlı Mahmut, manzum sözlerin gücünden de faydalanarak açıkladığı kelime ve kavramların daha iyi anlaşılacağını ve akılda tutulacağını düşünmüş olabilir.
Divânü Lügati’t-Türk’te eski Türklerin gündelik yaşayışları, inançları, âdetleri ve gelenekleriyle ilgili bilgilere, yine maddelerin açıklanması vesilesiyle yer verildiği görülür. “Öz” maddesinin açıklamasında (I/45) verilen dörtlükte insanın konuğunu iyi ağırlanmasıyla ününün artacağı belirtilirken “eşük” maddesinin açıklamasında (I/72) hanlardan, beylerden birisi öldüğünde mezarının üzerine kumaş örtüldüğü, daha sonra da bu kumaşın bölünerek yoksullara dağıtıldığı;. “kedhüt” (I/357) maddesinde gelin ve güveyinin düğünlerine gelen hısımlarına armağan olarak elbise vermeleri âdetinden söz edilir. “Tuzgu”(I/424) maddesinde yolculara yemek sunulmasından, “boşug” (I/372) maddesinde uzaktan gelen hısıma şölen yapılması, armağanlar verilerek yolcu edilmesinden, “tayak” (III/166) maddesinde de gelinin hizmetine bakması için geline köle hediye edilmesinden söz edilir.
Divânü Lügati’t-Türk’te hastalıklar, hastalıkların tedavisi için yapılan uygulamalar hakkında bilgiler vardır. Divân’da “ig” (I/48), “kem” (I/338, At kemlendi: At hastalandı), “mun” (III/140; hastalık, ayıp), “sükel” (I/394; Oğuz dilinde hasta), “çerlendi” (II/244; Er özi çerlendi: Adam hastalandı, vücudu ağırlaştı) kelimeleri hastalık, rahatsızlık anlamlarında kullanılmaktadır. Verilen bilgilere göre hastalıkların tedavisinde “emci”ler (I/38) ve “otaçı”lar (I/35) bitkilerden, hayvanî mahsullerden ilaç yapmakta, sihir ve büyüden faydalanmakta, ateşle dağlama ve kan alma yöntemlerini kullanmaktadırlar.
Hastalıkların tedavisinde bitkilerden veya hayvanların çeşitli mahsul ve kısımlarından faydalanılmaktadır. Sözgelimi “ang” (I/40) adlı kuşun yağından ilaç yapıldığı, bu ilacın avuç içine sürüldüğünde elin üst tarafına geçtiği; “Kunduz kayrı”nın (I/458, kunduz taşağı) ilaç olarak kullanıldığı belirtilmekte, ancak bunların hangi hastalıkların tedavisinde kullanıldığı belirtilmektedir. “Közlük” (I/478) veya “közüldürük” (I/529), at kuyruğundan yapılan bir tür dokuma olup göz ağrısına ve kamaşmasına karşı gözün üzerine konulmaktadır. Yoğurt ile sütün karıştırılması yoluyla elde edilen “iprük” (I/101), yemek yedikten sonra midesinde ekşime olan, midesinde katılık hisseden kişinin içini sürdürmek için kullanılır. Karın ağrısına “angduz” (I/115) kullanılmaktadır. Angduz, topraktan çıkarılan bir kök olup, toz haline getirilip atın burnuna üflendiğinde at karın ağrısından kurtulur. Karın ağrısını gidermede kullanılan başka bir ilaç da “egir”dir (I/53). Egir de topraktan çıkarılan bir köktür ve karnı ağrıyan kişi yerse, karın ağrısı geçer. Divân’da “üzerlik” karşılığı olarak geçen “ilrük”ün (I/105) tohumu, safra ve balgam söktürücü olarak kullanılmaktadır. “Awılku” (I/489), kırmızı meyvelerinin suyu, göz ağrısına kullanılan bir bitkidir. “Çaxşu” (I/423) otu da göz ağrısı için kullanılır. “Sıgun otu” (I/409), kökü insana benzeyen ve cinsî gücü zayıflayanlar kullandığı bir ottur. Bu otun erkeği ve dişisi vardır. Erkeği erkeğe, dişisi kadına verilir. “Topulgak” (I/502), yaraya konulan bir ottur. Fındık büyüklüğünde kırmızı meyveleri olan “yakrıkan” (III/56) adlı bitki, dudak çatlaklarına sürülür.
Divân’da sihir ve büyüden tedavi yöntemi olarak söz edilmektedir. Sihir ve büyü karşılığı olarak “yalwı” (III/33), büyücü karşılığı olarak da “yalwıçı” (III/33) sözleri kullanılmakta, büyücünün hasta kişiye okuyup üflemesi ise, “sufşamak” (III/286) olarak adlandırılmaktadır. Bu yönde çeşitli uygulamalar yapılmaktadır. Sözgelimi, göz değen çocuğun tedavisinde, çocuğun yüzüne, safrana birtakım maddelerin karıştırılmasıyla elde edilen ve adına “egit” (I/51) denilen ilaç sürülür. Çocuğu perilere ve göz değmesine karşı afsunlarken çocuğun yüzüne tütsü verilir ve bu arada “ısrık ısrık” denilir; ki bu sözle “Ey peri ısırılmış olasın” (I/99) denilmektedir.
Divân’da dağlama, kan alma, yakı yakma gibi yöntemlerin de çeşitli hastalıkların tedavisinde uygulandığı bilgisi verilmektedir. Atın göğsünde çıkan ve “çildek” (I/477) veya “çılday” (III/240) denilen çıban, “tüknemek” (III/301, dağlamak) suretiyle tedavi edilir. Yine atlarda görülen ve “etilgen” (I/158) denilen beze, yarılıp temizlenerek tedavi edilir. Yaraların üzerine “yakıg” (III/74, yakı, sargı) konularak yara iyileştirilir. “Kanagu” (I/477) adı verilen aletle kan alınarak da hasta tedavi edilir.
Divânü Lügati’t-Türk’te Türkler arasında oynanan oyunlardan, sporlardan da bahsedilmiştir. Çeşitli kelimelerin (“kapışdı” (II/88); “tanğuk” (III/365); “egişdi” (I/187) açıklanması sırasında çevgenle oynanan ve günümüzde polo olarak bilinen oyuna benzer bir oyundan bahsedilmektedir. Bu oyun, topa veya topaca çevgenle vurularak oynanmaktadır. Divân’da bir yarışma olarak ok atışmaktan, at yarıştırmaktan ve güreşmekten bahsedilmiş; ancak nasıl yapıldıklarına dair yeterli bilgi verilmemiştir. Bunlarla ilgili kelimeler ve açıklamalarında verilen cümle örnekleri:
“Atışgan” (I/157), “Ol mening birle ok atışgan.”/ “Onun benimle –yarışmak için- ok atışmak âdetidir.”. “
“Atlaşu” (II/226), “Ol mening birle ot attı atlaşu”/”O, ortaya ödül olmak üzere at koyarak benimle ok atıştı.”
“Özüşdi” (I/184), “Ol mening birle at özüşdi.”/ “O benimle at koşturmakta yarış etti.”
“Yarışdı” (III/72), “Ol anıng birle at yarışdı.”/ “O, onunla at yarışı yaptı.”
“Çalış” (I/368), Çelme, güreş. “Bagdattı” (II/327), “Ol anıng adhakın bagdattı.”/ “O, Onun ayağını güreşte sarmaya aldırdı.”
“Münğüz münğüz” (III/363), Divân’daki açıklamasına göre bir çocuk oyunudur ve şöyle oynanır: Çocuklar ırmağın kenarına diz çöküp otururlar. Bacaklarının arasına akıcı yaş kum doldururlar. Sonra elleriyle kuma vururlar. Onlardan birisi (ebe) “münğüz münğüz” der. Diğer çocuklar ona “ne münğüz” diye sorarlar. Ebe, boynuzlu hayvanları birer birer saymaya başlar. Diğerleri de bunu tekrar ederler. Bu arada ebe, deve ve eşek gibi boynuzsuz hayvanlardan birinin adını söylerse suya atılır. Çocukların oynadığı bir başka oyun da “köçürme” (I/491) oyunudur; ki “ondört” adıyla da bilinir. Yere kale gibi dört çizgi çizilir, sonra bu dört kaleye on kapı yapılır. Fındık veya fındık gibi şeylerle bu kapılar üzerinde oyun oynanır. Ceviz oyunu da çocukların oynadığı bir oyundur; ancak nasıl oynandığı hakkında bilgi verilmemiştir. “Atıç” (I/52) ve “eteçlik” (I/151) kelimeleri açıklanırken bu oyunun oynanması için çukur açıldığı bilgisi verilmiştir. “Karagun” (III/243) kelimesinin açıklamasında “Akşamleyin çocukların oynadığı bir oyunun adı” diye bilgi verilmiş, ancak oyunun nasıl oynandığı hakkında bilgi verilmemiştir. “Tepük” (I/386), çocukların oynadığı ayaktopu oyunudur. Divân’da verilen bilgiye göre, kurşun eritilip top şekline getirilir. Üzerine keçi kılı veya başka şeyler sarılır. Çocuklar bunu teperek oynarlar.
Divân’da Türklerin yaşayış özelliklerine, medeniyet seviyelerine ilişkin bilgiler, bu bağlamda giyim-kuşamları, kullandıkları ev aletleri, yemek kültürü, vb. hakkında değerli bilgiler mevcuttur. Bu bilgilere göre, XI. Yüzyılda Türkler mendil kullanıyor, giysilerindeki kırışıklıkları ütüyle düzeltiyorlardı. “Ulatu” (I/136), kelimesi, “kişinin burnunu temzilemek için koynunda taşıdığı ipek kumaş parçası” olarak açıklanır ki bu da bildiğimiz gibi mendildir. “Ütük” (I/68) için Divân’da “mala biçiminde bir demir parçasıdır ki dikiş yerlerini yatıştırmak için kızdırılarak elbise üzerine bastırılır.” denilmektedir. Bu da anlaşılacağı üzere ütüdür. Hayvancılık ve tarıma dayalı bir iktisadî hayatları olduğunu bildiğimiz XI. yüzyıl Türkleri, deriyi işledikleri gibi yünü de işleyip keçe haline getiriyorlar; keçeyi de çizme yapıp giyiyorlardı. “Ol mandga oyma basışdı/O, bana keçeden çizme yapmakta yardım etti” (II/100) sözünde geçen “oyma”, özellikle Türkmenlerin keçeden yaptıkları çizmeye verilen isimdir. Erkeklerin giydikleri sarığa “suwluk” (I/201), kadınların başörtüne de “bürünçük” (I/201) deniliyordu. Kadınlar takı ve süs eşyası olarak o devirde “yinçü/inci” (I/273), misk ile râmekten yapılan boncuk olan “bodh-monçuk” (III/121), “bilezük” (II/82), saçlarına takma olarak keçi kılından yaptıkları zülüf olan “öngik” (I/135), kullanıyorlar, kemerlerine altın veya gümüşten yapılan “tuş/toka” (III/125) takıyorlar, yanaklarına ise “englik/allık”(I/115) sürüyorlardı. Delikanlı kız ve oğlanlar alınlarına “but/değerli firuze taşı” (III/120) takıyorlardı.
XI. yüzyıldaki Türklerin hayat şeklini aksettiren önemli bir unsur da onların beslenme kültürüdür[2]. Divân’da Türklerin mutfağa “aşlık” (I/114), aşlıkta bulunan kap kacağa ise, “ayak” (I/84) adını verdikleri, ancak Oğuzların ayak kelimesini bilmedikleri için onun yerine “çanak” (I/84) dedikleri bilgisi verilmektedir. Aşlıkta bulunan başlıca kap kacaklar olarak “aşıç/tencere” (I/52), “biçek/bıçak” (I/384), “etlik/et asılan çengel” (I/101), “bart/bardak” (I/341), “kumgan/ibrik, güğüm” (I/440), “örküç/sacayağı” (I/95), “sac/tava” (II/147), “sagrak/sürahi, kâse” (I/471), “kendük/un, vb. şeyler konulan küp” (I/480) “bukaç/su kabı” (I/357), “çançu/şehriye hamuru açmakta kullanılan oklava” (I/417), “çömçe/kepçe” (I/417), “kaşujk/kaşık” (I/383), “körke/ağaçtan yapılan tabak” (I/430), “kasuk/kımız tulumu” (I/479), “tagar/dağarcık, çuval” (I/411) vb. mutfak aletlerinden bahsedilmektedir.
Mutfakta kullanılan kap kacaklardan da anlaşılacağı üzere Türklerin XI. yüzyılda hayvancılığa ve tarıma dayalı bir beslenme kültürleri vardır. Hayvanlardan elde ettikleri besin maddelerinin başında et gelir. Diğer besin maddeleri ise, süt ve sütten yapılan mahsullerdir. Bunların yanında yumurta ve bal da hayvanlardan elde edilen besin maddeleridir.
Türklerin etinden faydalandıkları hayvanların başında koyun gelir. Diğer hayvanlar (at, keçi, tavuk, kaz, balık, vd.) ikinci derecede hayvanlardır. Bu yüzyılda Türkler, mevsimlere bağlı olarak yayla-kışla arasında göç ettikleri gibi yerleşik olarak da tarımla uğraşıyorlardı. Her iki durumda da hayvan sürüleri mevcut olan Türkler, hayvanların etinden, deri veya yününden, sütünden faydalanıyorlardı. Kesmek üzere özel olarak besledikleri hayvanlara “etlik” (I/101) diyorlardı. Bu devirde “etçi/kasap”ların (II/48) olduğu, “ekdi/mezbaha”da (I/125) hayvanların kesildiği bilgisi mevcuttur. Türkler eti pişirerek yedikleri gibi, sonra yemek üzere tuzluyor veya kurutuyorlardı da. Kurutulan ete “kak et” (II/282), güz mevsiminde birtakım baharatlarla terbiyeledikleri ve kuruttukları ete ise, “yazok et/pastırma” (III/16) diyorlardı.
Divân’da verilen bilgilere göre o devir Türkleri eti, karaciğeri ve baharatı karıştırıp bağırsağa doldurarak sucuk yapıyorlar, adına da “soktu” (I/416) diyorlardı. Koyun, keçi gibi hayvanların başını üterek (I/193) temizliyor, pişirerek yiyorlardı. Et ve baharatı karıştırıp bağırsağa doldurarak günümüzde de bilinen bir yemek olan bumbar dolması yapıyorlardı. İşkembe ve bağırsağı iyice kıyarak bağırsağın içine dolduruyor kızartmak veya pişirmek suretiyle “yörgemeç” (III/55) adlı yemeği yapıyorlardı.
At sütünden kımız (I/365) yaparken diğer hayvanların sütlerinden yoğurt, “suvuk/ayran” (III/164), yağ, “kayak/kaymak” (III/167), “udhıtma/peynir” (I/143) yapıyorlardı. Ayrıca arıcılık yapıyor, bal üretiyorlardı. Suvarlar, Kıpçaklar, Oğuzlar “bal” derlerken diğer Türk boyları bala “arı yağı” (III/156) diyorlardı. Bal, doğrudan yenildiği gibi “buxsı” (I/423) denilen yemeğe da katılıyordu. Buxsı şöyle yapılırdı: Buğday pişirilip içerisine badem taneleri atılır, üzerine bal ve süt ile pişmiş bulamaç dökülür. Ekşitildikten sonra yemeğin buğdayları yenir, suyu içilir. Bal, ayrıca “kumlak” (I/475) adlı otla karıştırılarak şarap yapılır. Türkler baldan başka günlük beslenmelerinde “bekmes/pekmez” (I/458) de tüketiyorlardı. “Talkan kiming bolsa angar pekmes katar” (I/440) sözü, pekmezin buğday veya arpa unundan elde edilen ve adına “talkan” (I/440) denilen kavuta katılması şeklinde yenildiğini göstermektedir.
Türkler besledikleri kaz veya tavukların yumurtlarından da faydalanıyorlardı. Divân’da “yumurtga”nın (III/4333), “türmeklendiği/dürüm içine konulduğu” (II/276) vaya doğrudan “yutmak” (II/313) şeklinde yenildiği bilgisi verilmektedir.
Kaşgarlı Mahmut, eserinde Türklerin tarım yaptığına, buğday, arpa vb. tahılları yetiştirdiklerine ve bunlardan çeşitli usullerle faydalandıklarına dair bilgiler verir. Buğdaydan en başta un, undan da “etmek/ekmek” (III/57), “yuwka” (III/33), “tokuç/çörek” (I/358), “yerküç/çörek” (I/452) yapıyorlardı.
Türkler, yağlı yemeklere düşkündüler. Çünkü, yağlı yemek onlara göre “özlüg aş” (I/45) idi. Yağlı yemek, tok tutucu, besleyici yemek demekti. Böylesi yemekler“çiwgin aş” (I/443), yağsız, yalın, tok tutmayan yemek de “kewgin aş” (I/443) olarak adlandırılıyordu. Buğday ve arpa ununun karıştırılması suretiyle “awzurı” (I/145) adlı yemeği yapıyorlardı; ki bu yemek bir çeşit erişte idi. Hamuru serçe dili gibi eğri keserek erişte yapıyorlar ve adına “kıyma ügre” (III/173) diyorlardı. Hamurun nohut büyüklüğünde kesilmesi suretiyle yapılan “sarmaçuk” (I/527) adlı şehriye çorbasının hastalara verildiği bilgisi mevcuttur. Su, kar veya buz ile soğutulup içine baharak konularak yenen bir başka şehriye çorbası da “letü ?/litü ?”dür.
Kaşgarlı Mahmut’un Türklerin en ünlü yemeği dediği “tutmaç” (I/452), bedeni güçlendiren, yüze kırmızılık veren, kolaylıkla sindirilemediğinden kişiyi tok tutan bir yemektir; fakat nasıl yapıldığına dair bir bilgi verilmemiştir. Bir çeşit helva olan “kagut” (I/406) darıdan yapılır ve yeni doğum yapmış kadınlara verilir. Darıdan yapılan başka bir yemek de “kürşek” (I/478) tir. Pirinç ile baharatın karıştırılıp bağırsağa doldurulması ve pişirilmesi şeklinde hazırlanan “sogut” (I/356), bumbar dolmasıdır. Bir tür sütlaç olan “uwa”(I/90), pirincin pişirilip soğuk suya konması, sonra suyunun süzülüp içine şeker katılmasıyla yapılan bir tatlıdır.
Mahmut, eserinde XI. yüzyılda Türklerin yetiştirdiği sebzelerden söz etmiş, ancak “büstelli” (I/493) ve “kabak” (I/382) yemeklerinden başka yemeklerden bahsetmemiştir. Verilen bilgiye göre, büstelli, kara pazıdan yapılan yemektir. Kabak ise, yaş iken yemeği yapılan bir sebzedir. Ancak kara pazının veya kabağın yemeğinin nasıl yapıldığına dair bilgi yoktur.
XI. yüzyılda Türklerin içilen her şeye “içkü” (I/128) dedikleri, ancak şarap türü içkilere “süçik” (I/408) veya “bor” (III/121) adını kullandıkları görülmektedir. Türklerin en çok tükettikleri içki, şüphesiz kımızdı. Kısrak sütünün ekşitilmesi/mayalandırılması şeklinde yapılıyordu. “Ugut” (I/50), buğday ile arpanın pişirilmesi ve hamurla mayalandırılması sonucu elde edilen bir içkidir. Buğdaydan yapılan “agartu” (III/442); buğday, darı, arpa gibi tahıllardan yapılan “bengi” (I/434) de Divân’da adı geçen içkilerdir. Bir içki olarak değil de içecek olarak sözü edilen “bekni” (III/60), günümüzde de içilen bozadır. “Bekni yewüldi/bekni olgunlaştı”(III/81) sözünden bekninin de boza gibi mayalandırılarak yapılan bir içecek olduğunu anlıyoruz.
Divânü Lügati’t-Türk, yazıldığı devirde diğer milletlere göre oldukça ileri bir Türk kültür ve medeniyetinin varlığını göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Türk dili ve edebiyatından coğrafyaya, tarihten sosyolojiye, ilahiyatan halk kültürüne, vd. bilim dallarına kaynaklık eden bir eserdir.
Yayınlandığı Dergi: Bizim Külliye, sayı 53, 2012, s.74-80.
Harika değerli Sever hocam. Bu sezonda öğrencilerime “Türk Siyasi Düşünce Tarihi okutacağım. Yazılarınızı izninizle ve isminizle sunum halinde değerlendireceğim. Biz kendimizi bilmeden nasıl şahsiyet buluruz! Teşekkürler.
Teşekkürüm M. Severe’dir. Altaylı Neti tanımam.